30 Mart 2016 Çarşamba

Atatürk’ün Direktif ve Tavsiyeleri Işığında Türk Tarımındaki Gelişmeler (1923-1938) BÖLÜM 1





Atatürk’ün Direktif ve Tavsiyeleri Işığında Türk Tarımındaki Gelişmeler (1923-1938)  BÖLÜM 1



Eklenme Tarihi: 06.12.2011:2










1923-1938 döneminde tarımla ilgili yasal ve kurumsal örgütlenme büyük ölçüde tamamlanmıştır. Cumhuriyet’in ilk on beş yılında olduğu gibi sonraki yıllarda da tarım politikalarının dayandığı temel bu dönemde atılmıştır. Atatürk, tarımla uğraşan biri olarak çiftçinin sorunlarını çok iyi biliyordu. Köylünün elinde işleyebileceği yeterli toprağı olmadığını gören Atatürk, öncelikle işlenmeyen devlet arazilerinin toprağı olmayan çiftçilere dağıtılmasını, ardından da ülkede genel bir toprak reformuna gidilmesini istemiştir. Çiftçinin yüzyıllardır dert yandığı aşâr felaketinden kurtulması için öncü rol oynayan Atatürk, ülke topraklarının tamamının işlenerek üretimin ve köylünün refahının artması için tarım tekniğinin ve araçlarının modernizasyonuyla yakından ilgilenmiştir. Kendi kurduğu çiftliklerde ileri tarım tekniklerini uygulayarak köylüye örnek olmuştur. Köylünün tefeci zulmünden kurtarılması için zirai kredi kurumlarının oluşturulmasına büyük önem veren Atatürk, İçel’de bir tarım kredi kooperatifinin bizzat kurucu üyesi olarak çiftçiye rehberlik yapmıştır. Tarımla ilgili kurumsal ve yasal  düzenlemelere gidilmesi konusunda öncülük yapmış olan Atatürk, kendi döneminde Tarım Bakanlığı teşkilatının daha modern şekilde yeniden kurulmasını sağlamıştır.
Giriş
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türk tarımı 1912’deki seviyesinin bir hayli gerisindeydi. Örneğin buğday üretimi 1914 yılında 3.788.000 tondan 1922’de 2.042.000 tona gerilemişti (Eldem, 1994: 31-33; Tezel, 1994: 101). Sekiz yıl kesintisiz devam eden savaş yıllarında ülke büyük nüfus kaybına uğramıştı. Toprağa nispetle emek daha da kıt faktör haline gelmişti. Tarıma elverişli arazilerin ancak küçük bir kısmı işlenebilmekteydi. Köylünün elindeki tarım aletleri çok geri ve yetersiz durumdaydı. Tarım tekniği ise bir çok yörede ilkçağdaki seviyesinden ileri gitmemişti. Çiftçinin tarlasını sürdüğü saban gayet ilkel, ucuna taş veya demir takılmış ağaçtan yapılmış bir araçtı. Köylünün tarlasına ektiği tohum verimi düşük, ot ve diğer bitki tohumlarıyla karışmış durumdaydı. Köylü ihtiyaç duyduğu krediyi tarımsal kredi kurumlarının yetersizliğinden dolayı yüksek faizlerle tefeci tüccardan almaktaydı. Osmanlı döneminden kalan âşar vergisi gayri safi ürün üzerinden alınması ve mültezimler tarafından toplanması yüzünden köylünün üzerinde büyük bir yük idi. Bitkisel üretim miktarı ve hayvan sayısında I. Dünya Savaşı öncesine göre büyük bir azalma vardı. 1913 yılında sığır sayısı 6.186.000, koyun sayısı 16.079.000 idi (Osmanlı Dönemi Tarım İstatistikleri 1909, 1913 ve 1914, 1997: 10). Bu sayılar 1923-1925 yılları arasında sırasıyla 4.000.000’a ve 15.000.000’a düşmüştür (Tezel, 1994: 355). Ülke nüfusunun yaklaşık %80’i  tarım kesiminde çalışmaktaydı ve tarım dışı sektörlerde çalışanlardan daha az gelire sahipti. Milli hasılanın yaklaşık yarısını tarım kesimi üretmekteydi.
Atatürk, Milli Mücadele’den sonra özellikle tarım ve köylünün sorunları üzerinde önemle durulmuştur. O, 18 Mart 1923’de Tarsus’ta çiftçilere yaptığı konuşmada bu konuda şunları söylemiştir: “Çitçiler …şimdiye kadar, yani üç buçuk sene evveline kadar, vatanın bir çok unsurları içinde en çok zahmet, meşakkat, elem çeken sizdiniz. Herkesten çok çalışan siz olduğunuz halde en çok cefayı çeken sizdiniz. Vatan en çok sizin emeğinize istinat ettiği halde en az bahtiyar ve mesut olan yine sizdiniz. …Artık bundan sonra böyle olmayacaktır. …Hepimizin malumudur ki milletin ekseriyeti sizlersiniz…” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II 1952: 131). Yine Atatürk 1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada köylüye ve tarıma verdiği önemi şu sözleriyle vurgulamıştır: “…Türkiye’nin sahib-i hakikisi ve efendisi, hakiki müstahsil olan köylülerdir. O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstahak ve elyak (en layık) olan köylüdür. Binaenaleyh TBMM Hükümetimizin siyaset-i iktisadiyesi bu gaye-i asliyeyi istihsale matuftur…”(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I 1945: 219). Türkiye İktisat Kongresi’nde çiftçilerin  ekonomik problemlerine büyük önem verilmesi de bu yüzdendi. Atatürk, İzmir’de yapılan Türkiye İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında tarımın Türk milleti  için hayati öneme sahip olduğunu ve saban kullanmanın ülke toprağına sahip çıkmak anlamına geldiğini şöyle ifade etmiştir:
“Arkadaşlar, kılıç ile fütuhat yapanlar, sabanla fûtuhat yapanlara mağlûp olmaya ve binnetice terki mevki etmeye mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, muhafaza-i mevcudiyet etmişler, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle Fatihler tarafından diyar diyar gezdirilmiş ve kendi anayurdunda çalışamamış olmasından dolayı bir gün onlara mağlûp olmuştur. Bu bir hakikattir ki, tarihin her devrinde ve cihanın her yerinde aynen vakii olmuştur. Meselâ Fransızlar Kanada’da kılıç sallarken oraya İngiliz çiftçisi girmiştir. Bu medeni sabanla kılıç mücadelesinde nihayet muzaffer olan sabandır. Ve Kanada’ya sahip oldu. Efendiler kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Lâkin saban kullanan kol gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur”(Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar 1981: 246-247).
Bu çalışmada; Atatürk döneminde köylüyü toprak sahibi yapma çabaları, âşar vergisinin kaldırılmasının önemi, tarımda makineleşme, zirai kredi, zirai öğretim, Tarım Bakanlığı’nın örgütlenmesi konuları, bitkisel ve hayvansal üretimin geliştirilmesi ile ilgili çalışmalar hakkında bilgiler sunulacaktır.

Toprak Mülkiyetiyle İlgili Düzenlemeler ve Köylüyü Toprak Sahibi Yapma Çabaları

Bağımsızlık Savaşı’nı hep birlikte kazanmış ve Cumhuriyet rejimini kabul etmiş bir milletin, ülkenin en önemli kaynağı olan toprağı adil bir şekilde bölüşmesi gerekmekteydi. Bu, hem ülke topraklarının verimli olarak işlenmesi, hem de gelir dağılımının daha adil bir duruma getirilmesi ve böylece toplumsal barışın sağlanması için gerekliydi. Aynı zamanda Cumhuriyet ve demokrasinin geliştirilerek yaşatılabilmesi, ekonomisi tarıma dayalı bir toplumda, toprak mülkiyet yapısındaki söz konusu çarpıklığın giderilmesine bağlıydı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren toprak üzerinde özel mülkiyeti pekiştirici yasal düzenlemeler yapılmıştır. Anayasa’ya göre özel mülklerin kamulaştırılması, hükümetin arazinin piyasa değerini peşin olarak ödeme şartına bağlandı (Kanun no: 491, Nisan 1924, Düstur, C: 5). Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesini ve kazanılmasını sağlayan toplumsal ittifakta büyük arazi sahipleri  önemli rol oynamışlardı. Cumhuriyet hükümetleri başlangıçta büyük arazi sahiplerinden yana bir tavırla yola çıkmıştır. Ama yönetici aydın bürokrat kadronun mensuplarının bir çoğu, işin başından beri, köylünün mal sahibi olmasını ve köylülük kesiminin iktisadi olarak desteklenmesini kendi siyasal çıkarları ve gelişme politikaları açısından yararlı görüyordu. Cumhuriyet Hükümetlerinin arazi politikası, incelenen dönem boyunca işte bu iki karşıt eğilimler arasında gerilimlerle dolu gel gitlerin etkisi altında biçimlenmiştir (Tezel, 1994:371-372). 1924 Anayasası özel mülkleri güçlendirici bir nitelik taşımaktaydı. Bu anayasa özel mülkleri kamulaştırmayı zorlaştırıcı hükümlere sahipti. 1925’te kabul edilen Kadastro Kanunu da arazi tasarrufunda özel mülkiyet rejimini pekiştirici bir karakter taşıyordu. Nihayet, 1926 yılında Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle özel mülkiyete dayalı yeni hukuk düzeni oluşturulurken, geniş tarım alanları üstünde fiili denetim kurmuş olan güçlü ailelerin, bu arazileri tam malik sıfatıyla tapuya kaydettirmeleri kolaylaşmış oldu (Çalgüner, 1971: 41-42).
Cumhuriyet dönemi yöneticilerinin, 1920’lerde büyük toprak sahiplerinin feodal benzeri güçlerine karşı tavır almaları doğu illeriyle sınırlı kaldı. Bu konuda hükümeti harekete geçiren olay, 1925’de doğuda çıkan Şeyh Sait isyandır. Şeyh Sait isyanı sırasında, ayaklanmalarda başı çeken ailelerin, güçlerini, doğuda hüküm süren arazi sahipliği, yani feodal benzeri üretim tarzından aldığı anlaşıldı. Atatürk, 1928 yılında Meclis’i açış konuşmasında, hükümete özellikle doğu illerinde toprağı olmayan çiftçilere toprak tedarik etmek meselesiyle ehemmiyetli olarak uğraşması direktifini verdi. Bir yıl sonraki açış konuşmasında da bu isteğini tekrarladı (Barkan, 1946: 60).
Hükümet, 1927 yılında “idari, askeri ve içtimai” nedenlerle 1500 kadar ailenin Doğu Anadolu’dan batı vilayetlerine nakli için bir kanun çıkarttı. Batı’da iskan edilecek olan bu ailelerin terk ettiği araziler, iskân edilecekleri illerde kendilerine yeni arazi verilmesi şartıyla hazineye intikal edecekti (Kanun no: 1097, Haziran 1927, Düstur, C: 8). Başbakan İnönü’nün 9 Kasım 1929 günü Meclis’te yaptığı konuşmada verdiği bilgilere göre, sözü edilen kanunun çıktığı yıl Doğu’da 20 000 dönümü büyük arazi sahiplerinden kamulaştırılan alanlar olmak üzere, 110 000 dönüm tarım arazisi topraksız köylülere dağıtıldı (İnönü, 1946: 200-201). Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, özel mülkiyetin kamulaştırılarak muhtaç çiftçilere dağıtılması daha çok siyasi amaçlarla ve Doğu illerine özgü bir uygulama olarak kalmıştır. Dağıtılan topraklar içinde toprak ağalarına ait arazi çok az yer tutmaktaydı. Ne var ki, bu uygulama Doğu’daki feodal benzeri üretim ilişkilerinde belirgin bir iyileşme sağlayamamıştır. Toprakta mülkiyet dağılımını düzenleme konusu üzerinde 1934 yılına kadar pek durulmamıştır. CHP’nin çiftçiyi topraklandırma vadi beraberinde ciddi ve kapsamlı bir uygulamayı getirmedi. Dağıtılan araziler daha ziyade hazine arazisinden köylüye toprak verme şeklindeydi. 1930’ların ortalarına doğru bu tutum değişmiştir. Bu tarihlerden itibaren, Türkiye’deki mevcut toprak mülkiyet dağılımı ve üretim ilişkilerinden rahatsızlık duyan CHP liderleri arasında kapsamlı bir toprak reformu yapma düşüncesi güç kazanmıştır.
Atatürk ve İnönü’nün 1930’ların ikinci yarısında ülkede genel bir toprak reformunun yapılmasıyla yakından ilgilendikleri anlaşılmaktadır. Atatürk’ün 1936 ve 1937 yıllarında Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşması, genel bir toprak reformunun ülkede başlamak üzere olduğunun habercisiydi. Atatürk bir çok konuşmasında, her çiftçinin emeğini değerlendirebileceği ve geçimini sağlayabileceği kadar toprağa sahip olmasını istemekteydi. Atatürk 1936’daki nutkunda; “Toprak Kanununun bir neticeye varmasını Kamutayın yüksek himmetlerinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması behemahal lazımdır. Bundan fazla olarak büyük araziyi modern vasıtalarla işleyip vatana fazla istihsal temin edilmesini teşvik etmek lazımdır” (TBMMZC, Devre:5, C:13, 5)  sözleriyle konuya verdiği öneme vurgu yapmaktaydı.
Atatürk 1937 yılında Meclisi açış konuşmasında daha ayrıntılı olarak bu konuda şunları ifade etmiştir: “Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amacın yayılmasını kolaylaştıracaktır. Bu politika ve rejimde yer alabilecek başlıca önemli noktalar şunlar olabilir: Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir nitelikte olması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verim derecesine göre sınırlandırılması lazımdır”(TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 5, C: 20, 1937: 4).
Atatürk bu nutkunda toprak mülkiyet dağılımını düzenlemek için üç ana ilke ortaya koymuştur. Bunlar: 1) Memlekette topraksız çiftçi bırakmamak, 2) Bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın, hiçbir sebep ve suretle bölünmesine izin vermemek, 3) Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işleyebilecekleri arazi genişliğini makul ölçütlerle sınırlandırmaktı. Bu ilkeler, 1937 Ekiminde kurulan Celal Bayar hükümetinin programına aynen alındı. Hükümet programına göre, konuyla ilgili kanun taslağı en kısa zamanda hazırlanarak Meclis’in onayına sunulacaktı (Arar, 1968: 76). 1937 yılı içinde 1924 Anayasası’nda bazı değişiklikler yapıldı. Bu değişikliğe göre peşin ödeme koşulu aramadan, çiftçiyi toprak sahibi yapmak için kamulaştırma mümkün hale geldi. Böylece toprak reformu ile ilgili çalışmaların önü açılmış oldu (Kanun no: 3115, Şubat 1937, Düstur, C:18). Ancak, bu tarihlerde II. Dünya Savaşı’nın başlaması ve savaşın ülke sınırlarına kadar ilerlemiş olması toprak reformunun bir süre daha ertelenmesine neden oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında reform konusu üzerindeki tartışmalar devam etti. İsmet İnönü’nün ifadesiyle, “topraksız köylüyü topraklandırmak” için kanun hazırlama çalışmaları savaş döneminde de sürdürüldü. Yapılan çalışmalar sonucu kapsamlı bir toprak reformu kanunu ancak 1945 yılında çıkarılabildi.
1938 yılına kadar hükümetler köylüye önemli miktarlarda toprak dağıtmıştır. Bu dağıtılan araziler devlete ait arazilerden ibaret kalmış, büyük toprak sahiplerinin elindeki arazilere dokunulmamıştır. 1923-1938 yılları arasında 246 431 aileye toplam 9 983 750 dekar toprak dağıtılmıştır (Barkan 1980: 454).
Yapılan bu çalışmalar Türkiye’de toprak mülkiyet yapısındaki çarpıklığın belli ölçüde giderilmesine katkıda bulunmuştur.

Âşarın Kaldırılması

1923 yılında henüz Cumhuriyet ilan edilmeden önce Atatürk Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı sıfatı ile yayınladığı beyannamede köylüyü yüzyıllardır perişan eden aşarın halkın şikayetçi olduğu ve mağdur kaldığı yönlerinin ıslah edileceğini belirtmiştir. Yine aynı yıl içinde toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde âşarın kaldırılacağı kabul edilmişti (Türkiye İktisat Kongresi, 1923, 1981: 394).
Âşar, prensip olarak, tarımsal gelir üzerine salınmış bir tür gelir vergisi olduğu halde, uygulanmış olan tarh ve tahsil yöntemi, verginin niteliğini ve ekonomik etkilerini de değiştirmiştir. Âşar, vergi matrahı olarak gayri safi ürünü kapsamış olduğundan dolayı, safi ürüne göre hesaplanan vergi yükü çok büyük olmaktaydı (Önder, 1988: 119; Lewis, 1998: 461). Bu vergileme şeklinde girdi fiyatları dikkate alınmadığından, üretim girdisi üzerindeki fiyat artışı, safi ürün üzerindeki vergi yükünü ağırlaştırıyordu. Âşar, iltizam usulünün etkisiyle de halkın üzerinde çok ağır bir yük haline gelmişti (Yaşa, 1965:202; Bulutoğlu, 1976: 141). Âşar Tanzimat döneminde ıslah edilmeye çalışılmıştır. Yapılan düzenleme ile âşar vergisi, onda bir olarak standart hale getirilmiştir (Karamürsel, 1989: 168; Lewis, 1998: 461). Söz konusu verginin,  yapılan ıslahatlara rağmen, Tanzimat’tan sonra da iltizam usulüyle toplanmasına devam edilmiştir. Âşarın miktarı artırılmış ve 19. yüzyılın sonlarına doğru gayri safi hasılanın %12’si düzeyine çıkarılmıştır (Toprak, 1988: 22).
Cumhuriyet döneminde, yoksul halkın üzerinde büyük bir yük olan âşarın kaldırılması, en önemli konulardan biri olarak görülmüştür. Cumhuriyet’in  bu ilk yıllarında tarım sektörünün kalkındırılması gereği çok iyi anlaşılmıştı. Uzun süren savaş yıllarında millet aç kalmıştı. Tarımın geliştirilmesi öncelikle milletin doyurulması için şart idi. Daha çok bu nedenle köylü milletin efendisi olarak kabul edilmişti. Milletin en büyük kısmı olan köylünün durumunun düzeltilmesi meselesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında öncelikli konu olarak yöneticilerin önünde duruyordu. Bu yüzden, devlet bütçesinde önemli bir yeri olmasına rağmen, âşar vergisinin kaldırılmasına karar verilmiş (Bulutay-Tezel ve Yıldırım, 1974: 39) ve 17 Şubat 1925 tarihinde 552 sayılı kanunla kaldırılmıştır. Aşâr’ın yerine, bu verginin kaldırılması ile Devlet hazinesinin uğrayacak olduğu gelir kaybını önlemek veya azaltmak için, –aşar toplam vergilerin %20’sinden fazlasını oluşturuyordu– daha başka vergi konulmuştur. Bu vergi, üretildiği yerden altmış kilometre öteye taşınan aşara tabi mahsullerden, un, bulgur gibi gıda maddelerinden ve yaş meyve ve sebzelerden mahallindeki fiyatının yüzde onu nisbetinde alınacaktı (Resmi Gazete, 23 Şubat 1341 (1925) Sayı: 84). Âşar vergisinin kaldırılması köylüde büyük bir memnuniyet yaratmıştır. Bu yüzden o tarihlerde yurdu gezen Atatürk’e çiftçiler büyük sevinç gösterilerinde bulunmuşlardır. Âşarın kaldırılması ile birlikte tarımsal gelişmenin önündeki engellerden biri kaldırılmış oldu. Çiftçi ağır vergi yükünden kurtulduğundan, özellikle geçimlik üretim yapan üreticiler, ürünün tamamına yakınının kendilerine kalacağı düşüncesiyle üretim konusunda daha iyi motive olmuşlardır. Bu durumun ve tarım ürünleri fiyatlarının hem iç hem de dış piyasalarda fiyatlarının yükselmesi neticesi Türkiye’de tarımsal üretim bazı kuraklık yılları istisna edilirse, 1920’lerin sonlarına kadar artmıştır.

Tarımsal Araçların Modernizasyonu ve Tarımsal Kredi Konusunda Yapılan Çalışmalar

Atatürk üretimin ve halkın refahının  artırılması için tarım teknik ve araçlarının modernize edilmesine büyük önem vermiştir.
“Küçük büyük bütün çiftçilerin iş makinelerini arttırmak yenileştirmek ve korumak önlemleri vakit geçirmeden alınmalıdır” diyen Atatürk ileri düzeyde bir tarım için çiftçinin modern makine ile donatılmasını ve bunları kullanabilmesi için eğitilmesini kaçınılmaz görüyor, bu konuda her türlü girişimde bulunuyordu (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, 1945: 221; Sözen-Arılı, 1981: 62).
3 Mart 1924’te tarım yöntem ve makineleri konusunda daha iyi ve geniş kitlelere ulaşacak bir eğitim sağlamak amacıyla  Tarım Bakanlığı yeni bir örgütlenmeye gitti. Öte yandan, Devlet Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren tarımda makineleşmeyi teşvik amacıyla, makineyi kullanacak ve tamir edecek personeli yetiştirmek için tarım ve makinist okulları açtı (Avcıoğlu 1969: 229). Ayrıca hükümet, 1924’de çıkardığı bir yasa ile askere alınan çiftçilere, askerlik esnasında  tarım makineleri ve yeni yöntemlerin öğretilmesini öngörüyordu. Yine makineleşmeyi yaygınlaştırmak için, Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra Ziraat Bankası 70 traktör almış ve bunların 40 adedini çiftçilere dağıtmış; 30 adedini de kendisi işletmeye koymuştur (Cumhuriyet, 5 Haziran 1924).
Bu dönemde bir yandan devlet, numune çiftlikleri, tarım okulları ve istasyonlarında yeni alet ve makineler kullanılarak örnek olmaya çalışırken diğer yandan bu makineleri satın almak ve kullanmak isteyen çiftçilere gümrük muafiyetleri ve bazı kolaylıklar sağlamıştır. Ziraat Vekâleti aracılığı ile ithal edilen makineler, Ziraat Bankası kredileriyle çiftçiye taksitle satılmıştır. İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt’un da ifade ettiği gibi memlekette bir çok çiftçi toprağı olduğu halde sermaye malına, yani toprağını sürecek hayvana veya traktöre, pulluk ve diğer tarımsal ekipmanlara, sahip olmadığı için gerekli tarımsal faaliyetleri yürütememekteydi (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: I, C: 26: 110). Ülke tarımının gelişmesi için öncelikle çiftçinin bu sermaye malı ihtiyacının karşılanması gerekmekteydi. 1926 yılında çıkan 752 sayılı yasayla, traktör, motorlu pulluk, biçer-döver, kamyon ve kamyonet sahiplerine tarımda harcadıkları akaryakıt için “mevadd-ı müşteile rüsumu tazminatı” ödenmesi kabul edilmiştir (Resmi Gazete 25 Şubat 1926). Bu kanun gereğince tarımsal faaliyetlerde harcanan akaryakıttan alınan vergi iade edilmiştir. 1927 yılında Ziraat Vekâleti Bütçesi ancak 3 milyon 722 bin lira iken, makine kullanan çiftçiye devlet 1926-1930 devresinde 6 milyon 652 bin lira tazminat ödemiştir (Avcıoğlu, 1969: 229).
1923-1924 yıllarında 486’sı devlet malı olmak üzere 501 traktörün bulunduğu belirtilmektedir (Silier 1981: 20). Bu dönem aynı zamanda tarım ürünleri fiyatlarının nispeten elverişli olduğu yıllardı (Bulutay-Tezel-Yıldırım 1974: 70-80). Tarım ürünleri fiyatlarındaki artış, tarımda makineleşmeyi teşvik eden önemli bir faktör idi. İktisat Vekili Şakir Beyin 10 Haziran 1930’da TBMM’de yaptığı açıklamaya göre 1930’da Türkiye’de bulunan traktör sayısı 1844 idi (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 3, C: 20, 1930: 175).
1929 yılından itibaren iktisadi bunalım yılları içinde  tarımsal ürün fiyatlarının hızla düşmesi, petrol yakan traktörlerle tarım yapılmasını ekonomik olmaktan çıkarmıştı (Cumhuriyet 15 Nisan 1928). Mali sıkıntı ve ödemeler dengesi açıklarının arttığı yıllarda bu muafiyetleri bir avuç büyük arazi sahibi için sürdürmek sosyal ve ekonomik açıdan hükümet için anlamını yitirmişti (Cumhuriyet, 3 Mayıs 1929; Tezel, 1994: 418).
Bu yüzden hükümet, yeni önlemler almak zorunda kalmış, 10 Haziran 1930’da TBMM’den geçen 1710 sayılı “Ziraat Makinelerinde Kullanılan Mevadd-ı Müştaile Hakkındaki 752 ve 1527 Sayılı Kanunlara Müzeyyel Kanun” ile tarım makinelerinde kullanılan petrol ve benzin üzerindeki muafiyeti kaldırmıştır. Yasa, petrol ile çalışan traktör kullananların, artık bunları kullanmayacakları için, traktörlerinin tazmin edileceğini de hükme bağlamıştı (Resmi Gazete, 19 Haziran 1930). Bu durumdaki traktör sayısı İktisat Vekili Şakir Beyin 10 Haziran 1930’da TBMM’de verdiği bilgiye göre 1844 idi (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 3, C: 20, 1930:175). Tazminat kapsamına traktör ve biçer-döverlerin yanı sıra, traktörlerin tamamlayıcısı kabul edilen pulluk, disk pulluk, tulumba ve çayır makinesi de girmekteydi.
Öte yandan, Bakanlık küçük çiftçilerin işlerini daha rahat, seri ve mükemmel yapabilmeleri için modern tarım makine ve aletlerin temininde büyük çabalar harcamıştır. 1923-1925 yıllarında köylüye 200.000 lira değerinde 7677 pulluk dağıtmıştır. Ayrıca yerli pulluk üretimini teşvik için 26 Mart 1931 tarihinde 1797 sayılı Pulluk Kanunu kabul edilmiştir. Bu kanunu uygun olarak ülke içinde pulluk imalatını artırmak için pirimler verilmiş ve yerli imalathanelere faizsiz, uzun vadeli krediler açılmıştır (Resmi Gazete, 2 Nisan 1931).
Sözü edilen bu teşviklerin kısa sürede etkisi görülmüş, ülkedeki pulluk miktarı ihtiyacı karşılamaktan uzak olsa da, önemli ölçüde artmıştır. 1927’de 210.000 olan pulluk sayısı (İsmail Hüsrev, 1934: 42) 1936 yılında 410.360’e yükselmiştir (İstatistik Yıllığı, 1940-1941, 1941: 286).
Çiftçinin modern aletlerle donatılması konusunda pulluk dışında diğer ziraat aletlerinin de ülke çapında yaygınlaştırılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Üretim artışında büyük etkisi olan tohumların mekanik şekilde temizlenmesini temin için Tarım Bakanlığı 65.000 liralık 912 adet kalbur makinesi almış ve bir kısmını uzun vadelerle ödemek şartıyla çiftçilere dağıtmıştır. Bakanlık, bu makinelerin geri kalanlarını tohum temizleme teşkilatı hizmetine vererek köylünün tohumunu temizlemeye çalışmıştır. 1923-1933 yıllarında temizlenen tohum miktarı 20.000 tonu aşmıştır (Gökköl 1935: 258). Hububat tohumlarını ağırlık ve hacim yönüyle sınıflandıran ve temizleyen selektör makinelerinin yaygınlaşması için Tarım Bakanlığı’nın çalışmaları olmuştur. Bakanlık bu makinelerden 1930’lu yılarda çeşitli illere 185 adet dağıtmıştır (Ziraat Alet ve Makineleri Raporu 1939: 88). 1933 tarihinde traktör, pulluk ve karasaban dışındaki diğer tarım makine ve aletleri şunlardı; 54.000 adet her çeşit tırmık, 2.770 tohum ekme makinesi, 4.668 orak makinesi, 2.235 biçer-bağlar, 728 harman makinesi ve 2.947 adet tınaz ve kalbur makinesi (İstatistik Yıllığı 1940-1941, 1941: 287).
1930’lu yıllarda Türk tarımı ülke içinde üretilmesi planlanan tarım makine ve aletleriyle donatılmaya çalışılmıştır. Bu uygulama, o tarihlerde Devletin içinde bulunduğu mali sıkıntılar ve ödemeler dengesi açıklarının neden olduğu döviz kıtlığı dikkate alındığında rasyonel bir tedbir olarak görülmektedir.
Tarımsal kredi alanında asıl vazifeyi gören Ziraat Bankası, Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine intikal eden bir kurumdur. Osmanlı Devleti döneminde, Ziraat Bankası kurulmadan önce, tarım kesimine kredi verme işini Memleket Sandıkları üstlenmişti.
1863 senesinde bugünkü Bulgaristan coğrafyasında yeni oluşturulan Tuna vilayetinin  valisi olan Mithat Paşa, yönetim sahası içinde bulunan köylerin ve küçük çiftçilerin kredi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Memleket Sandıkları adını verdiği müesseseleri kurmuştu (Köylü, 1963: 300). Memleket Sandıkları ülke çapında kısa sürede önemli bir gelişme göstermişti.
1883 yılında sandıklara sürekli bir sermaye kaynağı sağlamak için âşarın onda biri oranında menafi hissesi adı ile ek bir vergi kondu ve sandıkların adı Menafi Sandıkları’na çevrildi.
Gerçekte çok yararlı bir amaç için kurulmuş olan bu teşkilat, 26 yıl kadar yaşadıktan sonra borçların geri alınamaması ve özellikle kötü idare yüzünden bozulmuştur. Bu nedenle 1889 yılında var olan Menafi Sandıkları kaldırılmış ve bunların yerine Ziraat Bankası kurulmuştur. Menafi Sandıkları’ndan Ziraat Bankası’na devreden sermaye miktarı 2.200.000 liraydı. Hazineden yapılan tahsisatla Ziraat Bankası’nın sermayesi 10.000.000 lira olarak belirlenmiş ve banka sermayesinin, daha önce yapıldığı gibi âşara yapılan ilavelerle artırılması sağlanmıştır (Köylü, 1963: 301). Ziraat Bankası, kurulduğu tarih olan 1889’dan, 1910 yılına kadar 2.414.500 çiftçiye toplam 1.557.800.000 kuruş kredi vermiştir (Güran, 1998: 155).
Ziraat Bankası Osmanlı Devleti’nden devralınan  yerli bankaların en büyüğüydü ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında iflasın eşiğindeydi. Hükümet bankanın kurtarılmasını önemli bir konu olarak ele aldı. Banka’nın sermayesine bütçeden aktarma yapıldı. Osmanlı Bankası’nın Ziraat Bankası’na kredi açması sağlandı. 1925’in sonunda bankaya sağlanan yeni fonlar 7.000.000 TL’yi bulmuştur.
Ziraat Bankası’nın nominal sermayesi 1924 yılında 30.000.000 milyon TL’ye yükseltilmiştir. 1925 yılında arazi vergisi tahsilatının %6’sı Banka’nın sermaye hesabına aktarılmış ve Banka’nın öz sermayesi önemli ölçüde artmıştır. 1930’da Bankanın nominal sermayesi ise 100.000.000 TL’ye çıkartılmıştır (Tezel, 1994: 409).
Banka, 1937 yılına kadar, bir özel tarım kredileri kuruluşu olmaktan çok bir ticaret bankası gibi çalıştı. 1924 yılında işleyişini düzenlemek için çıkartılan kanun, sermayesi devlete ait olduğu halde bankaya bir özel şirket statüsü getirmişti (Atasagun 1939: 215, Avcıoğlu, 1968: 232). Banka’nın yönetimi de, 1920’ler ve 1930’larda daha çok kâr elde edebilmek için, faiz oranlarının düşük tutulduğu tarım kredilerine ayrılan fonları sınırlamış, daha çok ticari kredilere yönelmiştir. Ziraat Bankası daha çok tüccara ve büyük toprak sahiplerine kredi açmış, Banka’nın kredilerinden küçük çiftçiler yararlanamamıştır (Cumhuriyet 15 Ekim 1928). Yine de tarım kesimine sağlanan kredilerin hacmi 1923 öncesine göre bir hayli artmıştır. Ama 1923-1940 arasında, Banka’nın sağladığı toplam kredilerin %60’ı ile %80’i arasında değişen bir bölümü ticari kredilere ayrılmıştır (Tezel, 1994: 409).
Hükümet, 12 Haziran 1937 yılında 3202 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası Kanunu’nu yürürlüğe koydu. Banka’nın statüsü bir iktisadi devlet girişimine dönüştürüldü. Kanun’un gerekçesinde, doğrudan tarımla uğraşan çiftçilere öncelikle kredi verileceği belirtiliyordu. Arazi sahibi olmaktan başka bir işlevi olmayan, tarımsal üretimde etkin bir yeri bulunmayanlara tarımsal kredi verilmesinin önlenmesinden söz ediliyordu (Resmi Gazete 12 Haziran 1937, Sayı: 3629). Banka kredilerini daha çok küçük üreticilere yöneltmeyi amaçlayan kanun tasarısı, Meclis’teki hararetli tartışmalardan sonra kabul edilmiştir. Büyük arazi sahibi olan milletvekilleri, Ziraat Bankası kredilerinin küçük üretici köylülere yönlendirilmesi girişimlerinden dolayı hükümetin iktisat politikasından rahatsız olmaya başlamışlardı (Tezel, 1994: 410). 1937 kanunu merkezi hükümet bütçesinden Ziraat Bankası’nın sermaye hesabına yapılacak aktarmaları yükseltmiştir. Ziraat Bankası’nın tarım satış ve kredi kooperatiflerinin bir üst bankası olarak çalışmasıyla ilgili görevleri genişletilmiştir. Banka hükümet tarafından tarımsal kredi işlevi dışında başka konularda da görevlendirilmiştir. Banka 1930’larda buğday fiyatının desteklenmesi, ayrıca fakir köylülere ve doğal afetlerden zarar gören çiftçilere tohumluk, iş hayvanı, üretim araçları sağlanması gibi işler de üstlenmiştir.
Küçük üretici köylülerin banka kredisi alma konusunda karşılaştıkları en önemli güçlük, yeterli bireysel güvence gösterememeleriydi. Ülkedeki tarımsal arazilerin kadastrosu yapılmamış idi. Milyonlarca köylü ailesinin elinde işledikleri arazilere ilişkin tapu senetleri bulunmuyordu. Hükümet, köylülerin zincirleme kefalet yoluyla banka kredisi alabilmelerine imkan sağlamak için, 1924 yılında, tarım kredi kooperatiflerinin kuruluşunu teşvik edici hükümler getiren bir kanunu Meclis’ten geçirdi. 21 Nisan 1924 tarih ve 498 sayılı, 13 maddelik İtibar-ı Zirai Birliği Kanunu, tarım kooperatiflerine ilişkin ilk yasal düzenlemedir (Düstur, 3.Tertip, C.5, 1924 (1340): 1090. Kısa vadeli küçük tarım kredisinin, Ziraat Bankasından  ayrı olarak çiftçilere dağıtılması amaçlanmıştır. Ne var ki, 1929 yılına kadar kurulan kredi kooperatiflerinin sayısı çok sınırlı kalmıştır (Cevdet Nasuhi, 1931: 1934).
1929’da 1470 sayılı “Zirai Kredi Kooperatifleri Kanunu” TBMM’in gündemine geldi. Bu kanun, 1924 tarih ve 498 sayılı “İtibarı Zirai Birliği Kanunu”nun uygulamada karşılaştığı sorunlara çözüm üretmek için hazırlanmıştır. 5 Haziran 1929 tarihinde çıkarılan 1470 sayılı yasa 24 maddeden oluşmaktadır. Bu yasaya göre en az 100 haneli ve 500 nüfuslu köy veya köylerde, “sınırsız sorumlu” kasaba ve şehirlerde “ortaklık paylarının beş katına kadar sorumlu” kooperatif şirketler kurulabilecekti. Bu kooperatifler Ziraat Bankası’nın sürekli denetimi altında olacaklardı. Bu yasaya göre kooperatifler illerde “İl Birlikleri” kurabileceklerdir. Bu yasa kooperatiflerin ana bankası olarak Ziraat Bankası’nı adres göstermekteydi.
Atatürk bu dönemde, bir yandan kooperatif mevzuatının geliştirilmesi üzerinde dururken, diğer yandan da konu hakkında kamu oyunu bilgilendirmekteydi. Örneğin 1 Kasım 1929 tarihli TBMM açılış konuşmasında şöyle seslenmiştir : “Bu sene Zirai Kooperatif Teşkilatına başlanmış olması bilhassa memnuniyetimize mucip oluyor. Bu kooperatifleri memleketin her tarafına teşmil etmeyi ziyade iltizam ediyoruz” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, 1945: 347).
1929’da çıkarılan 1470 sayılı yasanın ilk uygulama sonuçları Atatürk’ü sevindirmişti. Bu kanuna göre ilk Zirai Kredi Kooperatifi, 18 Eylül 1929’da Giresun’un Bulancak ilçesinde kuruldu. 1929 yılı sonuna kadar Türkiye’de 64 zirai kredi kooperatifi kuruldu. Köylü, ayaklarına kadar ucuz ve formalitesiz kredi getiren kooperatifleri sevmişti. Adana’da da sekiz zirai kredi kooperatifi kurulmuştu.
Satış kooperatifleri ile ilgili olarak çıkartılan kanuna paralel 21 Ekim 1935 tarih ve 2836 Sayılı Yasa ile, kredi kooperatifleri için bir düzenlemeye daha gidilmiştir.  Bu yasa ile Tarım Kredi Kooperatifleri daha düzenli çalışan ve çiftçiye daha iyi hizmet veren kuruluşlar haline getirilmiştir.
Atatürk kooperatifçiliğin, özellikle de tarımsal kooperatifçiliğin, kalkınma için gerekliliğine inanmış; çeşitli konuşmalarında bu konudaki görüşlerini ve siyasi kararlılığı dile getirmiştir. Kooperatifçiliğe ilişkin düzenlemeler ve uygulamalar üzerinde tartışmasız yönlendirici etkide bulunmuş olan Atatürk, kurumsallaşma açısından ilk önemli girişimleri gerçekleştirmiş; bu bağlamda bir tarım kredi kooperatifinin örgütlenmesine, kurucu ortak olarak öncülük etmiştir (Tecer, 2006: 76).
1936 yılında Atatürk bir çiftçi olarak, İçel’in Tekir Köyü’nde 36 çiftçi ile beraber, 2836 sayılı yasaya göre bir tarım kredi kooperatifi kurmak için, 30 Haziran 1936 günü Silifke Ziraat Bankası’na başvurmuştur. Kooperatifin bir numaralı kurucu üyesi olarak, kooperatif kuruluş işlemlerinin tamamlandığını kendisine bildiren zamanın Başbakanı İnönü’ye bir telgrafla yanıt verir: “Tarım kredi kooperatiflerinin ilki olan Tekir Kooperatifi’nin muamelelerinin bittiğini sevinerek öğrendim. Bu kooperatife bir sayılı üye olarak bulunmamı muhabbetle yad etmenize teşekkür ederim. Tarım Kredi Kooperatiflerinin bütün yurdu kaplamasını başarılı gayretlerinizden bekliyoruz”(Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, 1964: 576).
Tarım kredi kooperatiflerinin sayısı 1929’da 65’ten 1938’de 589’a; kooperatiflere üye olanların sayısı da 1929’da 4.000’den 1938’de 114.000’e yükselmiştir. Kredi kooperatiflerinin yaygınlaşması daha çok ihraç ürünleri üreten kıyı bölgelerinde meydana gelmiştir. Tarımsal kredi kurumlarının faaliyete geçmesiyle birlikte köylü tefecilerin baskısından önemli ölçüde kurtulma imkanına kavuşmuştur.

Ziraat Vekâleti’nin Örgütlenmesi

Türkiye’de tarımsal gelişimin daha hızlı istikrarlı bir biçimde gerçekleştirilebilmesi için bu dönemde Atatürk’ün direktifleriyle kurumsal ve yasal düzenlemeler yapılmıştır. Bu sayede tarımı ıslah konusu yetkili ellere verilerek çalışmaların sürekliliği sağlanmıştır.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, tarım kesimine hizmet götüren en üst düzeydeki resmi örgüt Ziraat Vekâleti idi. Bu kurum, kimi yıllarda merkez ve taşra birimleriyle bağımsız bir statüde, çoğunlukla  da İktisat Vekâleti içinde faaliyet göstermiştir.
Cumhuriyet’in ilanından önceki “Meclis Hükümeti” döneminde, 2 Mayıs 1920 tarih ve 3 sayılı “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve İcra Vekillerinin Sureti İntihabına (Seçim Şekline) Dair Kanun” çıkarılmış; bu kanunla ticaret, sanayi, ziraat, orman ve madenlerle ilgili işlerin İktisat Vekâletince yürütüleceği belirtilmiştir. İktisat Vekâleti içinde tarım kesimiyle ilgili olarak Ziraat, Orman ve Veteriner Umum Müdürlükleri yer almıştır (Zincircioğlu, 1994: 8).
25 Mart 1924’de yürürlüğe giren 432 sayılı “Ziraat ve Ticaret Vekâletleri Teşkili Hakkında Kanun”un 1. maddesi ile daha önce tarımla ilgili hizmetleri yürütmekle görevli İktisat Vekâleti kaldırılarak yerine Ziraat ve Ticaret Vekâletleri kurulmuştur (Düstur, 3.Tertip, C.5, 1924: 670). Ancak, 16 Ocak 1928 tarih ve 1200 sayılı “Ticaret ve Ziraat Vekâletlerinin Tevhidi (Birleştirilmesi) ile İktisat Vekâleti Teşkili Hakkında Kanun” ile Ziraat Vekâleti tekrar kaldırılmış; kendisine bağlı Ziraat, Orman ve Veteriner Umum Müdürlükleri de yeniden İktisat Vekâletinin birimleri haline gelmiştir (Resmi Gazete, 16 Kanunusani 1928, Sayı: 793). Daha sonra 30 Aralık 1931 tarih ve 1910 sayılı Yasa ile Ziraat işleri bir kez daha İktisat Vekâleti’nden ayrılarak, yeniden oluşturulan Ziraat Vekâleti’ne bırakılmıştır. Bu Yasadan uzunca bir süre sonra 4 Haziran 1937 tarih ve 3203 sayılı Yasayla Ziraat Vekâleti’nin merkez ve taşra örgütlenmesi, görev ve yetkilerinin de ayrıntılı olarak belirlenmesi, 1923-1938 döneminin en önemli girişimlerindendir (Zincircioğu, 1994: 9-58).
Ziraat Vekâleti’ne 3203 sayılı kanunla  kısaca şu yetki ve görevler verilmiştir:
Ziraat Vekâleti devlet teşkilatı içinde memleketin ziraat, hayvan ve orman siyasetlerinin takibine ve bu konulara giren işlerin iktisadi durumlarına göre düzenlenmesine, ıslahına ve teşkilatlandırılmasına ve gelişmesine ilişkin hizmetleri ve genel ve özel kanunların kendisine yüklediği görevleri yapmakla mükelleftir.
Ziraat Vekâleti, Ziraat Vekilinin emrinde;
Bir Müsteşar,
Bir Teftiş Heyeti Reisliği,
Bir Hususi Kalem Müdürlüğü,
Bir Ziraat İşleri Umum Müdürlüğü,
Bir Veteriner Umum Müdürlüğü,
Hükmi şahsiyeti haiz bir Orman Umum Müdürlüğü,
Bir Hukuk Müşavirliği,
Pamuk, Zat, Levazım, Neşriyat, Evrak ve Seferberlik Müdürlükleri ile idare olunur.
Kanunun diğer maddelerinde yukarıda adı geçen idarecilerin görev, sorumluluk ve yetkileri de belirlenmiştir.
Bu yasa ile sektör ilkel konumdan çıkarılıp üreticinin refahının sağlanması doğrultusunda, tarım, hayvancılık ve ormancılık alanında yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Bu düzenlemelerde öngörülen hizmetlerin görülmesi için özellikle taşra düzeyinde örgütlenmeler yapılmıştır.
Ziraat Bakanlığı’na bağlı Ziraat İşleri Umumu Müdürlüğü’nün Bakanlığın bünyesinde bulunan müdürlükler arasında üstlendiği görevlerin genişliği açısından ayrı bir önemi vardır. Bu kurum, ülke tarımının kalkınması yönünde gerekli çalışmaları yapabilmek için yetki ve sorumluluklarla donatılmış, Bakanlığın aldığı hemen hemen tüm kararların icracısı bir organ olmuştur.
3203 sayılı yasanın 6. maddesine göre Ziraat İşleri Umum Müdürlüğü’nün görevleri şu şekilde belirtilmekte idi:
Ziraat Bakanlığı’nın direktifleri dahilinde ülkenin ziraat siyasetini yürütmek, ziraat istihsalatını iktisadi vaziyetlere göre tanzim ve ıslah etmek, üretimin iyileşmesine tesir edecek olan ıslah, deneme, üretme ve temizleme müesseseleri kurmak.
Ziraat mahsullerine zarar veren her türlü hastalık, haşarat, hayvanlar ve tabii hadiselerle savaşmak. Bir bölgeden diğer bölgeye geçebilecek ve yabancı memleketlerden gelebilecek hastalık ve haşarata karşı korunma tedbirleri almak.
Dış ülkelerden getirilecek her çeşit üretme vasıtalarının ithalini ve memleketten çıkarılacak olanların ihracını kontrol, tahdit ve men etmek.
Ziraat sulama işletmesini yapmak ve ziraata ait küçük sulama ve kurutma tesisleri vücuda getirmek.
Tarım mahsullerinin memleket için işlenip kıymetlendirilmesine çalışmak ve bunun için lüzumlu tesisatı kurmak, kurdurmak.
Zirai üretimi canlandıracak ve çoğaltacak teşkilat meydana getirmek ve tedbirler almak, köy ekonomisinin düzeltilmesi ve düzenlenmesi için uğraşmak.
Zirai öğretimi teşkilatlandırmak.
Ziraat alet ve makinelerini yapmak, teşvik ve kontrol etmek.
Ziraat oda ve kurumlarını canlandırmak ve murakabe etmek
Bunlara ilave olarak, hususi kanunlarla yapılması kendisinden istenen işleri yapmak ve ziraat mevzuuna giren her türlü hizmeti görmek. (Resmi Gazete, 14 Haziran 1937, Sayı: 3630).
Ele alınan dönem içerisinde Ziraat İşleri Umum Müdürlüğü’ne bağlı şube sayısı artmıştır. Genel Müdürlüğe bağlı vilayetlerdeki teşkilatlar ise, Teknik Ziraat Müdürlükleri adı  ile kurulmuş olup, Ziraat Başmüdürlükleri, Mıntıka Ziraat Mütehassıslıkları, Ziraat Muallimlikleri, Zirai Müesseseler, Zirai Mücadele Teşkilatı, Ziraat Mektepleri ve Kurslarından oluşmaktaydı (Ziraat Vekâleti Teşkilat ve Vazifelerine Kısa Bir Bakış, 1954: 6). Çeşitli kaynaklardan elde edilen zirai bilgilerin çiftçiye ulaştırılması ve bilfiil bu bilgilerin tatbik edilip gösterilmesi, öğretilmesi ile görevlendirilmiş olan Teknik Ziraat Teşkilatı 1950 yılında 6 vilayette faaliyette bulunmakta idi (Özek, Cumhuriyet, 8 Temmuz 1954). Bu tarihlerde Ziraat İşleri Umum Müdürlüğü’ne bağlı olup ülkenin hemen her bölgesinde faaliyette bulunan ve memleket ziraatının gelişmesi için çeşitli konular üzerinde araştırma yapan bir çok müessese mevcut idi. Bu müesseseler halka en iyi vasıfta tohum ve fidan yetiştirip dağıtmaktaydılar.


2.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR...



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder