28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 4





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 4






Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi (3): 

İhtilal Sonrası 

 Bir ihtilal sadece gerçekleşme süreci ve gerçekleşmesi ile tarif edilemez. İhtilallerin en önemli etkileri sonrasında yaşananlarda saklıdır. 

 Daha önce işlediğimiz 2 bölümü zihin toparlamak açısından özetleyelim; 

 60 Darbesi öncesinde bu ülkenin tarihinin yapı taşlarından olan militer sistem, Tek Partili Dönemden, Çok Partili Dönem’e geçişi bir türlü hazmedememiş, jakoben yönetimlerin devamını sağlamak isteğiyle Çok Partili Dönem’e geçişin hemen ardından bu durumu değiştirme niyetiyle ordu içerisinde klikleşmeye, cuntalar oluşturmaya başlamıştır. Seçimlerden CHP’nin çıkacağı ümidiyle hazırlıksız yakalanan bir gurup o telaş ile acemice bir tezgah düzenlemiş, işi kılıfına uydurarak ortamı sağlamıştır. Bu ortam sağlama sırasında halen içerisinde olduğumuz, demokratikleşememe durumumuzun faillerinden ordu içerisindeki bazı isimler, üniversiteler kışlamızdır mantığı güden bazı 
profesörler, yakamızdan bir türlü silkip atamadığımız ve ıslah edemediğimiz CHP siyaseti ve Menderes’in Rusya’ya yönelmesinden büyük rahatsızlık duyan Amerika büyük rol oynamıştır. 

Olan yine millete olmuştur. Milletin hür iradesi sorulmadan infaz edilmiş, seçtiği Başbakan asılmıştır. 

Türkiye demokrasiye en yakın olduğu, tam kalkınmaya başladığı sırada bu darbe ile hem demokrasinin en uzağına atılmış hem de kalkınmasında çok büyük gerileme meydana gelmiştir. 

 Bu darbenin bir yönü de ‘ hukuksuzluğu ‘ kapsamaktadır. Usule uygun olmayan, keyfiyetine karar veren bir hukuksuzluk ortamı apar topar hazırladığı mahkemelerde adapsız bir yargılama sonunda neyin ne olduğu anlaşılmadan, hüküm vermiştir. Yargılananların elbet suçlu olduğu durumlar vardır. Ancak suçlular usule uygun ortamlarda yargılanmalıdır. 

Ülkeyi kendi emrinde zanneden bir gurup idam meraklıları tarafından değil. Bizim tepkimiz bunadır. 

 Bu darbenin iç yakan bir yönü de ideolojik nedenler ile adalet ile yorumlanmamış olmasıdır. Kemalist ve Ulusalcı olarak ifade edilen ekol zaten darbe taraftarı çoğunluktan oluştuğu için bir umut olarak baktığımız, bir dönemin darbesini en ağır şekilde yaşayan bir takım solcularda bu darbeye darbe gözüyle değil adeta bir gereklilik gözüyle bakmıştır. Oysaki 
insanı temel aldığını iddia eden, hür iradeyi kutsayan her ideolojinin, her gurubun tepeden inme ( Halkın eliyle olmayan ) her darbeyi aynı şiddetle kınaması gerekmez mi? Elbet gerekir. 
Bu nedenle bir hukuksuzluk ortamı karşısında kendi lehine nedenler ile sessiz kalınmamalıdır, zira o hukuksuzluk ortamı imkan verilirse genişleyecek, tepki vermeyenleri de yutacaktır. 

 İşte Türkiye’nin bir döneminde böyle bir oyun oynanarak tarihimizin utanç listesi kabartılmıştır. 

 Darbe Sonrası Dahiyane(!) İcraatlar… 

 -1961 Anayasası Nasıl Hazırlandı? 

 Darbeden sonra iş başına getirilen Cemal Gürsel, birbiri ardına yayınladığı tebliğlerin 13 numaralısının, 2. maddesinde aynen şöyle diyor: 

” Yeni Anayasa’nın hazırlanması vazifesi Sayın Rektör Sıddık Sami Onar’ın başkanlığındaki profesörlerden mürekkep yüksek bir ilim ve hukuk heyetine tevdi edilmiştir. Yeni Anayasa ilan ve tatbik mevkiine girinceye kadar bütün siyasi partilerin faaliyetini men ediyorum. Aksi hareketleri çok şiddetle cezalandıracağım. Vatandaşların verilen tebliğlere riayet etmelerini bilhassa rica ederim. ” 

 Bu tebliğin hemen ardından profesörler an bu andır ruhuyla Ankara’nın yolunu tutar ve hemen MBK üyelerine şu vahim soruyu sorarlar; ” Nasıl bir Anayasa istiyorsunuz? ” 

 Bu gelişmeden sonra 1924 Anayasası yürürlükten kalkmış olur ve Geçici Anayasa’nın 1. Maddesine göre Türk Milleti adına hakimiyet hakkı MBK eline geçer. Yani milletin iradesini hiçe sayanların eline! 

 -Senatörlük 

 Milli Birlik Komitesi sözüm ona ülkeyi kurtardıktan sonra popülist bir dil ile özellikle Cemal Gürsel ağzından ‘ Sizi kurtardık, her şey sizin içindi bu iş bitince çekileceğiz ‘ türünden yalanlar ile kahramanlığa oynasa dahi bir yandan da Cumhurbaşkanlığı koltuğuna göz dikmişlerdir. Hatta kendi isteğiyle değil ancak halkın yönlendirmesiyle birden kendini Cumhurbaşkanlığı görevine tamamen spontan bir şekilde aday olarak gören Ali Fuat Başgil; Sıtkı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından bu göreve talip olmaması için uyarılmış, tehdit edilmiştir. 

 Elbet meselenin bir de ön hazırlığı vardır; senatörlük. Bu dahiyane (!) gelişmenin fikir babası İsmet İnönü’dür. İsmet İnönü, CHP içerisindeki yakınlarına sık sık 27 Mayısçılardan bahisle: ‘ 

Bu çocukların durumu ne olacak, artık orduya dönemezler, iktidarı devrettikten sonra ne yaparlar, bu meseleyi düşünmeliyiz? ‘ telkininde bulunduğu için bu mesele önce 27 Mayısçıların kulağına, oradan Anayasa Komisyonu üyesi profesörlerin kulağına gelmiştir. 

      Bugünün CHP’sinin ağzından düşürmediği erken seçim çığlıkları, o dönem İsmet İnönü içinde kurtarıcı bir çığlık olmuştur. Zira DP kapatılmıştır, yeni bir parti derlenip toparlanmadan seçime gidilecek olursa bu kez CHP iktidara oturacak, Tek Partili Dönem neredeyse geri gelecektir. 

 İşte bu ahval ve şerait içinde ordu içerisinde İnönü hayranlığı karşısında duran genç subaylar da mevcuttu. Bu subayların derhal tasfiye edilmesi gerekiyordu. Senatörlük işte bu koltuk kapkaçı hevesi sırasında CHP ve yandaşları için can simidi oldu; MBK’nin CHP’den yana olan üyelerine ömür boyu senatörlük vaad edilirken, Cemal Gürsel’ e de Cumhurbaşkanlığından söz edildi. 

 -Garantiye Alma Maddesi… 

 Hazırlanan Anayasa’nın türlü icraatlarla dolu olduğunu ancak şimdilik derinlemesine bir Anayasa Tarihi konusuna girmeyeceğimi, bu Anayasa konusunu ilerleyen zamanlarda ‘ Devlet Kuranların Millet Kurgusu; Darbeler Tarihi ‘ konumuzun ‘ Anayasalarımız ‘ başlığında işleyeceğimi belirteyim. 

 Sadece bu bölüme konu olacak, darbecileri garanti altına alan bir maddeyi ibretlik olarak paylaşarak bu bölümü kapatayım: 

” 27 Mayıs 1960 tarihinden itibaren, Kurucu Meclis toplandığı 6 Ocak 1961 tarihine kadar Yasama ve Yürütme görevini Türk Milleti adına kullanmış bulunan MBK’nin ve Devrim Hükümetlerinin karar ve tasarruflarından ve bunların idarece ve yetkili kılınan organ ve mercilerce uygulanmasından dolayı; kararlar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında cezai veya mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz. Normal Demokratik Rejimi bütün teminatı ile kurmak amacıyla gerçekleştirilen ve yürütülen 27 Mayıs 1960 Devrim tarihinden 6 Ocak 1961 tarihine kadar çıkarılan kanunlar, Türkiye Cumhuriyetinin diğer kanunlarının değiştirilmesine ve kaldırılmasına uygulanan kurallara göre değiştirilmesinde ve kaldırılmasında uygulanan kurallara göre değiştirilebilir veya kaldırılabilir. Ancak, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla, Anayasa Mahkemesine iptal davası açılamayacağı gibi, itiraz yoluyla dahi mahkemelerde Anayasaya aykırılık iddiası ileri sürülemez. ” 

 İşte böylelikle bir gurup darbeci tereyağından kıl çeker gibi kendi paçalarını kurtarmış, yaptıkları hukuksuzluğu hukuka bağlamıştır. 

 Toparlayacak Olursam… 

 Genellikle bir yazı dizisinin son ayağı toplamda söylenecekleri ihtiva eder. Ancak 3 Bölüm boyunca tanıklardan, anılardan, alıntılardan yaşananları parça parça sunup tüm yaşananları kısmen de olsa ortaya koyduktan sonra, her şey ortada dururken ve üstüne bugün yaşadığımız tüm olumsuzlukların dünden miras kaldığının kanıtı gündemden geçerken üstüne bir şeyler yazmak kelime israfı gibi geliyor. 

 Bu nedenle yaşananları aktarmaya çalıştığım yazı dizisinin sonucunu okuyanların takdirine bırakıyorum. 

 Son olarak bu bölümün, bu çalışmanın sonu ol(ma)dığını, aslını isterseniz bir başlangıç olduğunu belirteyim. İlerleyen zamanlarda ‘ Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 12 Mart ‘ 
dönemiyle devam edeceğimin duyurusunda bulunayım. 

 Yeni Anayasa hazırlığında olduğumuz şu günlerde, Aziz Türkiye Halkının ( Türk Milleti yerine Türkiye Halkı özellikle kullanılmıştır ) hak ettiği darbecileri gıyabında dahi olsa yargılayabilecek, demokratik ve vicdanı kapsayan bir Anayasa’sı olsun! 

Devlet Kurabilirsiniz, Millet Kurgulayamazsınız! 

   Devlet, genellikle hareket unsurlarına göre tanımlanır. Buna göre devlet; ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir. 

    Türk tarihinde ‘ devlet ‘ en önemli organizmadır. Osmanlı ve hatta daha önceki dönemler dahil olmak üzere, bu ‘ devlet ‘ gerekliliğine olan inanç; iki Türk bir araya gelse devlet kurar sözüne kaynak olmuştur. Yine zorunlu bir gelenek olan devlet ve devletin bekâsı her türlü kavramın önünde durmuştur. Bu nedenle devlet başadır, kuzgun leşe. 

   Bireycilik, toplum ( ortak ) yaşam için neredeyse modern etkiler ile bir faciaya gidilen yolu açabilme yetisine sahip olsa dahi devlet - millet(ler) ilişkisinde yani burada kullandığım anlamıyla, devletin sınırlarını çizmesi ve bireyin haklarını gözetmesi açısında bir gerekliliktir. 

    Devletin varlığının gerekli argümanları; toprak, insan, egemenlik ve hukuktur. Türk devlet anlayışı tarihinde toprak, egemenlik çok daha geniş bir alanı kapsadığı için ve devleti oluşturan parçaların arasında, aslında ismi geçmemesi gereken, bir bütün olan devletin geçiyor olması sonucu ortaya devletin varlığı için gerekli parçalar; devlet, toprak, egemenlik olarak gelişmiştir. Bunun sonucunda ise birey haklarının alanı kısıtlanmıştır. 

 Devlet - Millet ( vatandaş ) ilişkisinde en önemli faktör anayasadır. Anayasa devletin yönetim biçimini tanımlar. Devletin temel kanunudur. Vatandaşların temel hak ve görevlerini bildirir. Ayrıca anayasa ile kişilerin temel hak ve özgürlükleri güvence altına alınmıştır. 

 Anayasaları anlamlarının ifade ettikleri üzere, bir devletin dışa ait duruşunu sağladığı gibi içe bakışını da içinde barındırır. Biz de, anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bugünlerde Türkiye Cumhuriyeti tarihinden başlayarak anayasalarımıza kısaca bakalım. Bakalım ki, anayasalarımız ortak kabule uygun bir anlamda işlevsel bir yol mu tutmuş yoksa bir gurubun tekelinde, bir milletin kurgusunda bir kader mi çizmiş bunu görelim. Bugüne kadar görmemiş olsak dahi, Anayasa Mahkemesine(?) rağmen anayasa değişikliği ihtimali olan şu günlerde görelim. 

 1921 Anayasası 

    1918 Mondros Mütarekesinden sonra 1. Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin ülkeyi işgal etmesi sonucu, işgale karşı direniş başlayınca Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ardından Amasya Tamimi yayımlandı ve Erzurum ve Sivas kongreleri yapıldı. 16 Mart 1920'de İstanbul’un işgali edilmesi üzerine son Osmanlı Meclis-i Mebusanı bir toplantı yaparak çalışmalarına ara verme kararı aldı, işte bu karardan sonra Mustafa Kemal meclisi Ankara’ya toplantıya çağırır. Salahiyeti fevkaladeyi haiz bir meclis deyimiyle kast edilen şey, kurulacak 
meclisin bir ‘ kurucu meclis ‘ olacağıdır. İşte bu meclisin 23 Nisan 1920'de kurulmasından yaklaşık olarak 9 ay sonra 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yani 1921 Anayasası kabul edilmiştir. 

 1921 Anayasasının 1. maddesi; ‘ Hakimiyet bilakaydü şart milletindir ‘ ifadesini ihtiva eder. 

Peki, öyle midir? 

 1924 Anayasası 

 1921 Anayasası aslında bir anayasa olarak değil Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak anılır. Bu anayasaya bir giriş olması açısından bu başlıkta mevcut. 

    1924 Anayasası, 1921 Anayasasını yürürlükten kaldıran (madde 104) bir anayasadır. Anayasanın üstünlüğü ilkesi açıkça 103. Madde ile ilan edilmiştir. Bu dönemde henüz bir Anayasa Mahkemesi yoktur. Yargıtay ve Danıştay da bu yetkiyi kendilerinde görememiştir. 

   Mesela 68. Madde; ” Her Türk hür doğar, hür yaşar ” ifadesini ihtiva eder. Bu maddeye göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı dahi olsanız hür doğup, hür yaşama şansınız eğer başka bir ırka, millete dahil iseniz mümkün değildir. Bunu bu maddeye bakarak değil, 1924'lerden 2010 yılına geldiğimiz şu günlerde Türkiye tarihine bakarak söylüyorum. 

1961 Anayasası 

    Darbeler tarihimizin -ideolojik nedenlerden dolayı- pek rağbet görmeyen 1960 Darbesi, ordu içinde birbirinden habersiz cuntaların oluşumuyla, deyim yerindeyse; resmen çetecilik usulü ile yapılan bir darbedir. Bu darbe ile hem milletin seçtiği başbakan asılmış, hem de iradenin milletin olduğunu söyleyen bir anayasal düzenin ülkesinde milletin elinden egemenlik alınmıştır. 

     1960 Darbesinden sonra tek niyeti darbe yapmak olan paşaların darbe hevesi ile sonunu düşünemediği bu darbeden sonra alelacele profesörleri toplayıp; ‘ bir anayasa yapın ‘ direktifi vermesinden sonra, profesörlerden bazılarının; ‘ nasıl bir anayasa istersiniz paşam? ‘ diyerek sormasıyla oluşmuş bir anayasa olan 1961 Anayasasının bir başka yönü de darbecileri koruyan yasalar ile süslenmiş olmasıdır. 

 1982 Anayasası 

 1980 Darbesinin hemen ardından üniformalılarca form verilen, kabulünde millete sadece şeklen fırsat verilen bir anayasa olan bu darbe anayasası halen yürürlükte olması sebebiyle sırtımızdaki kamburun nedenlerinin de başını çeker. 

 Yaklaşık olarak 34 kez değişikliğe uğramış ancak halen sorunlarımıza çözüm olamamış, demokratikleşme sürecinde en büyük engellerimizden biri olan anayasa; ‘değiştirilmesi dahi teklif edilemez ‘ maddelerine de ev sahipliği yapmasıyla ünlüdür. İçerisinde değişikliği kabul etmeyen ana maddeleri ile ve halen sorunlarımıza çözümsüzlüğü ile tıkanıklığa neden olan bir anayasanın derhal tümüyle değiştirilmesi gerekmektedir. 

 Ne yapalım? 

 Konuya anayasa tarihimiz diye girdik ancak gelişme bize neredeyse darbeler tarihimiz ile anayasalar tarihimizin eş zamanlı ilerlediğini gösterdi. Darbeler anti-demokratik ve sivil vatandaşı hiçe sayan olumsuz gelişmeler olduğundan, sivilleşmenin sivrildiği bir toplumda, darbelerin oluşturduğu anayasalar iş göremez. 

 Devletin kapsayan, milletin-milletlerin kapsanan olduğu bir durumda bu gerçeğe yön veren anayasanın; ‘'Devlet var ise millet var olduğu içindir‘' şiarınca yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. İşte bu nedenle, hem dış politikada, hem de iç politikada maddi ve manevi olarak boynumuzu büken bu anayasanın değiştirilmesi gerekmektedir. Temel hak ve hürriyetleri kapsayan, her türlü hukuksuzluğa karşı milletini-milletlerini koruma altına alan, farklı din, mezhep ve ırkları da temel hak ve hürriyetler başlığında gözeten bir anayasa ile 
değiştirilmesi zorunludur. Anayasanın bu hali ile devamlılığının teklif edilmesi dahi söz konusu değildir. 

 Tüm bunları yapmak elbet kolay değildir, zira hukuka bağlı (!) olarak gelişen tek mantık ideolojisi, anayasayı olduğu gibi Anayasa Mahkemesini de etkilemiştir. Bu konuda gerekli önerileri veren hukukçuların görüşleri dikkate alınmalıdır. Tek mantık ideolojisinin siyasetini güdenlerin iptal davaları dikkate alınmamalıdır. Zira bu ne bu ülkeyi ne de bu ülke de yaşayanları  kim seçmiş olursa olsun 11+4 kişilik bir kurum ya da sürekli olarak siyaset dışında bırakılanlar yönetemez. Bu ironik bir şekilde hem anayasaya aykırıdır hem de bu ülke insanlarının layık olduğu değere aykırıdır. 

 Kurumların ‘yıpranması tehlikesi‘ susturmaya gerekçe olamaz. İş göremez, sorun çözemez hale gelmiş kurumlar zaten yıpranmıştır, bu kurumları iyileştirmek ve ehlileştirmek ancak kurumların hizmet ettiği insanların eliyle mümkündür. Devlet kurabilirsiniz ancak millet kuramazsınız, tüm bunları kurgulayamazsınız. Bir milletin ya da milletlerin kaderi kişilerin elindedir, kurumların değil. Kurumlar sadece hizmet vermekle yükümlü oluşumlardır. Bunu hatırlatmak yine bireylerin, ülke vatandaşlarının görevidir. Dikkate almakta kurumların görevi olmalıdır. Unutmayalım ki, hakimiyet bilakaydü şart milletindir! 



Devlet Kuranların Millet Kurgusu(4): Milleti Kıracaklardı, 

12 Mart Muhtırası 

   Türkiye’nin darbeler tarihini yazmaya çalıştığım, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ başlıklı yazı dizisinde, önce 27 Mayıs Darbesini ele almış, bu 
darbenin öncesi ve sonrası gelişmelerini kronolojik olarak işlemiştim. Bu dizinin arasına ‘ Devlet Kurabilirsiniz, Millet Kurgulayamazsınız ‘ başlığıyla anayasalarımızın tarihi seyrini eklemiştim. Bu başlıkta kronolojik olarak ilerlediğimiz yakın tarihimizin bir başka anti-demokratik girişimi olan ‘ 12 Mart Muhtıra’sını ele almaya çalışacağım. 

 12 Mart 1971 Muhtırası- Darbesi (?) çok girift bir hadisedir. Öyle ki, Demokrat Parti iktidarına 27 Mayıs Darbesi ile son verilmiştir. Milletin seçimi olan başbakanı asmaktan çekinmeyen zihniyet o zihniyetin yapacağı yeni bir anayasa olan 1961 Anayasasını hazırlayacak olan profesörlerin darbecilere nasıl bir anayasa istediklerini sorması üzerine hazırlanan, buna rağmen bugün mevcut anayasamızdan daha demokratik olan bir anayasa oluşturulmuştur. Bu anayasanın verdiği kısmi rahatlık sonucu nefes alan solun Türkiye içinde 
giriştiği faaliyetler ve devrim arzusu, liberal bir politika izleyen hükümetin yürüttüğü politikalar, içerisinde varlığının hakkını verdiği kadar, maalesef her daim darbe meraklısı olanlarında bulunduğu TSK’nın, her an müdahale etme durumu gibi etkilerin sonunda gerçekleşen vahim bir hadisedir. Ülke içerisindeki sol guruplar, dönemin AP hükümeti, TSK kadar, 12 Mart hadisesinin gerçekleşmesindeki faktörlerden biri de CIA’dir. 

 Muhtıra Öncesi Gelişmeler 

    Hiç şüphesiz tarihte gelişen olaylar birbirine etki etmiştir. Bunlardan 27 Mayıs Darbesinin etkileri 12 Mart Muhtırasını doğurmuştur. 

    1961 yılı seçimleri sonucunda, 27 Mayıs Mimarlarından CHP’nin oyları tek başına iktidara gelmesine yetmez, DP’nin bir nevi uzantısı olan AP ile koalisyon 
hükümeti kurmak zorunda kalırlar. 1965 seçimlerine kadar durum böyledir, o seçimden sonra iktidar artık AP’nindir. 

O zamanlarda millete bir kurtarıcı gibi görünen, sonraları ise her türlü taşın altından çıkacak olan isim Süleyman Demirel, partinin genel başkanıdır. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel sağlık sorunu yaşayınca, eski 
Genelkurmay başkanı Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı olur. 

Cevdet Sunay

 27 Mayıs Darbesinden sonra oluşturulan anayasanın da fırsat vermesiyle sol düşünce siyasi alanda kendini göstermeye başlamıştır. 1961 yılında TİP kurulur. TİP’in varlığı CHP’nin siyasi söylemlerini etkilemiştir, bunun yanı sıra CHP artık ‘ ortanın solu ‘na doğru kaymıştır. 1962 yılında TİP, Türkiye Sosyalist Partisi ile birleşir, yeni oluşum birçok kez Anayasa Mahkemesine bazı anayasa maddelerinin değiştirilmesi için dava açar(Aynı dönem AP, seçim sözü olan DP’liler için siyasi af konusunu gündeme taşır). Oluşumun İstanbul Milletvekili Çetin Altan’dır ve tanım yerindeyse sol o dönem en güçlü muhalefetini yapmıştır, muhtıra sonrası 20 Temmuz’da TİP kapatılır ve yöneticileri tutuklanır. Solda  durum bu iken, ordu içinde 1954'lerden itibaren başlamış olan hareketlilik ve darbe hevesliliği devam etmektedir. 


Çetin Altan 1961

 12 Mart’ta rol oynayan cuntalar çok çeşitlidir ve iç içe geçmiştir. Cemal Madanoğlu’nun başı çektiği sivil cunta(?), Muhsin Batur ve Faruk Güler’in 
başkanlığındaki askeri cunta vardır. Bu iki isim dışında ordu içerisinde birbirinden habersiz ve bağımsız kendi aralarında müstakil darbe yapmak isteyen cuntacı guruplar da vardır. Ordu içi bu şekilde kaynıyorken, hükümetin izlediği liberal politika soldan gelen seslerin yükselmesine neden olmaktadır. 

 Elbet malum dış mihrakları da unutmamak gerek. 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegrapy gazetesi ‘ Where The CIA Has Worked ‘ başlıklı haberinde yayınladığı listede CIA’nın 1960 ve 1971 yıllarında olmak üzere iki kez Türkiye’deki siyasi gelişmelere müdahalede bulunduğunu iddia eder. Bu olaydan kısa bir süre sonra henüz iktidara hakim olan muhtıracılar bu gazetenin ülkeye girişini yasaklar. 

 Tüm bu gelişmeler olurken dünya üzerinde de yükselen sol düşüncenin etkisinde kalan üniversitelerdeki sol görüşlü öğrenciler de seslerini yükseltmektedir. Üniversitelerde siyasi düşünceler yayılırken, silahlarda üniversiteli olmuştur. Polisin üniversiteye girmesi neredeyse mümkün değildir, aslını isterseniz polisin de üniversitede işi olmamalıdır ancak aynı üniversiteler cuntacıların yeri de olmamalıdır. 

 Bu gergin ortam 12 Mart 1971 tarihine yaklaşırken iyice gerilmiş, olaylar büyümeye başlamıştır. 

 16 Şubat 1969'da Kanlı Pazar yaşanır. Beyazıt Meydanında ABD’nin 6. Filosunu protesto etmek için toplanan gençlik örgütleri ile karşıt görüşe sahip gençler karşılaşır. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan bıçaklanarak öldürülür. Hatta çok acı bir şekilde bıçaklanma anı basına da yansımıştır. 

 Haziran 1970'e gelindiğinde çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı İş Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarı senatodan geçirilince, DİSK yönetimi ve sendikaları durumu protesto etti, eylemler ve yürüyüşler başlattı. 

15-16 Haziran Olaylarında birçok işçinin katıldığı yürüyüş gerçekleşti, yürüyüşün birinci günü akşamı 60 günlük sıkıyönetim ilan edildi, DİSK’e bağlı birçok 
yönetici tutuklandı. Kadıköy’de meydana gelen olaylarda 2 işçi, 1 polis, 1 esnaf yaşamını yitirdi. 

 9 Mart 1971'de olayların iç yüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bir zümrenin ‘ gereksiz ‘ görüşüne göre; 12 Mart Muhtırasının belki ‘ iyi ki oldu ‘ dedirtecek tek küçük gerekçesi işte bu gün yaşandı. TSK tarafından emir komuta zinciri içerisinde bu muhtıra verilmemiş olsaydı, TSK içerisinde kurulmuş olan, Cemal Madanoğlu’nun başında bulunduğu, gizli askeri cunta bu tarihte askeri darbe yapacaktı. Cunta içine sızmış olan Mahir Kaynak vasıtası ile darbe önceden haber alınmış ve olaya karışanlar emekliye sevk edilmişti. (Daha sonraları dönemin Devrim Gazetesi genel yayın yönetmeni Hasan Cemal bu gizli niyetleri ‘ Cumhuriyeti Çok Sevmiştim ‘ adlı kitabında yazmıştır.) 



 Tüm bu kaos, kargaşa ortamında tarih 12 Mart 1971'e gelmiştir. Saat 13.00'ı gösterdiğinde Darbe TRT Radyosundan şu şekilde bildirilmiştir: 

Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür. 
Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partiler üstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir. 

Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize… 


 Ordu muhtırayı verdikten sonra Parlamento fesh edilmedi, partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı fakat koşullar değişmişti, ordu tarafsız(?) bir başbakan aramaya koyuldu, CHP kadrolarından aranan tarafsız(!) isim bulundu; Nihat Erim. Erim 26 Mart günü CHP’den istifa etti, bağımsız başbakan hükümeti kurdu. 

NİHAT ERİM

 Bir darbe daha tarihimizdeki yerini aldı. Bu darbe bir başka darbemiz olan 12 Eylül’ü doğurdu; ölenler öldü, kalan sağların bir kısmı 12 Eylül’ü yarattı, bir kısmı 12 Eylül’ü alkışladı, bir kısmı 12 Eylül’de öldü, ölemeyenler işkence gördü. Tüm bunları göremeyenler ‘ ordu göreve ‘ diye bağırmaya devam etti. Sonra sonra biz anladık ki, darbe siyasi meseleler kılıfına sokulmuş, vicdan yokluğudur. 

 Bu kadarı ile de kalmadı. Muhtıra verilmesi olayından sonra o dönem sağ görüşlülerce ‘ anarşist ‘ kabul edilen ve Süleyman Demirel’in idamları hakkında onay oyu verdiği Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edildi. Bu ‘ üç fidan ‘ın idealleri, inançları ve yaşamları ellerinden alınmakla kalmadı, ölümlerinden sonra 1969 yılında öldürülen arkadaşları Taylan Özgür’ün yanına gömülme istekleri yerine getirilmedi. 

 Ölenler öldü, işkenceden kalan sağlar, onların yarım bıraktığı mirası devraldı. Öldürenler de öldürdü, hayatta olmayan katillerin görevini de onlar devraldı. Parkasını sırtından çıkarmayan bir ‘ çocuk ‘ postalların kurbanı oldu. Emperyalizm ve kapitalizm illeti, vahşeti bu gün sinsice sindiği hayatlara, o gün yağlı urgan oldu. 

 27 Mayıs’ta sağ için gelen idam, 12 Mart’ta sol için geldi. Ve biz sonra sonra anladık ki, insan lehine dahi olsa, gerek otorite eliyle, gerekse sivil ellerce işlenen cinayetler; adı ve niyeti ne olursa olsun, insanlığın hayrına olmamıştır, olmayacaktır. 


Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(1) 

Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm 
bunları. Ancak fazlası vardır; o zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü 
açılmış mı diyerek usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin sahibi olduğu kabuslar, vardır. 
Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 


Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinde, 12 Eylül başlığında tarihi kolay olan şekliyle ben yazmaya çalıştım, zor haliyle yaşamış olanlar ise anlatmaya çalıştı. 

 Her darbenin kendince gerekçeleri vardır(!). Gereklere pek ihtimam göstermemek gerek zira bazı gerekçeler olmadığında, yaratılırlar aynı 12 Eylül’de olduğu gibi. 

Yapmak istenilene en ala kılıftır gerekçe yaratmak. Bu gerekçeler günü gelir, bir silahın aynı gün iki farklı uçtan birer kişiye ölüm olması olur, gün gelir faili belli olan bir faili meçhul olur, gün gelir bir suikast… 

 27 Mayıs ve 12 Mart askeri darbelerinden sonra darp edilmiş Türkiye, 12 Eylül 1980 öncesi bir kısım kendiliğince olan gelişmelerin yanı sıra, kurgusal olarak hazırlanan zemine bakarak, bir darbenin daha olası sinyallerini alır. 


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder