Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?
Yekta Güngör Özden
10.02.2003/Sayı:23
Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye
Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının
ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek
kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin
Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin
yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu
savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının
ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD -
İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle
bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya
gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük
tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz.
Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper
güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir
çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle
dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin
hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük
iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve
askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır.
Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki
tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı
bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı
yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması
yöneltmektedirler.
Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu
saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır:
“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır.
Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek,
insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten
başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.
Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir
dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların
hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak
bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları
demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa
karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler,
yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde
temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat
tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper
güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını
yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı
arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu
amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere
ortam hazırlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine,
‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen
teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür,
dayanaktan yoksundur. Şöyle ki:
“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya
çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin
yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı
yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı
istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş
teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür.
Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış
olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni
soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs
konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı
sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi
yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda
da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul
ve ilân etmek anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye
kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay
çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir
nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu
ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet
gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz,
sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya
sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun
meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı
tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum
belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci
kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz.
Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini,
silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe
yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi
eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize
geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve
benimsemek zorunludur.
|
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder