5 Nisan 2013 Cuma

Kafeste Son Tango


Kafeste son tango




5 Haziran 1999 / ERHAN BAŞYURT

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarıldığı, İtalya ile sıcak günlerin yaşandığı dönemde, Arap dünyasının saygın gazetelerinden al—Hayat'da ilginç bir makale dikkat çekiyordu.
Gazetenin Suriye muhabiri İbrahim Hamidi tarafından kaleme alınan yazıda, Abdullah Öcalan'ın daha önce Suriye'nin iddialarının aksine Şam'da ikamet ettiğini ima etmek için 1 Eylül 1998 tarihinde tek taraflı ateşkes ilanı ile ilgili basın mensuplarıyla yaptığı toplantı anlatılıyordu. Hamidi, toplantıdan bir de ilginç anekdot sunuyordu okurlarına: Öcalan'a, kendi geleceği ile Fransa'da yargılanmakta olan meşhur terörist Çakal Carlos arasında bir benzerlik kurup kurmadığını soruyor Hamidi. Öcalan ilk önce bu soruyu anlamıyor, PKK ile Çakal Carlos arasında bir ilişki bulunmadığını belirtiyor. Hamidi soruyu tekrarlayınca, bu defa neyin kastedildiğini anlıyor ve kesinlik ifade eden bir üslûpla "Türk yargıçları bizi asla yargılayamayacaklar" cevabını veriyor.

Öcalan, 31 Mayıs'tan beri "Bizi asla yargılayamayacaklar" dediği Türk yargıçlarının önünde, üstelik yargılanma metodu da en çok, Çakal Carlos'un yargılanmasına oranla daha özgür olduğu için takdir topluyor. Üstelik Sudan tarafından Hartum'da Fransız güvenlik güçlerine teslim edilen ve uçakla Paris'e getirilen Carlos ile Kenya'da Türk yetkililerine teslim edilen ve uçakla Bandırma'ya getirilen Öcalan'ın yakalanma süreçleri de garip bir şekilde birbirine benziyor.

Öcalan ve sempatizanları yakalanmanın şokunu yaşarken, bizler de Öcalan'ın daha uçaktayken başlayan rahat ve net açıklamalarının şaşkınlığını yaşıyoruz. 15 yılda 30 bin insanın ölümüne sebep olan Öcalan'ın adeta dili çözülmüş, uçakta söylediklerinin benzerini kurşun geçirmez cam kafesin ardından da pek farksız sözlerle tekrarlıyor: Pişmanım... Özür dilerim... Hizmete hazırım...

Aslında Öcalan duruşmanın ikinci gününden itibaren, ilk tutuklandığı günlerde İmralı'da sivil DGM savcılarına yaptığı açıklamalardan pek de farklı açıklamalar yapmıyor. O zaman da örgütün kurucusunun kendisi olduğunu, dolayısıyla bütün eylemlerin sorumluluğunu üstlendiğini söylemişti, duruşma salonunda da bunu tekrarladı. O zaman da her eylemin sorumluluğunu üstlenirken, örgüte tam hakim olamadığını, bir çok eylemin bölge sorumlularının kendi inisiyatifi tarafından gerçekleştirildiğini, aslında kendisinin buna karşı çıktığını, ama engelleyemediğini iddia etmişti, şimdi de.

Öcalan, örgütün yurt dışı bağlantıları ile ilgili olarak da DGM savcılarına verdiği ifadeden pek farklı bir şey söylemedi, duruşmalarda. Suriye ve Yunanistan PKK'nın baş hamileri arasında yer alırken, İran ve Ermenistan'ın örgütle ilişkilerinin sanıldığı kadar ileri olmadığını, buna karşılık bir çok Avrupa ülkesinin pasif destek sağlamakta bu ülkelerin çok ilerisinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Örgütün finans ve silah desteğinin nasıl sağlandığını da anlatan Öcalan, devletle aralarında kurulan temaslar hakkında da geniş bilgileri tekrarladı...

Bütün bunlara rağmen, Öcalan'ın duruşmada dile getirdiği ama basına tam yansımadığı için pek irdelenmeyen çok daha önemli bir şey vardı duruşmalarda: Öcalan'ın yazılı savunması. Öcalan, ilk gün duruşmasının öğleden sonraki kısmında vermek istediği siyasal mesajı, bu yazılı savunmada toplamış. Ağır psikolojik durumu sebebiyle hafıza değişikliğinin olduğunu ve bu nedenle ifadelerinde bazı kopukluklar bulunabileceğini söyleyen Öcalan'ın, yazılı savunması bu sebeple daha da önem kazanıyor. İrticalen yaptığı sözlü savunması ile karşılaştırıldığında da daha oturaklı olduğu görülüyor.

"İsyan dönemi bitmiştir"

"Varılan en önemli sonuç; artık tarihi olarak isyanlar dönemi sona ermiştir ve ermek zorundadır... Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir" diyen Öcalan, "Demokratik bir toplumda yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle isyan olur muydu? Kendini bile yasaklanmış bulan, ağzından çıkan sözü ana dilinden suçluluk telaşı ile gizlemeye çalışan bir insandan her şey beklenir... Yaşadığım halk gerçekliği bu. Hatta bir alternatif olarak ezici bir kısmı Türkleşmişse bu halkın suçu olamaz. Kaldı ki bu yöntemin de çağdaş olmadığı, böyle zorla yürümeyeceği de ortaya çıkmıştır. O halde hatalar karşılıklı büyümüş..."

Öcalan, kendince başvurdukları yolun sebeplerini ve hata oluşunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, "İki halkın tarihini, siyasi, ekonomik durumunu anlayanlar, parçalanmanın olmayacağını bilirler. Etle—tırnak gibi iç—içe geçmişlerdir" yorumunda bulunuyor. Başlangıçta "Bağımsız Kürdistan" hayalinde olan Öcalan, bu görüşten çark etmesinde 1993 yılına kadar TSK'nın PKK'ya karşı yürüttüğü etkili mücadelenin de rol oynadığını ifade ediyor bir başka yerde. Israrla vurguladığı bölünmenin bir çözüm olmadığını ise, şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor :

"Bağımsızlık aleyhimize"

"Bağımsızlık ve özgürlüğün hem birey için hem de halk için koşullar gereği, ancak Türkiye'nin bütünselliği ve Cumhuriyet'in demokratik yapılanması içinde gerçekleşebileceğini belirttim... Bilimsel ölçüler içinde bakıldığında dört taraftan kabul edilmeyecek komşularla çevrili, ağırlıklı olarak dağlık bir coğrafyada, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak çok bölünmüş, ağır feodal değer yargılarıyla ve daha bir alfabeye bile sahip olmayan, nüfusun daha büyük kısmı metropollerde çalışan Kürt toplumu için devlet iddiasında bulunmak bu nedenlerle gerçekçi olamaz. Kaldı ki gerek son iki yüzyıllık tarih tecrübesi ve en son PKK isyanı mevcut askeri güç dengesi altında da ayrılık yönünde sorunun daha da ağırlaşacağını ortaya koymuştur. Bu yöntemle taraflar zorlanır, büyük acı ve kayıp yaşarlar. Ama ne ayrılma gerçekleşebilir ne de sorun yok edilebilir. Hastalık daha da ağırlaşarak devam eder. Hastalığı ne hastayı yok ederek tedavi etmek mümkündür, ne de ana öğesi olduğu bütünden yani devletten ayrılmakla parça, tedavi şansına sahiptir."

Öcalan savunmasında "Bu bilince 1973'te sahip olmak isterdim. O zaman bu yöntem izlenmezdi" diyerek, "Tüm isyanlar içerisinde acımasızlıklar vardır, bastırmada da vardır. Ama, en büyük tesellimiz bunu gerçekten Cumhuriyetimizin sürekli ağrıyan bir hastalığı olmaktan çıkarmak, sağlıklı bir parçası ve barış gücü haline getirmektir. Halkımızın buna ekmek, su kadar ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cumhuriyete karşı borcu, demokratik birlik dışında ödeme yolu yoktur" sözlerine de yer veriyor. Öcalan, yazılı savunmasını bu şekilde yaptıktan sonra da, özürle başladığı sözlü savunmasında, sorunun çözümü için de kendince bir formül öneriyor. Başka bir deyişle, kendi canının kurtarılması karşılığında, terörü bitirmeyi masaya yatırıyor ve yıllardır uğrunda verdikleri mücadelenin hedeflerini minimize ederek, şöyle formüle ediyor: "Bana bir kanal açın, PKK'yı üç ayda dağdan indireyim."

"Devletin de duyarlılığının bu yönde olduğunu biliyorum. PKK'nın dağdan indirilmesini istiyorum ve bu amaçla çalışmak istiyorum" diyen Öcalan, bunu yapmanın şartı olarak da "PKK'nın devlete karşı olmamasını, yasal bir konuma girmesini istiyorum. Bir af yasası, bir izin gibi şeylerin düşünülmesini istiyorum" şeklinde konuşuyor. Bunu da kendince, "PKK'ya sesleniyorum. Sizi yanıltan ben, hiçbir baskı altında kalmadan söylüyorum. Bizi koruyacak olan demokratik devletin çatısıdır. Ben bunu gördüm. Bu döneklik yaptığım anlamını taşımaz. PKK'lılara diyorum ki, niye silahla savaşıyorsun, düşünce varken" sözleriyle yorumluyor. Başka bir deyişle Öcalan'ın PKK'yı dağdan indirmesinin ilk şartı, bir af yasasının —pişmanlık yasası gibi— çıkarılması ve PKK'nın legalite kazanması.

Dil de önemli değil

Öcalan'ın pazarlık masasına sürdüğü ikinci şart ise, "kültür ve dil özgürlüğünün sağlanması". Türkiye'de düşünce ve siyasal özgürlüğün mevcut olduğunu belirten Öcalan, "Olan bir şeyi niye isteyeyim. Sadece dil ve kültürel varlık problemdir. Türkiye'nin bütünlüğü önemlidir" diyor. Bir uzman, Öcalan'ın kültürel varlık ile tv, radyo gibi şeyleri kastettiğini, dilin eğitim dili olması gibi hususlardan rahatlıkla taviz verebileceğini belirtiyor. Kaldı ki Öcalan, üçüncü gün sorgulamasında Kürtçe'nin yasaklanmasının yanlışlığının görülüp, bu yasağın kaldırıldığının hatırlatılması üzerine, "Doğru. Mesele çözüm yoluna girmiştir. Bundan sonra isyan yanlıştır" diyerek bu tavrı ortaya koymuştur.

Öcalan'ın bu teklifleri, değerlendirilir ya da değerlendirilmez. Ancak yıllardır bölgeyi kan gölüne çeviren bir örgüt liderinin tespit ve önerileri olması ve Öcalan'ın bilgi ve beyin arkaplanını göstermesi açısından önemli. Konuşurken karizmatik olmasa da, aslında istediği şeyleri formüle edebilmiş, savunmasını bir nevi siyasi platforma çekebilmiş durumda. Peki, Öcalan gerçekten de örgüt üzerinde hakim mi? İstese tüm örgütü üç ayda dağdan indirebilir mi? Kaldı ki, Öcalan bizzat kendisi bir taraftan örgüt üzerinde halen hakim olduğunu söylerken, diğer taraftan örgütün tüm faaliyetlerine hakim olmadığını söylüyor.

PKK'yı yakından takip eden akademisyen Doç. Dr. Ümit Özdağ, Öcalan'ın halen örgütte tek lider olduğunu belirtiyor. Özdağ, Öcalan'dan sonra PKK'nın Başkanlık Konseyi'nin toplandığını, yeni bir lider çıkarmak yerine, Öcalan döneminde aktif olmayan konseyi hayata geçirdiklerini, ancak Öcalan'ın "esir lider" olarak konumunu koruduğu iddia ediyor. Özdağ, Öcalan'ın ilk tutuklandığı dönemlerde yaşanan şiddet eylemlerini, avukatları aracılığıyla durdurmayı başardığını da belirtiyor. Avrupa kanadının Öcalan'dan gelen "şiddeti durdurun" direktiflerini hemen uygulamaya soktuğunu, Konsey'in ise buna başlangıçta ayak dirediğini, ancak gelen direktifler sebebiyle onların da uyduğunu belirtiyor.

Özdağ, Öcalan'ın yokluğunda toplanan 6'ncı PKK Kongresi'nde eyalet sisteminden, yeniden 13 kişilik timlerden oluşan saha komutanlıkları sistemine dönüldüğünü, bunun da örgüt içerisinde karizmatik bir lider alternatifinin bulunmamasından kaynaklandığını söylüyor. Konsey'in Öcalan'ın direktifleri doğrultusunda, saldırı tipi eylemlerini durdurduğuna dikkat çeken Özdağ, halihazırda "aktif savunma" olarak adlandırılan yöntemle ancak sıcak temaslarda çatışmaya girildiğini kaydediyor.

Öcalan'ın yaptığı bu silah bırakma çağrılarını da içeren savunma hakkında Konsey'in avukatlar sayesinde önceden haberdar olduğu, ancak şiddetle karşı çıkmalarına rağmen bunu Öcalan'a kabul ettiremediklerini vurguluyor, Özdağ. Devletlerin uzun vadeli yüksek çıkarlarının dikkate alınması halinde, Öcalan'ın kendi canı karşılığında ortaya sürdüğü bu pazarlığın, terörün bitirilmesi için "Berzenci Hadisesi"nde olduğu gibi kullanılabileceğini belirtiyor.

Özdağ'ın bu tespitlerini, PKK Başkanlık Konseyi'nin 3 Haziran'da örgütün yayın organı Özgür Gündem'de çıkan açıklaması da destekliyor. Konsey açıklamasında şöyle diyor: "Genel Başkanımızın büyük bir özveriyi yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti devletine sunduğu bu çözüm imkanı Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yoludur ve tüm dünya halklarının çıkarına olan da budur. Tüm parti örgütümüz yüksek bir birlik ve örgütlülük içinde Genel Başkanımızın yürüttüğü bu tarihsel çabalara bağlıdır ve bütün gücüyle desteklemektedir."

Bu durumda, "Bana bir kanal açın bütün bunları başarayım, ancak bunları yapabilmem için hayatta olmam lazım" diyerek, idamı halinde akan kanın durmayıp, daha da artacağı tehdidinde bulunan Öcalan'ın ortaya attığı bu "can pazarlığı" daha çok tartışılacak gibi. Ancak, bazı uzmanlar böyle bir pazarlığın hayata geçirilebilmesi için, mevcut hükûmetten daha iyi bir alternatifin olmayacağını belirtiyorlar. 28 Şubat kararlarının ancak RP'nin bulunduğu bir hükûmet döneminde çıkartılabileceğine atıfta bulunan uzmanlar, böylesi bir tarihi imkanın da ancak DSP ve MHP gibi milliyetçi partilerin yer aldığı bir hükümet döneminde hayata geçirilebileceğini belirtiyorlar. Bakalım "asrın davası" olarak nitelenen Öcalan duruşması, Öcalan'ın can pazarlığında "asrın dönemeci" haline getirilebilecek mi? Belki de Öcalan uçakta iken söylediği: "...devlete hizmete hazırım... büyük hizmetler göreceğimi hissediyorum" şeklindeki sözleri ile de daha baştan itibaren bunu kastediyordu!



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5143-kafeste-son-tango.html

..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder