3 Mayıs 2015 Pazar

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU



CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU









Galip Baysan, 


CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA KADINLARIMIZIN DURUMU
 Kurtuluştan sonra, 11 yıllık savaş döneminde ana bacı ve evlat özlemi çekmiş, onlara daha mutlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadele vermiş olan Ordu mensuplarını, ülkedeki kadınların durumu fazlası ile rahatsız ediyordu. Durumlarının hemen düzeltilmesini gönülden istiyor, kadınların siyasal ve sosyal yaşama tıpkı erkekler gibi eşit şartlarda katılmasını arzu ediyorlardı.
Ancak bu konu Türk halkı için hem çok yeni, hem de hassas bir konuydu. Yanlış yorumlar yapılmasına, ölüme kadar giden çatışmalara sebebiyet verebilir, bu konuda katı davranışlar Türk insanını manevi açıdan yaralayabilirdi. Bu konuda en önemli görev Ordu mensuplarına ve Başkent çevresindeki bürokratlara düşüyordu. Ülkenin her yanına dağılmış bulunan askeri mahfeller (Ordu evlerinin başlangıç hali), kadınlar ve erkeklerin senenin, daha sonra ayın, haftanın belirli günlerinde kaç-göç olmadan ailece bir araya geldiği, günün imkânları ölçüsünde eğlendiği şehrin sosyal kültür merkezleri haline gelmiştir.
Bölgeler, alışkanlıklar ve tahriklerle yıllarca bu toplantıları yadırgamıştır. Subay-astsubay eşleri, kızları, kardeşleri için akla gelmeyecek iftiralar üretilmesine rağmen askerler bu konuda ısrarla yürümüşler ve asla taviz vermemişlerdir. Bugün, yaşları altmışın üzerinde bulunan asker çocukları, çocukluk günlerine ait anılar arasında dans bilmeden piste çıkan annelerinin, babalarının ayaklarına basarak nasıl dans ettikleri hikâyelerini asla unutamazlar. Ordu evlerinin bulundukları yörenin sosyal kültür merkezi olma özelliği 2000’li yıllara kadar, Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında aynen devam etmekteydi.
Türkiye’de Atatürk’ün kadın hakları konusundaki mücadelesi, dev boyutları olan bir olaydır. Günümüzde alelade görünen, nezaket eseri kabul edilen birçok olay, 1920’lerde bir facia nedeniydi. Sadece bu konu bile demokrasi-insan hakları bakımından ne kadar büyük mesafelerin aşıldığını göstermek için yeterlidir. Bu nedenle, incelememizde o dönemle ilgili bazı anılara yer vermek istiyoruz.

 “İlk balo Türk Ocağında verilmiştir. O zaman Türk Ocağı, eski Ankara’da, Şengül hamamı yanındaki eski bir Ermeni Mektebi binasında çalışıyordu. O güne ait hatıralar, balo gecesi bu harap binasının salonuna, duvar diplerine sandalyeler dizilmiş, herkesin suspus sıralanıp oturduğu, sessiz, hareketsiz, hatta kadınsız bir toplantı gibi gösterir. Gazi’nin, Orman Çiftliğinin istasyon binası yapılınca orada verdiği balo daha hoş sahneler gösterir. Burası küçük, iki katlı bir binadır. Balo bu binada verilecekti. Şehirden 5-6 km ilerdeki bu istasyona Gazi, davetlilerini birkaç Tren vagonunda götürür, çünkü hem muntazam yol yoktur, hem yeteri kadar otomobil bulunamaz. Davet sahibi misafirlerini trende, kompartımanları dolaşarak selamlar. Ama galiba hepsi hepsi üç kadın vardır. Yakup Kadri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Ruşen Eşref’in hanımları. Gazi onların kompartımana gelince Leman Yakup Kadri hemen atılır:
Paşam, bu inkılabın kurbanları yalnız biz miyiz? Hani yaver beylerin, mebus beylerin, vekil beylerin hanımları?

Evet yaver Beylerin, mebus ve vekil beylerin hanımları yoktur. Balo salonunda da bazı hoş sahneler geçer.

Ortalıkta kadın görünsün diye, o zamanki Ankara’nın Fresko Barından getirilen birkaç artisti görünce, bu sefer de “inkilabın üç kurbanı biz miyiz” diye çıkışan hanımlar salonu terketmek isterler. Misafir artistler hemen oradan uzaklaştırılır.(1)
Kadın hareketi büyük bir hızla gelişti. Mustafa Kemal ve İsmet Paşa, davetlerin kadınlı olmasına bilhassa dikkat ederlerdi. Parola, ileride hiç bir gerilemeye imkân vermeyecek kadar, kadına her meslekte yer vermekti. Kadın milletvekili, belediye azası, hekim, avukat her şey olmalı, üniversitede erkeklerle beraber okumalı, seçimlerde oy vermeli, taassup şaşırıp kalmalıydı”.(2)
İlk Kadın Hukukçumuz, Ağaoğlu Ahmet Beyin kızı Süreyya Ağaoğlu’nun anıları çok ilginç bilgiler vermektedir:
 “Adliye Vekâletinde Melahat ile birlikte staja başladım. Öğle yemekleri bizim için bir problem olmuştu. Ne yapacağımız bilemez, peynir, ekmekle karın doyururduk. Zira o devirde Ankara’da “İstanbul Lokantası” adlı restorandan başka yemek yenilecek yer yoktu ve bütün mebuslar oraya giderlerdi. Tabii lokantanın hiç hanım müşterisi yoktu. Bir gün, babamdan izin alarak, Melahat ile o lokantaya gitti, ufak bir bölümde oturup yemeğimizi yedik. Herkes hayret içinde idi: iki genç kız tek başlarına lokantada yemek yiyordu. Bizi tanıdıkları için haber babama ulaşmıştı. Babam eve gelince “Başbakan Rauf Bey, Süreyya ile bir hanım arkadaşının lokantada yemek yediğini ve herkesin bundan bahsettiğini söyledi. Birde kütüphaneye giden bir hanım varmış, onun hakkında da dedikodu yapılıyormuş. Bundan sonra öğle yemeklerinde bana gelin” dedi.
Rauf Bey, kütüphanede çalışması yüzünden dillere düşen hanımın kendi kız kardeşi olduğunu sonradan öğrendi. Bu olaydan birkaç gün sonra tesadüfen Atatürk, Latife Hanım ile bize geldi. Bana çalışma hayatından memnun olup olmadığımı sordu. Bende bu hadiseyi anlattım. Onun beni tasvip etmesini beklerken o:

Babanın da, Rauf Bey’in de hakları var, dedi.

Ertesi gün Vekalette çalışırken, Adliye Vekili Necati Bey telaşla içeri girdi:
Sürayya hazır ol, Paşa gelip seni yemeğe götürecekmiş. Ben ve bütün arkadaşlar şaşırdık. Dışarı çıkınca Atatürk’ün gri bir açık otomobilde Siirt Milletvekili Mahmut Bey ve yaveri Muzaffer Bey’le oturduğunu gördüm. Bana:
Latife bugün seni öğle yemeğine bekliyor, dedi. Otomobili İstanbul Lokantası önünde durdurdu. Bozüyük Mebusu Salih Bey’i dışarı çağıttı. Tabii bütün mebuslar lokantadan fırladılar. Biraz onlarla konuştu. Sonra yüksek sesle:
Ben bugün Süreyya’yı bize götürüyorum, yarın lokantada yiyecek, dedi.
Evlerine gidince de Latife Hanım:
-    Akşam Paşa bu lokanta meselesine çok kızdı, gerekeni yapacağını söyledi, dedi.
Ertesi gün, bizim bu lokanta hikâyesini duyan bazı hanımlar, bu arada eski Bahriye Vekili İhsan Bey’in (Topçu) eşi Nuriye Hanım, Hamdullah Suphi Bey’in hanımı da öğle yemeğine restorana gelmişlerdi. Biz de bu hadiseden sonra rahatça dışarıda yemek yiyebildik.” (3)
Bir ülkenin başkentinde, bir genç kadının lokantada yemek yemesi, yalnız başına kütüphaneye gitmesi bile ahlaksızlık telakki ediliyor ve bunun düzeltilmesi için o ülkenin Devlet Başkanı ve eşinin doğrudan müdahalesi gerekiyordu. Atatürk bu konuda da taviz vermemiş ve kendisinden beklenen davranışları göstermişse de, bu davranışlar karşı tarafın anlayışı ölçüsünde olumlu-olumsuz yorumlamalar yapılmasına sebebiyet vermiştir. Hatta bir gün, yakın arkadaşı akrabası Fuat Bulca’nın evine misafir gittiğinde “Hanımefendi nerede?” diye kibarca sorduğu zaman, arkadaşının birden elini tabancasına attığı nakledilmektedir.(4)
Bazen emirle, bazen düşerek, bazen eller ceplere giderek, bazen de nezaketle. İşte, Türkiye Cumhuriyetinin başkentinde, bütün dünya için normal bir yaşam tarzı olan kadınlı-erkekli sosyal toplantılar böyle başladı. Merkezde M. Kemal Paşa’nın yürüttüğü önderlik görevi taşrada tamamen Orduya düşüyor gibiydi. Askerler arzu ettikleri nispette çevredeki sivil aydınları ve bürokratları da aralarına aldılar.
 (Aralarında on yılı aşkın bir süre beraber olduğum) Batı Ordularından ne İngiliz, ne Fransız, ne Alman, ne de Amerikan Ordusunun böyle bir görevi hiç bir zaman olmamıştır. Onlar bu gibi sosyal konularda daima çevreden alıcı olmuş, verici olmamışlardır. Oysa Türk Ordusu tam tersi bir şekilde “verici-öğretici” olmak zorunda idi, alternatifi yoktu.
Türkiye’de kadın hakları konusunda kısa bir süre içinde büyük gelişmeler elde edilmişse, bunda özellikle Anadolu’nun en ücra köşelerinde görev yapan subay ve astsubay eşleri ve çocukları ile yine onlar gibi ve hatta daha çok fedakârlıklarla büyük bir yalnızlık içinde görev yapma cesaretini üstlenmiş olan “bayan öğretmenlerimizin büyük payı vardır.(5)   Türk kadınının uyanmasında hem örnek olmuşlar, hem de adım adım oya işler gibi işleyerek Anadolu kadınını harekete geçirmişlerdir. Günümüz Türk Kadınları, Osmanlı dönemi ile ilgili bu gerçekleri çok iyi bilmeli ve aynı günlere dönüp dönmeme konusundaki kararını ve kararlılığını oyları ile belli etmelidirler.  

DİPNOTLAR:
(1)  Şevket Süreyya Aydemir:Tek Adam 3, s.261-262 
(2) Falih Rıfkı Atay : Çankaya, s.411-412
(3) Süreyya Ağaoğlu, Bir Ömür Böyle Geçti, s.41, 42 (İstanbul-1984)
(4) Tek Adam 3, s.261-262
(5) Bknz. Yahya Akyüz, Türkiye’de Öğretmenlerin Toplumsal Değişmedeki Etkileri (Doğan Basımevi-1972); Nermin Erdentuğ, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Eğitim ve Kültür Münasebetleri, s.62-95 (Kültür Bak. Ankara-1981); M. Galip Baysan: Milli Mücadele Dönemi ve Sonrasında Atatürk ve Demokrasi, s.28-44 (Ankara-1997)


..

Perinçek Yanlız Bırakılmamalı





Perinçek Yanlız Bırakılmamalı

 





Dr. M. Galip BAYSAN
mgbaysan@kemalistler.org
Tarih: 15-01-2015 14:25


Yıllar önce bu başlık altında yazdığımız yazıyı hatırlayan varmı? Bilemem ama olayın üzerinden 10 seneye yakın bir süre geçtiği için belki hatırlanmayabilir. Bu nedenle biraz özet bilgi vermemiz yararlı olabilir.
Lozan Mahkemesi,  hafızam beni yanıltmıyorsa 2006 yılı8nın Mart ayında Diaspora Ermenilerinin şikayeti üzerine açılan bir dava sonucu Perinçeği 90 gün hapis karşılığında, her gün için 100 frank hesap edilerek 9.000 İsviçre frangına mahkûm etmiş ve cezayı 2 yıl tecil etmişti. Perinçek’e ayrıca 3.000 frank para cezası verilmiş, ülkedeki Ermeni Cemaatine sembolik olarak 1.000 ve davayı açan Sarkis Şahinyan isimli Ermeniye de 10.000 frank ödenmesi istenmişti. Perinçek bu bu karara İsviçre Federal Mahkemesine müracaat ederek itiraz etmişti. Federal Mahkemenin bu kararı onaylaması ile Ermeni Toplumu lehinde verilen karar kesinlik kazanmış oldu. Mahkeme kararında” Pek çok tarihçinin, Avrupa Parlementosunun ve pek çok ülke Meclisinin Ermeni iddialarını kabul etmiş olmasını” gerekçe göstermişti.
Perinçek bu haksızlığa boyun eğmemiş ve büyük bir cesaretle ve güvenle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaat etmişti. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İsviçre Hükümetine Karşı Ermeni soykırım iddiaları ile ilgili davada Perinçek, daha doğrusu Türk Halkı lehinde karar verince Ermeni Diasporası durmamış ve bir karşı dava ile konuyu günümüze taşımış oldu. İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği karar; Tehcir olayının 100ncü yılına yaklaştığımız şu günlerde Türk tarafının elini son derecede güçlendirmiştir. Bu ayın sonunda görülecek dava işte bu davanın Ermeni versiyonudur.
 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kazanılan dava sonucu nedeniyle, şu anda bütün kararları ulusumuzca tartışılan bir mahkemenin verdiği bir kararla yurt dışına çıkış yasağı bulunan Doğu Perinceğe ulusça büyük saygı duymalı ve şükranlarımızı sunmalıyız. Perinceği hiç tanımayan bir vatandaş olarak belirttiğimiz bu görüşler Ermeni Meselesi konusunda yıllarca süren araştırmalar yapmış ve 50 yıldır yakından ilgilenmiş ve hatta Ermeni dostu bile sayılabilecek bir Türk vatandaşı olarak samimi görüşlerimizdir.
 Perinceğin Ermeni Diyasporasının itirazı ve talepleri ile dava yeniden ele alınarak yenilenen bu davada bulunması veya bulunmaması sonucu ve kararı şüphesiz büyük ölçüde etkileyecektir.
  Bu dava öyle böyle alelade bir dava değildir. Bu dava Osmanlı Yönetimini baştan aşağı karalayan bir davadır. Günümüz yöneticileri ne sadece inkâr ne de “bu işi İttihatçılar yaptı, bizler sorumlu tutulamayız” anlayışı ile sıyrılamazlar. Bu iş işte böyle mahkemelerde ve uluslar arası arenada yüz yüze görüşerek ve hesaplaşarak çözülmelidir.
İddia açıktır: “Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk yöneticileri tarafından dinsel güdü kaynaklı ve bilinçli olarak soykırıma uğratılmış ve 1,5 milyon Ermeni kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden yok edilmiştir.” Buna karşılık Türk tarafı olayı “savaş sırasında İsyan eden bir bölge ve halkın bölgeden tahliyesinin sağlanması için alınan mecburi savunma tedbiri” olarak göstermek istemektedir. Yani bir taraf kendi halinde yaşayan, masum bir halkın sırf farklı dinden olması nedeni ile kasıtlı olarak katledildiğini savunurken, diğer taraf Ermeni yurttaşların savaş sırasında isyan ederek düşmanla işbirliği yaptığını bu nedenle cezalandırılmaları gerektiğini ve cezalandırıldıklarını savunmaktadır.

Ermeniler ve onları destekleyen dış güçler 100 yıla yakın uğraşmalarına ve savaş sonunda 4 yılı aşkın Osmanlı Devletinin en gizli arşivlerini ellerinde bulundurmalarına rağmen soykırım yapıldığını gösteren hiçbir belge bulamamışlar ve bu nedenle büyük iddialarla Malta’da topladıkları liderleri serbest bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı. Eldeki bütün belgeler soykırım yapıldığını değil ama soykırım yapılmadığını gösteriyordu.

Ermeni cinayetleri sonucu yapılan yargılamalarda bile Soykırım iddiaları belgelenemediği için siyasi kararlarla sonuçlanmış ve caniler hafif cezalarla hatta Talat Paşa davasında olduğu gibi cezasız bırakılmışlardı.
Ay sonundaki duruşma bu nedenle Türk Halkı için hayati önemi haizdir. Bu davanın Perinçekle alakası sınırlıdır. Burada yargılanan Türk Halkı ve Türk Halkının savaşta kendisini savunma hakkıdır. Perinçek bu davanın kilit adamıdır. O gün, o duruşmada bütün dünyaya karşı hiç korkmadan, çekinmeden dimdik durmalı ve kendi sözleri ile “Soykırım iddialarının emperyalist bir yalan” olduğunu ısrarla belirtmelidir.
Onun mahkeme kararı ile yurt dışına çıkışının engellenmesine gelince; Bu konuda mahkeme kararı karşısında Hükümetin bir şey yapamayacağı veya mahkemenin Perinçeğin kaçabileceği iddiası gülünç kalmaktadır. Son günlerde öyle inanılmaz davalar ve sonuçları ile karşılaştık ki, Türk Ulusunun yüksek menfaatini ilgilendiren böyle bir davaya bir siyasi parti liderinin desteklenmemesi çok büyük siyasi hata olacaktır.
Perincek gönderilmez ve dava aleyhimize sonuçlanırsa Ermeniler ve bütün Hristiyan Batı dünyası Müslüman ve zalim Türklere karşı büyük bir hukuki zafer kazanacak ve soykırım iddialarının cezalandırma kanunları birbirini takip edecektir. Yöneticilerimiz danışmanlarının dikkatini bu konu üzerinde yoğunlaştırmalarını ve hukukçuların kişi yerine uluslarının menfaatlerine göre hareket etmelerini bekleriz.
Son bir not: Perinçek bu davaya katılamazsa, bu, ülkemizdeki siyasi ve hukuki baskıların ne boyutta olduğunu bütün dünyaya hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde gösterecektir.


ÖZEL  NOTUM; 
TÜRKİYE  CUMHURİYETİ DEVLETİ  NİN  ULUSLAR ARASI CAMİADA  BİR SAYGINLIGI VAR DI  İLİŞKİLİ VE ALAKALI OLMAYAN HER  GİRİŞİM DEVLETE ZARAR  VERİR  DEVLETİ YÖNETMEKLE MÜKELLEF SİYASİ İKTİDARIN ORGANLARI VARKEN  KİŞİSEL  GİRİŞİMLER FAYDADAN  COK ZARAR GETİRİR  ERMENİ MESELESİ Nİ  DOĞU PERİNCEK ÜZERİNDEN  ÇÖZÜME  GÖTÜRMEK EN BÜYÜK HATADIR..

..

Kıbrıs’ın seçimlik halleri,




Kıbrıs’ın seçimlik halleri,


Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir 'görev' değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor…
Murat KANATLI*
Kıbrıs’ın kuzeyinde cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı!;
Bunu Türkiye’deki birçok kaynaktan okumuşsunuzdur. Derviş Eroğlu yerine Mustafa Akıncı’nın seçildiğini de okudunuz. Bunun yanında, bazılarınca çok önemli değişiklik olduğunu da çeşitli haber sitelerinden, gazete köşelerinden takip etmişsinizdir ancak acaba bu doğru bir bilgi mi?
Son söyleyeceğimi önceden söyleyeyim, sonuçlar merkezde bir “görev” değişikliğini işaret etmekte, merkez sol ve merkez sağda bulunan siyasi partiler bu sonuçlar sonrası yeniden yapılanma sürecinde, hâlâ Kıbrıs’ın kuzeyinde TC devleti en etkin güç, Erdoğan bu noktada “hatırlatma” vuruşlarını yapmaya devam ediyor… Merkezin solunda yer aldığını söyleyen ama geçmiş deneyimleri ile düşünüldüğünde “ulusal sol” diye tanımlayabileceğimiz Mustafa Akıncı, seleflerinden ne kadar farklı hareket edebilecek? Söylemi ile pratiği birbirini tamamlayabilecek mi? Bunu söylemek şimdiden zor ama sistem içi çözümler her zaman için kendi sonlarını da kendileri hazırladığı için Akıncı’nın da bir noktada tıkanacağını söylemek mümkün. Akıncı’nın bu tıkanmadan çıkışı, sistem dışı çözümler aramak, bunun için de iyimser olmak için Akıncı’ya dair elde çok fazla pratik deneyim yok…
Türkiye’de yaşanmaya devam eden iç dinamiklerin hareketli hali ve Yunanistan ile Kıbrıs’ın her iki yanındaki her birinin kendi iç dinamikleri ile düşünüldüğünde sonucu kolay kestirilemeyecek bir sürecin içinde olduğumuz söylenebilir.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki sistemin sürdürülemez olduğu netlik kazandı, tam da burada sorun, sistemin restorasyonunun kendine sol diyenlere kalması.
Neredeyiz ve bu süreç bizi nere taşıyacak?
DÜNDEN BUGÜNE KIBRIS
14 Ağustos 1974’te Ayşe tatile çıktığında aslında bu 40 bin askeri kapsayan basit bir operasyon değildi. Adanın yüzde 37’si işgal edilmişti ve 160 bin Kıbrıslı Rum tüm malını mülkünü bırakıp güneye silah zoru ile göç etmek zorunda bırakılmıştı. Bundan sonraki süreç bir fetih politikası çerçevesinde sürdü.
Kıbrıslı Rumların bıraktığı tüm taşınır ve taşınmaz mal varlığına el kondu. 2000’lerin başına kadar izlenen tam da bu ganimetin dağıtımının “koordine” edilmesiydi. Ulusal Birlik Partisi (UBP), çok uzun süre bu ganimeti ve ayrıca Türkiye’den gönderilen finansal kaynakları “üleştirme” üzerine bir düzen kurdu. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü aslında bir fikir değil tamamen duygusal bir refleksti.
1975 yılından itibaren işgal edilen yüzde 37’lik toprağı işlemek için gerekli olan işgücü adı altında adaya nüfus da taşınmaya başlandı. Bugün itibari ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki nüfus tam anlamı ile bilinmemektedir ama demografik yapının ciddi şekilde bozulduğunu herkes kabul ediyor…
Bu noktada seçimlere dair bazı rakamlara bakmak, bize birtakım ipuçları verecektir.
1976’da ilk yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmen sayısı 75 bin 781 iken 2015 yılında seçmen sayısı 176 bin 912 oldu… Kıbrıslı Türklerin yoğun göç verdiği de düşünüldüğünde bu artışın izahı zordur.
Türkiye’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi için ise oy kullanabilecek seçmen sayısı 91 bin 588’dir… Bu seçmenin tümü elbette Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçmen listesine yazılı değil ama toplam içinde düşünüldüğünde önemli etki yapabilecek bir kitleden söz edebiliriz. Ayrıca bu 91 bin kişi 18 yaşından büyük, daimi ikametgahı Kıbrıs’ın kuzeyi olanların sayısı…
Bunun yanında AKP hükümeti ile birlikte, TC devletinin kuzeydeki kurumsal yapılanması devam ediyor. Borçlandırıp kendine muhtaç bıraktırma siyaseti her yanda sürmekte…
Gelinen aşamada, finansal kaynakların önemli bir kısmında tam kontrolü bulunan TC devleti, 40 bin askeri ile burada “güvenlik” vurgusu ile de kendini hissettirmeye devam ediyor.
Bu durumda seçimlerdeki değişimi nasıl okumak gerekir?
SİSTEM İÇİ YENİLENME
1998 yılına gelindiğinde yukarda bahsettiğimiz 1974’te elde edilen ganimetin dağıtımı süreci tıkandı. Son bir hamle yapılarak TC ile bir ekonomik paket hazırlandı. Bu ekonomik paketi savunmak ve hayata geçirmek görevi de UBP-TKP koalisyon hükümetinin başbakanı olarak Derviş Eroğlu ile başbakan yardımcısı olan Mustafa Akıncı’ya verildi. Sendikaların yıkım paketi dedikleri bu yeni dayatma paketine karşı ciddi bir tepki doğdu. Kıbrıs’ın güneyinin Avrupa Birliği üyeliği süreci ile Kıbrıs’ın kuzeyinin çözümsüzlük ile belirsiz bir geleceğe mahkum olması ihtimali de bu hareketlilik ile birleşince ortaya muazzam bir toplumsal muhalefet çıktı. Çeşitli grev ve eylemler, başka gerginliklerle birleşti ve istifalar yaşandı, hükümetler devrildi, yeni seçimler yapıldı. Bu sürecin sonunda artık hiçbir şeyin eskisi gibi gidemeyeceği anlaşılmıştı. Bu sürecin bir faturası da Akıncı’ya çıktı ve 2000 yılında parti başkanlığını bıraktı. 2003’ün başlarında bu kez 3 partinin ortak oluşturduğu bir koalisyon partisinin Barış ve Demokrasi Hareketi’nin başı olarak yeniden siyasete döndü ama süreç, bölünmeler sonucu 4 partiyi ortaya çıkarınca, bunun siyasi bedelleri oldu, 2005 yılında Akıncı bir kez daha aktif siyasete ara verdi…
Akıncı’nın şansı bir türlü tutmazken, tıkanan sistemin restorasyonu bu kez başka bir merkez sol parti CTP’ye verildi. Mehmet Ali Talat 2003 seçimlerinde başbakan, 2005’te ise cumhurbaşkanı oldu. Denktaş’tan alınan koltuk ile herkes Kıbrıs’taki statükonun yıkıldığını söyledi ama 2009 yılındaki seçimlere gelindiğinde Derviş Eroğlu küllerinden yeniden doğdu, önce başbakan oldu, daha sonra 2010 yılında ilk turdan cumhurbaşkanlığını aldı.
Bu dönemde, AKP ile birlikte, eski ganimetin ve TC’den gelen finansal kaynağın dağıtımı değil, neoliberal politikaların ve TC’den gelen finansal destekle gerçekleşen projelerin rantının dağıtımı üzerine yeni bir sistem yavaş yavaş hayata geçirildi.
Eskiden TC yönetimleri kendi çıkarları için ciddi finansal destekler de vererek, Denktaş, Eroğlu yönetimlerinin hükümet etmesini sağlamaya çalışmaktaydı. Ancak yeni rejimde AKP, TC elçiliğini tam bir valilik olarak kurguladı. Bir il yönetimi politikası izlendi, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlar kurulu aslında şeklen varlığını sürdürürken aslında tüm finansal konular elçilik altındaki TC yardım heyeti sektör sorumluları aracılığı ile kontrol edildi, hangi projenin nasıl yapılacağına son noktayı sektör sorumlularının karar verdiği bir düzen oluşturuldu. Hükümet programları yapılsa da, esas olan ve uygulanan TC ile yapılan ekonomik protokoller oldu. Sektör sorumluları ile koordinasyon için Kıbrıs’ın kuzeyindeki bakanlıklarda TC’den bürokratlar yetkilendirildi.
Bu sürecin geldiği bugünkü noktada, TC’den gelen finansal kaynaklar TC yardım heyeti aracılığı ile “projeler” adı altında direk veya dolaylı gene TC’li şirketlere verildiği, adada kalan kısmının da gene TC’den gelen ithal malların satın alınması ile Türkiye geri döndüğü, bir birleşik kaplar sistemi oluştu.
Sorun, tam da buradan başladı, önemli bir rant oluşturan bu sistemi Kıbrıslı Türkler adına kim yönetecek? Yönetecek olanın Türkiye ile ilişkileri nasıl olmalı?
Sistem içi seçenekler bu konuda kendi aralarında rekabet halindeler. Siyasal olarak solunda veya sağında olmak üzere merkezde kendini tanımlayan partiler seçim sonuçlarına bakıldığında kendi içlerinde ciddi bir rekabete girişmiş durumdadır.
İlk tur sonuçlarında mevcut siyasi partilerden destek görmeden yüzde 22 oy alan Kudret Özersay’ın ekibin içine eski soldan kesimleri de alarak merkezde “dört eğilimi” barındıran “yeni sağ” bir oluşuma gideceği konuşulmakta. Merkezdeki sayısal olarak büyük sağda UBP ve solda CTP kendi içlerinde alınan seçim yenilgisi sonrası “yenilenmeyi” önlerine koyduklarını ilan ettiler.
Kazanan Akıncı da, başka bir merkez sol denebilecek siyasi parti, eski BDH ve TKP birleşmesi ile oluşan Toplumcu Demokrasi Partisi (TDP) ile siyasi akrabalığı olan kişidir.
DAVUTOĞLU VE ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI NE ANLAMA GELİYOR?
Elbette doğal olarak her seçilen kendi “imajı” ile seçilir ve kendi dilini kullanmaya devam eder, önemli olan pratikte bunun ne getireceğidir.
Bu nedenle, pratik konusunda Davutoğlu’nun hatırlatması önemliydi. Davutoğlu, “Sayın Talat geldiğinde de böyle olmuştu ama rayına girdi” diyerek önemli bir hatırlatma yaptı.
Erdoğan’ın ve etrafındaki TC yetkililerinin açıklamalarını ise Türkiye’deki seçime yönelik, milliyetçi kesimleri mobilize edecek bir söylem olarak düşünmek mümkündür. Bu aynı zamanda esas patronun kim olduğunu hatırlatmaya, Kıbrıs’ta alternatif yol arayanlarının umudunu da kırmaya yönelik bir zorlamadır…
Bu zorlama karşısında Akıncı’nın “söylem” konusunda düz duran hali, alt metinlerde hiç de öyle değil. Erdoğan’a verdiği cevapta Akıncı “Bu topraklarda da artık Rum toplumuyla baş edebilmek adına, kendi kişiliğini kanıtlamak adına, bebeklikten, yavruluktan kurtulup ayakları üzerinde durmalıdır” diyerek, gene kendini “öteki”lerle, Kıbrıslı Rumlarla karşılaştırarak aslında ulusal sol karakterini hatırlattı…
UMUT?
Bu belirsizlik içinde umuda dair olumlu şeyler söylemek de mümkündür. Öncelikle YKP, TC’nin müdahalelerini ve demokratik bir seçimin olmadığını söyleyerek boykot çağrısı yapmıştı. Az veya çok YKP’nin çağrısından da etkilenenler, ama çoğunlukla bu seçimden beklentisi olmayan 63 bin kişinin sandığa gitmemiş olması önemli bir mesajı içermekte. Aşağı yukarı bu oy ile Akıncı’nın seçildiği düşünüldüğünde, bir o kadar da tepkinin varlığı olduğu söylenebilir. Umut, en azından bunun bir kısmının rejime karşı, sistem dışı bir seçenek için örgütlenebilmesi ihtimalidir.
Bunun yanında Erdoğan’ın Kıbrıs’a dair söylemine karşı Türkiye coğrafyasından hızla yükselen tepkiler de çok önemlidir. Türkiye’de kimi sol kesime de sızan milliyetçi söylemi aşındıran böylesi bir konuşma hali, Türkiye’deki sol hareketin kendi coğrafyası dışında 40 bin asker bulundurarak, fetih politikası sürdürmesinin daha geniş kesimlerce tartışılmasını sağlaması, kendi coğrafyamızda, Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye halklarının dayanışma ile ortak bir geleceği kurabilme umudunu artıran bir ihtimal…
Sistem içi seçenek olsa da Akıncı’nın cumhurbaşkanı olması, Kıbrıslı Rumlarda bir hareket sağlaması, Türkiye’deki kimi çevreleri de AKP karşıtlığı üzerinden de olsa tepki göstermesi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı sağlayabileceği ihtimali çok düşük olsa da, sokak muhalefetleri ile desteklenirse yeni olasılıkları açabilme ihtimalinden ihtiyatlı bir iyimserlik ile takip edilmesi gereken bir süreç olacak…
Yok eğer, Davutoğlu’nun hatırlattığı yere gelirsek, ortaya çıkacak sonuç, aynı tas, aynı hamam ama tellak değişmiş olacak…
*Yeni Kıbrıs Partisi Genel Sekreteri
..

PKK - KADEK, KADEK ALMANYA'DA ÇOCUK KAÇIRIYOR





PKK - KADEK,  KADEK ALMANYA'DA ÇOCUK KAÇIRIYOR


Avrupa Birliği tarafından "terör örgütleri listesi"ne alınması sonrasında, örgüt içi infazlar ve kaçışlar nedeniyle kadro sıkıntısı çeken terör örgütü PKK (yeni adı KADEK), son dönemde Avrupa ülkelerinde "çocuk kaçırma" eylemlerini yoğunlaştırdı.
Almanya'da haftalık yayınlanan "Focus" isimli derginin 4 Kasım 2002 tarihli son sayısında, "Talimli Gençlik" başlığıyla yer alan bir haberde, "şiddet eylemlerinden vazgeçtiğini iddia eden terör örgütü PKK (KADEK)'nin, Almanya'da yaşayan çocuk ve gençleri kaçırmayı sürdürdüğü" vurgulandı.

Focus Dergisi'nin haberinde şöyle denildi;  


"Aşağı Saksonya Eyaleti'nin Celle kentindeki Blumlager Okulu'nun 8.sınıfında öğrenim görmekte iken 12 Agustos 2002 günü okula gelmeyen Vildan S. isimli öğrenciden bir daha haber alınamadı. Vildan S.'nin aniden ortadan kaybolması polisi ve Devlet Koruma Birimi'ni harekete geçirdi. Hannover yakınlarındaki Celle kenti PKK terör örgütünün önemli faaliyet merkezi olarak biliniyor. Geçmiş  dönemlerde de Vildan S.'nin yaşındaki (15 yaş ve altı) çok sayıda çocuk terör örgütünün silâhlı kamplarına  katılmak üzere, kaçırılmışlardı.

Devlet Koruma Bölümü görevlileri, genç kızın, KADEK üst düzey sorumlusu olduğu belirlenen babası Mehmet Emin S.'nin yardımıyla, Hollanda ya da Belçika'daki terör örgütü kamplarına gönderilmiş olabileceğini vurguluyorlar.

Soruşturmayı yürüten emniyet yetkilileri de, PKK tarafından kaçırılan Vildan S. isimli genç kızın, yoğun ideolojik eğitim gördükten sonra Irak'taki çatışma alanına gönderilebileceğine işaret ediyorlar.

Örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının ardından, Nisan 2002 ayı içerisinde, KADEK adını alarak, PKK'nin devamı olmadığı ve 'şiddetten vazgeçildiği'(!) yönünde açıklamalar yapan oluşum hakkında, Aşağı Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilâtı Sözcüsü Rudiger Hesse, '1993 yılından itibaren yasaklı olmasına rağmen PKK, Almanya'daki faaliyetlerini sürdürüyor,  haraç topluyor, Kürt kökenli çocuk ve gençleri kaçırarak örgüt kamplarında ideolojik ve silâhlı eğitim veriyor' diyerek, PKK ile KADEK'in aynı olduğuna ve örgütün şiddet eylemlerini sürdürdüğüne dikkat cekiyor.

Başkomiser Andreas Pietrowski, Vildan'ın babasının, kayıp başvurusunu, kızının kaybolmasından yaklaşık dört hafta sonra, polisin ikâzı üzerine yaptığını ve bugüne kadar Vildan'ın durumunu hiç sormadığını belirtiyor.

Vildan'ın kaybolmasına ilişkin  olarak Focus Dergisi'ne bir açıklama yapan üst düzey bir PKK eylemcisi de, kızın örgüt kamplarında eğitime tâbi tutulduğunu belirtiyor, ancak hangi kampta olduğunu söylemiyor."

Terör örgütü KADEK (PKK)'in "çocuk kaçırma" eylemi yeni bir durum değil. Geçmiş yıllarda da Avrupa ülkelerinden çok sayıda çocuk PKK tarafından kaçırılarak, ideolojik ve silâhlı eğitimden geçirilmis, daha sonra da silâhlı çatışmalara gönderilmişti.

İşte, basın yayın organlarına yansıyan haberlerden birkaçı:


Belçika'da yayınlanan Le Soir Gazetesi (29 Eylül 1997); "PKK tarafından kaçırılarak, afiş asma, bildiri dağıtma gibi faaliyetlerde kullanılan 14-16 yaşlarındaki çocukların, aileleri ile görüşmelerine izin verilmiyor. Almanya'dan zorla kaçırılan Kürt çocuklari PKK'nin Belçika'daki kamplarında özel eğitime tâbi tutuluyorlar."

İsveç'te yayınlanan Svenska Dagbladet Gazetesi (25-28 Temmuz 1998); "İsveç'te yaşları 15-17 arasında değişen 40 kadar çocuk, İsveç'in Varlmand bölgesindeki tatil kampına götürülme vaadiyle, dağ kadrosuna aktarılmak üzere PKK tarafından kaçırılmıştır. PKK'nin çocuk kaçırma olayına büyük tepki gösteren Kürt aileler, İsveç polisine şikâyette bulundular."

Almanya'da yayınlanan Frankfurter Allgemeine Zeitung Gazetesi (06 Kasım 1998); 

"Celle kentinde PKK tarafından kaçırılan ve yaşları 14-17 arasındaki 7 çocuk ile ilgili olarak bir açıklama yapan Uluslararası Mağdur Halkları ve Azınlıkları Koruma Organizasyonu (GFBV) Başkanı Tilman Zulch, PKK'ya sert tepki gösterdi.

PKK, çocukları silâhlı mücadelede kullanmak için kaçırdı."


Focus Dergisi (16 Kasım 1998); "Bundes Kriminalamt (BKA) yetkilileri, PKK'nin kaçırdığı 87 çocugu Hollanda ve Belçika'daki kamplarda eğittikten sonra silâhlı çatışmaya göndereceğini vurguluyorlar."

Birleşmiş Milletler ve İsveç Çocukları Koruma Örgütü "Radda-Bamen" tarafından yayınlanan bir raporda ise, şöyle deniliyor;

"PKK şimdiye kadar küçük yaşlarda 3 binin üzerinde çocuğu kaçırıp, eğitim kamplarında ideolojik eğitim verdi.

Almanya, İsvec, Belçika, Hollanda, Suriye, Yunanistan, Türkiye, Irak, İran, Ermenistan'dan kaçırılan çocuklar, PKK tarafından silâhlı çatışmalarda kullanıldı."

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-39.htm



..

PKK - KADEK  KADEK'TE İNFAZLARIN SONU GELMİYOR,


Terör örgütü KADEK (PKK) içerisinde infazların sonu gelmiyor. KADEK yönetiminin talimatıyla iki örgüt sorumlusu daha öldürüldü.
KADEK'in yeni kurbanlarının;  örgütte 10 yılı aşkın bir süredir Merkez Komite üyeliği yapan Nasır kod adlı Faruk Bozkurt ve İskender isimli örgüt sorumlusu oldukları ortaya çıktı.

KADEK yönetiminin, örgüt içindeki antidemokratik uygulamalara karşı çıktığı ve örgüt politikasını eleştirdiği gerekçesiyle, Nasır kod adlı Faruk Bozkurt ve İskender adlı örgüt sorumlusunu Irak'ın kuzeyindeki örgüt kampında katlettiği açıklandı.

KADEK'ten kaçmayı başaran örgüt mensuplarının verdikleri bilgiye dayanılarak, internet ortamında duyurulan bir haberde, KADEK (PKK)'deki son infazlar tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serildi:

"Bir gece aniden bomba seslerine uyandık.  Elleri silâhlı bir grup, PKK'de yaklaşık 10 yıl Merkez Komite üyeliği yapmış olan Nasır (Faruk Bozkurt) ile uzun süredir dağlarda çatışan örgüt sorumlusu Suriye Kürdü İskender'i katlettiler.

Ertesi sabah Osman Öcalan tarafından yapılan açıklamada, 'Dün gece kimliği belirlenemeyen (!) bir grup tarafından kampımızdaki tutukevine sızma yapılmış, atılan bombalar sonucunda Nasır (Faruk Bozkurt) ve İskender hayatını kaybetmiştir. Nöbetçiler kimseyi görmediklerini söylüyorlar. Konu ile ilgili olarak bu açıklamanın dışında kimse bir şey söylemeyecektir' deniliyordu.

2000 yılının Haziran ayında örgüt muhalifleri tarafından yapılan açıklamada, Nasır'in (Faruk Bozkurt) tutuklandığı belirtilmişti. KADEK yönetimi, önce bunu inkâr etti, ancak örgüt yayın organı Serxwebun dergisinde yayınlanan bir değerlendirmede Nasır'ın tutuklandığını itiraf etti.

Kamuoyunun bildiği gibi, Rojhat (Mesut Buldan) da infaz edilmek üzere KADEK yönetimi tarafından tutuklanmıştı. Ancak amcasının kamuoyuna yaptığı açıklamalar sonucu Rojhat'in infazı engellenmişti.

Erzurum Karayazı ilçesinden olan Faruk Bozkurt ve Suriye Kürdü İskender ise, sahip çıkacak çevreleri olmadığı için KADEK yönetimi tarafından hunharca katledildi.

Faruk'un hayatını kurtarmaya yönelik girişimlerde bulunmaya çalışıldı. Ancak KADEK yönetimi tarafından sürdürülen infazlar yeterince kamuoyuna duyurulamadı. Kamuoyundan yeterli tepki gelmediğini gören Osman Öcalan ve taifesi de, Nasır ve İskender'i öldürterek, cinayetlerini sürdürmeye kararlı gözüküyor.

Dün PKK adina faaliyet gösteren 'Kürdistan İslam Hareketi'nin başkanı Abdurrahman Dürre'nin oğlu Berzan Dürre'yi, bugün PKK'de uzun yıllar yöneticilik yapmış olan Nasır (Faruk Bozkurt) ve İskender'i infaz eden KADEK yönetimi, acaba yarın kimi öldürtecek dersiniz?

Kürt evlatlarını teker teker katleden KADEK yönetimine karşı kamuoyu sessizliğini bozarak, hesap soracak mı?"

Faruk Bozkurt ve İskender isimli örgüt sorumlularının infazına ilişkin KADEK talimatı, geçen ay örgütün yayın organı Serxwebun dergisinde yayınlanmıştı.

Bakınız, KADEK Yönetimi, Nasır ve İskender'in infaz talimatını nasıl duyurmuştu;


"Komplonun içimizdeki uzantısı biçiminde, örgüte içten dayatılan, onu yıkmak ve dağıtmakla tehdit eden Nasır (Faruk Bozkurt) çizgisi, Nasır gerçeğiydi. Bununla yeterli ve güçlü bir biçimde mücadele edilemedi. Örgütümüz içerisinde değişik eğilimler, provokatif-tasfiyeci düşünceler ve yaklaşımlar vardı. 1999 süreci içerisinde bir dağınıklık gelişmişti. Nasır, 7.Kongre'ye hazırlıklı geldi. Tıpkı Semir gibi. Semir de, 2.Kongre'ye oldukça hazırlıklı gelmiş, birçok arkadaşı merkeze seçtirmek sözü vererek, kendi saflarına kazandırmıştı. Nasır da, 7.Kongre'de, yani strateji kongresinde örgütü dağıtacak ve örgüt yönetimini ele geçirecekti. En çok örgütten yana olduğunu söyleyen İskender'in bile, iki sefer örgütten gizli olarak Suriye Devleti ile görüşme yaptığını biliyoruz. Ancak gerekli tedbirler en kısa zamanda alınacaktır."

PKK (KADEK) yönetimi tarafından örgüt içindeki antidemokratik uygulamalara karşı çıktıkları gerekçesiyle, Tunceli kırsalında Karker kod adlı Mahmut Arda, Rojbin kod adlı Sema Yıldız, Yunanistan'da Aydın Şahin, Sevim Adıbeli, Sedat Bayraktar ve Levent Buker, Londra'da Mustafa Yaygir, Kuzey Irak'ta Nazime Aktürk, Almanya'da Doktor Rodi Demirkapı, Irak'ın kuzeyinde Berzan Dürre  infaz edilmişlerdi.

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-38.htm

1 Mayıs 2015 Cuma

PKK - KADEK KADEK'E AVRUPA'DA AĞIR DARBE




PKK - KADEK  KADEK'E AVRUPA'DA AĞIR DARBE



Avrupa Birliği'nin terör örgütü listesine alınmasından sonra ismini KADEK olarak değiştirerek Avrupa ülkelerinde rahat faaliyet göstermeyi hedefleyen terör örgütü PKK mensuplarına yönelik olarak güvenlik güçlerinin operasyonlaıi aralıksız sürüyor.

"Terör örgütüne üye olmak", "adam öldürmek", "çocuk kaçırmak", "haraç toplamak" ve "uyuşturucu satmak" gibi suçlardan dolayı terör örgütü PKK-KADEK sorumlusu bir terörist Almanya'da, 4 terörist ise İngiltere'de tutuklanırken, bir örgüt sorumlusu Fransa'da, diğeri ise Almanya'da ağır hapis cezalarına çarptırıldı.

Alman Federal Kriminal Dairesi (BKA) tarafından yapılan basın açıklamasında, terör örgütü KADEK (PKK) sorumlusu olduğu belirlenen Ali Zoroğlu isimli teröristin, "terör örgütü adına faaliyet gösterdiği" gerekçesiyle 6 Kasım 2002 tarihinde tutuklandığı vurgulandı. Kriminal Daire polisleri tarafından yakalanan Ali Zoroğlu isimli teröristin evinde yapılan aramalarda da, terör örgütü KADEK'e ait çok sayıda örgütsel dökümanın ele geçirildiği belirtildi.

Bu arada, terörist Abdullah Öcalan'ın yakalanması sonrasında Frankfurt'ta kamu düzenini bozarak, terör örgütü PKK adına şiddet eylemleri gerçekleştiren ve çok sayıda işyerine maddi zarar verdikleri belirlenen terörist Abdurrahman Çelebi ve Mustafa Külekçi isimli teröristlerin ağır hapis ve para cezasına çarptırıldıkları açıklandı.

Terör örgütü KADEK (PKK)'e bir büyük darbe de Fransız mahkemesinden geldi. Fransa'da Saint-Etienne Temyiz Mahkemesi, 8 Aralık 2002 tarihinde terör örgütü KADEK (PKK) sorumlusu Haşim Altay isimli teröristi, terör örgütü üyesi olmak ve adam öldürmek suçlarından 20 yıl ağır hapis cezasına çarptırdı. Fransız Savcı, terör örgütü PKK adına uyuşturucu, haraç ve silah kaçakçılığı faaliyetleri yürüttüğü belirlenen terörist Haşim Altay'ın, 1998 yılında Lyon kentinde, uyuşturucu gelirinin paylaşımı nedeniyle çıkan kavgada, Afrika kökenli Fransız yurttaşı Uvadi Bellavel'i, intikam duygusuyla öldürdüğünü vurguladi.

Öte yandan, 4 KADEK'li terörist Londra'da haraç topladıkları ve İngiltere'de yasaklanan terör örgütü PKK'ya yardım ettikleri gerekçesiyle, 27 Kasım 2002 tarihinde tutuklandılar. Southwark Kraliyet Mahkemesi'ne çıkartılan 4 KADEK (PKK) sorumlusu, terörle mücadele kapsamında 2000 yılında İngiltere Parlamentosu tarafından alınan kararları ihlal etmekle suçlu bulundular. Fransa'ya geçmek üzereyken Dover yakınlarında polis tarafından durdurulan teroristlerin kullandıklari araçta, Fransa'daki terör örgütü PKK sorumlularına götürülmek üzere 25.000 Euro ele geçirildi.

Almanya'nın  Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından 24 Mayıs 2002 tarihinde açıklanan "Terörizm Raporu"nda; "PKK'nın silahlı kadroları halen tehdit oluşturmaktadır. Avrupa ülkelerinde bağış adı altında haraç toplamayı sürdüren PKK, Medya TV ve Özgür Politika Gazetesi aracılığıyla  sempatizan kitleyi de yönlendiriyor" denilirken, Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanlığı Basın Bürosu'nun 6 Haziran 2002 tarihli basın açıklamasında; "KADEK'in, PKK'nın devamı olduğu, bu nedenle KADEK'e ait sembol ve sloganların da Almanya'da yasaklandığı" vurgulanmış, Almanya İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Eva Schmierer de; "PKK, adını KADEK olarak değiştirse de yasak kararı geçerli olacaktır" diyerek, PKK'nin isim değişikliğinin örgütün terörist kimliğini gizleyemeyeceğine dikkat çekmişti.

Uluslararası kamuoyu, Almanya, Fransa ve İngiltere'nin teröristlere yönelik bu yaklaşımlarını sürdürmelerini, diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelerinin de benzer uygulamalara yönelerek, yasaklı PKK'nın devamı olduğunu açıkca beyan eden KADEK'in biran önce AB terör örgütleri listesine alınmasını bekliyor.

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-42.htm

..


PKK - KADEK UYUŞTURUCU KAÇAKÇISI KADEK'E FRANSA'DA DARBE




PKK - KADEK UYUŞTURUCU KAÇAKÇISI KADEK'E FRANSA'DA DARBE



İngiltere ve Almanya'dan sonra, Fransa'da da uyuşturucu ticaretinde aktif rol oynayan terör örgütü KADEK (PKK) çetesine yönelik operasyonlar aralıksız sürdürülüyor.

Fransız polisi ve mali müfettişlerinin müşterek gerçekleştirdikleri operasyonunda, terör örgütü KADEK sorumluları Ömer Kara ve kardeşi Özgür Kara'nın, "uyuşturucu ticareti yaptıklari" gerekçesiyle tutuklanarak, cezaevine konuldukları belirlendi.

Le Progres Gazetesi'nde 9 Aralık 2002 tarihinde yayınlanan bir habere gore, terör örgütü KADEK adına Fransa'da uyuşturucu ticaretini yönlendirdiği belirlenen Ömer ve Özgür Kara kardeşlerin, uzun zamandır polis tarafından takip ve gözetim altında tutulurken, teröristlere ait işyerlerinin hesapları da mali müfettisler tarafından incelemeye alınmıştı.

Bu arada, Ömer ve Özgür Kara kardeşlerin tutuklandıkları gün, oturma ve çalışma izni olmayan 14 kişiyi yanlarında çalıştırdıklarının tespit edilmesi üzerine, polisin, terör örgütü sorumlularının "insan kaçakçılığı" ile ilgileri hakkında da soruşturmanın kapsamını genişlettiği öğrenildi.

Operasyonlar sonucunda cezaevine konulan KADEK sorumluları Ömer ve Özgür Kara'ya ait lokanta ile birlikte tüm işyerleri ve büroları kapatılırken, büro ve işyerlerinde ele geçirilen yasadışı kayıt ve dökümanların incelenmesine başlanıldığı kaydedildi.

Özgür Kara'nın, Fransa'da oturma izni alabilmek icin Fransız bir kadınla anlaşmalı bir evlilik yaptığını belirleyen adli makamlar, adı gecen teröristlerin Türkiye'ye iade edilebileceklerini belirtiyorlar.

Terör örgütü KADEK (PKK)'in sadece Fransa'da değil, Almanya ve İngiltere'de de uyuşturucu ticaretinde aktif rol oynadığı biliniyor. Nitekim, 4 Ekim 2002 tarihinde terör örgütü KADEK'in Almanya'daki uyuşturucu ticaretinden sağladığı 28.500 Euro'yu ülke dışına çıkarmak isteyen 28 yaşındaki bir örgüt kuryesinin Hannover'de yakalanmasından sonra, operasyonlarını sürdüren Alman polisi, 8 Ekim 2002 tarihinde Hannover'de terör örgütü KADEK üyesi 2 kişiyi 7 kg saf eroinle birlikte ele geçirmişti.  Eylül 2002 ayı başında Hannover'de gerçekleştirilen bir başka operasyonda ise, KADEK üyesi Birsen E. isimli  terörist, 11 kilogram eroini Aşagi Saksonya'da piyasaya sürmeye çalışırken yakalanmıştı.

Almanya'da haftalık yayınlanan Stern Dergisi'nde (Eylül 2002) yayınlanan bir haberde ise, "Hamburg'taki eroin piyasasının terör örgütü PKK'nın kontrolunde olduğu, Hamburg'da her gün 400 bin Mark tutarında uyuşturucu satışı yapıldığı, kentte eroin satan KADEK üyesi 4 kişinin, uyuşturucu satışından elde edilen yüklü miktardaki parayı örgütün Kuzey Irak'taki kamplarına aktardığı vurgulanmıştı.

9 Kasım 2002 tarihinde ise, İngiltere'nin başkenti Londra'daki Haringey semtinde, "uyuşturucu gelirinin paylaşımı" nedeniyle çıkan bir çatışmada, Abdullah Baybaşin'in mağazasını basan yaklaşık 150 kişiden oluşan KADEK çetesi, 2 kişiyi öldürmüş, çok sayıda kişiyi de yaralamışlardı.

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-44.htm


PKK - KADEK KANADA DA KADEK'İ TERÖR ÖRGÜTLERİ LİSTESİNE ALDI,



PKK - KADEK  KANADA DA KADEK'İ TERÖR ÖRGÜTLERİ LİSTESİNE ALDI,



Avrupa Birliği tarafından terör örgütleri listesine alınması sonrasında ismini KADEK olarak değiştirerek güvenlik güçlerinin takibinden kurtulmayı hedefleyen PKK, kimseyi kandıramıyor.

ABD'den sonra, Kanada'nın da PKK'nın devamı olduğu belirlenen KADEK'i "terör örgütleri listesine" alarak, KADEK'in ve yan kuruluşlarının tüm mal varlığına el koyduğu ve mali işlemlerini durdurduğu açıklandı.

"Kurdish Media" isimli internet sitesinde Mirza Nammo imzasıyla 30 Aralık 2002 tarihinde yayınlanan bir makalede, "Kanada'nın terör örgütleri listesine birkaç yeni örgütü daha eklediği ve ülkede faaliyet gösteren söz konusu örgütlerin, Kanada'nın ulusal güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle yasaklandıkları" vurgulandı.

Mirza Nammo imzalı makalede şöyle deniliyor; "Kanada Hükümeti, geçen hafta aldığı bir kararla, aralarında PKK'nın devamı olduğu belirtilen KADEK'in de yer aldığı, birkaç örgütü terör örgütleri listesine ilave etti. Kanada Hükümeti, listede yer alan örgütlere üye olanların ya da yardımda bulunanların hapisle cezalandırılacaklarını ya da sınır dışı edileceklerini vurguluyor. KADEK'in terör örgütleri listesine dahil edilmesiyle birlikte, Kanada'da faaliyet gösteren örgüt mensupları veya örgüte yardım ettikleri belirlenen sempatizanlar tutuklanarak, Türkiye'ye iade edilecekler."

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından 8 Aralık 2002 tarihinde yapılan basın açıklamasında, terör örgütü olarak nitelendirilen KADEK'in, mal varlığının dondurulduğu ve tüm mali işlemlerinin durdurulduğu vurgulanmıştı.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Richard Boucher; "PKK, ismini KADEK olarak değiştirmiştir. KADEK'in, faaliyetlerinin yakından takip edilmesi sonucunda, PKK'nın devamı olduğu ve aynı koşulları taşıdığı belirlenmiştir. Üst düzey sorumlular tarafından PKK'nın yeniden örgütlendiği iddia edilmektedir. Ancak, PKK ile KADEK'in liderleri ve üst düzey yöneticileri aynı kişilerdir. KADEK de PKK gibi terör eylemlerini sürdürmektedir. ABD'nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK'nın yanına KADEK ismi de eklenmiştir. KADEK'in mal varlığının dondurulması ve yasal işlemlerinin durdurulmasına yönelik olarak, Dışişleri Bakanlığı ve Hazine Bakanlığı gerekli yaptırımları başlatmışlardır" diyerek,ABD'nin isim değiştiren terör örgütlerini izlemeye devam edeceğine, dolayısıyla bu örgütlerin isimlerini değiştirerek, yasal yaptırımlardan kaçamayacaklarına dikkat çekmişti.

Almanya Bavyera Eyaleti İçişleri Bakanlığı Basın Bürosu'nun 6 Haziran 2002 tarihli basın açıklamasında ise; "KADEK'in, PKK'nın devamı olduğu, bu nedenle KADEK'e ait sembol ve sloganların da Almanya'da yasaklandığı" vurgulanırken, Almanya İçişleri Bakanlığı  Sözcüsü Eva Schmierer de; "PKK, adını KADEK olarak değiştirse de yasak kararı geçerli olacaktır" diyerek, PKK'nın isim değişikliğinin örgütün terörist kimliğini gizleyemeyeceğine işaret etmişti.

Bu arada, Almanya'da Koblenz Savcılığı ve polisi tarafından geçen hafta gerçekleştirilen operasyonlarda, "Almanya'da yasaklı bulunan terör örgütü KADEK (PKK) adına faaliyet gösterdikleri" gerekçesiyle çok sayıda örgüt mensubunun yakalandığı kaydedildi.

Terör örgütü KADEK'in yayın organı Özgür Politika Gazetesi'nde 23 Aralık 2002 tarihinde yayınlanan bir habere gore; "Eski adıyla PKK, yeni adıyla KADEK'e yardım ve yataklık yaptıkları" gerekçesiyle Koblenz polisi tarafından yakalanan Hasan Karakuyu ve A.Kerim Aslan'a 4 ay hapis, 2 bin Euro para cezası, Ramazan ve Gülşen Ergat'a 2 yıl hapis, 26 bin Mark para cezası, Abdurrahman, Halime ve Nurullah Yıldız'a ise 3500'er Mark para cezası verildiği, ayrıca orgut mensuplarının ve yandaşlarının hiçbirinin iltica taleplerinin kabul edilmediği ve sınır dışı etme uygulamasının sürdürüldüğü vurgulandı.

Uluslararası kamuoyu, teröristlere yönelik bu yaklaşımların diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelere de örnek olmasını ve PKK'nın devamı olduğunu açıklayarak, şiddet eylemlerini tırmandırmaya devam eden KADEK'in, AB'nin terör örgütleri listesine alınmasını bekliyor. 

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-47.htm

..


PKK - KADEK YUNANİSTAN'IN TERÖR ÖRGÜTLERİNE DESTEĞİ SÜRÜYOR




PKK - KADEK  YUNANİSTAN'IN TERÖR ÖRGÜTLERİNE DESTEĞİ SÜRÜYOR



Yunanistan'da faaliyet alanı bulan terör örgütleri, Atina'da finansman teminine yönelik propaganda faaliyetlerini yoğun şekilde sürdürüyorlar. 

Avrupa Birliği ve ABD'nin "terör örgütleri" listesinde yer alan terör örgütü PKK'nın (yeni adı KADEK), gelir temin etmek amacıyla başkent Atina'da yürüttüğü etkinliklere, Yunanistan emniyet birimleri müdahalede bulunmuyor.

Terör örgütü KADEK (PKK) mensupları tarafından 14 Aralık 2002 tarihinde Atina Üniversitesi'nin önünde açılan iki standta, terör örgütü PKK flaması ve teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın resimleri sergileniyor. Terör örgütü KADEK (PKK) mensupları, örgüte finansman temini amacıyla, Yunanistan'da basımı gerçekleştirilen terör örgütünün propagandasını içeren "Kürdistan'ın Sesi Dergisi"nin yeni ve eski sayılarının satışını yapıyorlar. Ayrıca, terör örgütü güdümünde faaliyet gösteren "Kürdistan Kızılayı" tarafından da 21 Ocak 1997 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından kapatılmış olan Kuzey Irak'taki Etruş Kampı'nda yaşadığı iddia edilen Kürt çocukları için "yardım"(!) adı altında para toplanıyor. Atina şehir merkezinde gerçekleştirilen etkinliklerde elde edilen paraların, teröristlerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla Irak'ın kuzeyinde terör örgütü kamplarına aktarıldığı vurgulanıyor.

Bu arada, Yunanistan'da terör saldırılarına kurban gidenlerin yakınları tarafından Yunan Parlamento binası önünde düzenlenen "terörü lanetleme" gösterisinde yapılan basın açıklamasında; "Yunan Hükümetleri'nin teröristlerle mücadelede başarısız olduğu gözlenmektedir. Ne amaçla olursa olsun, tüm teröristlere karşı, mücadele edilmeli, başka ülkelere zarar veren katiller de cezasız kalmamalılar. Teröristlerin, kendilerini demokrasinin üzerinde görmelerine izin verilmemelidir" denilerek, Yunan Hükümeti'nin PKK (KADEK) ve diğer terör örgütlerine karşı hoşgörülü yaklaşımı terk etmesi cağrısında bulunulmuştu.

Uluslararası kamuoyu, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin, "Küresel terörizme karşı mücadelede terörist örgütler listesinde yer alan tüm terör örgğtlerinin finansman kaynaklarının kurutulmasına" yönelik hukuki kararları çercevesinde, tüm ülkelerin terör örgütlerinin para toplama faaliyetlerine karşı gerekli tedbirleri almasını bekliyor.  

http://www.angelfire.com/dc/arastirma/tw033-48.htm


.

Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi



Kadınların Eşitlik ve Özgürlük Mücadelesi 



Galip Baysan
Pazartesi, Mart 09, 2015

Bu gün birisi çıkıp da bana “Size göre günümüz Türk ve İslam Dünyasının en büyük ve en önemli sorunu nedir?” diye sorsa vereceğim cevap öncelikle      “ Kadınlar ve Kadın Hak ve özgürlükleri” olacaktır. Ve ne yazıktır ki Türk ve İslam Dünyasında bu konunun önemini anlamış pek az insan mevcuttur. Bu ülkelerde kadın deyince akla hemen 90-60-90 rakamlarının kadını gelir. Oysa kadın denince ilk anda akla Anneler gelmelidir, çünkü her kadın bir anne veya anne adayıdır. Bu nedenle toplumda daima saygın bir yere, saygın bir değere sahip olmalıdır. 
Atatürk’ün bütün karşı çıkışları ve engelleri bertaraf ederek bir anda kadınlarımıza verdiği hak ve özgürlükleri elde etmek için Dünya kadınları yüz yıllarca uğraşmış ve çok büyük mücadeleler vermişlerdir. 8 Mart Dünya kadınlar gününü kutlarken ülkemizde ve bütün medeni âlemde bu kadınların mücadelelerinin en azından hatırlanmasının gerekli olduğuna inanıyoruz.  
 Dinde Reform Hareketinin ve Protestan Mezhebinin ünlü lideri Martin Luther “ Evlilik kutsanmış değil, dünyevi bir iştir” sözleri ile evlilik anlayışına yeni bir yorum getirmiştir. Martin Luther de masa başı sohbetlerinde “ Kadın evde oturmalıdır” sözleri ile klasik çizginin dışına çıkmamıştır.(1) Ondan bir şeyler bekleyen kadınlar hayal kırıklığı yaşamışlardır.
Rönesans’la birlikte büyük bir özgürlük akımı oluşmuşken, kadınla erkeğin arasında daha fazla eşitlik olabileceği düşünülüyordu. Ancak yine kadın hak ve özgürlükleri konusunda ciddi bir atılım yapılamadı ve Fransız İhtilaline kadar hiçbir gelişme olmadı.
Kadınlar 1789 yılında başlatılan ihtilal hareketi içinde aktif roller üstlendiler. Mevcut yasalar gereği oy verme hakları yoktu ve devrimci örgütlerin çoğuna kadın oldukları için kabul edilmiyorlardı. Önlerine çekilen bu kalın setleri aşmak için kadınlar kendi örgütlerini kurdular. Paris’te ve 30 kadarı taşrada kurulmuş olan “ Devrimci, Cumhuriyetçi Kadın Yurttaşlar Kulübü” böyle kurulmuştu.(2)

Bayan Concordet’in   çıkışından sonra erkek çocukların, kız çocuklar karşısındaki miras öncelikleri kaldırılıp, bu alanda eşitlik ilkesi benimsendi. 1792’de yasalarda boşanma hakkı tanındı. Ancak Cocordet’in giyotinle idam edilmesinden sonra önerileri unutuldu. 
Olympe de Gauges 1791 Eylülünde yayınladığı “Kadın ve Kadın Yurtdaş Hakları Bildirisi”nde isteklerini şöyle belirtmekteydi. “ Haklar bakımından özgür ve erkeklerle eşit doğan kadınlar, erkeklerin toplumda çekip ellerinden aldıkları doğal haklarından yararlanmalıdırlar. Kadınlar bütün haklarını elde etmedikleri sürece Devrim tamamlanmış olmayacaktır. Bildirinin onuncu maddesinde de şu ünlü sözü söyleyecektir. “İdam sehpasına çıkma hakkı olan kadının kürsüye de çıkma hakkı da olmalıdır.”   
    
 Aykırı fikirlerinden dolayı 20 Temmuz 1793’te tutuklandı, 2 Kasımda ölüme mahkûm edildi ve bir gün sonra giyotine gönderildi. Yıllarca peşinde koştuğu kürsüye çıkma hakkı kendisinden esirgenmişti ama sehpaya çıkma hakkı esirgenmedi.(3)
 Onunla birlikte yayınladıkları “Kadınların Hakları” Belgesine imza atan mücadele arkadaşı Rose Lacomb’un kadın hakları konusunda Meclise açtığı savaş da başarısızlıkla sonuçlandı ve Bayan Lacomb’un da başı sehpada giyotinle uçuruldu.(4)
Sehpada can veren kadın savaşçılardan biri de Madam Roland dı (1754–1793). 
1793 yılında diğer arkadaşları gibi o da sehpaya götürülürken söylediği şu sözler yıllarca hafızalardan silinmedi: “ Ey özgürlük senin adına ne cinayetler işleniyor.”
 Erkek devrimcilerin 30 Ekim 1793 yılında hazırladığı bir raporla kadın kulüpleri ve kadınların siyasi haklarını kullanmaları yasaklanmıştır. Yine de kadınların mücadelesi bazı önlemlerin alınmasına imkân sağlamıştır. Medeni hakların tanınması, mirasta eşitlik, gerektiğinde karşılıklı anlaşma ile boşanma bunlar arasındaydı.(5)
Devrimin birçok düşüncesi gibi, eşitlik anlayışı da kısa bir süre sonra hızını kaybetti. Ünlü Talleyrand “ Kız çocukları okullara ancak 8 yaşına kadar kabul edilebilir” derken; Napolyon Bonaparte döneminde yayınlanan “Medeni Kanun” da kadınları yeniden aile reisinin, yani erkeğin egemenliği altına sokacaktı.
 Kadın hakları konusunda en büyük mücadelerden birini bayan Germain vermişti.Ona en yakın insan şüphesiz babası, dönemin ünlü Maliye Bakanı Jacques Necker idi ve her fırsatta “Ben Nekerin kızıyım, ona layık olmaya çalışacağım” diye bundan gururla bahsederdi. Napoleona “Fikir korkağı” dediği duyulunca Napoleon da onun için “Onu ezeceğim, yok edeceğim” demişti. Bu tehditleri duyan Germain aldırmamış ve şu ünlü sözleri söylemişti: “ Haksız bir güce karşı direnmenin temelinde bir tür bedensel zevk yatar.”
 Kadınların oy hakkı ile siyasi haklardan mahrum edilmesini savunan fikirler çoğunluktaydı. Mesela ünlü düşünürler Adam Smith, Hegel, Kant, Rousseau ve Nietche’nin kuramları temelde birçok bakımdan birbirinden farklı olduğu halde, kadınlarla ilgili görüşleri açısından şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyorlardı. Kadınların siyasi statüden yoksun bırakılmalarını; biyolojik doğalarına bağlı ve haklı görüyorlardı. Kadınların ruhsal yapılarının “ Yumuşak, boyun eğici, duygusal, us dışı” olduğunu dile getiriyorlar ve kadınların ev içi ile sınırlı kalmalarını ısrarla vurguluyorlardı.(6)
Haklar konusunda kadınlara açıkça destek veren ilk siyasi liderlerden biri, iktisatçı, filozof John Stuart Mill (1806–1873) olmuştu. 
Jeremy Bentham ve John Stuart Mill kadınların vatandaşlık haklarına sahip olmalarını savunmakta ve “İnsan ırkının bu yarısını, moral açısından erkeklere eşit” saymaktaydılar. J.S.Mill “Kadınların Boyun Eğmişliği”  ( Subjection of Women) başlıklı kitabında, kadınların oy hakkı kazanmalarını, hukuk sistemine dâhil edilmelerini, siyasal, medeni ve toplumsal tüm haklara toplumdaki tüm erkek vatandaşlarla eşit bir şekilde kavuşmalarını bir özgürlükçü talepler dizisi olarak sunmaktadır. O, Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde “ doğuştan tabii haklar” olarak tanımlanan hakların yalnız bir tek cinse  (erkeklere) özgü olamayacağını ileri sürmekte, “ cinsiyet aristokrasisini” şiddetle reddetmekte, erkeklerin hukuk ve siyasal pratikte kadınlar üzerindeki iktidarlarını “Medenileşmiş toplumun sonuncu zorbalığı” olarak nitelemektedir.(7)
  Savaş sonunda Anayasa’da yapılan bir değişiklikle köleliğe son verilip(8), zencilere oy hakkı tanındığı halde bütün mücadelelerine rağmen kadınlar bu haktan yoksun bırakıldılar. Kölelere tanınan haklar annelerden esirgendi. (9)

Elisabeth Candy Stanton ve arkadaşları Newyork’ta yapılan  bir toplantıdan önce büyük bir hamleye daha imza attılar ve 1845 yılında “Kadınların İncilini”  ( Women’s Bible)’ı yayınladılar. Bu kitapta hemen hemen bütün tek tanrılı dinlerde ortak olan Âdem ile Havva öyküsü farklı bir şekilde yorumlanıyordu. Esasta Havanın davranışı Âdemin davranışından daha üstün bir değer taşıyordu. Yasak sadece Âdeme konmuştur ve o her şeyi sessizce izler, araya girmemiş ve eşini soğukkanlılıkla ele vermiştir. Bu kabul edilemez bir davranıştır ve cennetten kovulma olayının esas suçlusu Havva değil âdem’dir. Bu olayı (10) yorumlayanlar açıkça Havaya haksızlık yapmışlardır
1890 yılında kadınlar kendilerine karşı olan tutum ve davranışların ana nedeninin kutsal kitaplar olduğunu görünce, bu konuyu yeniden ele alıp meselenin üstüne gitmeğe karar verdiler ve “İncili gözden geçirme komitesi” ni kurdular. Bunun yanında aynı yıl kurulan “Amerikan Ulusal Kadın Oy Hakkı Derneği” ( National American Women Suffrage Association) ülkenin tümünde kurulan bölgesel örgütleri bir araya getirdi. 1903 yılında bir büyük hamle daha yapılarak “Oy Hakkı Uluslar arası Kadın Birliği” kuruldu. Böylece ABD’de sağlanan güç birliği sayesinde, 1914’den itibaren bir kısım Batı eyaletlerinde, 26.8.1920’den itibaren de bütün ülkede kadınlara oy verme hakkı sağlandı.(11)

DİPNOTLAR:

(1)    Server Tanilli: Fransız Devriminden Portreler, s.229–230 ( İstanbul–1995)
(2)    Necla Arat: Feminizmin ABCsi, s.24–25 (Simavi Yayınları)
(3)    Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232; N.Bensadon, s.41–42  Serpil Çakır: Osmanlı Kadın Hareketi, s.13 (İstanbul–1944) ;S.Tanilli, s.232;   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s. 41-42  (İletişim Yayınları, İstanbul–1990)
(4)    S.Tanilli, s.232  
(5)    Norgand Kohlhagen: Dünyayı Değiştiren Kadınlar, s.30–31 (İstanbul–1993) 
(6)  N.Arat, s.17
(7)  Aynı Eser, s.20
(8)      “      “   ,s.32
(9)      “      “   ,s.33
(10)   Ney Bensadon: Başlangıçtan Günümüze Kadın Hakları, s.14 ( İletişim Yayınları İstanbul–1990) 
(11)    Aynı Eser, s.53–54 

Dr. M. Galip Baysan

http://haberguncel.blogspot.com.tr/2015/03/kadinlarin-esitlik-ve-ozgurluk-mucadelesi-galip-baysan.html

.