21 Kasım 2014 Cuma

DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..




DEPREMDE TEDBİR ALMAMAK, KATLİAMA ORTAK OLMAKTIR..






Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır.-Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-(1923)

17 Ağustos 1999 Gölcük- İzmit- Adapazarı Depreminin üzerinden 15 yıl geçti fakat hafızalardaki korkunç görüntüler henüz silinmedi. Ogün yıkılan şehirlerde depremin fiziki yıkıntıları tamamen kalktı ve herşey eskiye döndü. Ama deprem coğrafyasında bulunan ülkemizde Düzce, Bingöl ve diğer pekçok felakette benzeri acıları yeniden yaşadık.
Depremde görülen manzara hiç değişmiyor. Hep ayni ihmal ve başıbozukluktan yıkılan binalar ve tuzla buz olmuş beton yığınlarının altında kalarak yitirdiğimiz masum canlar.
17 Ağustos 1999’dan günümüze değişen bir tek olumlu şey, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının deprem olduktan sonra bölgeye yetişmelerindeki hız ile yaraların sarılmasında kazandıkları büyük tecrübedir. Fakat bu tecrübe muhtemel depremin yıkımını önlemeye yönelik değildir. Yapılanlar  tamamen deprem olduktan ve yıkım meydana geldikten sonraki faaliyetlerle sınırlıdır..
Biz Türkler kaderci insanlarız ve depremlerden asla ders almıyoruz. Bunun örneklerinden biri Mayıs 2003 Bingöl Depreminde yaşandı. 1971’de tamamen yıkılan depremden sonra sıfırdan inşa edilen Bingöl’ü 33 yıl sonra 6.4 gibi küçük bir deprem dahi yeniden yıkmaya yetti ve iki yüzden fazla cana mal oldu. Yıkılanlar öncelikle devlet binaları idi. Sadece Yatılı Bölge Okulu bile tek başına öğrencilerine mezar oldu.
1971’de yeniden inşa edilen Bingöl’de tüm yeni binalar tek katlı idi. Tek katlı inşaat geleneği uzun süre devam etti. Sonra ne oldu ise, deprem unutuldu. Binalar yükseldi. 2003 depreminde görüldü ki yıkılan binalar yine çok katlı idi. Ve müteahhitlerin çalıp çırptığı, eksik malzeme kullandığı aşikar olan devlet binaları yıkılırken tek katlı deprem evleri ise sapsağlam duruyorlardı.
Türk Devleti ve milleti depremde varını yoğunu harcar ve yaraların biran önce sarılması için olağanüstü bir çaba gösterir. Milletçe kenetleniş doğrudur. Fakat zamanlaması yanlıştır. İşin doğrusu deprem olmadan bu birlikteliğin sağlanması ve gereken bilimsel önlemlerin önceden alınmasıdır. Ülkemizde meydana gelen depremlerin çok üstünde şiddette depremlere devamlı maruz kalan Japonya gibi ülkelerde tek can kaybı olmazken ve binalar un gibi dağılmazken, neden hâlâ bizim ülkemizde meydana gelen yıkımlardan ders alınarak önceden tedbir alınmaması anlaşılır gibi değildir.
İşte sorun buradadır. Çözülmesi gereken husus, deprem sonrasında meydana gelen yaraların sarılması değil, böyle yaraların meydana gelmesini önleyecek tedbirlerin alınmasıdır. Deprem sonrası meydana gelecek yıkımların maliyetinin deprem öncesi alınacak tedbirlerin maliyetinin beş katı olacağını bilim adamları adeta haykırmaktadır. Fakat seslerini duyan makam yoktur.
Oysa deprem bu toprakların bilinen gerçeğidir ve daha binlerce yıl toprak yerleşene kadar bu doğa olayı durmayacaktır. Buraları vatan bilip, yurt tutan bizlerin bu zamansız gelen düşmana karşı bilinçli bir şekilde hazırlanmamız gerekir.
Nitekim Anadolu halkı genellikle toprak ve yığma taştan yapılan tek katlı depreme dayanıklı evlerde oturarak bu afetten kendilerini korumuşlardır. Kendi canlarını güvence altına alırken, çok katlı ve görkemli sanat yapılarını ise zamanın bütün imkanlarını kullanarak en büyük depremlerde dahi ayakta kalacak ve nesilden nesle aktarılmasını sağlayacak şekilde inşa etmişlerdir. Bunların örneğini çevremizde tapınak, kilise, cami, medrese, köprü vs. olarak görüyoruz. Demek ki istenirse yapılabiliyor. Teknoloji ve bilim bugünkü ile mukayese edilmeyecek kadar geri olmasına rağmen binlerce insanın toplandığı bu mabetler her türlü sarsıntıda dimdik kalmayı başarmışlardır.
Allah hiç kimseye deprem acısı vermesin ve o korkuyu yaşatmasın. Fakat sorumluların sorumsuz davranışları yüzünden her türlü acıyı bizzat halk çekmektedir. Ateş herzaman düştüğü yeri yakmakta ve doğrudan bu afete maruz kalıp acıyı bizzat hissetmeyenlere televizyonlardaki yıkım görüntüleri sıradan bir film  gibi gelmektedir.
3 Mart 1992’deki Erzincan depremini ailece yaşadık. Allah böyle afetlerle bizi bir daha sınamasın. İnsanoğlunun; kendi elleriyle yarattığı binalarda bu büyük afet karşısında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu gördük. Deprem Harekat Merkezi’nde koordinatör olarak görev aldığımdan, depremin kesinlikle öldürmediğini, çünkü kuralına uygun inşa edilen binaların asla yıkılmadığını, yıkımın tamamen insanların bölge şartlarını bile bile depreme dayanmayacağı açıkça belli olan binaların yıkılması ile öldükleri gerçeğine bizzat şahit oldum.
1939 depreminden sonra Japonya’nın teknik katkıları ile inşa edilen tek katlı evlerden bir tuğla bile sökülmemişken, okullar, hastaneler, lojmanlar gibi devlet binalarının tamamına yakını ya yıkılmıştı yada çok büyük hasar görmüşlerdi.
Deprem çalışmalarında meydana gelen aksaklıkları belki tedbir alınır da bir daha ayni hatalar yapılmaz diye detaylı bir “Deprem Sonuç Raporu” hazırlayarak üst makamlara  gönderdik. Hiçbir tedbir alınmadığını, bizim raporunda daha öncekiler gibi sümen altına atıldığını 7 yıl sonra Adapazarı-Gölcük ve gelen Düzce depremlerinde anladım.
Hazırlanan kapsamlı “Afet Koordinasyon Planlarına” göre; Deprem sonrasında bölgedeki resmi makamlardan deprem yıkımının kaldırılması için görev bekleniyordu. Oysa bu uygulama çok yanlıştı.. Bölgede yaşayan insanların tamamı deprem şokuna maruz kaldığından ve halkın karşılaştığı yıkımlara ve can kaybına bu yetkililer de aynen uğradığından “Afet Planında görevleri var” diye o bölgenin  yerel yöneticilerinden görev beklemek mümkün değildi. Çünkü onlarda  deprem şokuna girmişti. Onlarda depremzede idi ve onlarında doğrudan yardıma ihtiyaçları vardı. Bu kişilerden görev beklemek, deprem sonrası yaşanan felaketi kaos ortamını büyütmekten başka bir işe yaramamıştı..
“Depremle birlikte bölgenin yönetimi; depreme maruz kalmayan civar il ve ilçeler yönetimine veya Ankara’da oturan Merkez Valilerinden birinin yönetimine verilmelidir. Deprem bölgeleri ve deprem olması periyotları da belli olduğundan nerede deprem olursa kimlerin nerelere gideceği önceden detaylı plânlanmalıdır.” dedik. Ama bunun ne demek olduğunun hiç anlaşılamadığını gördük.
Büyük can ve mal kaybına sebep olan 1999 Marmara Depreminden sonra görünüşte bazı tedbirler alındı. Fakat bu tedbirlerin tümü muhtemel depremden sonra yaraların sarılmasına yönelikti. Her  tarafa “Deprem Sonrası Acil Yardım Kulübeleri” yerleştirildi. Çeşitli yardım plânları hazırlandı. Yardım ekipleri oluşturuldu ve bunlar yeni cihaz ve teçhizatla donatıldı. Yerinde ve uygun kullanılması için bir seri tatbikatlar icra edildi. Bunlar güzel şeylerdi.  Fakat hepsi lüzumsuz ve gereksiz gayretlerdi. Öncelik depremde yıkılmayı önleyecek tedbirlerde olmalı idi.
Ailemle birlikte yaşadığım 13 Mart 1992 Erzincan depreminde Afet İşleri Genel Müdürlüğünde yüzlerce kişi masa başında oturup maaş alırken, bu kuruluşumuzun herhangi bir deprem bölgesine kurtarma faaliyetlerine göndereceği modern cihazlarla teçhiz edilmiş “Acil Kurtarma Ekibi”nin olmadığına şahit oldum. İşin garip tarafı bir tane dahi kurtarma faaliyetleri için eğitilmiş köpeğimiz yoktu. İnsanlarımız çaresizlik içinde kazma kürekle tonlarca ağırlığındaki enkazın altına girerek, büyük tehlike altında can kurtarmaya çalışıyordu. Biz dozer, greyder ve kepçelerle bilinçsizce enkaz kaldırmaya çalışırken yabancı ekiplerin bu konuda ne kadar hazırlıklı olduğunu görerek irkildik.
Desteğe gelen yabancı ekiplerden biri “İsviçre Kurtarma Ekibi” idi. Depremin ikinci günü özel uçakla gelen 23 kişilik İsviçre ekibinin başında 64 yaşında bir binbaşı vardı. Bizden yer istediler. Gösterdik. Her şeyleri ile birlikte gelmişlerdi. Çadırlarını kurdular, yataklarını yaptılar, mutfaklarını çalıştırdılar. Ekip şefi yerleşmeleri bitince; ekibinin imkanlarını ve kabiliyetlerini açıklayarak bizden çalışacakları bölge talep etti. Gösterilen bölgede 24 saat vardiya usulü çalışarak, çok basit ve portatif teknik donanımları ve eğitilmiş üç köpekleri ile pek çok can kurtardılar. 15 gün birlikte olduğumuz ekip şefine ayrılışları esnasında teşekkür ederken sordum. “İsviçre’de çok mu deprem oluyor ki siz bu derece hazırlıklı ve deneyimlisiniz ?” Aldığım cevap ile irkildim; “Hayır İsviçre deprem bölgesi değildir. Biz hiç deprem görmedik ve bundan sonra da görmeyeceğiz. Biz 2 nci Cihan Harbinde şehirlerin bombalar altında yıkımını bizzat gören bir nesiliz. Gerçi İsviçre’de böyle bir yıkım da olmamıştır. Ama biz her şeye hazırlıklı olmalıyız. Buraya gelenin aynisi olan üç ekibimiz daha var. Biz dünyanın deprem olan bölgelerine gelerek eğitim yapıyoruz. Depremler bize eğitim sağlıyor. Asıl bu imkanı bize verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz
İşte devlet. Ve işte devletin insanına verdiği değer. İşte yüzlerce yıldır üzerinden hâlâ bir tuğlası sökülemeyen muhteşem Mimar Sinan eserleri. 500 yıl öncenin teknolojisi ile yapılan eserler dimdik ayaktalar. Onlarca depremden sağlam çıktılar ve yine çıkacaklar.
Şimdi ben 15 yıl sonra iddia ediyorum ki; 1999’dan sonra yapılan yapıların yüzde ellisi ilk depremde tamamen yıkılacaktır. Daha önce inşa edilen eski yapılar zaten Allah’a emanet edilmiştir. Nitekim Bingöl’de yıkılan ve çocuklarımıza mezar olan Yatılı Bölge Okulu daha yeni yapılmış olması bu tezimi doğrulamaktadır.
Sonuç olarak; Deprem Yıkmaz. İnsanların teknolojinin gereklerine aykırı olarak yaptıkları inşaatlar yıkar. Ve yıkacaktır. Bu Allah’ın çizdiği kader değildir. Bizzat insanların insanlara karşı yaptığı bir vahşettir. Bu vahşetin mutlaka önlenmesi ve insanlarımızın deprem yıkımlarından kurtarılması gerekmektedir.
Dr. Tahir Tamer Kumkale

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder