27 Kasım 2015 Cuma

İSRAİL SENİNLE GURUR DUYUYOR



İSRAİL  SENİNLE  GURUR  DUYUYOR




Ali Özsoy
07.08.2008


İsrail seninle gurur duyuyor!

Simon Peres niçin Tayyip Erdoğan’a hayran

Tüm dünya kamuoyu İsrail’in Lübnan’ı işgalini ve katliamlarını nefretle kınayarak izliyor. Mazlumların emperyalizm ve Siyonizme kini ve savaşma azmi artıyor. Türkiye’de bu hisler çok daha güçlü ortaya çıkıyor. Sağlı sollu tüm partiler “taban” dedikleri Türk Milleti’nden kopmamak için bu konuda genellikle hümanizmin ötesine geçmeyen kınama açıklamaları yapıyor.
ABD’nin asla izni dışına çıkamamış siyaset kurumunun halkı kandırmak için ortaya serdiği klasik bir oyundur bu. Türk Milleti İsrail’e düşmandır. Ama bunlar düşman olamaz. O yüzden görüntüyü kurtarmak zorundadırlar.
Bu kukla oyununu bırakırsak ve İsrail’in en azılı Siyonistlerinden bakan Simon Peres’in açıklamalarına kulak verirsek, sadece Türkiye için değil, “Büyük Ortadoğu” dedikleri bölge için çok açık bir gerçeği hemen görebiliriz.
AKP’li milletvekili ve hükümet üyelerinin timsah gözyaşlarına kanmayın. Bakın Peres ne diyor: “Türkiye’de AKP’nin iktidar olması hem İsrail için hem de dünya için çok büyük bir fırsattır. AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a İsrail olarak hayranız. Teşekkürlerimizi iletiyoruz.”
Bu kadar basit. Peres AKP hükümetinin ilk aylarında da “AKP bizim için Türk lokumu” demişti. Bu sözleri ise Lübnan’ın güneyinde Kana Kasabası’nı İsrail kasapları bombaladıktan ve 50’ye yakın çocuğu katlettikten hemen sonra söylendi.

Rastlantı değil... İsrail’e en dost hükümet

AKP iktidarına İsrail ne kadar hayran olsa yeridir. Çünkü AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le en sıkı ilişkiler kuran, askeri, ekonomik ve siyasi her alanda işbirliğinin geliştirildiği ve en son İsrail’in Lübnan işgalinde olduğu İsrail politikalarına Türkiye hükümetinin en çok angaje edildiği bir dönemin sorumlusudur.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İsrail’e en çok resmi gezi AKP döneminde gerçekleşmiştir. En çok bakan, başbakan ve resmi heyet AKP iktidarı döneminde İsrail’e gitmiştir. Yine İsrailli bakan, başbakan ve Cumhur başkanlarının Ankara’ya en çok geldikleri dönem AKP iktidarı dönemidir.

AKP’nin TBMM’de büyük bir çoğunluğunu ele geçirdiği son dönemde tarihimizde ilk defa Meclis’te “Türk-İsrail Dostluk Grubu” kurulmuştur. 160’ı aşkın “İsrail Dostu”yla en kalabalık dostluk grubunu AKP’li milletvekilleri kurmuştur.
Devam edelim.

AKP iktidarı sayesinde İsrail sermayesi ilk defa Türkiye’de stratejik kaynaklara el koymuştur. AKP iktidarı sayesinde İsrail’in satın aldığı Türk toprakları ve gayrimenkulları kat kat artmıştır.

Ve tüm bunlar ne zaman oldu? İsrail’in Filistin’e en vahşice saldırdığı dönemde bu “hayranlık duyulacak büyük dostluk” inşa edildi. Filistin direniş liderlerinin suikastla katledildiği, Arafat’ın zehirlenerek şehit edildiği, Filistin mülteci kamplarında İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirdiği ve İsrail’in Filistin topraklarını duvarlarla bölüp, yeni işgallere giriştiği bir dönemde, Tayyip Erdoğan Peres’te ve İsrail devletinde “hayranlık” uyandıracak bir “bölgesel liderlik” örneği ortaya koydu.
Aslında sadece AKP’ye değil, Türkiye’de gerici siyasi akımın tüm geleneğine ABD ve İsrail çok şey borçludur. Bugünden geçmişe tek tek örnekleri sıralayalım.
Sabetayist arayanlar aynaya baksın
ABD ve İsrail dostlarının Batı emperyalizmine bu sadakatini neyle açıklamalı?
İslamcılar komplo teorilerine çok meraklıdır. Herkes de bir Yahudi kanı ararlar. Özellikle son yıllarda dönmeler ve Sabetayistler üzerine teoriler ve spekülasyonlar ortalığı çok sardı.
Soner Yalçın’ın bir nevi Sabetayistlerin tarihini yazdığı Efendi-1 kitabını gericiler çok sevmişti. Soner Yalçın kitabında böyle bir şey demese bile hepsi Atatürk’ün dönme olduğu imaları ve iddialarıyla Türk Milleti’nin değerlerine her zamanki gibi saldırmaya başlamışlardı.
Atatürk’ün damarlarındaki asil Türk kanından kimse en ufak bir şüphe duymaz. Zaten tersi bir durum olsaydı ağızlarından köpükler saçarak bu konuyu kaşırlardı.
Ama Soner Yalçın, Efendi-2 kitabıyla İslamcı gelenek içindeki Sabetayist ve dönmeleri ortaya saçınca birdenbire tüm İslamcı kesim komploculuk karşıtı kesildi. Bunlar saçma sapan teorilermiş, dönme iddiaları derin devletin uydurmalarıymış.
Nakşi şeyhleri, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen’in ırki ve dini olarak Yahudiliğe bağları var mı bilemeyiz. Soner Yalçın gibi geniş araştırma olanaklarımız yok. Özellikle Fethullah’ın Aksiyon dergisi bu konuda aşırı hassaslaşmış durumda. 

Yarası olan gocunur.

Kısacası her taşın altında Yahudi arayan gericilere tek öğüdümüz var. Dönün ve aynaya bakın. Genetik olarak Yahudi değilseniz bile ruhen ABD ve İsrail’in uşağısınız. Zaten Museviler sizi Musevi olarak da görmek istemez. Hizmetkarlar Musevilik dinine geçemez.

AKP Yahudi sermayesinin bekçisi

Gericiler gözlerini kısıp, tüm dünyadaki Siyonist komplodan bahsetmeyi, uluslararası Yahudi sermayesinin başımıza ördüğü çoraplardan bahsetmeyi çok severler.

Meğersem bu arka sokak tüccarlarının tüm derdi Yahudi sermayesinin desteğiyle biraz da kendi ceplerini doldurmakmış.

AKP iktidarı sayesinde adeta masal kahramanı gibi adından o çokça bahsedilen “uluslararası Yahudi sermayesi” Koç’u, Sabancı’yı veya herhangi bir yerli acentayı da aşarak tüm endamıyla Türkiye’nin içine girdi.
AKP iktidarının ekonomideki en kahramanca (!) ve şiddetli olarak verdiği mücadele, dünyaca meşhur Yahudi tefecisi Sami Ofer’i Türkiye’ye usulsüz ihaleler, kamu teşekküllerinin kanunsuz hisse satışları kanalıyla sokmak oldu. Yasalara karşı amansız bir mücadele veren Tayyip Erdoğan ve Kemal Unakıtan, bu talancı Yahudi sermayesine karşı çıkanları, “ırkçı ve antisemitist” olmakla suçladı.
Böylelikle on binlerce Müslümanı “helal sermaye, faizsiz kazanç, İslami kalkınma” palavralarıyla kandırıp dolandıranlar, Türkiye’ye Yahudi sermayesini fiilen, aracısız ilk sokan “kazanç ortakları” olma şerefine ulaştı. Sadece İsrail devleti değil, Yahudi sermayesi de sizinle gurur duyuyor.

Sınırlar İsrail’e, Telekom CIA-MOSSAD’a

Bu kadar yeter mi?

Yetmez. Siyonistin hayranlığını kazanmak için daha çok hizmet gerekir.
Devam edelim.

Bugün İsrail Lübnan’da bu kadar kolay katliamlar düzenliyorsa nedeni Suriye birliklerinin ABD ve tüm Batı dünyasının baskılarıyla Lübnan’dan çıkarılmış olmasıdır. Bu dönemde Abdullah Gül, Beşar Esad’ın kulağını çekip, akıllı olması için uyarmak gibi büyük bir misyon üstlenmişti. Washington, Tel Aviv ve Şam arasındaki “mekik diplomasisi” başarılı oldu diyebiliriz. Bugün Lübnan İsrail’in saldırılarına karşı korunmasız. Suriye de saldırılacak ülkeler sırasına girdi.
Ama AKP iktidarının İsrail’e hizmetleri bunlarla da sınırlı değil. Bilindiği gibi Lübnan’dan Suriye’yi çekilmek zorunda bırakan olaylar dizisi Hariri isimli Batı ve İsrail yanlısı bir sermaye babasının öldürülmesiyle başlamıştı. Lübnan’da Soğuk Savaş döneminden kalma, Batı tarafından örgütlü işbirlikçi ve Ortadoğu’nun genel nüfusuna aykırı etnik gruplar Hariri lehine, Suriye aleyhine gösterilere başlamış, Müslüman Arap nüfus ise karşı gösteriler yapmıştı.
Ama Hariri ailesine en ballı başsağlığı taziyesini yine AKP sundu. İsrail-ABD-İngiliz sermayesine paravanlık eden Hariri’nin Oger firması AKP sayesinde, Türkiye’nin en büyük ve en kârlı kamu kuruluşuna, Telekom’a el koydu.
Bu özelleştirmenin ekonomik yağma olarak ihanet kısmını bir tarafa bırakıyoruz. Sadece istihbarat anlamında AKP’nin, CIA ve MOSSAD’a ne büyük bir hizmet yaptığını daha geçtiğimiz haftalarda gazetelere yansıyan küçük bir haber ortaya çıkarıyor. Telekom’da çalışan 10 İngiliz, ajanlık suçlamasıyla gözaltına alındı.
Artık her gün ortaya çıkan Türk Ordusu’nun komutanlarına yönelik tele-kulak skandalları, suçsuz insanlara “telefon kayıtları” vesilesiyle komplolar düzenlenmesi olayları Türkiye için olağan olaylar haline gelmiştir. Sadece İsrail değil, CIA ve MOSSAD da sizinle gurur duyuyor.

Bu arada AKP’nin Türkiye-Suriye sınırlarını mayın toplama adı altında İsraillilere teslim etmek istemesini de hatırlatalım.

İsrail daha ne ister?

İsrail ile AKP ortak Filistinli toplama kampı kuruyor
Daha fazlasını da ister? İsrail’in istekleri bitmez. Ve AKP’nin tüccar kafalı olmakla övünen Başbakanı ve bakanları da bu isteklere hemen atlar.
Tayyip Erdoğan’ın son İsrail gezisinde imzalanan ve “büyük ticari proje”, “bölgesel barışın güvencesi”, “Türkiye’nin liderlik misyonu” olarak adlandırılan anlaşma bunlardan biri. İsrail Filistin’i parça parça işgal ederken, halkını da kendi topraklarında duvarlar örerek hapsediyor.

Tayyip Erdoğan ise bu duvarların çevireceği bir “serbest ticaret ve sanayi bölgesi”nde İsrail-Türk sermayesinin ortaklığıyla İsrail ile Filistin arasında “ekonomik ve ticari ortaklık temelinde barış köprüsü” kurmak hayalleri kuruyor.
Açıklama bu yönde. Ama gerçek ne?

İsrail Filistin halkından gasp ettiği topraklarda Filistinlileri karın tokluğuna işçi (ya da köle diyelim) olarak çalıştıracağı kârlı çalışma kampları kurma derdinde. Kendi güvenliğine çok düşkün olduğu için Filistinli işçileri Tel Aviv’de Kudüs’te görmek istemiyor. Ve bu toplama kampına bulduğu en iyi ortak Tayyip Erdoğan.
Kendisinin Filistinlileri de ikna edeceğini umuyorlar. Filistinlilere AKP eliyle İsrail’den gelecek barış ve özgürlük ancak böyle olur. “Serbest ticaret ve sanayi bölgesinin” duvarlarına da büyük harflerle şu sloganları yazsınlar: “Arbeit macht frei”, “Kazancımız faizsiz ve helâldir.”

Arafat’ın ölümüne sevinen “Müslümanlar”

Arafat’ın ölümüne dünyada en çok kimler sevindi?

Hatırlayalım. Bush bunu terörizmi kapatacak yeni bir dönemin başlangıcı olarak adlandırdı. ABD’ye göre zaten dünyadaki tüm Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve liderleri teröristtir. Zamanında Atatürk için de ABD gazeteleri ve devlet adamları “eşkıya” derdi.

Arafat ölünce İsrail resmi bayram ilan etti. Sokaklarda Siyonistler dans etti.
Türkiye’de ve tüm Müslüman dünyada ise halk adeta Filistin direnişinin adı haline gelmiş Arafat için yas tutarken, bir büyük dış politika atılımı için daha heyecanlanan Abdullah Gül tıpkı Bush gibi sevincini saklayamadı. “Bundan sonra barış için daha uygun bir ortamın ortaya çıktığını” duyurdu.

Barış dedikleri, teslimiyet ve esaret. Arafat yaşarken gerçekten de buna asla boyun eğilmeyeceği ortadaydı. HAMAS ve El Fetih gerginliğine bu yüzden İsrail gibi en çok AKP sevindi. HAMAS lideri Türkiye’ye çağrıldığında Tayyip Erdoğan ABD ve İsrail’deki efendilerini kızdırmamak için kendisinden köşe bucak kaçtı. Dünyaya da “Biz Hamas’ı terörizmden vazgeçirmek için çağırdık” dediler. Kendi tabanlarına ise yüzsüzce İslamcı bir Filistin iktidarını destekledikleri propagandasını yaptılar. Sonunda yine İsrail’i memnun etmeyi başardılar.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor. Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda. Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.
K. Irak’a girmek “delilik”, Lübnan’da İsrail emrine girmek “fırsat”
AKP’nin İsrail için yapabileceği daha ne kalmış olabilir diyenler biraz beklesin.
AKP’nin kalan son bir hizmeti var: AKP İsrail için paralı askerlik yapmak için fırsat kolluyor.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor.

Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda.

Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.

Zaten İsrail’i tüm laf ebeliklerine rağmen bir kez bile Lübnan saldırılarından dolayı kınamayan AKP, kendisine biçilen yeni görevi memnuniyetle kabul etti.
Bush-Olmert’in güvendiği savaş gücü AKP
İşte AKP için “bölgesel liderlik” fırsatı doğdu. İsrail’in paralı askeri olarak Arap direnişine karşı Türk çocukları Güney Lübnan’a sokulacak. Hem Tayyip Erdoğan hem de Abdullah Gül buna ilkesel olarak onay verdiler. Hatta Tayyip Erdoğan heyecanla Blair ve Bush’la konuyla ilgili görüşmelere başladı.
İşte Cüneyt Zapsu’nun ABD’de bahsettiği “kullanılma fırsatı.” Hem “ecdadımızın, Osmanlı’nın topraklarına gidiyoruz” palavralarıyla iki yüzlü propaganda da yapabilirler.
Oysa Hizbullah ve Filistin sözde “barış gücüne” tamamen karşı. Gelenlerin bedel ödeyeceklerini açıkça duyurdular. Bu gücün amacı Güney Lübnan’ı İsrail’in güvenliği için işgal etmek olacak. İsrail Lübnan’daki Arap direnişinden böyle kurtulmayı hayal ediyor. ABD ise Lübnan’dan Suriye’ye sıçramayı planlıyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan BM kararı olsun gidelim diyor. Hiç merak etmesin. Irak’ın işgalini gecikmeli olarak onaylayan BM bu sefer erkenden Lübnan’ın işgali için karar verir.
ABD ve İsrail’in uluslararası gücü bu kadar çok istediği bir dönemde, Tayyip Erdoğan bu işgal gücüne “barış gücü” adı vererek hemen gönüllü yazıldı. İsrail’in yeni katliam sorumlusu Başbakan Olmert en çok güvendiği kişilerden birinin Tayyip Erdoğan olduğunu açıkça söyledi. “Barış gücü” dediklerinin ne olduğunu da gizlemeden ortaya koydu:
“… Türk hükümetine çok güveniyoruz. Güney Lübnan’a BM kararıyla yerleşecek güç, savaşçı birliklerden oluşmalıdır. İçinde Fransa, İngiltere, İtalya, Türkiye ve Avustralya yer alabilir. Onlar gelir gelmez ateşi kesebiliriz.”
İşte Tayyip Erdoğan’ın çokça bahsettiği ateşkes ve barış gücü çözümü budur. İsrail için “savaşçı birlikler” Lübnan’ı işgal edecek. İsrail’in 60 yıldır ezemediği Arap direnişi böylelikle bölgenin 1. Dünya Savaşı’ndan kalma eski sömürgeci güçleriyle ezilecek. Türk askeri ise kendi ülkesini de bölecek olan Rice’in bahsettiği “Yeni Ortadoğu Düzeni” için gurkalık yapacak. Zaten Tayyip Erdoğan dememiş miydi: “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı biziz.” Şimdi yaptıkları da tüm Ortadoğu’yu parçalamak olan bu projeye taşeronluk.
Olmert Lübnan’a NATO’nun gelmesini isterken, Tayyip Erdoğan “PKK’ya karşı Türkiye’nin güvenliğini NATO sağlasın” dedi. Aynı günlere rastlayan bu demeçlerdeki paralellik rastlantı değil. Türkiye değil tüm Ortadoğu’yu NATO kanalıyla ABD-İsrail işgali altına almak istiyorlar.
Bölücülüğü azdırıp, Türk askerini PKK’nın önüne canlı hedef gibi atan AKP iktidarı, bu sefer Mehmetçik’i ABD- İsrail ordusunun emrine verip kurban etmek istiyor. Eğer bunu gerçekleştirebilirlerse sadece ABD ve İsrail AKP’yle gurur duymaz, İsrail’deki işgalci Yahudiler ve ABD’nin emperyalizmin tehlikeli yönlerinden korunan tüm vatandaşları da sonsuz vefa borcu hisseder.
Yahudi Cesaret Ödüllü tek başbakan
Tayyip Erdoğan ise İsrail’e bu kadar hizmetten sonra emeklilik hayatını belki de İsrail’de devam ettirmek istiyordur. Vahdettin İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmıştı.
Amerikan Yahudi Konseyi’nden Yahudi Cesaret Ödülü olan “Davut Boynuzu”nu alan sadece Türkiye’den değil, tüm Müslüman dünyadan tek devlet adamı Tayyip Erdoğan’dır. Bir gün İsrail’e gidip, orada yaşamak zorunda kalırsa İsrailliler kendisini omuzlarına alıp: “İsrail seninle gurur duyuyor” diye karşılayabilirler.
Tabii hâlâ sığınabilecekleri bir İsrail kalır mı bilemeyiz. Onu da Ortadoğu halklarının mücadelesi tayin edecek. “Yahudi cesareti”ne karşı bizlerin cesaretinin mutlak ağır basacağını düşünüyoruz.
Gericilerin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi
ABD’nin ikiz çocukları: İsrail ve Yeşil Kuşak
AKP şahsında iktidar olan Kürt-İslamcılar, tarikatlar ve aşiretler koalisyonuna dayanmaktadır. Bu güçler hem Türkiye’yi onursuzca ABD ve İsrail’in kuklası yapmakta hem de çeşitli mitingler düzenleyerek Filistin halkı için timsah gözyaşları dökmektedirler.
Gerçek Müslümanlar artık bu oyuna gelmesin. Gericilerin tüm tarihinin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi olduğunu görmek, zulme gerçekten karşı çıkmak için şarttır.
AKP’yi yoldan çıkmakla suçlayan SP, BBP gibi Kürt-İslamcı güçlerin küçük kalmış partileri, Türk halkında ABD ve İsrail’e karşı yükselen kini sömürmek istiyorlar.
Oysa bunların tümünün mayası aynıdır. Geldikleri yer de, geçmişte yaptıkları da, gelecek de gidecekleri yer de ortaktır.
Türkiye’de gericiliğin Batı emperyalizmine hizmeti ve Türk Milleti şahsında tüm mazlumlara ve Müslümanlara ihaneti İstiklal Savaşı’ndan günümüze sabittir. Osmanlı’nın İngiliz ve Hıristiyan uşağı son halifesi ve şeyhülislamı abdestli mi öldüler bilemeyiz. Ama “gavur”ların hizmetleri için önlerine attıkları son kemikleri kemirerek Türkiye dışında öldükleri bilinen bir gerçek. Yine de Vahdettin hepsinin “kahramanı”dır.
İngiltere yerini ABD’ye bıraktı. ABD ve İsrail’e uşaklık söz konusu olunca gericilerin bambaşka hizmetleri ve ABD’ye vefa borçları vardır. Türkiye’de Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı gerici hareket Menderes döneminde ABD sayesinde yeniden dirilmiş, yok olmak üzere olan tarikatlar serpilmiş ve sonunda iktidar olmuşlardır. Aynı Menderes İsrail’in kanlı lideri Gurion ile gizlice görüşen ve Türkiye’yi İsrail politiklarına ilk bağlayan sağcı-gerici siyasetçidir.
ABD’ye çıraklık yılları boyunca sürekli Atatürkçülere, devrimcilere ve milliyetçilere saldıran gerici hareketin beslendiği odaklar hep aynıdır. Sağ iktidarlar döneminde kanları bitlenir. Komünizme Mücadele Dernekleri, Milli Görüş hareketi, komando ve mücahit kampları hepsinin mezun olduğu Amerikan okuludur.
Rastlantı değildir. Türkiye’nin bağımsızlığı için İkinci Kurtuluş Savaşı başlatan devrimci gençler, aynı zamanda Filistin’in Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın da Türkiye’deki tek dostlarıydı. Devrimci gençlere CIA ve MOSSAD emrinde saldıran “mücahitler” ise “İslam” adına ABD ve İsrail’e hizmet etmeyi o yıllarda öğrenmişti.
Tayyip Erdoğan’ın “hocası” ve kimilerine göre “anti-siyonist” olduğu için devrilen Erbakan AKP’den çok önce “İsrail ile Ticaret ve Askeri İşbirliği Antlaşması” imzalamıştı. Milli Görüş geleneği devam ediyor. Hocası, Tayyip Erdoğan ile gurur duyabilir. Filistin’i susuzluğa mahkum eden İsrail’e ta Manavgat’tan su taşımak fikri Erbakan’ındı. Ama uygulama fırsatını Erdoğan ele geçirdi.
Bakın Abdullah Gül, ABD gazetesi Washington Post’a gençlikte Milli Görüş’ten aldığı terbiyeyi nasıl özetliyor: “Benim neslimin kalbinde ABD hep insan hakları ve demokrasinin koruyucusu olarak yer almıştır. Ortadoğu’ya çözüm getirebilecek tek süper güç olarak lütfen harekete geçin.”
Senin neslin keşke Deniz Gezmiş’in nesli gibi cesur olup Filistin’e gidebilseydi. Deniz Filistinli gerillalara Türk Milleti’nin desteğini sunarken, sen de bugünleri beklemeden İsrail ordusuna yazılırdın.
Böylelikle gericilerin yıllardır devam ettirdiği bu iki yüzlü politika rezilliğini midemiz bulanarak izlemek zorunda kalmazdık.
Aslında sadece Türkiye’de değil tüm mazlum Müslüman dünyasında geçerli olan bir Siyonist-gerici kardeşlik ilişkisinden bahsediyoruz. Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Müslüman dünyasında milliyetçi ve devrimci Ulusal Kurtuluş Hareketlerine saldırmak için kullandığı değişmeyen iki beslemesi vardır.
Bunlardan biri Ortadoğu’nun hançer gibi kalbine saplanan ve tüm halklara saldıran kukla İsrail’dir. Diğeri ise devrimci, antiemperyalist milliyetçilik hareketlerine karşı örgütlenen gerici hareketlere dayanan Yeşil Kuşak projesidir.
Arap birliğinin ve milliyetçiliğinin lideri Nasır’ın birleştirdiği Mısır’a ve Suriye’ye İsrail, ABD ve Batı silahlarıyla saldırırken, içte Batının yarattığı “Müslüman” Kardeşler örgütü terör eylemleri düzenliyordu. İngiltere’den ABD’nin devraldığı Müslüman dünyadaki gerici işbirlikçi gelenek, İsrail’in aslında kardeşidir.
Arap dünyasında milliyetçi ve ilerici gelenek çok güçlenemediği için, Soğuk Savaş bitince milliyetçi direnişin içinde Batıya cephe alan tek tük İslamcı örgütler de yer aldı. Ancak Türkiye’de böyle tek bir istisna göremezsiniz. Türkiye’deki gericiler çok kan dökmüştür. Ama katlettikleri istisnasız Atatürkçü, ilerici, devrimci, antiemperyalist, ABD ve İsrail karşıtı aydınlar olmuştur. ABD’nin ve İsrail’in önünde hep hazır ola geçerler.
Yine de dini açıdan mutlu olabilirler. Suudi Arabistan’ın en yüksek Vahhabi şeyhi Abdullah Bin Cebren fetva vermiş. Hizbullah İslam karşıtıymış. Sünnilerin Hizbullahı kınaması gerekiyormuş. İsrail’e karşı Hizbullah’ın eylemlerine Müslümanlar asla destek vermemeliymiş. İran’ın provokasyonlarına gelinmemeliymiş.
Söz konusu olan emperyalizme hizmet olunca en “katı” gericiler bile uşaklık fetvası verecek bir “ilmi kaynak” bulur. Bazen mezhep farkı bahane olur, bazen halifeye biat etmek gerekçedir.
Türkiye’deki Nakşi şeyhleri ve Nurcu baronlardan da fetva bekliyoruz. İsrail uşaklığını ve paralı askerliğini caiz kılın.


.

New York Times’tan ABD’nin yeni Ortadoğu haritası





New York Times’tan ABD’nin yeni Ortadoğu haritası
26.06.2014

New York Times’ın yeni Ortadoğu öngörüsüne göre, 5 ülkeden 14 ülke çıkacak. Irak’ın doğusunda Kürt, ortasında Sünni, güneyinde Şii devleti kurulacak.
IŞİD terör örgütünün Irak ve Suriye’deki stratejik öneme sahip bölgeleri ele geçirmesi, New York Times gazetesinin yayımladığı ve olası Ortadoğu senaryolarını içeren haritayı da gündeme getirdi. “5 ülkeden 14 ülke çıkabilir” başlığıyla yayımlanan harita ve Robin Wright imzalı Ortadoğu analizi, Libya, Suriye, Irak, Suudi Arabistan ve Yemen’deki etnik ve mezhepsel gerginlikleri ele alıp, bölgeyi bekleyen ekonomik ve siyasi krizlerin üzerine eğiliyor. Haritanın bir diğer özelliği de Türkiye sınırları için bir değişim öngörmemesi…
ÇÖZÜLMENİN BAŞLANGICI SURİYE
Wright’ın makalesine göre Suriye içsavaşı Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek çözülmenin başlangıç noktası olacak. Kopuşların ve yeni oluşumların temelinde ise mezhep çatışmaları, aşiret ve kabileler arasındaki uyuşmazlıklar ve etnik farklılıkların yanı sıra Arap Baharı’nın öngörülemeyen sonuçları bulunuyor. Geçtiğimiz yüzyılın başında Avrupalı devletler tarafından çizilen haritanın önümüzdeki dönemde ciddi değişikliklere sahne olabileceği söyleniyor. Yeni harita sadece Ortadoğu’yu etkilemekle kalmayacak, aynı zamanda uluslararası arenadaki ekonomik işbirliklerini, enerji yollarını, güvenlik anlaşmalarını ve siyasi dengeleri de değiştrecek. Suriye’deki etnik ve dini farklılıklar aynı zamanda bu ülkenin yumuşak karnı olarak gösteriliyor. Mart ayında 4′üncü yılına giren ve en az 160 bin kişinin ölümüne, 9 milyon kişinin de evlerini terk etmesine neden olan iç savaşın yarattığı durum Wright’ın analizini destekler nitelikte. Suriye’yi 1971′den beri yöneten Esad ailesinin de bir parçası olduğu Nusayri azınlığın dar bir kıyı şeridinde bağımsız devlet kurması, kuzeyde Kürtlerin yaşadığı otonom bir bölgenin ortaya çıkması ve orta bölümleri de içine alan geniş bir Sünni devletin yer alması ön görülüyor.
SYKES-PİCOT DAYANMAYACAK
Harita, Birinci Dünya Savaşı sonrası Fransız ve İngilizler tarafından Sykes-Picot antlaşmasıyla tasarlanan Orta doğu sınırlarının daha fazla dayanamayacağını öngörüyor. Senaryoya göre Irak’ın doğusunda bir Kürt bölgesi, orta kısımlarında Suriye’ye kadar da uzanan bir Sünni devleti ve başkent Bağdat’ın güneyinde de bir Şii devleti kurulacak. Libya’nın ise tarihi sınırlarına tekrar dönmesinin emareleri hissediliyor.
Ülkenin Trablus, Sirenayka ve Fizan olarak üçe bölünebileceği vurgulanmış. Güncel sınırlarından farklı çizilmiş diğer 2 devlet ise Arap Yarımadası’nda bulunan Yemen ve Suudi Arabistan. Kabileler arası gerginliklerin ve şiddet olaylarının bir türlü önüne geçilemeyen Yemen’in kuzey ve güneyinde Sana ve Aden merkezli 2 devlet kurulabilir.
Suudi Arabistan’ın da kuzey, doğu, batı ve ortada bir Vahhabi devleti olarak 4 parçaya bölünmesi öngörülmüş. Sosyal sorunların yaşandığı, gençlerin yüzde 30′unun işsiz olduğu, azınlık ve kabilelerin baskı unsuru oluşturduğu ülkenin bütünlüğünü koruması zor görünüyor. Irak’ta Bağdat, Libya’da Misurata, Suriye’de ise Cebeli Düruz gibi kentlerin yapıları itibariyle birer şehir devleti oluşturma ihtimali ortaya çıkıyor.

New York Times gazetesi, Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve 5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini iddia etti. Deneyimli dış politika analisti ve gazeteci Robin Wright, çatışmaların yaşandığı Ortadoğu’daki birçok ülkenin gelecekte bölüneceğini öne sürdü.
New York Times gazetesinde haritalı bir analiz yayınlayan Wright; Suriye , Irak, Suudi Arabistan, Libya ve Yemen’in bölüneceğini öne sürdü.
EN BÜYÜK BÖLÜNME SUUDİ ARABİSTAN’DA
Bu 5 ülkeden tam 14 devlet çıkabileceğini öne süren Amerikalı gazeteciye göre en büyük parçalanmayı Suudi Arabistan yaşayacak. Suudi Arabistan şu andaki sınırlarının orta bölümünde yer alacak. Ülkede yönetim, gelecekte prenslere geçtikçe kabile ayrımları derinleşecek; kuzey, güney, doğu ve batı Arabistan doğacak.
Wright’ın analizine göre Suudi Arabistan’da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bölünmeyi başlatma olasılığı gündemde. Bu senaryoya göre ülke, Hürmüz Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan, Hicaz’da Batı Arabistan, Yemen’e yakın bölgede bir Güney Arabistan ve kuzeyde bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin orta kesiminde ise Riyad merkezli bir Vehhabi Arabistan oluşacak.
SURİYE VE IRAK’TA KÜRDİSTAN
Yaklaşık 2.5 yıldır çatışmaların yaşandığı Suriye’nin yanısıra Irak da 3’e bölünecek. Suriye’nin Akdeniz kıyısında bir alevi devleti oluşacak. Suriye’nin kuzeyi ile Kuzey Irak’ta bir Kürdistan devleti kurulacak.
Suriye ve Iraklı Sünniler ortak bir devlet kuracak. Irak’ın güneyindeyse ‘Şiistan’ devleti olacak. Alevistan, Kürdistan, Sünnistan, Şiistan
Suriye’nin parçalanmasıyla bu iki ülkenin olduğu coğrafyada en az 4 devlet ortaya çıkabilir. Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevisi devleti oluşurken, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşiminden, Türkiye’nin Hatay dışında bütün güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak. Irak’ın güneyinde Basra merkezli yeni bir Şii devleti doğarken, Suriye ve Irak’ın Bağdat ve Şam’ı da içeren sünni vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak’taki parçalanma ihtimali gerçekleşirse kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük’te Kürt-Arap, Bağdat ve çevresi konusunda Şii-Sünni savaşı yaşanabilir
YEMEN YENİDEN BÖLÜNECEK
Yakın zaman önce birleşen Yemen, kuzey ve güney Yemen olarak yine bölünecek. Yakın zaman önce birleşen Yemen, Güney Yemen’deki referendum sonrası yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan’a da katılabilir. Bu durumda, Hint Okyanusu’nun Arap Körfezi’ne doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan’ın İran’ın Hürmüz Körfezi’ni kapatma korkusu da yok olacak.
LİBYA’DA 3 DEVLET

Libya da parçalanmadan kurtulamayacak. Kabileler arasındaki büyük rekabet sonucu, ülkenin doğusunda Sirenakya, batıda Trablus ve güney batıda Fizan adlı devletler ortaya çıkacak. Kabileler arasındaki büyük rekabet ülkeyi parçalanmaya götürebilir. Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta, güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir

26 Kasım 2015 Perşembe

ERBİL TÜRKMENLERİNİN Gölgede Kalan Ankara Ziyareti



ERBİL  TÜRKMENLERİNİN  
Gölgede Kalan Ankara Ziyareti


Hasan Kanbolat, 
ORSAM Başkanı
12 ARALIK 2012 


Son haftalarda Türkiye’nin gündem konularından biri Erbil. Erbil ile Bağdat arasındaki gerilim sürerken Erbil’de “Kürdistan-Irak Petrol ve Gaz Konferansı”nın ikincisi düzenlendi. Bağdat’ın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın Erbil’deki konferansa gitmesini engellemesine karşın Ankara konferansa siyasi destek verdi.

Bağdat’ın Ankara ve Erbil ile kriz yaşadığı bir dönemde Erbil Türkmenleri Heyeti Ankara’daydı. Yoğun gündem nedeniyle gölgede kalan bu ziyaretin gerçekleş mesin de Cumhurbaşkanı’nın Ortadoğu Danışmanı Erşat Hürmüzlü’nün katkılarını bir defa daha takdir etmek gerekiyor. Aslında, bu ziyaret birkaç açıdan önemli bir ziyaretti. 

Birincisi, Erbil Türkmenleri heyet olarak ilk defa resmi bir ziyaret için Türkiye’ deydi. İkincisi, heyet Ankara’da ilk defa en üst düzeyden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından kabul edildi. Üçüncüsü, heyet Cumhurbaşkanlığında Elçi Kabul Salonu olarak bilinen kırmızı salonda kabul edilerek Türkiye’nin heyete verdiği önem vurgulandı. 

Erbil Türkmenleri daha kalabalık bir heyetle Ankara’ya gelmek istemişlerdi. Ama, heyetin on kişi ile sınırlandırılmasının nedeni 2009’da yenilenen kırmızı salonda 
Cumhurbaşkanı’nın sağında misafirlere ayrılmış on sandalyenin olmasıydı.

Erbil Türkmenleri Heyeti’ne sıcak mesajlar veren Gül, “Erbil’deki soydaşlarımız her zaman kalbimizde. Erbil gibi Kerkük de kalbimizde” dedi. Türkmenlerin Irak’ın kurucu ana unsuru olduğunu vurgulayan Gül, Irak’ın birlik ve bütünlüğü nün korunmasının bölgenin huzur ve istikrarı için önemli olduğunu belirtti. Gül, Türkiye’nin Irak’taki her kesimle eşit mesafede ilişki kurduğunu, Türkmenlerin kendi köklerine bağlı kalarak vatandaşı oldukları Irak’ın diğer tüm unsurlarıyla uyum içinde yaşamalarını arzu ettiğini vurguladı. Erbil Türkmenleri de, kentin yeniden inşasında Türk işadamlarının önemli rol oynadığını belirterek, Türkiye’ den daha fazla yatırım beklediklerini söylediler.

Erbil aslında bir Türkmen şehri. Erbil’in Kürtçe adı olduğu ileri sürülen “Hewler” de Türkçe kökenli bir kelime. Bölgenin şehir olduğunu vurgulayan “evler”den türetilmiş Selçuklu kökenli bir kelime. Kesin rakamlar olmamakla birlikte yaklaşık 4 milyon nüfusa sahip olan Irak Kürt Bölgesel Yönetimi sınırları içerisinde 250-400 bin civarında Türkmen olduğu tahmin ediliyor. Türkmenler, vatanları olan Erbil’de Türkmen olarak yaşamak istiyorlar. Türkçe konuşan Kürt olarak anılmak istemiyorlar.

Irak’ta sadece Saddam döneminde değil, Osmanlı Devleti’nin çekilmesinden itibaren Türkmenler Irak’ta Türkiye’nin bir uzantısı ve beşinci kolu olarak görülmüştür. 

Bundan dolayı hem Bağdat’ın hem Arap, hem Kürt milliyetçiliğinin çok fazla baskısı altında kalmışlardır. Türkmenler Türk kimliklerinden dolayı birçok aydınını ve siyasetçisini kaybetmiştir. Suikastlara uğramışlardır. İşkence görmüşlerdir. İdam edilmişlerdir. Evleri, köyleri, mahalleri yakılmış, bombalanmıştır. Çeşitli zulümlerle karşılaşmışlardır. Saddam’ın düşüşüne kadar bu zulüm katlanarak devam etmiştir. Bu baskılar neticesinde Türkmenlerin Irak siyasi sahasında kendi kimlikleri ile varlığı çok fazla olamamıştır. 2003 sonrasında da Türkmenler yine BASKI ve şiddet görmüştür. Birçok Türkmen lidere ve aydına bu yeni dönemde suikastlar düzenlenmiş, kaçırılmış, öldürülmüştür. Türkmenlere yönelik saldırılar devam etmiştir. 2003 sonrasında Türkmenler kendilerini siyasi olarak geliştirmişlerdir ve önemli siyasi kazanımlar elde etmişlerdir. Bir halkın tarihinde 10 veya 20 yıl çok küçük zaman aralıklarıdır. Bu küçük zaman diliminde Türkmen ler çok büyük mesafe kat etmişlerdir. Türkmenler Türkiye’nin memuru görüntüsünden yavaş yavaş uzaklaşmaktadırlar. Kendi ayaklarının üstünde durarak haklarını elde etmeye başlamışlardır.

Erbil Türkmenleri, Saddam döneminde ve Türkiye ile Irak Kürtlerinin arasının açık olduğu yıllarda yoğun BASKI görmüşlerdi. Erbil’de Saddam döneminde iki defa Türkmen köy ve arazileri kamulaştırıldı. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi döneminde de Erbil’in belediye sınırları birkaç defa genişletilerek Türkmenlere ait arsalar kamulaştırıldı. 

Bugün, Erbil’de “ İtalyan Köyü ” olarak bilenen en lüks mahalle dahil olmak üzere iş ve alışveriş merkezleri Türkmenlerin arsaları üzerine inşaa edildi. Örneğin, Erbil kalesinde bulunan Türkmen evlerinin kamulaştırılma bedellerini Türkmenler almamışlar. “Bugün Erbil kalesinde Kürdistan bayrağı dalgalansa da kale evleri dün bizimdi, yarın da bizim olacak” diyorlar.

Erbil Türkmenleri Kürtlerle çatışmak istemiyorlar. Kürtlerle uyum içinde yaşamak istiyorlar. Çocuklarının iyi iş bulabilmesi için çocuklarını Türkmen okullarından ziyade Kürt ve Arap okullarına veriyorlar. Türkmen okullarına ve Türk vakıfları nın açtığı okullara ise genelde Kürtler çocuklarını gönderiyor. Onların amacı da çocuklarının Türkiye ve Türklerle iş yapmasını sağlamak.

Günümüzde Ankara-Erbil hattında gerilimin olmaması Erbil Türkmenlerini de rahatlatmış durumda. Ancak Erbil Türkmenleri Ankara-Erbil ilişkilerinin olumlu gelişiminin kendilerine siyasi, kültürel ve ekonomik yansımasının olmamasından, bölgenin zenginleşmesini seyretmekten şikayetçiler. Nitekim Türkmenlerin Erbil’de televizyon kanalları ve radyoları yok. Sadece Kürt hükümetinin denetiminde on beş günde bir çıkan “ Saray ” adlı bir gazeteleri bulunuyor.

Erbil Türkmen şiirinin solmayan çiçeği Nesrin Erbil’in dizeleri ile noktayı koyalım: “Bir başağın Taneleriydik, Delice rüzgârlar, diyar diyar, Memleket Memleket dağıttı bizi.”

   
 12 ARALIK 2012 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=4098

..

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK






PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK



Prof. Dr. Hakan Yılmaz

Boğaziçi Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
E posta: yilmazh@boun.edu.tr Twitter: @yilmaz_hakan
Kişisel Web Sitesi:
http://www.hakanyilmaz.info


Paris'te 13 Kasım’da onlarca sivil insan IŞİD militanları tarafından restoranlarda, sokaklarda, konser salonlarında bombayla, silahla öldürüldü. 

Bu saldırının IŞİD'in hangi taktik, stratejik, kısa vadeli, uzun vadeli amacına hizmet ettiği uzun uzun tartışılabilir, tartışılıyor da. Ama, Fransa'da, Avrupa'da, ABD'de, Türkiye'de, Orta Doğu'da ve dünyanın başka yerlerinde daha derinde, daha  popüler düzeyde Müslümanlığa ve Müslümanlara ilişkin kaygı, korku ve nefret duyguları üzerinden yürüyen bir tartışma daha var ve ilerideki gelişmelerin yönünü daha çok bu ikinci tartışma tayin edeceğe benziyor.

Bu ikinci tartışmanın bir kanadında bazı Müslüman aydınlar, din adamları var. Bunlar, ısrarla, İslam'ın bir barış dini olduğunu, şiddeti tasvip etmediğini, bir Müslümanın terörist olamayacağını söylüyorlar. İslam'ın "özünün" IŞİD olmadığını, Taleban olmadığını, El Kaide olmadığını, bunlar gibi baskıcı, şiddet yanlısı örgütlerin İslam'ın özünden bir sapma olduğunu iddia ediyorlar. Paradoks şu ki, Müslüman aydınlar ve din adamları IŞİD İslam'dan sapmadır dedikçe daha çok sayıda genç erkek ve kadın dünyanın her yerinden IŞİD'e katılmak için koşuyor, IŞİD'in emirleri doğrultusunda kendini patlatıyor, kafa kesiyor, insanların canına kıyıyorlar. Müslüman aydınlar ve din adamlarının bu noktadan sonra artık "bana Müslümanlar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" anlayışını bir tarafa bırakıp, samimiyetle, ciddiyetle kendilerini, toplumlarını, diaspora ları nı sarsan, rahatsız eden bir özeleştiriyi geliştirmelerinin, suçu biraz da kendilerinde aramalarının vakti geldi, geçiyor.

İslam'ın ve varolan Müslüman topluluklarının hangi değerlerinde, hangi yorumlarında, hangi anlayışlarında neyin insanları demokrasiye karşı, insan haklarına karşı, kadın haklarına karşı bu kadar köklü bir uzlaşmazlığa, düşmanlığa, şiddete yönelttiğini düşünmelerinin vakti geldi, geçiyor. Bütün suçu Batı'ya, kolonyalizme, emperyalizme yüklemeden, samimi, derinlikli, köklü  bir toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve evet teolojik özeleştiri yapılmazsa, korkarım İslam dünyası ve Müslümanlar dünyada hızla azalmakta olan itibarını iyice kaybedecek ve dünyanın geri kalanının gözünde sadece başedilmesi gereken bir tehdit unsuru olarak algılanacaktır. Ne yazık ki hızla bu noktaya doğru geliyoruz.

Tartışmanın diğer kanadında da bazı Batılı aydınlar, düşünürler var. Bunlara göre Paris’deki IŞİD eylemleri gibi eylemler Batı medeniyetine dahil olmayan, 
Batı'ya ve onun değerlerine düşman, "barbar" bir İslam anlayışından, bu anlayışın özünü yansıtan bir ötekileştirme,gayri insanileştirme, şiddet, yıkım, öldürme potansiyelinden kaynaklanıyor. 

New York'daki 11 Eylül saldırılarından sonra da İslam'a ilişkin çok benzer bir söylem hemen yaygınlaşmış ve Amerikan yönetimi katında da neredeyse resmi söylem haline gelmişti. 

Bu söyleme göre Taleban, El Kaide, IŞİD gibi yapılar aslında İslam'ın yıkıcı, Batı'ya düşman "özünü" temsil ediyorlar. Ilımlı görünen bir Müslümanı bile "kazırsan" altından bir Taleban, bir El Kaideci, bir IŞİD'ci çıkar. Dolayısıyla, her Müslüman istediği kadar "ılımlı" ve "uyumlu" görünsün,  potansiyel tehdit ve düşmandır ve sürekli gözetim  altında bulundurulmalı, her zaman sadakatini ispat etmekle mükellef tutulmalıdır.

Paris saldırılarında askeri amaçlar için masum sivillerin hedef alınmasını İslam’a içkin bir  barbarlık olarak gören Batılı düşünürlere sadece şunu hatırlatmak gerekir: çok değil bundan 70 önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de İngiltere ve ABD “düşman sivil halkı demoralize etmek amacıyla” Almanya'da sivil hedeflerin savaş uçaklarıyla vurulmasını “yeni bir strateji” olarak benimsediler; bu “yeni strateji”nin fikir babalarından biri Winston Churchill’den başkası değildi. Churchill, bir konuşmasında, “Alman şehirlerine ağır bombardıman uçakları tarafından hiç bir ayrım gözetmeksizin yıkıcı, yokedici saldırılar yapılmasının” Alman halkını demoralize etmek, Nazi rejiminden koparmak için şart olduğunun altını çizmişti. Bu yeni strateji kapsamında, 1942 yazından başlayarak, İngiliz ve Amerikan savaş uçakları Köln, Hamburg, Dresden gibi Alman şehirlerine gece saldırıları düzenlemeye başladı. Bu hava saldırılarının sonunda onbinlerce sivil hayatını kaybetti. Askeri hedeflere erişmek, devletleri yıldırmak, sivil halkı demoralize etmek ve devletlerinden soğutmak amacıyla sivilleri öldürmenin insanlık tarihindeki zirve noktasını ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları oluşturdu. Bu iki şehirde yüzbinlerce sivil bu bombalamalar sırasında hayatını kaybetti, bir o kadarı da bombalardan yayılan radyasyon yüzünden sakat kaldı, hastalıklara yakalandı. Uzun lafın kısası, askeri amaçlar için “masum sivillerin hedef alınması” hiç de “İslam’a özgü bir  barbarlık” değildir. Meseleyi böyle özcü terimlerle ortaya koyup, kendi yakın tarihine bile  bakmayınca, sadece nefreti artırmakla kalır, karşı tarafı ikna etme gücünü de baştan kaybedersin.

Herkesin, ama en başta Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olan aydınların, düşünürlerin, takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Özcü yaklaşımlar kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Karşı tarafı suçlayıp durmak kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zor olan, şu anda acıyı sen de çeksen, önce kendini suçlamakla, kendini eleştirmekle başlamaktır. Basitleştirmecilikten, kolaycılıktan, rahatlıktan sıyrılmanın çok güç olduğu açık. Bilişsel olarak güç; duygusal olarak daha da güç. Ama, başka bir çıkış yolu da yok.

Öngörüm ne yazık ki kötümser. Çok geri gitmeden, sadece 20. yüzyıldaki Avrupa tarihine  bakınca şunu görüyoruz: Avrupa toplumları önce nefret ve ötekileştirme sarmalına kendilerini kaptırıp, biri çok derin (Birinci Dünya Savaşı), diğeri ondan da derin (İkinci Dünya Savaşı) iki dip noktayı gördüler . Birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin her çeşidini (kimyasal savaş, atom  bombası, gaz odaları, soykırım, v.d.), her düzeyde yaptılar. Yapabilecekleri bütün kötülükleri tüketince, savaştan ve yıkımdan harap ve bitap düşünce, 1945’ten sonra iyi şeyler yapabilmek için harekete geçmeye başladılar. 

Bugün bile bu süreç ancak düşe kalka devam ediyor. Düşekalka diyorum, çünkü, birbirlerine karşı yaptıkları kötülüklerle daha kolay yüzleşebilen Avrupa toplumları, sıra ötekine, Avrupalı olmayana gelince, o kadar da ali cenap, o kadar da empatik olmadılar. Örneğin, birbirlerine karşı önyargılarını aşmak için yüzlerce “yüzleşme projesi” düzenlerken, eski kolonilerinden gelen halklara 
karşı, göçmenlere karşı, mültecilere karşı “birazcık ırkçı”, “azıcık dışlayıcı” olmakta, gerektiğinde höt zöt yapmakta bir beis görmediler.

Bugün İslam dünyasında farklılığa saygı göstermek ; siyasi, dinsel, toplumsal muhalefete tahammül etmek; kadın ve LGBT haklarını tanımak, genel olarak "özgürlük" konusunda ne bir atılımın, ne bir özeleştirinin pek izine rastlayamıyoruz. Bazı Orta Doğulu ve Batılı yazarlar,


İslam dünyası için olsa olsa hak ve özgürlüklerden arındırılmış,sadece seçime indirgenmiş, adına da "illiberal demokrasi" (haksız özgürlüksüz demokrasi) dediği şeyin en uygun, en uygulanabilir demokrasi biçimi olduğunu iddia ediyorlar.

Bu "illiberal demokrasi" fikri Batı'nın önemli düşünce kuruluşlarında da revaç bulmaya başlayan bir kavram. Haklar ve özgürlükler konusunda belli bir
mesafe katetmiş Müslüman ülkelerde bile demokrasinin liberalinden illiberaline doğru serbest düşüşlere tanık oluyoruz. 

Demokrasi serbest ve adil de olmayan seçimlere indirgeniyor, hak ve hukuk boyutundan arındırılıyor. Batıda özellikle IŞİD saldırılarından sonra belirmeye yüz tutan banal oryantalizm ve yeni sağcılık kitleselleşir ve kök salarsa, o zaman herkes bu düşüşleri normal karşılayacak, Müslüman bir ülkede olsa olsa bu kadar olur diyecek.

İşin kötüsü, Müslümanlar da normal karşılayacak, “Bizde ancak bu kadar demokrasi olur!” diye. Veya, daha da kötüsü, “Aman, IŞİD olmayalım da illiberal demokrasi olalım, ona da razıyız!” noktasına gelecek insanlar.

IŞİD gibi örgütlerin varlığı, bu anlamda, İslam dünyasında IŞİD gibi olmasa da yine de baskıcı, hukuksuz rejimleri de meşrulaştırıyor, hem kendi halklarının, hem de dış dünyanın gözünde.

Otoriter, hakhukuk tanımayan rejimler "IŞİD gibi olmadıkları" için ehven-i şer muamelesi görüyorlar.

Peki, Müslüman dünya bu sorunları nasıl aşabilir? Dinsel değerlerle demokrasiyi, hakları, özgürlükleri teolojik düzeyde ve pratik hayatta nasıl uzlaştırabilir ? 

Önemli bir mesele “ SINIR ” meselesidir.

Siyasal İslam, ister iktidarda, ister muhalefette olsun; ister Selefilik gibi nisbeten katı, ister İhvan gibi nisbeten yumuşak yorumlarıyla olsun, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini, özellikle de kadın haklarını günümüz dünyasının saygın uluslararası kurumlarınca (örneğin, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler) kabul edilen anlam ve kapsamında  benimsemekte zorlanıyor; siyasal tahayyülünü bu hak ve özgürlüklerin çizdiği seküler sınırlar içine sığdırmakta isteksiz davranıyor; teolojik tasavvurunu bu hak ve özgürlükleri din açısından meşrulaştıracak şekilde yeniden yorumlamakta sorunlar yaşıyor.

Tam tersine, birisi bir sınır çizdikçe, IŞİD gibi akımlar çıkıp o sınırı berhava edecek, daha da ikna edici bir teolojik yorumu anında getirebiliyorlar. 
Üstelik, IŞİD gibi akımlar hem dini referanslarla dünyayı açıkladıkları, hem de son derece basit, kolay anlaşılır, ceza ve ödül sistemi net yorumlar getirdikleri için özellikle Batı dünyasında kendisini fikren sıkışmış, ahlaken dışlanmış, estetik olarak ötekileştirilmiş addeden Müslüman gençler arasında çok daha fazla rağbet bulabiliyor. Bu yazıda çarpışan iki özcülüğün, iki benmerkezciliğin, bir İslamcı, diğeri Batıcı, tartışmayı nasıl  bir yere vardırmadığını, nasıl içinden çıkılmaz hale 
getirdiğini, nasıl çözüm olanaklarının önünü tıkadığını, nasıl kendi kendini tebrik etmekten ibaret olduklarını vurgulamaya çalıştım. 

Sanıyorum, göreceğiz yakında, Avrupa'da aşırı sağ partilerin "biz dememiş miydik!" diye ortaya çıktıklarını, İslamcı şiddetten fena halde korkmuş " Küçük Avrupalıları "  kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını. Aynı şekilde, Müslüman dünyada, "İslam bu değildir, yok hayır budur, hayır hayır şudur!” şeklindeki  son derece  kısır tartışmanın da tepesi atmış Müslüman gençlerin kendilerine son derece net cevaplar sunan, Avrupa'yı tir tir titreten IŞİD'e veya benzer örgütlere daha da çok katılmasını önleyememek bir yana, tam tersine teşvik edeceğini de ne yazık ki göreceğiz. Batıdaki ve doğudaki bu basitleştirmeci, karmaşıklıktan kaçan, ben merkezci, cahil ve gururlu, suçu daima başkasına atan, içe kapanmacı, kabileci "atmosfer" nasıl ortaya çıktı? Post modernizm bize küreselleşme çağında, internet dünyasında büyük anlatılar kırılacak, sınırlar kalkacak, akıllar genişleyecek, kimlikler özgürleşecek, herkes bilgiye erişecek, kozmopolit ve melez kimlikler ortaya çıkacak dememiş miydi? 

Çok mu erken bu söz duvara tosladı diye karar vermek için? 

Küreselleşmenin ve internet çağının kalıcı paradoksal sonuçlarını mı görüyoruz yoksa daha iyiye giden yolda geçici bir düşüş mü yaşıyoruz?


https://www.academia.edu/18463244/PAR%C4%B0S_SALDIRILARININ_ARDINDAN_BATICI_VE_%C4%B0SLAMCI_%C3%96ZC%C3%9CL%C3%9CKLER%C4%B0N_TUZA%C4%9EINDAN_KURTULMAK


...





24 Kasım 2015 Salı

En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4




En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Orta doğu 4



Radikalizmin Başarısı 

Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber, dünyada tek süper güç olarak kalan A.B.D’nin Ortadoğu ajandasında yükselen İslami radikalizm önemli bir yer tutuyordu. Giderek etkilerini arttıran radikal İslami grupların varlıklarını meşrulaştıran üç sebepten bahsedilebilir.45 Bunlardan birincisi 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletinin ürettiği ve günümüze kadar süre gelen problemlerdir. 1948 yılından bu yana yaşanan Arap-İsrail savaşları, Filistinli mültecilerin yaşadığı insanlık dramları, intifadalar ve İsrail devletinin sınırlarının dışına çıkan ve diğer Arap devletlerinin egemenliklerini ihlal eden müdahaleleri, radikal İslami hareketleri güçlendirmiştir. İkinci olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Suudi Arabistan’da konuşlanan A.B.D güçleri içinde Usame bin Ladin’in de bulunduğu radikal İslami grupların eleştirilerine hedef olmuştur.46 

Bu eleştiriler Müslümanların kutsal şehirlerinin bulunduğu Suudi Arabistan’daki Amerikan varlığını tarihi bir ihanet olarak görmekte ve bu durumun A.B.D’nin Suudi Arabistan üzerindeki egemen durumu sembolize ettiğini göstermekte dir.47 

Son olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam Hüseyin rejimini zayıflatmak için uygulanan Birleşmiş Milletler ambargosu batı karşıtı radikalizmin beslendiği unsurlar arasındadır.48 

Zira, 687 sayılı ambargo kararı Irak elitinden ziyade sıradan halk kitlelerini etkilemiş, genel sağlık durumu kötüleşmiş, ekonomi çökme noktasına gelmiş ve ölüm oranı dramatik rakamlara ulaşmıştır. Yaşanan olumsuzlukların faturası ise yaptırımları destekleyen A.B.D’ye kesilmiştir.49 

Ortadoğu’da radikalizmi besleyen bu unsurların yanına 11 Eylül saldırılarıyla beraber A.B.D’nin Irak işgali de eklenmiştir. Bu durum Ortadoğu’daki radikaliz min güçlenmesine üç farklı şekilde sebep olmuştur. İlk olarak, Hıristiyan batı dünyasının Müslümanların yaşadığı ve yönettiği toprakları işgal etmesi, radikal grupların dinler arası karşıtlık üzerine kurdukları argümanlarına yeni söylemler kazandırmıştır. 

Bu söylemler, 

A.B.D işgalinin karşı konulması gereken bir haçlı seferinden farklı olmadığının altını çizmektedir.50 İkinci olarak, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla kurulan Irak hükümeti, Sünni Arap nüfusun uzun yıllardır sahip oldukları iktidarlarına ve ayrıcalıklarına son vermiştir .51 

Üstelik Sünni Arapların siyasi süreçleri 2008 yılına kadar boykot etmeleri ve Şii-Sünni iç savaşı, radikal İslami gruplar için Irak’ı güvenli bir liman haline 
getirmiştir. Bu dönemde El Kaide militanları Sünni Arapların yanında saf tutarken, İran’la yakın ilişkileri olan Sadr Grubu’nun desteklediği Mehdi Ordusu da Iraklı Şiilerin koruyuculuğunu üstlenmiştir.52 Üçüncü olarak da, A.B.D’nin saldırgan tavrından tehdit algılayan Suriye ve İran gibi devletler Irak’ın içindeki radikal grupları destekledikleri gibi, Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de ise Hamas ile güçlü ilişkiler kurmuş, bu gruplara hem maddi destek vermiş hem de bu grupların siyasi etkinliklerini arttırmasına yardımcı olmuşlardır.53 

Özetle, 11 Eylül saldırıları sadece belirli bir toprak parçasını yöneten hükümetleri değiştirmemiş aynı zamanda bölge devletlerinin ve topluluklarının siyasi pozisyonlarını da etkilemiştir. 

Bununla beraber radikal akımların güçlenmesine sebep olan kronik sorunlar daha da çözümsüz bir döneme girmiştir. Bu çözümsüzlüğün en önemli noktası tartışma götürmez bir şekilde Arap-İsrail çatışmasıdır. Ne var ki, bu sorun, 11 Eylül ile beraber ortaya çıkmamış ancak 11 Eylül sonrası gelişen siyasi atmosferin etkisinden kurtulamamıştır. 1948 yılında kurulan İsrail devleti sadece Filistin halkı ile değil aynı zamanda Arap dünyası ile de sorunlu bir ilişkiye sahip olmuştur. Geride kalan dönemde İsrail, Arap devletleriyle ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Hizbullah ve Hamas gibi devlet dışı aktörlerle savaşmış, intifada olarak adlandırılan halk ayaklanmalarıyla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Ancak 
bu çatışmalarla dolu tarih içerisinde, İsrail devletinin Arap komşuları ve Filistinliler İle iyi ilişkiler geliştirmeyi dış politikasının temel taşı yaptığını 
ve bunun varlığının ve gelişiminin uzun süreli teminatı olarak gördüğü iddia edilebilir. Zira, çatışmaların sebebi Arap devletlerinin İsrail devletinin 
varlığını kabul etmemeleridir. 1967 Savaşında Arap devletlerinin ağır yenilgisi nden sonra Sudan’da toplanan Arap Birliği’nin “3 Hayır” kararı ( İsrail’le barışa hayır; İsrail’i tanımaya hayır; İsrail’le müzakerelere hayır) bile İsrail’i kabul etme ve onunla barış içinde yaşama umudunun ne denli zayıf olduğunu göstermekte dir. 54 

Ne var ki, Arap-İsrail çatışmaları İsrail’in bölgedeki varlığını sağlamlaştırmaktan başka bir olgu üretmemiştir ve bu durum, İsrail ile Arap komşuları ve FKÖ arasında müzakerelerin başlamasını beraberinde getirmiştir. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın 1977 yılında İsrail’e gitmesi ve doğrudan ikili görüşmelere başlama kararının alınması, Arap Birliği’nin taviz vermez İsrail karşıtlığının on sene içerisinde ne denli aşındığını da göstermiştir. Zira taraflar 1978 Camp David zirvesinde müzakerelerin devam etmesi için anlaşmış ve bir yıl sonra karşılıklı barış anlaşması imzalanmış, böylece İsrail tanınma ve işbirliği amacına ulaşırken, Mısır ise 1967 savaşında kaybettiği Sina yarımadasını geri almayı başarmış ve Fouad Ajami’nin deyimiyle, bu anlaşma Pan-Arabizm’in sonu getirmiştir.55 

Soğuk Savaş’ın bitişi, Irak’ın sınırlandırılması ve savaş sonrası İran’ın yaşadığı güçsüz dönem, 1990’lı yıllara gelindiğinde İsrail’in izole edilmişliğini azaltacak yeni fırsatlar sunmuştur. Bu dönem ilk meyvesini 1994 yılında İsrail ile Ürdün arasındaki ilişkilerde vermiş ve taraflar savaş durumuna son verip ilişkilerini normalleştirme kararı almıştır.56 Yine 1993 yılında başlayan Oslo süreci, İsrail ve FKÖ arasında barış için başlatılan diplomatik bir süreç olmuş ve ana anlaşmazlık konularının zaman içerisinde çözülmesini öngörmüştür. 

Ne var ki, İsrail ile Filistin arasındaki Oslo Süreci 2000 yılında tarafların nihai bir anlaşmaya varamamalarından ötürü sona ermiştir. İsrail tarafı, Arafat’ın cömert bir teklifi elinin tersiyle ittiğini ve yeni bir mücadele dalgasını tercih ettiğini 
iddia ederken, Filistin tarafı İsrail’in adil bir toprak anlaşması yapmaya ve göçmen Filistinlilerin durumunu göz önünde bulundurmaya yanaşmadığını 
savunmuşlardır.57 

2000 yılında başlayan ikinci intifadanın ilkine nazaran daha az şiddet karşıtı olması ve 2001 yılında Ariel Sharon’un iktidara gelmesi Oslo sürecinin bitişi anlamına gelmiştir ve bu döneme tesadüf eden 11 Eylül saldırıları İsrail ile Filistin arasındaki sorunların daha da karmaşıklaşacağı bir dönemin habercisi olmuştur. İsrail savunma kuvvetleri operasyonlarının şiddetini arttırmış ve daha önce Filistin otoritesine devredilen Gazze ve Batı Şeria’yı tekrar işgal etmiştir. Bu durum aynı zamanda Filistinli yerleşimcilerin dış dünyayla bağlantısını kesmiş ve ekonomik durumun bu bölgelerde kötüleşmesine sebep olmuştur. Ne var ki, İsrail ordusunun uyguladığı şiddet yine şiddeti doğurmuş ve Filistinli grupların intihar saldırıları aratarak devam etmiştir.58 11 Eylül sonrası geliştirilen Bush doktrini ve terörizme karşı savaş söyleminin ise İsrail-Filistin sorununa 
iki farklı etkisi olmuştur. İlk olarak, Ariel Sharon yönetimi, A.B.D’nin teröre karşı yürüttüğü savaşı ve bu savaş etrafında gelişen söylemleri, Filistin sorunuyla ilişkilendirmeyi başarmıştır. Daha net bir ifadeyle Sharon, Bush yönetiminin, A.B.D’nin Afganistan’da yaptığı mücadele ile İsrail’in Filistinlilerle yaşadığı çatışma arasında bir fark olmadığına inanmasını sağlamıştır. Bu inanç ise Yasser Arafat ile FKÖ’yü Usame bin Ladin ve El Kaide’nin bir versiyonu olarak görme eğilimini kaçınılmaz olarak beraberinde getirmiştir.59 Bu durum ise A.B.D’nin İsrail politikasını etkilemiş, özellikle Arap kamuoyunun gözünde İsrail’in giriştiği eylemlerden 

A.B.D de sorumlu tutulmuştur. Özellikle 11 Eylül’den sonra yaşanan, İsrail-Hamas gerginliği, Gazze operasyonları ve ablukası ve 2006 yılında yaşanan Hizbullah-İsrail Savaşı, İsrail karşıtlığı kadar Amerikan karşıtlığını da beslemiştir. İkinci etki ise demokratikleşme söyleminin yarattığı düş kırıklığı ve radikal grupların bu söylemden sağladığı kazanç ve iktidardır. Daha önce de tartışıldığı gibi, 11 Eylül, Bush yönetiminin Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin Amerikan ulusal güvenliği için gerekli gördüğü bir dönemi başlatmıştır. Ortadoğu’nun dönüşümü için ise George W. Bush, Irak ve Filistin’de reformun ve demokratik yollarla seçilmiş yeni liderlerin bölgeye ilham verebileceğini iddia etmiştir.60 Ne 
var ki, A.B.D’nin desteklediği demokratikleşme süreci umulan sonuçları doğurmamıştır. 2006 yılında Gazze’de yapılan seçimlerde A.B.D ve İsrail tarafından bir terör örgütü olarak kabul edilen Hamas galip gelmiş ve demokrasinin istikrar ve reform üreteceği beklentisi büyük bir yara almıştır.61 Bu durum ise Mansfield ve Snyder’ın pekişmiş demokrasiler ile demokratikleşen toplumlar arasında yaptıkları ayrıma dikkat çekmiştir. 

Bu argümana göre, demokratikleşme sürecini tamamlamış olan ülkelerin aksine demokratikleşen ülkelerin çatışma üretme ihtimali daha yüksektir. Zira demokratikleşme bu tip ülkelerin iç kompozisyonunda değişiklikler medyana getirdiği için çatışan elitler popüler bir destek sağlama adına iç ve dış aktörlere karşı ötekileştirici ve marjinalize edici söylemlerde bulunabilirler.62 2006 yılında yapılan seçimlerden önce her ne kadar Sharon yönetimi Hamas’ın olası zaferinden tedirginliğini dile getirse de Washington yönetimi seçimleri engellememesi için İsrail’i uyarmıştır. Ne var ki, Filistin’de yapılan demokratik seçimler Hamas’ın iktidarını getirmiş ve iki demokrasi arasında çatışma yaşanmayacağını öngören demokratik barış önermesi Mansfield ve Snyder’in yaptığı gibi daha kapsamlı bir izaha ihtiyaç duymuştur. İsrail’in radikal ve terörist bir İslami örgüt olarak gördüğü Hamas’ı muhatap olarak kabul etmemesi, Hamas’a yönelik halk desteğinin azalması için diplomatik ve ekonomik izolasyon politikaları uygulaması ve 2008 yılında Hamas’ın ateşkese son verdiğini açıklaması üzerine Gazze’ye yönelik operasyonları Filistin 
için demokratikleşme fikrinin bölge için umut edilen istikrarı sağlamaktan çok uzak olduğunu göstermiştir. Üstelik Abbas yönetimi ile Hamas arasındaki kanlı iktidar mücadelesi ve İsrail’in Gazze’ye karşı benimsediği yıldırma politikasına karşı Batı Şeria’daki Abbas yönetimiyle olan ilişkilerini normalleştirmesi Filistinliler üzerinde de bir iç çatışma döneminin başlamasına sebep olmuştur.63 

Özetle, A.B.D karşıtı radikalizmin sebepleri 11 Eylül sonrası dönemde güçlenerek devam etmiştir. Bu radikalizmi destekleyen unsurlardan birisi olan İsrail-Filistin sorunu Hamas gibi bir aktörün iktidara gelmesiyle beraber çözümsüzlüğe sürüklenirken, Ortadoğu’daki Amerikan askeri varlığı Irak işgali sayesinde artmıştır. Bush yönetiminin teröre karşı savaşı İsrail’in eylemlerinin sorumluluğu nu da A.B.D’ye yüklemiş, demokratikleşme stratejisi umulmadık bir şekilde radikal grupları siyasal sistemler içerisinde aktif bir noktaya getirmiştir. 11 Eylül’ün ardından Washington tarafından benimsenen Ortadoğu politikası, radikalizmin yükselişini önleyememiş hatta radikalizmi besleyen yeni denklemler üretmiştir. 

Nasıl Bir Gelecek? 

Üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümünde ders veren her hangi bir öğretim elemanı için Ortadoğu bölgesi kavram ve kuramları somutlaştırmak için istisnai örnekler sunabilir. Bahsi geçen öğretim elemanı, devletlerarası rekabetten, sistemik faktörlerin dış politika üzerindeki etkisine, rejim şekli çatışma ilişkisin den, uluslararası örgütlerin rolüne, terörist organizasyonlardan, de facto devletlere ve devlet dışı aktörlerden kimliklerin belirleyici gücüne kadar birçok konuyu Ortadoğu bölgesinde yaşananları açıklamak için inceleyebilir. Ne var ki, bu durumdan daha ilginç olanı, bütün Ortadoğu tarihi bir yana, 2001 yılında meydan gelen 11 Eylül saldırılarının üzerinden henüz 10 sene geçmiş olmasına rağmen yukarıda sözünü ettiğimiz konuların hepsinin Ortadoğu’da hayata geçmiş olmasıdır. İran ve Suriye’nin kendilerini güvenli kılma çabaları, büyük güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirmeyi amaçlayan politikaları, Ortadoğu’daki demokrasi sorununun bölgeyi dış güçlerin müdahalesine açık hale getirmesi, Birleşmiş Milletler kararlarının yarattığı problemler, El-Kaide, PKK, Hizbullah ve Hamas gibi terörist grupların bölgedeki ikili ilişkilerin bir aracı olması, suni çizilen sınırları kabul etmeyen ve bağımsız bir devlet gibi davranan Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi gibi fiili devletler, radikalizmi besleyen unsurların güçlenerek devam etmesi ve etnisite-din-mezhep gibi kimliklerin yarattığı ulus aşırı etki 2001 
sonrası dönemin gerçeklikleri olarak karşımızda durmaktadır. Üstelik bölge 2010 yılının son günlerinden itibaren “Arap Baharı” ismi verilen halk isyanlarıyla tanışmış, ardı ardına Tunus, Mısır ve Libya’nın otoriter yönetimleri devrilmiştir. 11 Eylül sonrası dönem, demokratikleşme konusunda, bölgenin kendi dinamiklerinin dış müdahale ve telkinlerden daha etkili olduğunu göstermiştir. Bu durum ise, özellikle A.B.D’ye “ne yapmaması” gerektiğini vaaz eden derslerle doludur. İsyanlar sırasında Obama yönetiminin ölçülü ve tek taraflı hareket etmekten kaçınan tavrı bu derslerin ne denli önemli olduğunu göstermiştir. Ancak, Arap Baharı sonrası yeni siyasal gündemlerle ortaya çıkacak devletlerin hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde istikrarlı yapılar kurup kuramayacakları ve bölge dışındaki güçlerin bu mesafeli duruşlarını muhafaza edip edemeyecekleri önemli bir soru işareti olarak zihinlerde durmaktadır. 

Elbette ki bu sorunlar, 11 Eylül saldırılarından sonra ortaya çıkmamışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurgulanan ve zaman içerisinde iç ve dış dinamiklerle kendine has bir yapıya kavuşan Ortadoğu’nun kadim ve sarih meseleleridir. Ancak 11 Eylül saldırıları, A.B.D’nin çevreleyici politikasını terk etmesine ve önleyici savaş doktrinini benimsemesine sebep olmuş, böylece Ortadoğu, dış güçlerin bölge devletlerinin egemenliklerine sadece müdahale etmedikleri aynı zamanda ihlal etmeyi amaçladıkları bir döneme girmiştir. Batı dünyasınca çok iyi bilinen ve klasik Ortadoğu edebiyatının en önemli eserlerinden birisi olan Bin-bir Gece Masalları, Alaaddin isimli iyi yürekli bir gencin elde ovulunca içinden cin çıkan lambasından bahsetmektedir. Alaaddin, lambadan çıkartıp özgürleştirdiği cinin yardımıyla birçok macerayı atlatır, zengin 
olur ve Sultan’ın kızıyla evlenir. 11 Eylül sonrasında meydana gelen
Ortadoğu’daki gelişmeleri lambadan çıkan cine benzeten bu satırların yazarı, 
Binbir Gece Masalları’nın iyimserliğine sahip olmayı çok istemiştir. Ancak Ortadoğu konusunda ne Alaaddin’in ne de lambadan çıkan cinin ontolojik bir iyi kalplilikle hareket edeceğine dair şüpheleri vardır. 





1 Katerina Dalacoure, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: 
Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt. 2, No.3, 2010, ss. 62-63. 
2 Lorne Craner, “ Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt. 13, No. 3, 2006, ss. 3-10. 
3 Ilan Pappe, Ortadoğu’yu Anlamak,( İstanbul: NTV Yayınları, 2009), s. 4. 
4 Keir A. Lieber ve Gerard Alexander, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt. 30, No. 1, 2005, ss. 109-139. 
5 Francis Fukuyama, Neo-conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: Profil Yayınları, 2006), s. 22. 
6 “Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. http://www.iiss.org/ 
recent-key-addresses/president-bush-delivers-iiss-address/press-coverage/bush-vows-democracyfor-
iraq-and-middle-east/. (Erişim Tarihi: 20 Mart 2011), s. 1. 
7 F. Gregory Gause III, “Can Democracy Stop Terrorism”, Foreign Affairs, Cilt. 84, No. 5, 2005, s. 64. 
8 Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007).
9 Raymond Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003), s.3. 
10 Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabını okuyanlar bu tabire aşinadırlar. 
11 Richard N. Haass, “The New Middle East”, Foreign Affairs, Cilt. 85, No. 2, 2006, ss. 2-6. 
12 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign 
Policy, Cilt. 35, 2009, ss. 452-454. 
13 “Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 
2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/06.01.02.html (Erişim Tarihi: 20 Haziran 2011). 
14 Peter Galbraith, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü,?( İstanbul: Doğan Kitap, 2007), s. 143. 
15 Philip Robins, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt.69, No. 4, 1993, s. 671. 
16 Altan Tan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010), s. 306. 
17 Burak Bilgehan Özpek, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011), ss. 588-590 
18 “Suriye’de Arap-Kürt Çatışması”, Radikal, 14 Mart 2003. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109546 (Erişim Tarihi: 14 Haziran 2011). 
19 “Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”, NTV, 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp (Erişim Tarihi: 10 Nisan 2011). 
20 “Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı”, NTV, 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/347957.asp, (Erişim Tarihi: 10 Eylül 2011). 
21 “Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”, Milliyet, 25 Şubat 2008, 
http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm (Erişim Tarihi : 19 Nisan 2011). 
22 Bülent Aras ve Rabia Karakaya Polat, “ From Conflict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security Dialogue, Cilt 39, No. 5, 2008, s. 504. 
23 Ziba Moshaver, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications for Iran-EU Relations”, The Review of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003, s. 298. 
24 John Brennan , “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008, ss. 168-179. 
25 Gawdat Bahgat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006, ss. 307-327. 
26 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No. 4, 2006, ss. 58-74. 
27 Daniel L. Byman, The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis Paper, 16, 2006, s. 12. 
28 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”, ss. 58-74. 
29 Kayhan Barzegar, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1,No.1 2009, ss. 27-39. 
30 “Yemen: A Shia Shadow”, The Economist, 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/node/3992376 (Erişim Tarihi: 10 Haziran 2011). 
31 İbrahim Karagül, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 
32 Manochehr Dorraj, “Iran’s Regional Foreign Policy”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 302. 
33 Juan Cole, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, Current History, No.687, 2006, s. 20. 
34 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 
2011), ss. 290-292. 
35 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 1, 2009, s. 17. 
36 David Lesch, “ Syrian Arab Republic”, ss. 290-292. 
37 Robert G. Rabil, “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007, ss. 43-51. 
38 Ibid. 
39 Ibid.
40 Raymond Hinnebusch, “ Syrian Foreign Policy under Bashar Al-Asad”, ss. 17-20. 
41 William Harris, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005, ss. 33-44. 
42 Karim Knio, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, 13(3) 2008, ss. 446-447. 
43 Ersun N. Kurtuluş, “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of 
Collective Self Determination”, British Journal of Mİddle Eastern Studies, 36(2) 2009, ss. 198.199.
44 Emile El-Hokayem, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, Washington Quarterly, Cilt 20, No. 2, 2007, s. 46. 
45 Meliha Benli Altunışık, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, s. 454. 
46 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 542. 
47 “US Pulls Out of Saudi Arabia”, 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm (Erişim Tarihi: 22 Temmuz 2011) 
48 Amin Saikal, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker ve Amin Saikal, (der.) 
Islamic Perspectives on the New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004), s. 25. 
49 Fareed Zakaria, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001, ss.22-40. 
50 Thomas Hegghammer, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006, s. 15 
51 Ahmed S. Hashim, Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press. 2006), s. 18-19. 
52 Vali Nasr, “When the Shiites Rise”. 
53 Anthony H Cordesman, Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for 
Strategic and International Studies, 2006). 
54 David H. Goldberg ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics of the Middle East and North Africa,( 
Boulder: Westview Press, 2011), ss. 347-350. 
55 Fouad Ajami, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978, ss. 355-373 
56 Barbara Slavin, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010, p. 26. 
57 Glenn E. Robinson, “ The Palestinians”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 63-64. 
58 William L. Cleveland ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, 
içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s. 100. 
59 David W. Lesch, “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010), s.125. 
60 Amy Hawthorne, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East”, Current History, No.660, 2003, 24. 
61 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: 
Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah”, Security Studies, Cilt 19, No.3, 2010, s. 528. 
62 Edward D. Mansfield ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs,Cilt 74, No.3,1995, ss. 79-97. 
63 Evan Braden Montgomery ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conflicts with Hamas and Hezbollah, ss. 540-542. 


Kaynakça 


Ajami, Fouad, “ The End of Pan-Arabism”, Foreign Affairs, Cilt 57, No.2, 1978. 

Altunışık, Meliha Benli, “The Middle East in the Aftermath of September 11 Attacks”, Foreign Policy, Cilt 35, 2009. 

Aras, Bülent ve Rabia Karakaya Polat, ”From Conşict to Cooperation: Desecuritization of Turkey’s Relations with Syria and Iran”, Security 
Dialogue, Cilt 39, No.5, 2008. 

Bahgat, Gawdat, “ Nuclear Proliferation: The Islamic Republic of Iran”, Iranian Studies, Cilt 39, No.3, 2006. 

“Barzani: A.B.D İzin Verdi, Bağdat Seyirci Kaldı”. 25 Şubat 2008, http://www.milliyet.com.tr/barzani--A.B.D-izin-verdi--bagdat-seyirci-kaldi/ 
guncel/haberdetayarsiv/01.06.2010/253348/default.htm. 

Barzegar, Kayhan, “ Iran, the Middle East and International Security”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Brennan, John, “The Conundrum of Iran: Strengthening Moderates without Acquiescing to Belligerence”, The ANNALS of the American Academy 
of Political and Social Science, Cilt 618, No.1, 2008. 

“Bush Vows Democracy for Iraq and the Middle East”. 19 Kasım 2003. 
http://www.iiss.org/recent-key-addresses/president-bush-deliversiiss-address/press-coverage/bush-vows-democracy-for-iraq-andmiddle-east/. 

“Büyükanıt: Kuzey Irak’a Operasyon Gerekli”. 13 Nisan 2007, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/405375.asp. 

Byman, Daniel L., The Changing Nature of State Sponsorship of Terrorism, The Saban Center for Middle East Policy at the Brooking Institution Analysis 
Paper, 2006. 

Cleveland, William L., Modern Ortadoğu Tarihi, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008). 

Cleveland, William L.ve Martin Bunton, “ Israeli-PalestinianRelations After the Oslo Accords”, içinde Karl Yambert (der.) The Contemporary 
Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Cole, Juan, “ A ‘Shiite Crescent’? The Regional Impact of the Iraqi War”, 

Current History, No. 687, 2006. 

“Commencement Address at the United States Military Academy at West Point”. 1 Haziran 2002, http://www.presidentialrhetoric.com/speeches/
06.01.02.html. 

Cordesman, Anthony H., Iran’s Support of the Hezbollah in Lebanon, (Washington: Center for Strategic and International Studies, 2006). 

Craner, Lorne, “Will US Democratization Policy Work”, Middle East Quarterly, Cilt 13, No.3, 2006. 

Dalacoure, Katerina, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, 
Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No. 3. 2010. 

Dorraj, Manochehr, “Iran’s Regional Policy”, Yambert, Karl (der). The Contemporary Middle East, (Philadelphia: Westview Press, 2010). 

El-Hokayem, Emile, “ Hizballah and Syria: Outgrowing the Proxy Relationship”, 
Washington Quarterly, Cilt 20, No.2, 2007. 

Fukuyama, Francis, Neo-Conların Sonu: Yol Ayrımındaki Amerika, (İstanbul: ProŞl Yayınları, 2006). 

Galbraith, Peter, Irak’ın Sonu: Ulus Devletlerin Çöküşü mü?, (İstanbul: Doğan Kitap, 2007). 

Gause III, F. Gregory, “Can Democracy Stop Terrorism”. Foreign Affairs. Cilt 84, No.5, 2005. 

Goldberg, David H. ve Bernard Reich, “ State of Israel”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) The Government and Politics 
of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

“Gül’den Kuzey Irak’a PKK Uyarısı,” 2 Kasım 2005, http://arsiv.ntvmsnbc.com/ news/347957.asp. 

Haass, Richard N., “The New Middle East”, Foreign Affairs. Cilt 85, No.2, 2006. 

Harris, William, “ Bashar Al-Asad’s Lebanon Gamble”, Middle East Quarterly, Cilt 12, No.3, 2005. 

Hashim, Ahmed S., Insurgency and Counter Insurgency in Iraq, (New York: Cornell University Press, 2006). 

Hawthorne, Amy, “ Can the United States Promote Democracy in the Middle East?”, Current History, 660, 2003. 

Hegghammer, Thomas, “Global Jihadism after Iraq War”, Middle East Journal, Cilt 60, No.1, 2006. 

Hinnebusch, Raymond, The International Politics of the Middle East, (Manchester: Manchester University Press, 2003). 

_______________, “ Syrian Foreign Policy under Bashar El-Asad”, Ortadoğu Etüdleri, Cilt 1, No.1, 2009. 

Karagül, İbrahim, “Suudiler Bahreyn’de! Peki Iran Ne Diyecek?”, Yeni Şafak, 15 Şubat 2011. 

Knio, Karim, “ Is Political Stability Sustainable in Post-Cedar Revolution in Lebanon”, Mediterranean Politics, Cilt 13, No.3, 2008. 

Kurtuluş, Ersun N., “ The Cedar Revolution: Lebanese Independence and the Question of Collective Self Determination”, British Journal of 
Mİddle Eastern Studies, Cilt 36, No.2, 2009. 

Lesch, David W., “ Israel, the Palestinians, Hamas and Hizbollah”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Lesch, David W., “ Syrian Arab Republic”, içinde David E. Long, Bernard Reich ve Mark Gasirowski (der.) 
The Government and Politics of the Middle East and North Africa, (Boulder: Westview Press, 2011). 

Lieber, Keir A. ve Alexander, Gerard, “Waiting for Balancing”, International Security, Cilt 30, No. 1, 2005. 

MansŞeld, Edward D. ve Jack Snyder, “ Democratization and War”, Foreign Affairs, Cilt 74, No. 3, 1995. 

Montgomery, Evan Braden ve Stacie L. Pettyjohn, “ Democratization, Instability, and War: Israel’s 2006 Conşicts with Hamas and Hezbollah”, 

Security Studies, Cilt 19, No. 3, 2010. 

Moshaver, Ziba, “ Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy. 
Implications for Iran-EU Relations”, The Revies of International Affairs, Cilt 3, No.2, 2003. 

Nasr, Vali, “When the Shiites Rise”, Foreign Affairs, Cilt 85, No.4, 2006. 

Özpek, Burak Bilgehan, “Çatışmadan İşbirliğine: Türkiye ve Iraklı Kürtler”, (Ankara: Seta Yayınları, 2011). 

Pappe, Ilan, Ortadoğu’yu Anlamak, (İstanbul: NTV Yayınları, 2009). 

Rabil, Robert G., “ Has Hezbollah’s Rise Come at Syria’s Expense”, Middle East Quarterly, Cilt 14, No.4, 2007. 

Robins, Philip, “The Overlord State: Turkish Policy and Kurdish Issue”, International Affairs, Cilt 69, No. 4, 1993. 

Robinson, Glenn E., “ The Palestinians”, Karl Yambert (der.) The Contemporary Middle East, (Boulder: Westview Press, 2010). 

Saikal, Amin, “Islam and the West: Challenges and Opportunities”, içinde Virginia Hooker, ve Amin Saikal, (der.), Islamic Perspectives on the 
New Millenium, (Singapore: ISEAS Publications, 2004). 

Slavin, Barbara, “Should Israel Become a ‘Normal’ Nation”, Washington Quarterly, Cilt 33, No.4, 2010. 

Tan, Altan, Kürt Sorunu, (İstanbul: Timaş, 2010). 

“US Pulls Out of Saudi Arabia”. 29 Nisan 2003, http://news.bbc.co.uk/2/hi/middle_east/2984547.stm. 

Wallerstein, Immanuel, Avrupa Evrenselciliği: İktidarın Retoriği, (İstanbul: Aram Yayınları, 2007). 

“Yemen: A Shia Shadow”. 19 Mayıs 2005. http://www.economist.com/ node/3992376. 

Zakaria, Fareed, “ The Politics of Rage: Why Do They Hate Us?”, Newsweek, October, 2001. 


* Yrd. Doç. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
Burak Bilgehan Özpek, En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, 
Ortadoğu Etütleri, Cilt 3, No 2, Ocak 2012, ss.183-215. 
Burak Bilgehan Özpek 
Anahtar Kelimeler: 9/11 Terörist Saldırıları, Uluslararası İlişkiler 
Teorileri, Bush Doktrini, Ortadoğu. 


...