Muhtemel Tehditler Çerçevesinde 2020’li Yıllarda Türkiye’nin Ordu Yapılanması Nasıl Olmalı? |
SALI, 31 TEMMUZ 2012 16:28
Giriş:
Devletler sahip oldukları toprakları üzerinde yaşayan vatandaşlarının sosyal, ekonomik ve askeri anlamda her türlü güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Devlet, onu oluşturan vatandaşlarını ulusal sınırlar içerisinde meydana gelebilecek herhangi bir tehdide karşı korumakla sorumlu olmanın yanı sıra onları ulusal sınırlar ötesinde de korumakla sorumludur. Vatandaşının güvenliğini sağlamakla sorumlu olan devlet, bu misyonu bünyesinde yer alan siyasi ve askeri kurumlar aracılığıyla yürütür. Ülkemizde iç güvenliğin tesis edilmesi Emniyet ve Jandarma Teşkilatlarına ait iken, devletimizin dış tehditlere karşı savunulması Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesidir. Gerek iç gerek dış tehditlere karşı bilgi akışının sağlanması, bilginin elde edilmesi gibi unsurlar ise istihbarat teşkilatının görevidir. İşte bu kapsamda 2020’li yıllarda ülkemizi bekleyen ulusal tehditler çerçevesinde ordu yapılanmasına yönelik bir değerlendirme yapılacaktır.
1) Güvenlik Tehditlerine Karşı Ordular
İnsanoğlunun tarih sahnesine çıkışını göz önüne aldığımız zaman, tarihsel süreç içerisinde ilk insan topluluklarının bir araya gelişi, sonrasında da sistemli bir organizasyon olan “ devlet ” kavramını yaratmalarıyla birlikte güvenlik insanoğlu için vazgeçilmez bir unsur haline gelmiştir. Günümüzden 5.000 yıl öncesinde Mezopotamya’ya gelerek tarihteki ilk imparatorluğu kuran Akadların kurmuş olduğu düzenli ordu sisteminin tarihçesi kadar eskilere götürebiliriz sistemli güvenlik yapılanmasını.
Önceleri tekil ya da 3-5 kişilik gruplar halinde dolaşan insanoğlu için güvenlik kavramı günümüzdeki kadar çeşitlilik arz etmiyorken, günümüz dünyasında insanoğlunun temel yapı taşını oluşturduğu devlet içerisindeki güvenlik kavramı oldukça karmaşık ilişkiler üzerine kurulu bulunmaktadır. Devlet, kendisini oluşturan vatandaşlarını içeride ve dışarıda her türlü tehdide karşı korumakla sorumludur. Günümüzde bu karmaşık yapının önemli taşlarından bir tanesi de ordu’lardır. Akadların kurmuş olduğu ilk düzenli ordudan bu yana devletin güvenliğinin sağlanmasında hayati bir önem sahip olan orduların günümüz dünyasında birden çok tehditle karşı karşıya olmalarından dolayı, geçmişe nazaran daha sistemli, daha teknolojik ve daha eğitimli bir yapıya sahip olmaları gerekmektedir.
1648 Westphalia sonrası oluşan Avrupa temelli dünya sisteminde ortaya çıkan ulus devlet kavramıyla birlikte, ordu, devletler için daha fazla önem taşıyan bir yapıya kavuşmuştur. Düzenli orduların sayısındaki artış, zamanla zorunlu askerlik gibi uygulamaların sisteme eklemlenmesiyle birlikte, ordu, devlet içerisinde gerek personel gerek ekonomik açıdan büyük pay sahibi olmaya başlamıştır. Bu düzen yaklaşık olarak 1900’lü yılların, diğer bir deyişle 20. yüzyılın ilk yarısında patlak verecek olan iki dünya savaşına kadar böyle sürmüştür. 1. ve 2. Dünya savaşlarında tarihte eşi görülmemiş şekilde cereyan eden çatışmalarda modern teknoloji, askeri eğitim, strateji ve taktik, harp sanatı gibi unsurlar oldukça önplana çıkmıştır. Çünkü 2. Dünya Savaşı esnasında eğitim, strateji ve taktik yoksunluğuna bağlı olarak ortaya çıkan coğrafi bilgi yoksunluğu 1944 Ocak ayında Korgeneral Mark Clark’a büyük bir yanlış yaptırmıştı. Korgeneral Clark’ın yanlış talimatıyla birlikte Amerikan piyade birliklerinin Rapido Nehrini (İtalya) geçmeye çalışırken, bu nehrin Almanlara sağladığı avantajı görmezden gelmesiyle birlikte Amerikalılar için trajik sonuç kaçınılmaz oldu: 2.000’den fazla ölü, yaralı ve esir.2
Yukarıda bahsi geçen örnekte görüldüğü üzere savaşlarda kullanılan silah ve araçlar arttıkça, savaşlar anakara’dan daha uzak coğrafyalarda gerçekleştiğinde iyi bir eğitim, stratejik ve taktik gibi unsurlar oldukça büyük önem taşımaktadırlar. Bunların bir tanesinin bile eksik olmasının ne kadar ciddi sonuçlar doğuracağı da ortadadır.
1970’li yıllara geldiğimizde Vietnam Savaşı sonrasında Amerikalılar için ortaya çıkan tablo oldukça vahim bir görüntü içeriyordu. Ordunun anakara’dan uzaklarda ne uğruna olduğu bile belli olmayan bir savaşta büyük kayıplar vermesi ve bu süreci uygun bir dille halka aktaramaması üzerine halkın verdiği tepkiler artmış, artan bu baskılarında bir sonucu olarak Amerika’da zorunlu askerlik Vietnam Savaşından sonra geri çekilmiştir. 1973 yılından sonra ise kademeli olarak “Profesyonel Askerlik” sistemine geçilmiştir.
Yine 1979’da Sovyetlerin Afganistan topraklarına girişi ve beraberinde 10 yıllık sürecek olan çatışmalarla ve büyük kayıplarla geçecek olan Sovyet İşgali dönemi askeri açıdan yine bir takım derslerin çıkarılmasına sebep olmuştur. 10 yıllık Sovyet İşgali döneminden çıkarılması gereken ders hızlı hareket etme anlamında zorluklar yaşayan, manevra kabiliyeti düşük olan bir ordunun direnişçilerle, milis güçlerle dolu bir coğrafyada nasıl başarısız olduğunun tablosuydu. Bu da ortaya milis güçlere karşı, harekât ve manevra kabiliyeti yüksek birliklerin oluşturulmasını gerekli kılıyordu.
Yıllar ilerledikçe, teknoloji geliştikçe orduların çağa ayak uydurabilir olması, iyi bir eğitime sahip olması her geçen gün önemini artırdı. 21.yüzyıla geldiğimizdeyse artık karşımızda bilgisayar altyapısına dayalı savaş araç ve gereçlerinin ağırlıklı olduğu ordular vardı. Bu ordular içerisinde eğitim çok daha önemli bir unsur olarak karşımıza çıkarken, strateji ve taktik gibi harp sanatının iki önemli kavramı her zaman olduğundan çok daha hayati boyutlara varan önem taşımaktaydı. Bilgiye ulaşmanın daha kolay olduğu bir dönemde, uzun uğraşlar ve planlamalar ile yapılmış olan bir stratejik planın ve taktiksel hareketlerin karşı güçler tarafından teknolojinin de sunmuş olduğu destek ile birlikte ele geçirilmesi kaçınılmazdı.
Enerji ve Su gibi iki hayati kavramın sorun haline geldiği, terör odaklı eylemlerin arttığı, nükleer yarışın hız kazandığı dönemde bu tür tehditlere karşı ordu yapılanmaları çok daha güçlü olmayı gerektirmektedir. Bu yüzden 21. yüzyıl orduları geçmişe göre, çok daha donanımlı olmayı gerekli kılarken, bunu sağlamanın koşulu da profesyonel bir askerlik sistemi ve modern bir ordu yapısı tesis etmekten geçiyordu.
2) Türkiye’yi İçin Yakın Gelecekteki Muhtemel Tehditler ve Ulusal Güvenlik Algılaması
a) Enerji Kaynaklarının ve Enerji Nakil Hatlarının Güvenliği
Önceleri enerji üretiminin kömür aracılığıyla sağlandığı dünyamızda, kömüre dayalı enerjinin yerini petrol, doğalgaz ve su gibi diğer doğal kaynaklar almıştır. Petrol ve doğalgazın II. Dünya Savaşı sonrasında artan kullanımı, küresel güçlerin ilgisi enerji kaynaklarının olduğu coğrafyaları çekmiştir. 1950’li yıllardan itibaren dünyadaki artan kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte her geçen gün enerjiye olan ihtiyaç artmaktadır. Enerji ihtiyacına paralel bir şekilde enerji kaynaklarının tespit edilmesi ise başka bir sorun olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Enerjiye olan ihtiyacın her geçen gün artması ve enerji kaynaklarının konumlarına baktığımızda ise bu bölgelerin dünya üzerinde en çok silahlı çatışmaların yaşandığı, siyasal istikrarsızlıkların cirit attığı coğrafyalar olarak tabir edebileceğimiz Hazar Coğrafyasından Orta Doğu’ya kadar uzanan bir bölge üzerinde yer aldığını görüyoruz. Bu coğrafya üzerinde yer alan önemli bir projeden bahsedecek olursak, BTC iyi bir örnek teşkil edecektir. Eğer ki Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan arasında sorun bulunmuyor olsaydı BTC boru hattı Gürcistan üzerinden nakledilmek yerine Ermenistan aracılığıyla Türkiye’ye ulaştırılabilecekti. Fakat siyasal sorun, ülkeler arasındaki gerilimli ilişkiler projeye etkisi oyuncu değişikliğine sebep oldu. Böylece, Azerbaycan’dan çıkarılıp,Gürcistan üzerinden Türkiye aracılığıyla dünya’ya açılan enerji koridoru olan BTC Boru Hattının ne kadar stratejik bir bölgede yer aldığına tanık oluyoruz (Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki askeri gerilim, Türkiye – Ermenistan arasındaki siyasal gerilim). Ayrıca, BTC Boru Hattının gerek Azerbaycan ekonomisi için gerek Gürcistan ve Türkiye ekonomisi için ne kadar büyük önem arz ettiğini de unutmamak gerekiyor ve Ermenistan bu durumdan ne kadar zararlı çıktığını da görebiliyoruz. Bu tür enerji koridorlarının güvenlik altında bulunması gelecekteki projelere ev sahipliği yapmaya hazırlanan Türkiye’yi diğer projelere karşı güvenlik notu yüksek bir ülke haline getirecektir. Bu noktada Fırat Bayar’ın yaptığı tespiti de değinmek faydalı olacaktır:
Türkiye, dünya enerji kaynaklarının dörtte üçünün bulunduğu Orta Doğu ve Hazar Denizi havzasına yakın bir coğrafyada yer almakta; bu itibarla 21’inci Yüzyılın İpek Yolu olarak adlandırılan Doğu-Batı Enerji Koridorunda en önemli transit ülkeyi oluşturmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, Hazar Denizi petrol ve doğalgaz rezervlerinin Batılı enerji tüketicisi ülkelere taşınması açısından en kısa, maliyeti düşük, teknolojik ve çevresel açıdan uygun ve güvenilir seçeneği sunmaktadır.3
Bayar’ın tespitinden yola çıkacak olursak, düşük maliyet, ulaşım ve güvenlik gibi unsurlar Batılı devletlerin Türkiye’yi enerji koridoru haline getirmek istemelerinde başlıca unsurlar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu hattın sunmuş olduğu avantajlardan yararlanamayacak olan ülkeler ise boru hatlarının güvenliğini bozmak için her türlü yola başvurabileceklerdir. Bu yüzden hat boyunca ortaya çıkabilecek terör saldırılarına karşı tedbir almak ise dış tehdit çerçevesinde ordunun – yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin - yapacak olduğu stratejik planlar dâhilinde bulunmalıdır.
NABUCCO ve TANAP gibi projelerin başarıyla tamamlanıp, aktif hale getirilmesiyle birlikte Türkiye’nin stratejik önemi daha da artacaktır ve bu süreci bozmak isteyen devletler / devlet destekli oluşumlar muhakkak bulunacaktır.
Ayrıca, İran’ın Türkiye’ye karşı enerji kartını kullanması durumunu göz önüne alarak Azerbaycan ile olan ilişkilerimizin artırılması gerekiyor. Yine İran’ın, yıllardır Türkiye’nin düşük yoğunluklu savaş kapsamında mücadele ettiği PKK ile tekrardan temas kurarak Türkiye için tehdit yaratabileceği hususunu da hesaba katmakta yarar var. Aynı şekilde enerji koridorundan pay alamayan bir Ermenistan’ın ise önümüzdeki yıllarda “ Sözde Soykırım ” iddiaları üzerine önceki dönemlere göre daha fazla düşerek Türkiye’nin enerjisini başka alanlara çekmeye çalışması muhtemel tehditler arasında değerlendirilmelidir.
b) Su Kaynaklarının Güvenliği
İnsanoğlunun dünyaya adım atım attığı ilk günden bu yana yaşamının en temel tüketim maddesi olan su, günümüz dünyasında da sadece insan sağlığı için vazgeçilmez bir tüketim maddesi olmanın ötesinde birçok değere sahip bulunmaktadır. Sanayileşmeye paralel şekilde kentleşmenin, kentleşmeye paralel şekilde de nüfus artışının hız kazandığı dünyamızda günden güne su kaynakları hızlı bir şekilde tüketilmektedir. Hızlı tüketim sadece nüfus artışına bağlı bir gelişme olmamakla birlikte, insanların bilinçsizce su tüketimi gibi başlıca etkenlerde bulunmaktadır.
Ülkemizin içerisinde yer aldığı Orta Doğu gibi bir coğrafya içerisinde su kaynaklarının önemi diğer bölgelere nazaran daha fazla ön plana çıkmaktadır. Çünkü istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bu coğrafyada II. Dünya Savaşı sonrası İngiliz hükümranlığının yerine ABD’nin geçmesi siyasal sorunları daha da alevlendirmiştir. Ayrıca, devletlerin su için gereken tartışmaları, önlemleri hala masaya yatıramadığını görmekteyiz. (Irak Savaşı, Arap Baharı gibi etkenler devletlerin şu an için dikkatini su meselesine yöneltmesini engellemektedir)
1950’li yıllara gelindiğinde Türkiye ve Suriye’nin Fırat ve Dicle üzerinde izlediği su politikalarına bağlı olarak ortaya çıkan su sorunu, zaman içerisinde bölge içinde yer alan diğer devletlerin de kendi aralarında sürtüşme konusu haline gelmiş önemli bir konudur. Bu konuda Orta Doğu’da nasıl bir sürtüşme yaşandığına dair Şattülarap Su Sorununa bakmak faydalı olacaktır4.
Şu an bölgede yer alan siyasal istikrarsızlıklardan dolayı gerek Irak’ın gerekse Suriye’nin su sorununa dair yoğun bir mesai harcadığını söylemek oldukça güç olacaktır. Fakat bu iki devletin yakın gelecekte iç sorunlarını halledip, siyasal istikrarlarını düzene soktuklarında, su sorunu tekrardan bölgenin en önemli sorunu haline gelmesi kaçınılmazdır. Irak’ın mevcut yapısı ve çözülmenin eşiğinde bulunması, su sorununun geleceğine dair başka aktörlerinde – ABD ve İran gibi - sürece dâhil olmasını ister istemez sağlayacaktır. Irak’ın kuzeyinde yer alan Kürt yönetimi ile güçlü ilişkileri olan İsrail, küresel ve bölgesel manada su ihtiyacının daha belirgin hale gelmesiyle birlikte bölgede var olan su sorununun önemli aktörlerinden birisi haline gelecektir. Bu konuda Stratejik Araştırmalar Enstitüsünden Metin Saltürk’ün önemli bir tespiti bulunmaktadır:
Kimi çevrelerce su savaşları olarak adlandırılan muhtemel senaryolar da 30-40 yıl sonrasının konjonktürel yapısı mevcut durum itibariyle değerlendirildiğinde; bölgede askeri, ekonomik ve teknolojik alanda baskın gücün İsrail olduğu görülmektedir. Bölgede suyun en fazla sorun olduğu veya olabileceği ülkelerden biri İsrail'dir. Bölge ülkeleri içerisinde İsrail’in dışında hali hazırda su yüzünden savası göze alacak ülkenin bulunmadığı düşünülmektedir.5
Saltürk’ün de belirttiği gibi şu an için İsrail’den başka su için doğrudan savaşa girişebilecek bir ülke bulunmamaktadır. Arap Baharına kapılan Suriye’nin ve siyasal parçalanmanın eşiğine gelen Irak’ın durumunu göz önüne aldığımızda, bölgede yer alan terör hareketlerini de hesaba katacak olursak “ Orta Doğu’da Suyun Geleceği ve Kullanımı ” adına sıcak günlerin yaşacağı görülüyor. İsrail gibi önemli bir aktörün Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı kara günler, İsrail’i Türkiye’nin yaralarına tuz basmaya itmektedir. İsrail’in PKK ile olan yakınlığı su sorununda terör kartını kullanmasını sağlayabilir. Bu tespitimizi güçlendirecek olan unsuru Saltürk’ün çalışmasında şu şekilde görebiliriz:
Suların kullanımı ile ilgili olarak bir devletin kendi iradesini kabul ettirmek için hedef ülkedeki barajlar, tüneller, boru hatları ve tuz arıtma tesisi gibi kritik noktalara tahrip ve sabotaj yapmaları ve Suriye örneğinde olduğu gibi o ülkede faaliyet gösteren terör örgütlerini desteklemek suretiyle çıkarılan alçak yoğunlukta çatışmalar kullanılabilmektedir.6
Görüleceği üzere bölgede aktif şekilde hazır bulunan bir terör örgütünün, İsrail’in su çıkarları için kullanılabilir olması kaçınılmaz gözükmektedir. Hâlihazırda Türkiye’nin terörle mücadelesi devam ederken ve somut anlamda bir sonuca ulaşılamamışken bu konu üzerine gidilmesi Türkiye için büyük önem arz etmektedir.
Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda nükleer enerjiyi devreye sokacak olması ve yenilebilir enerji kaynaklarını artırması durumunda, hidroelektrik santrallere bağlı elektrik üretimin azaltılarak su kaynaklarında tasarrufa gidilmesi sağlanabilir. Bu şekilde ülkemizde yer alan dere ve akarsular üzerinde birçok baraj oluşturularak suyun kontrol altına alıp Orta Doğu’ya yönelik güçlü bir kart olarak kullanılması muhtemel planlar dâhiline alınabilir.
c) Nükleer Silahların Yayılması
Orta Doğu coğrafyasında yer alan devletler, konvansiyonel olarak bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’ye karşı başarı elde edemeyeceklerinin bilincindedirler. Fakat devletlerin bu bilince sahip olmasının ötesinde konvansiyonel savaş dışında herhangi bir devlete karşı gerek Türkiye gerekse başka bir devlete karşı nükleer güç kullanabilecek bir devlet bulunmaktadır: İsrail.
İsrail, kuruluşundan bu yana her devlet gibi temel felsefesi varlığını sürdürmektir ve bu politikasını oldukça sert güvenlik politikaları takip ederek gerçekleştirmektedir. Orta Doğu’daki devletlerin Türkiye’ye karşı olan askeri dengeleri 1968 yılına gelindiğinde İsrail nükleer güce ulaşmasıyla birlikte ortadan kalkmıştı. Tarihler 1968 yılını gösteridiğinde, ‘CIA müdürü Richard Helms’in Beyaz Saray’a gelip Başkan Johnson’a Amerikan istihbaratının İsrail’in hâlihazırda bir nükleer güce ulaştığına dair bilgilendirmesi’7, Orta Doğu’da bozulan dengelerin göstergesiydi. Bugüne kadar Türkiye ile İsrail arasında herhangi silahlı bir krizin patlak vermemesi Türkiye ile İsrail arasında gelecekte herhangi bir sorunun yaşanmayacağı anlamına gelmiyordu. Peki, Orta Doğu’da nükleer tehlike sadece İsrail miydi?
1970’li yıllarda Fransa ile işbirliği yaparak ülkesini nükleer yarışa dâhil etmek isteyen Irak’ın inşa etmekte olduğu Oşirak Nükleer Tesisi 7 Haziran 1981 günü İsrail Hava Kuvvetleri tarafında bertaraf edilmişti. Diğer yanda çalışmalarını hız kesmeksizin, gerek İsrail gerek ABD tehditlerine boyun eğmeyerek Rus bilim adamlarının da desteğini alarak sürdüren İran bölge içerisinde nükleer güce sahip olmak isteyen 2. güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Ya Türkiye?
Türkiye şu an için NATO paylaşımlı B61 nükleer bombaları haricinde herhangi bir nükleer güce sahip değildir. Yeni dönem içerisinde yapılacak nükleer santral ile birlikte, bu santrallerin hayata geçmesini takip edecek dönemde Türkiye’nin nükleer silah konusunda çalışmalara yönelebileceği tahmin edilmektedir. Bölgede İsrail gibi nükleer silah sahibi, İran gibi nükleer silah sahibi olma yolunda ilerleyen serseri devletlere (rogue states) karşı, gerek Orta Doğu’nun istikrarı için gerekse devletinin varlığını sürdürmesi adına Türkiye’nin nükleer silaha sahip olmazı kaçınılmaz bir gerekliliktir. Nükleer silah sahibi bir Türk Silahlı Kuvvetlerinin caydırıcılık gücünün artmasıyla birlikte, Orta Doğu’da dengelerin Türkiye lehine değişeceği ve diğer devletlerin ise adımlarını daha dikkatli atacağı aşikârdır.
d) İstikrarsız Coğrafyalardaki Silahlı Gruplar & Terör Eylemleri
Lübnan’ın yıllardır siyasi istikrarı yakalayamaması, 2003 yılında Irak’ın işgali sonrasında ortaya çıkan tablo ve günümüzde cereyan eden Arap Baharıyla birlikte Orta Doğu coğrafyası oldukça tehlikeli bir süreçten geçmektedir. Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde ortaya çıkan istikrarsızlık tablolarına bağlı olarak ülke içerisinde yer alan ayrılıkçı fraksiyonların mevcut durumdan yararlanıp ortamı gerçek bir anarşi ortamına çevirmesiyle birlikte durum daha da işin içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Gerçekleştirilen terör faaliyetleriyle birlikte Orta Doğu adeta barışın uzun bir süre daha uğramayı ertelediği coğrafya haline dönüşmektedir. İsrail’i huzursuz eden ve Lübnan’a yerleşik olan İran destekli Hizbullah, Irak’ın kuzeyinde yerleşik bulunan İsrail, Almanya, ABD gibi devletlerin desteğini alan PKK ve açık desteğini şu an için hangi devletlerden aldığı belli olmayan El-Kaide gibi terör grupları bölge ülkelerinin huzurunu ve dolayısıyla da ülkemizin varlığını tehdit etmektedir. Bu tür terör grupları arkasında var olan devlet desteklerinin önümüzdeki dönemlerde azalmadığı takdirde Orta Doğu coğrafyasının hak ettiği istikrara kavuşması daha da ertelenecektir. İsrail’in PKK’ya olan desteği, İran’ın Hizbullah’a olan desteği kesilmediği müddetçe devlet arasındaki güvensizlik artacak ve en ufak bir gerilimin daha büyük silahlı çatışmaya dönüşme riski artacaktır. Fakat teröre devletlerin desteğinin de ötesinde işin daha tehlikeli boyutlara ulaştığını Steven Metz’in State Support for Terrorism çalışmasındaki ifadesinde bulabilmekteyiz:
Günümüz dünyasında terör hareketleri kendilerini devlet desteği olmadan da finanse edebilmektedirler. Teröristler, işledikleri suçlar ya da yasal alanlardaki girişimlerle ve hayırlarla kendilerini finanse edebilmektedirler.8
İşte bu noktada terör faaliyetlerinin devlet kontrolünden çıkıp bağımsız bir hareket olarak ortaya çıkması, “nerede, ne zaman ve nasıl harekete geçeceklerine ve hangi hedeflere yöneleceklerine” karşı bir belirsizlik yaratmaktadır. Bu noktada terör, belirli bir devletle ilişkilendirilmekten sıyrılıp, küresel alanda hareket serbestîsi kazanmaktadır. Bu yüzden sınırlar ötesinden gelecek tehditlere karşı ordumuzun terörle mücadele politikalarını geliştirmesi, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik değerler dâhilinde ele alması gerekmektedir.
Ayrıca az önce yukarıda bahsettiğim enerji ve su gibi iki önemli unsurun bu coğrafyanın temel taşı olduğunu da göz önüne alırsak, gelecekte bu kaynaklar üzerindeki hâkimiyet mücadelesinin artması da kaçınılmazdır. İşte bu noktada Türkiye olarak, terör grupları ile yürütülecek olan savaşlarda 30 yıldır PKK ile yürüttüğü mücadelede TSK’nin kazanmış olduğu tecrübeyi rehber edinip, sadece ve sadece terörle mücadeleye odaklanmış, harekât ve hareket kabiliyeti yüksek, asimetrik savaş unsurlarının gerektirmiş olduğu her türlü donanıma sahip, modern harp araç ve gereçleri ile donatılmış bir birimi ordu bünyesinde kurmamız gerekmektedir. Şu an var olan yapılanmamızın gözden geçirilip bu şekilde revize edilmesiyle birlikte ülkemiz sınırlarına yakın bölgelerde ortaya çıkacak ve ülkemize tehdit olarak yönelecek olan her türlü oluşumu yerinde yok etmek daha kolay olacaktır.
..
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder