29 Ocak 2015 Perşembe

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?





Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?





Yekta Güngör Özden

10.02.2003/Sayı:23

Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD - İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz.
Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır. Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması yöneltmektedirler.
Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır:
“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!”
Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler, yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere ortam hazırlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine, ‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür, dayanaktan yoksundur. Şöyle ki:
“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür.
Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul ve ilân etmek anlamına gelmektedir.
Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz, sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini, silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve benimsemek zorunludur.



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder