28 Mart 2016 Pazartesi

Nobel'de Batı'nın Sinirini Bozan ne?



Nobel'de Batı'nın Sinirini Bozan ne? 


Ali Tartanoğlu 


Bu tutumun temelinde, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, toplum ya da edebiyat sorunlarında bir tavır benimseyen yazar, bence ancak kendi imkanlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sarte, 1964 Nobeli’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum. 12.12.2015 21:03    539 kez okundu.
2015 Nobel Edebiyat ödülünü aslında bildiğimiz gazeteci olan veya edebiyatla bildiğimiz bir ilişkisi olmayan Beyaz Rus Svetlana Alexievitch’e verildiğini öğrenince eskiler geldi aklıma. Orhan Pamuk’un kulaklarını da çınlatmak istedim.

“2010 Nobel Barış Ödül töreni tehlikede...

Nedeni, ödülü teslim alacak kimse olmaması. Zira Ödüle layık görülen Çinli muhalif politikacı Liu Xiaobo hapiste... Eşi Liu Xia da polis gözetiminde ev hapsinde... Yani sahibi dışında yalnız aile fertlerine verilen ödülü alacak kimse yok.

İnsan hakları savunucusu ve yazar Liu Xiaobo geçen ay demokrasi yanlısı yazılarıyla Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü. Ancak Barış Ödülünü kazandığı ilan edildiğinde, o Çin Halk Cumhuriyeti hapishanesinde demokrasi savaşının bedelini ödüyordu. Çin’in tek parti sistemine karşı, demokrasi yanlısı yazıları nedeniyle 2009’da 11 yıllık hapis cezasına çarptırılmıştı. Ödülün açıkladığı günden itibaren de eşi Liu Xia ev hapsine mahkum edilmişti. Cezasının tamamlanmasına daha 10 yıl var.

Bu durum da 2010 töreninin iptalini gündeme getirdi. Norveç Nobel Komitesi Başkanı Jaglan, ödülü teslim alacak kimse olmadığından törenin iptal edilebileceğini söyledi:

‘Oslo'ya gelmeleri mümkün değil gibi. Bu yüzden ödülü hiç kimse alamayacak. Ama Liu Xiaobo yazılarıyla aramızda olacak. Çok güzel metinleri var. Tören boyunca biri yazılarını okuyacak.’

Çin, diğer ülkelere de Nobel Barış ödülünü boykot etme çağrısı yaptı. Rusya, Küba, Kazakistan, Fas ve Irak törene katılmayacaklarını resmen açıkladı, ancak neden belirtilmedi.  1936 yılında Nobel Barış ödülünün sahibi Alman gazeteci Carl von Ossietzky de törene katılamamış, Nazi Almanya’sını terk etmesine izin verilmemişti.”


SARTRE ve NOBEL

2010 Nobel EDEBİYAT ödülü Peru’lu yazar Mario Vargas Llosa’ya verilmiş.

Liu Xiaobo ise Nobel BARIŞ ödülünü kazanmış, ama alamıyor; biz EDEBİYAT ödülünden söz edeceğiz. Galiba sonuç pek değişmiyor. Hatta, Nobel’in iktisat ödülleri için de benzer bir yorum yapmak pek ala mümkün.

Bu Alfred Nobel denilen adama ne demeli bilmem. Kendi günahının kefaretini, zavallı yazarcıklara ödetmeye kalkıp onların başını derde sokmasına mı kızacağız; koyduğu ödülü alanları mı tartışacağız… Ne yapmalı?..

Bu konuda, bir yandan sosyalizmi öğrendiğimiz, öte yandan edebiyatla tutkuyla seviştiğimiz gençlik yıllarımızın dev ismi Jean Paul Satre bize çok kolay yardım edecek.

1940’ta düşünce, eylem ve ilişkileri nedeniyle Naziler’e tutsak düşen Sartre, Nazi toplama kampına atılmış, esaretten kurtulunca da faşizme karşı Fransız direniş hareketine katılmış.

Sartre için anti-faşist direnişle, sanatsal üretim birbirine karşı şeyler olmak bir yana, birbirinin ayrılmaz parçası. Çünkü Sartre için düşünce ve davranış birliği aydın olmanın temel şartı.

Gençlik yıllarımızın çağdaş anıtlarından biri olmasının en önemli gerekçesi, sosyalist olması kadar, hatta bundan çok daha öte, günümüzde eksikliği çok can yakıcı bir şekilde hissedilen ve aydın olmanın amentüsü olması gereken söz konusu tutarlılığı, dürüstlüğü ve ilkeliliği… Onunla aynı yıllarda yaşamakta olmak, bu nedenle için için hissettiğimiz bir böbürlenme gerekçesi idi.

Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde, Marksizm’in, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku” olduğunu söyleyen Jean Paul Sartre, bir aydın olarak yaşamı boyunca çok özel bir konumda durmuş, hem savunduğu hem de yaşadığı bu aydın tavrı her zaman tartışmalara yol açmış, ona aydınlar arasında farklı bir yer kazandırmış. Çünkü Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız olmuş, hem de zamanının bütün sorunları konusunda sıkı bir sadakat gerektiren politik tavrı, tereddüde ya da tutarsızlığa yer bırakmadan aktif olarak sergileyebilmiş.

Sartre’ın 1964 yılında Les Mots (Sözcükler) adlı yapıtıyla değer görüldüğü Nobel edebiyat ödülünü reddetmesi de belleklere kazınmış. Bu red, onun dünya görüşüne bağlılığının olduğu kadar son derece sağlam kişiliğinin de çok somut bir göstergesi. Nedenlerini İsveç gazetelerine gönderdiği “Neden Reddettim” başlıklı mektubunda şöyle izah ediyor.

“…

Ödülü reddediş sebeplerim, İsveç akademisiyle ya da Nobel ödülüyle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, Akademiye yazdığım mektupta da belirttim. Orada iki çeşit sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler.

Şahsi sebeplerim şunlar: Red, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmi payelere her zaman uzak durdum. Harpten sonra 1945'te, Legion D’honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, College de France üyeliğini de kabul etmedim.

Bu tutumun temelinde, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, toplum ya da edebiyat sorunlarında bir tavır benimseyen yazar, bence ancak kendi imkanlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sarte, 1964 Nobeli’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum.

Bu çeşit bir ödül kabul eden yazar, onu bu şerefe layık gören kurumu veya müesseseyi de yük altına sokmuş olmaktadır. Venezuella çetecileri için duyduğum yakınlık, şimdi sadece beni bağlar; oysa Nobel ödüle kazanmış Jean Paul Sartre, Venezuella’daki ayaklanmayı desteklediği zaman, kendisiyle birlikte, bir müessese olarak Nobel’i de peşinden sürüklemiş olur.

Demek ki yazar, şimdi benim için söz konusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile kurumlaştırılmayı reddetmek durumundadır.

Bu hüküm ve tutum sadece kendimle ilgilidir; yoksa daha önce ödül almış olanlara karşı en küçük bir eleştiri ima etmiyorum. Kaldı ki, onlardan, tanışma mutluluğuna erdiğim pek çoğu hakkında derin takdir ve hayranlık duyguları beslemekteyim.

Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim:

Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum; bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim; ama bu karşılaşma, işe kurumları karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır, diyorum.

Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum: ben, bu çelişkilerden oluşmuşum. Gönlüm inkar edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durum, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin hepsiyle işbirliği yapmamı kolaylaştırıyor. Buna rağmen, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım.

Varlıklarına bir diyeceğim olmasa da, yüksek kültür heyetlerince dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız Batı’dan değil Doğu’dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir. Gönlüm bütün olarak sosyalizmden yanadır, dedim; ama bu demek değildir ki, biri çıksa da bana, böyle bir şey söz konusu değil, ama mesela Lenin Ödülünü vermek istese onu kabul ederdim. Hayır, onu da kabul etmezdim, edemezdim.

Biliyorum, Nobel’in ilk ve temel niteliği Batı bloğuna has bir edebiyat ödülü olmak değildir; ama ne yönde uygulanmışsa o olmuştur; ayrıca İsveç akademisi üyelerinin kararına bağlı olmayan hadiselerle de pekala karşılaşılabilir.

Nitekim Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir.

Mesela, güney Amerika şairlerinin en büyüklerinden biri olan Neruda ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi ve Sovyetlerden seçilmiş bu tek eserin de, kendi ülkesinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir kitap olması da esef edilecek bir durumdur.

Oysa karşı yönde bir davranış pekala dengeyi sağlayabilirdi. Cezayir savaşı günlerinde, ‘121'ler beyannamesi’ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel’i sevinçle kabul ederdim, zira o zaman bu ödül sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.

İsveç Akademisinin gerekçesinde hürriyetten söz ediliyor. Çeşitli yorumlara açık bir kavramdır bu… Batı’da oldukça genel bir anlamı vardır.

Bana gelince… Ben, bir çift daha pabucu olmak ve doyasıya yiyecek bulmak haklarında ve imkanlarında gerçekleşen, daha elle tutulur bir hürriyet anlayışına sahibim.

Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, ‘bağımsızlıktan taviz verme’ diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum.

Figaro Litteraire’ın yazısında okuduğuma göre ‘tartışma götürür politik geçmişim üzerinde durulmayacak’mış. Bu yazı akademinin görüşünü aksettirmez, biliyorum; ama bazı sağcı çevrelerde ödülü kabulümün nasıl yorumlanacağını göstermektedir. Geçmişte arkadaşlarımla bazı yanılmalarımız olduğunu kabul ederim; ama bu ‘tartışma götürür politik geçmiş’ benim için her zaman saygıdeğerdir.

Bununla Nobel’in bir ‘burjuva’ ödülü olduğunu söylemek istemiyorum, ama pek iyi bildiğim çevrelerin kaçınılmaz burjuva yorumları işte bu yönde olacaktır, diyorum.

Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim: Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle Akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır. Bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu. Şimdi, ya ödülü kabul ederek aldığınız parayla önemli saydığımız kurumları veya hareketleri destekleyeceksiniz, ki kendi hesabıma hep, Londra’daki Apartheid’ı düşündüm.

Ya da genel prensipleriniz adına ödülü reddederek, desteğe ihtiyacı olan bir hareketi bundan yoksun bırakacaksınız.

Ne var ki bence bu, sahte bir sorundur. 250.000 kuronu geri çeviriyorum, çünkü Doğu’da olsun, Batı’da olsun kurumlaştırılmak istemiyorum.

Bu açıklamayı İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.
 Jean Paul Sartre”

 Nobel ödülleri, özellikle de Edebiyat ödülleri, Sartre’ın dediği gibi “…günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak” görünmektedir.

Şöyle söyleyelim: “Batılı”, hele kapitalizme, sınıf farklarına, sınıf çelişkilerine itiraz etmeyen, eserlerinde sınıf farklarını, çelişkilerini, çatışmalarını işlemeyen bir yazarsanız, zaten anadan doğma, doğal Nobel adayısınız. Tek sorununuz, çok sayıdaki rakibinizi geride bırakmak…

Ama Batılı olmak yetmez. Neruda gibi, Aragon gibi hem Batılı hem kapitalizme, sınıf farklarına, çelişkilerine, çatışmalarına karşı iseniz, Sartre’ın da işaret ettiği gibi aforoz edilirsiniz; anadan doğma değil ama sonradan “Nobel mahrumu” olursunuz.

Yok Doğulu iseniz, zaten “anadan doğma Nobel adayı” değilsiniz. Hem doğulu hem Nobel adayı olmanız, hele Nobel almanız için, yani bir bakıma sonradan asalet unvanı kazanmanız içinse, 

1) ülkenizin rejimi kapitalizmse sizin onu alkışlamanız da yetmez; çünkü hem kapitalizmi alkışlayan kem de doğma büyüme Batılı bir sürü rakibiniz vardır; onlar zaten kendi aralarında müthiş bir çekişme halindendir; yani kapitalizme bağlı da olsanız, bir Doğulu olarak şansınız çok azdır. 

2) Bir doğulu olarak bunca Batılı rakibi aşmanızın yolu, kapitalizmi alkışlamanın ötesinde, kapitalist veya değil, ülkenizin rejimi Batı’nın onaylamadığı bir rejimse, sizin buna karşı çıkmanızdır.

Nedir Batı’nın onaylamadığı, Batı’nın sinirini bozan rejim, düzen, sistem?

Elbette en başta sosyalizm…

Sonra, sosyalist olmasa bile antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, ülkesinin ve halkının çıkarlarını ön planda tutan yönetimler…

Bunlara karşı yazılar kitaplar kaleme alıyorsanız, hele bir de bu yüzden, 2010 Nobel Barış Ödülü sahibi Çinli yazar gibi hapse girmişseniz, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar gibi hapis talebiyle yargılanmışsanız, bütün rakiplerinizi alt etme şansınız fevkalade yüksektir.

Soljenitsin ve Pesternak birinci şıkka, 2006 ödülü sahibi Türk ve 2010 ödülü verilen (ve fakat yukarıda aktarıldığı üzere ülkesinin rejimine muhalefeti nedeniyle hapiste olduğu ve yurt dışına çıkamadığı için ödülünü alamayacak olan) Çinli yazar ikinci şıkka örnektir.

Ülkesi Fransa’nın Cezayir’i işgal ettiği yıllarda Paris sokaklarında işgal aleyhtarı bildiri dağıtan, ülkesi Alman faşizminin işgaline uğradığı zaman direnişçi Partizanlara katılıp Almanlara tutsak düşen Sartre, Nobel’e aday gösterildiği 1960’lı yıllarda da, aynı anti-faşist direnişe önderlik eden ve o sırada Fransa’nın başında bulunan General Charles de Gaulle hükümetine muhalefet etmektedir. Çok kuvvetle muhtemeldir ki Nobel ödülüne bu muhalefeti nedeniyle layık görülmüştür. Çünkü de Gaulle yönetimi, Fransa’nın da mensubu olduğu Batı’yı ve onun kapitalizmini rahatsız edecek ölçüde ulusalcı bir politika izlemektedir. De Gaulle, Fransa’yı NATO’dan çıkarmıştır örneğin.

Sartre’ın muhalefeti ise daha ziyade iç politika nedenlerinden kaynaklanmaktadır.

De Gaulle yanlıları, Sartre’ın bu muhalefetinden son derece rahatsızdır. Kendi başlarına Sartre iler başa çıkamayacaklarını anlayınca bir heyet oluşturarak bizzat de Gaulle ile görüşürler. Ona “sen Fransa demeksin. Sartre Fransa’ya muhalefet ediyor” diyerek, Sartre’ı tutuklattırmasını isterler. De Gaulle’ün cevabı,

“- Hayır. Ben değil Sartre’dır Fransa. Tutuklamam onu” olur.

De Gaulle, Sartre’ın neden Nobel’e layık görüldüğünü, O’nun neden bu çok prestijli ödülü reddettiğini en az Sartre kadar bilmektedir. De Gaulle, Sartre’ın nasıl Partizanlara katılıp Alman faşizmine karşı mücadele ettiğini, nasıl tutsak düştüğünü de, neden Cezayir işgaline karşı çıktığını da çok iyi bilmektedir.

De Gaulle, bir de, Sartre’ın kalem, kelam ve kafa gücünü çok iyi bilmektedir.

Sartre’ın kendisine muhalefetinin, bu nedenle çok önemi yoktur. Bu nedenle de Fransa, yandaşlarının dediği gibi kendisi, yani General de Gaulle değil, asıl Sartre’dır.

Çinli muhalif yazardan hareketle geldik buralara. Ama bu yazının meramını okuyucu anlamış olmalı. Bırakınız okurları, edebiyat sevenleri, bu siyasi atraksiyonlara soyunan hangi Türk siyasetçinin aklından, uğruna yasaları kafa göz yarma pahasına değiştirdikleri Nobelli Türk yazarı için, “Türkiye’dir…” demek geçmiştir?

Ali Tartanoğlu
Gerçekedebiyat.com

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/nobelde-batinin-sinirini-bozan-ne-ali-tartanoglu/2036

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder