28 Mart 2016 Pazartesi

Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi?




Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi? 



Ali Tartanoğlu
21.12.2015 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Bir kere bunu en başa yazalım. İngilizce daha ziyade ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 21.12.2015 11:54    2622 kez okundu.
Yıllar önce Sevgili Orkun Levent Boya*, İngilizceye çevirmem ricasıyla bir metin göndermişti. 

Sait Faik denilen muhteşem serserinin muhteşem bir öykücüğü: "Sinagrit Baba"… Edebiyat lezzeti… Türkçe tadı… Fikir ziyafeti… Ne ararsan var. Hem de ağzı var dili yok bir balıkçığın şahsında… 

Bir de insan soyundan hak edenler için, “balık hafızalı” diye iter kakarız garibim balıkçıkları. Sait Faik’in eline, kalemine düşünce bir sinagrit bile bir düşünür olabiliyor oysa… Adamın adam olamadığı yerde ve zamanda, “ses bayrağım” Türkçem ve Sait Faik, bir balığı Mevlana da yapar, Yunus da yapar, Durkheim da yapar, Marx da yapar…

Orkun Levent diyordu ki, “bizim Sait Faik’imizin Çehov’dan fazlası var eksiği yok. Ama çorbacılar, makarnacılar, Alamanlar, İngilizler, Çin-i Maçinliler tanımıyor… Tanıtalım. Çevirelim onun öykülerini öteki dillere, en başta da İngilizceye. Okusun keratalar…”

Güzel de… Türkçe, hele Sait Faik, İngilizceye nasıl çevrilir?

Çevrilir… Ama bu çevirmenler biz olamayız. Ya Türkçeyi iyi bilen, Türkiye’de 20 yıl 30 yaşamış bir Amerikalı yahut İngiliz çevirecek; yahut da Amerika’da, İngiltere’de 20 yıl 30 yıl yaşamış, halk İngilizcesini, sokak İngilizcesini çok iyi bilen bir Türk çevirecek.   

Bu da yetmez, bu Türk’ün orada, (o Amerikalının burada) ot gibi yaşamamış olması gerek. Edebiyatla, yazıyla çiziyle aşinalığı, ünsiyeti olacak. Bu da yetmez aralarında yaşadığı Amerikalılarla, İngilizlerle, tıpkı bizim Sait Faik’in Ada’nın, Kumkapı’nın balıkçılarıyla olduğu gibi sohbet etmişliği, gaz tenekelerinden masalar üzerinde, yerde kumun üstünde, sandalın bir köşesinde en ucuzundan viski, şarap, rom içmişliği, balığa çıkmışlığı, yani adam gibi dostluğu olacak… 

Olmazsa yine çevrilir. Ama o artık Sait Faik değildir. Çünkü Sait Faik’in balıkçısı, arkadaşı Nikoli’ye: 

“- Vay anasını be Niko…” diyor. 

Bunu bu haliyle İngilizceye çeviremezsiniz. Sait Faik’i nasıl üç gulhuval bir elham okuyup İngiliz yapamazsanız (Hoş… günümüzde üç gulhuval bir elham okumadan Amerikanlaşmış dehşetengiz başvezirler var ise de Sait Faik bu taifeden değildir…), bu sözleri de İngilizleştiremezsiniz. Bu sözler dönemez, döneklik yapamaz. 

Peki ne yapacaksınız?  

Amerikan, İngiliz balıkçılarıyla dostluk İngilizcesi burada gerekli... Amerikalı veya İngiliz balıkçının da vardır bir “vay anasını be”si. İşte onu koyacaksınız buraya… Olduğu gibi…  

Bir küçük anımsama… Adamın baya adam, televizyonun baya televizyon olduğu, tek kanallı siyah beyaz televizyon yılları… Baretta Baretta diye bir dizi var. Bir polisiye… Filmin bir yerinde, filmin kahramanı arkadaşıyla bir konuda tartışmakta... Senin dediğin, benim dediğim derken: 

“- Var mısın iddiaya?..” diyor bizimki. 

“- Varım. Nesine?” diyor karşısındaki. Bizimkinin cevabı: 

“- Bi’ otuz beşliğine…” 

Çok açık; filmin İngilizce özgün metninde “otuz beşlik” diye bir terim bulunması mümkün değil. Orada olsa olsa, mesela “bi’ galon şarabına” vardır; yahut “bir şişe viskisine” vardır, falan filan… Ama çevirmen öyle muhteşem bir ustalık yapmış ki… Sanırsınız bizim Sait Faik veya Orhan Kemal yazmış… Çooook hoşuma gitmişti. 

Bendeniz, ilk çevirim olan, Michel Parenti’nin Amerikan pisliklerini anlattığı Kirli Gerçekler adlı kitabında bir bölüm başlığıyla karşılaşmıştım: “Pin Stripted Suited Fascism..” 

Birebir çevirecek olsam “İğne Batırılmış Elbiseli Faşizm” filan demem lazım ki, çeviri alemine de veda edeyim. Birebir çeviri manyaklığında direnen hem de İş Yayıncılık gibi yayınevleri var, ama en azından kendi çeviri anlayışım, ilkelerim açısından bu olacak iş değil. 

Bölüm başlığı… Öncesinden ilham almak, kopya çekmek mümkün değil. 

Başlığı bıraktım. Bölümü sonuna kadar çevirdim. Elçiliklerdeki tanıdıklarla istişare ettim. Bir sürü sözlük karıştırdım. Derinden derine anlamı hissediyorum, ama cuk oturacak karşılığı bulamıyorum. Sözlüğün birinde “prova” filan gibi bir şeyler gördüm. Hani, kumaş toptancısından kumaş alıp diktirdiğimiz kadim terzilerin provaları vardı ya… Üç kez provaya giderdik, ancak ondan sonra, neredeyse bir ayda teslim edilirdi elbise… 

Bölümü de zaten çevirdik ya... Parenti diyor ki: Amerikan siyasi rejimi, sistemi aslında düpedüz faşizmdir. Ama dışarıdan bakınca siz onu anlayamazsınız. Üzerinde açıkça faşizmin elbisesi yoktur. Lakin kendi uygun gördüğü, mesela kendine demokrat diyor ya, demokrat elbisesi de yoktur. Demokrat elbisesi bile hala, henüz prova halindedir, mesela kolları yoktur henüz. Diğer kısımları da teyellidir, toplu iğnelerle tutturulmuştur, eğretidir. 

Bölümün başlığını “Tebdil-i Kıyafet Faşizm” koyabildik. Dördüncü Murat’ı da anımsattığımızı düşünerek… Dördüncü Murat Padişahımız Efendimiz de, malumunuz, kendisi küp gibi içtiği halde içki yasağı koydurmuş, bunu bizzat kendisi teftiş eden, bu uğurda kelleler vurduran ceberut bir zat-ı muhteremdi. Bal gibi faşist idi, ama fevkalade masum(!), insancıl(!), iyi niyetli(!) bir muradı vardı. 

Çeviri, naçiz kanaatimizce bu!.. 

Ancak… Baretta Baretta’nın çevirmeninin de, benim de yaptığımız, çok iyi bildiğimiz kendi ana dilimize çevirmek. Karşı tarafın ne dediğini hissetmemiz dahi yeter. Yaptığı işe, burada çeviriye, dile, gerçekten saygı duyan bir “adam”sanız, ne yapar eder, karınca deliğinde olsa dahi, o ifadenin Türkçedeki karşılığını bulursunuz. Bu karşılığı aramak bile, ne kadar yorucu olursa olsun büyük bir keyiftir.  

Aman dikkat!.. Bu yapılanın adı, her şeye rağmen “Türkçeye çeviri” değildir. Türkçeleştirmek bile yetmiyor. Belki yeniden yaratmak, yeniden yazmak…  

Andre Malroux’nun İklimler'ini, Atilla İlhan’ın çevirisinden okudunuz mu bilmem. 

Evet, kelimenin tam anlamıyla “yeniden” yazmış. Hatta bir yerlerdeki, “yabancı dil eğitimi, yabancı dille eğitim” konulu bir yazımızda demiştik ki: “Malraux bizim kadar Türkçe bilseydi de Atilla İlhan’ın ‘İklimler’ini okusaydı, “Ulan helal olsun. Benim ‘L'ESPOIR’dan çok daha güzel olmuş. İyi ki bizim Fransız ahalisi seni okumuyor…’ derdi herhalde…” 

Evet, bizim yaptığımız, buraya kadarıyla, iyi bildiğimiz kendi dilimize çevirmek. 

Oysa Orkun benden, kendi dilim Türkçeden, İngilizceye çeviri istiyordu. Hem de Sait Faik’i… 

Ben İngilizceyi, çok iyi Türkçeye çevirecek kadar bilirim. Çünkü övünmek gibi olmasın Türkçeyi iyi bilirim. “Canım o da marifet mi?!... Elbette iyi bileceksin!..” demeyin. Bütün İngilizler Shakespeare’dir sanıyorsanız çook yanılırsınız. Bütün Türkler de Sait Faik değildir. Turgut Özal gibi, Tansu Çiller gibi Türkler, Türklerin “kahir ekseriyetini” oluşturur!

Ben İngilizceyi, Oxford’larda okuyarak, Amerika’da, İngiltere’de yirmi yıl kalarak öğrenmedim. Türkiye’de Türk okullarında öğrendim. 60 yıl önce kurulmuş 6 Maarif Kolej’inden birinde… Zamane Anadolu Liselerinde değil. Kırk yıldır da çeviriyle haşır neşirim. Ama ben, Amerikalı balıkçının nasıl “ananıııı…” dediğini bilmem!.. Kolejde bize öğretilen İngilizce, sokak İngilizcesi, külhanbeyi İngilizcesi, emekçi İngilizcesi değil, bir bakıma kibar salon İngilizcesi, değilse bile küçük burjuva iyi aile çocuğu İngilizcesi idi çünkü.


EDEBİYAT DİLİ OLARAK İNGİLİZCE

Çok daha önemli bir nokta… 

Yazının başlığı: “Türkçe mi büyük, İngilizce mi?” Sorunun cevabından önce: 

Bir kere Türkçe ve İngilizce son derece farklı dil gruplarına mensup. İngilizce Hint-Avrupa dili, Türkçe Ural-Altay dili… Sözcük yapıları da, cümle yapıları da, mantıkları da, matematikleri de birbirinden çok farklı…

Benim dilimde eşyaların veya hayvanların dişi zamiri yoktur. Veya dişi ön eki, son eki yoktur. Arapçadan İngilizceye kadar Hint-Avrupa dillerinde ise ülkelerin bile dişisi erkeği olduğu gibi, eşyanın sahibine göre dişilik erkeklik durumu vardır. Arapçada çoğul ekleri bile değişir. “-at” çoğul ekidir. Kalem Arapçadır. Ama “kalemat” derseniz “kalemler” olmaz; “kalemiyyun” demeniz gerekir. Son derece anlamsız, sözüm ona kısaltmalar, birleştirmeler vardır. İtalyancada “de” ve “la” ekleri birleştirilmiş; ama “dela” diye değil, “della” diye… Ama her zaman della olmuyor. Bazen “delle” oluyor mesela. Niye? Bir genel kural var mı? Yok. Dili de, öğreneni de boş yere yoruyor… 

Bu durum söz konusu dillerin, en azından bendenize göre, zenginliği anlamına filan gelmez. Öğrenilmez değil, öğrenilir. Ama anlamsız bir karmaşıklıktır, dile lüzumsuz bir yüktür. 

Öte yandan… İngilizce Batı dillerinin en hamı, en magandasıdır. Tembel bir dildir. Zengin mengin de değildir.

Biz, kitabi, kuralına uygun İngilizce öğreniriz, ana dili İngilizce olmayan, farklı bir ülkenin insanları olarak. Oysa özellikle Amerika’daki veya daha az da olsa İngiltere’deki hele günlük İngilizce inceliksiz, düzensiz bir dildir. Amerika’daki İngilizce ise tam bir lümpen, serseri, külhan, bıçkın İngilizcesidir. 

Amerikalı, “how are you (nasılsın)” ile “what are you doing (ne yapıyorsun)”u harmanlayıp “how are you doing” der çıkar işin içinden. Ankara’daki bir ortaokulda İngilizce dersinde “How are you doing” diyen çocuk ise ömrü billah sınıf geçemez. [Bana bu sözü, yirmi yıl önce Anadolu Ajansı Temsilcisi olarak bulunduğum Bağdat’ta, sık sık görüştüğümüz Amerikan UPI (United Pres International) haber ajansının Amman muhabiri söylerdi. Ben de her defasında irkilirdim.] 

Elbette Mark Twain  Tom Amcanın Kulübesi'ni veya Jack London  Demir Ökçe'yi, Ernest Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u bu hırpani İngilizceyle yazmamıştır. Amerika’nın adam gibi yazarları, edebiyatçıları üzerinde Amerikan’ın kıyafet değiştirmiş faşist kapitalizminin ciddi baskıları olmuştur; itip kakması, ilgisizliği olmuştur; sahip çıkmamıştır kendi edebiyatçılarına Amerikan sistemi. Orkun Levent’in dediği gibi Hemingway en iyi eserlerini kendi ülkesi Amerika’nın dışında yazmıştır.

Ama böyle bir baskı, itip kakma, sahip çıkmama olmasaydı da o dilden, bundan daha fazlası çıkmazdı. Öyle yetenekli, kıvrak, incelikli, derin edebiyata elverişli bir dil değildir İngilizce. Kabahat Mark Twain’in, Ernest Hemingway’in, Jack London’un değildir yani. 

Tolstoy, Hugo, Cervantes, Lorca, Dante, Eco, Nazım Hikmet çapında yazarı, kuvvetle muhtemeldir ki bu nedenle yoktur Amerika’nın. London, Steinbeck, Twain vb. de ne yazık ki, biraz rejimlerinin özel ilgisizliği nedeniyle, biraz da dillerinin azizliğine uğradıkları için Tolstoy, Hugo, Mayakovski, Molliere, Kazancakis, Istrati, Hamsun vb. ağırlığında görünmez bizlere… 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Daha ziyade şirket, ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 

Türkçenin ise… 

Bir Sait Faik’i bir Çehov’dur. Orhan Kemal’i bir Maksim Gorki’dir, Yaşar Kemal’i bir Hugo veya Tolstoy’dur, Dostoyevski’dir. Haldun Taner’i, Orhan Asena’sı birer Shakespeare’dir. Nazım Hikmet’i yeganedir. 

Ama bunları, yukarıda sözü edilen olağanüstü dil güçlükleri, farklılıkları ve tabi siyasi nedenlerle bütün dünya tanımaz. Tanınanları da zaten biz çevirmedik. Eserleri yabancı dillere çevrilen Türk edebiyatçılarının, benim bildiğim kadarıyla hiçbirini Türk çevirmenler çevirmemiştir. 

Doğrusu da budur. Hiçbir Rus yazarını Türkçeye Rus çevirmenler çevirmemiştir. Alman, Fransız, İtalyan, Japon, Arap, İranlı, hatta Yunan, Hint, İspanyol, Amerikan, İngiliz edebiyatçının eserini de, mensup oldukları ülkelerin, kendi yurttaşı olan çevirmenleri değil Türk çevirmenler çevirmiştir Türkçeye. 

Bir kere bu ülkelerin yazarlarının, çevirmenlerinin, yayınevlerinin, hatta hükümetlerinin “aman bizim yazarlarımız yeterince tanınmıyor. Kendimiz yabancı dillere çevirelim de okunsunlar, tanınsınlar” diye bir kompleksleri yoktur. Çünkü edebiyat, sadece bir edebiyat, sanat, estetik hadisesi değildir. Sosyal, siyasi, ekonomik boyutları da vardır.

Biz Fransız edebiyatına, Fransız, İngiliz filozoflarına niye bu kadar aşinayız?

Osmanlı’nın son dönemi… Koca imparatorluk yıkılıyor. Son bir ümit bir yerlere sarılmaya çalışıyor. Öte yandan Avrupa kaynıyor. Fransız İhtilali, sanayi devrimi, aydınlanma devrimi… Rusya bir dünya devleti olarak belirmeye başlamış. Arkasından 1917 devrimi… Yine bir dünya devi olarak SSCB’nin ortaya çıkması… Daha sonra Amerika… ABD ancak bir emperyalist dünya gücü olarak belirginleştikçe edebiyatı, sanatı da şu veya bu ölçüde dikkat çekmiş. İngiltere’nin, Amerika’nın, Fransa’nın ekonomik, siyasi, ekonomik, askeri güçleri ve yayılmacılıkları kültürlerinin, sanatlarının yayılmasını sağlamış. İngiltere ve Amerika’nınki İngilizcenin azizliğiyle çok daha az elbette… 

Osmanlı’da en başta dil güçlüğü ve farklılığı var. Sonra doğru düzgün edebiyatı yok divan şiiri dışında… Dahası, Osmanlı ne kadar dünya gücü olursa olsun, bugünkü anlamda emperyalist bir güç değil, olmamış. Divan şiiri çok kendine özgü… Bir Fuzuli’nin, bir Nedim’in Fransa’da tanınması neredeyse imkansız? Batı’nın tanıdığı Türk edebiyatçılar, bütün dil, kültür farklılıklarına, güçlüklerine rağmen, Cumhuriyet’in ürünü. Bizim edebiyatımızın dünya ile ünsiyetinin geçmişi doksan yıl dersek hiç abartma olmaz. 

Niye? Türkiye ve onun Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyeti, sonraki gelişmeleri olumlu veya olumsuz, şu veya bu şekilde dikkat çekmiş. Kimlik, kişilik, siyaset, iktisat, içtimaiyat da edebiyatı belirler. Edebiyat doğada kendiliğinden yetişen ot değil. 

Bilmem çok mu abartmış olurum: 

Bu memleketin başbakanının Moda İskele Restoran’da kendine bağlı belediye tarafından getirilen içki yasağını, (nasıl oluyorsa?!..) “bana da içki içmem konusunda mahalle baskısı var” diye sözüm ona büyük(!) bir belagatle savunması ile Amerikan Hariciye Nazırı kadının “Türkiye, bizim Ortadoğu’daki dublörümüzdür” diyebilmesinin çakıştığı bir ortamın Türkiye’sinde ne Orkunt Levent Boya’nın ne de hatta Kültür Bakanlığının Türk edebiyatçıları çevirme, bu yolla onları tanıtma çabalarının bir kıymeti harbiyesi olamaz. 

Orhan Pamuk’u bendeniz, Orkun Levent veya Kültür Bakanlığı mı çevirdi de Nobel aldı?.. Kaldı ki kanaatimizce ödülü zaten Pamuk’a değil çevirmene vermek gerekirdi!
  

TÜRK YAZARLARINI NASIL ÇEVİR(t)ECEĞİZ?

Yapılacak şey Türk yazarlarını, bizzat bizim yabancı dillere çevirmemiz değil. Olamaz. Bunun dağıtımı var, tanıtımı var ayrıca… Yaşar Kemal kırk yıldır çevriliyordu, adı sürekli Nobel için anılıyordu, niye ödül alamadı? Aziz Nesin’e, Nazım Hikmet’e bütün dünya hayrandı, niye Nobel verilmedi? 

Sorun, Nobel, ödül değil denecekse bu doğrudur; öyleyse bırakalım su aka aka yolunu bulsun. Yabancılar, kendileri merak etsin, keşfetsin, çevirsin. Yıllardır, hatta on yıllardır Türkiye’de yaşayan, dolayısıyla çok iyi Türkçe öğrenmiş, edebiyata, yazıya aşina bir sürü yabancı var. Yoksa, Türkiye’nin siyasi, ekonomik, askeri bir büyük güç olmasını bekleyeceğiz.

Ya da “Türkler Kosova ve Sırpsındığı savaşında 149 bin 546 milyon Sırp kesmiştir” diyecek bir romancı bulalım kendimize! O saat çevrilir, o saat Nobel alır valla… 

Bizde bu siyaset ve siyasal iktidar anlayışı, Batı’da bu para olduktan sonra…

* Karşın Edebiyat dergisinin de sahibi, genel yayın yönetmeni ve her şeyi olan, edebiyat sevdalısı, edebiyat hizmetkarı sevgili Orkunt Levent Boya kardeşimizi maalesef kısa bir süre önce kaybettiğimizi öğrendim, ortak dostumuz değerli Serdar Şahinkaya'dan. Daha gerçekten çok gençti. Son derece üzüldüm.
Karanlık bir mezara değil, güneşe gömülenlerdendi o da... 

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/turkce-mi-buyuk-ingilizce-mi-yoksa-sait-faik-mi-ali-tartanoglu/2042





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder