7 Ağustos 2016 Pazar

2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri


2004’ten 2005’e Türk-Amerikan İlişkileri 


Şanlı Bahadır Koç 30 November 2004
ASAM, Amerika Masası, 
Araştırmacı. 
E-posta: sbkoc@avsam.org 
2004 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri için 2003’e oranla, görünürde nisbî bir iyileşmenin yaşandığı bir yıl olmuştur. Yapılan karşılıklı ziyaretler ve olumlu açıklamalar üzerine bazı gözlemciler 2003 yılında yaşanan buhran döneminin aşıldığını ve ilişkinin alışılmış rayına oturduğunu belirtmişlerdir. Bu görüşe göre, ilişkinin temelleri güçlüdür ve başta 1 Mart olayı olmak üzere 2003’te yaşananlar bir tür “kaza” olarak görülmelidir. Ancak bu değerlendirme bir parça eksik, erken, fazla iyimser ve son tahlilde yanıltıcı, hatta tehlikeli olabilir. Henüz Türkiye ile ABD arasındaki güvenlik ilişkisinin yeni parametreleri netleşmiş ve ilişkideki temel sorunlar çözülmüş değildir. İki ülkenin içindeki trendler ile Irak ve İran’da yaşanabilecek gelişmeler dikkate alındığında, ilişkinin geleceği konusunda ihtiyatlı bir kötümserlik daha uygun olabilir. İlişki bir nekahet döneminden geçmektedir. Ama bu dönemin, ufuktaki krizlere karşı ortak bir yaklaşım geliştirmek için yeterince iyi değerlendirildiğini iddia etmek güçtür. Özellikle Irak’ın dağılma sürecine girmesi durumunda, Ankara’da Washington‘a karşı pratik sonuçları da olabilecek bir kandırılmışlık hissi oluşabilir. Bu yazıda Türkiye’nin AB üyeliği, Irak’ın geleceği ve İran’ın nükleer programı çerçevesinde Washington ile Ankara arasındaki ilişkilerin geçen yılı değerlendirilecektir. Ayrıca ikili ilişkilerde 2005 yılı içinde yaşanabilecek gelişmelerle ilgili tahmin ve önerilere de yer verilecektir. 

Genel Değerlendirmeler 


Türk-Amerikan ilişkilerinin 2005’teki seyrini etkileyecek unsurlar arasında öne çıkanlar şunlardır: 
1) 17 Aralık’ta çıkacak AB kararının içeriği, 
2) Irak’ta Ocak ayında yapılması öngörülen seçim sonrasında ülkede oluşacak düzenin “kalitesi”, 
3) İran’ın nükleer programına karşı ABD ve İsrail’in askerî yöntemlere başvurma olasılığı. Bunlara Türk ekonomisinin sağlığı, Türk Hükümetinin istikrarı, Türkiye’de sivil-asker ilişkileri, Türk-İsrail ilişkilerinin daha da kötüleşmesi ihtimali, Türkiye’ye yönelik PKK ve El Kaide terörü gibi faktörler de eklenebilir. 
Son dönemde ilişkideki öngörülebilirliğin ortadan kalktığı dahi iddia edilebilir.[1] Bunun nedenleri şöyle yer almaktadır: 

- 11 Eylül, Bush Yönetimi’nin geçmiş Amerikan politikalarından belli bir kopuşu ifade eden dış politikası[2]; Irak Savaşı’nın uluslar arası sistemde yarattığı tahribat; Transatlantik ilişkilerde yaşanan ve giderek uluslar arası politikanın kalıcı bir unsuru olacağını düşündürten kırılma. 

- ABD’nin Irak harekâtından sonra Türkiye’ye askeri anlamdaki ihtiyacının tamamen değilse de ciddi ölçüde azalmış olması. 

- Irak Savaşı öncesinde başarısızlığa uğrayan pazarlığın iki tarafta da “acı bir tat” bırakması. 

- ABD’nin, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar ile Türkiye ve Türkmenler arasındaki anlaşmazlıkta Türkiye’yi tatmin edecek bir tavır içinde olmaması ve bu durumun Türkiye’de yarattığı ciddi hayal kırıklığı. 

- ABD’nin Kızey Irak’taki PKK varlığına karşı anlamlı hiçbir önlem almaması, 

- Türk kamuoyunda dünya kamuoyu ile paralel olarak artan Amerikan aleyhtarı duygular[3] ve bunun Türk hükümetinin politikalarını kısmen sınırlaması ve etkilemesi. 

- Türkiye’nin sancılı, uzun ve “iki adım ileri, bir adım geri” de olsa ilerleyecek AB üyeliği yolculuğu[4]

- Türk ordusunda ABD’nin niyetlerine ve güvenilirliğine yönelik önceki dönemlere göre daha yüksek derecede şüpheler bulunması. 

- Türk dış ve güvenlik politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında sivil kanadın rolü artarken askerî kanadın ağırlığının azalma sürecine girmesi. 

- Türk dış politikasında komşularla ticaret gibi ekonomik faktörlerin öneminin artması. 

- Türk ekonomisinin IMF’ye olan bağımlılığının zayıflama ihtimali ve bunun Ankara'yı Washington'un beklentileri dışında davranmakta daha rahat kılabileceği beklentisi. 

Yukarıdaki gelişme ve trendlerin tümü henüz geri çevrilemez değildir. Ancak bunların sürmesi ve kemikleşmesi halinde, ilişkinin alışılmış şekliyle devam edeceği konusunda iddialı olmak güçleşecektir. İlişkilerin eskisi kadar yakın olmasa da istikrarlı bir şekilde devam edebilmesi için, 

 - Daha düzenli ve derin bir danışma mekanizmasının oluşturulması; 

- Ülkelerin birbirlerinden beklentilerinin daha açık şekilde ortaya konması; 

- İlişkinin ekonomik ve siyasî ayaklarının askerî ayağına yakın bir düzeye yükseltilmesi gerekmektedir. 

AB Perspektifi ve Türk Güvenlik Politikasında Güç Kullanımı 


Türkiye’nin AB üyesi olma ihtimali son iki yılda artmış ve muğlak bir temenniden öte ciddi bir beklenti haline gelmiştir. Ancak sürecin kendi kendisini üreten bir doğası olsa da kabul etmek gerekir ki, üyelik hâlâ kesin değildir ve muhtemelen son ana kadar da olmayacaktır. Türkiye içerideki reformlarla elinden geleni yapsa bile “elinde olmayan teknik nedenlerle” ve “müttefikleri mücadeleyi kaybettiği”için” sonuç alamayabilir. Bunun tersini savunan ve AB üyeliğinin kesin olduğunu iddia edenlerin iyimserlikleri, serinkanlı bir analizden çok, bir tür imana dayanıyor olmalıdır. 17 Aralık AB Zirvesi’nden çıkacak kararın Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde önemli bir etkisi olacaktır.AB Türkiye’yi hayal kırıklığına uğratacak, üyelik perspektifini zorlaştıracak, belirsizleştirecek ya da müzakereleri kabul edilemez kadar ileriye atacak bir karar alırsa, Türkiye’nin AB ve hatta belki de genel olarak Batı karşıtı bir döneme girmesinden endişe edilmektedir. AB üyeliği perspektifi Türk dış politikası için bazı fırsatlar ve sınırlamalar yaratmaktadır. AB Zirvesinden olumsuz bir karar çıkarsa üyelik perspektifinin Ankara’ya ABD ile ilişkilerde yarattığı ilave alan daralabilir. Üyelik perspektifi Türkiye’nin doğu ve güney komşularının gözünde belli bir çekicilik kazanmasına yardım edebilir. AB üyesi olma yolunda ilerleyen bir Türkiye daha dikkatle izlenecek ve itibar görecektir. Bu ülkeler, Türkiye ile iyi geçinmenin orta ve uzun vadeli çıkarlarının gereği olduğuna daha fazla inanacaklardır. 

Ancak üyelik sürecinin, ekonomik konuların öneminin artması, yeni Türk elitinin güvenlik anlayışının eskiye göre daha farklı oluşu, piyasaların askerî krizlere karşı belli bir alerji geliştirmesi gibi başka bazı etkenlerle de birleşerek, Türk dış politikası için bazı sınırlamalar yarattığı da kabul edilmelidir. Ankara bu süreçte -ve bu eğilimler kemikleşirse üye olduktan sonra da dış politika tercihlerini ABD’ninkinden AB üyelerinin eğilimine yaklaştırma ihtiyacı hissedebilecektir. Bunların en önemlisi, askerî güç faktörünün sağladığı avantajların güvenlik politikasının öncelikli bir unsuru olmaktan çıkmasıdır. 

Bunun Türk güvenlik politikaları açısından önemli sonuç ve bedelleri olabilir. Türkiye, Soğuk Savaşın bitiminden ABD’nin Irak’ı işgaline kadarki dönemde askerî olarak Rusya dışındaki tüm komşularından daha güçlü idi. Belki bunun verdiği rahatlığın da etkisiyle güç kullanımı potansiyelini güvenlik politikasında önemli bir yere oturtmuştu. ABD’nin bölgeye gelmesi ve AB sürecinin ilerlemesi ile bu konuda bir değişiklik olabilir. Bu değişimin ilk başta ve en çarpıcı şekilde kendini göstereceği yer de Irak olacaktır. Washington, Türkiye’nin güç kullanımına daha mesafeli oluşundan ve Avrupa pratiğine yaklaşmasından genelde rahatsız olabilecekse de, bu değişimin Irak’a yansımasından ancak memnuniyet duyar. Çünkü AB üyelik perspektifi, Türkiye’nin Irak politikasını münhasıran milli çıkarlar doğrultusunda alacağı kararlarla yürütmesini ve ABD’nin tercih ve uygulamaları için sorun yaratabilecek tutumlara yönelmesini frenleyecektir. Ankara’nın üzerine dikilecek bu “dar cekete” ne ölçüde razı olabileceğini zaman gösterecektir. 

Bush, Türkiye ve AB 


Bush’un seçimleri kazanması ile ABD ile AB arasındaki çatlağın derinleşme ve kalıcı hale gelme ihtimali artmıştır. Çok genel düzeyde, Bush’un kazanmasının Türkiye için dolaylı ve paradoksal bir sonucu, Ankara’nın AB üyelik şansının bir nebze artması olabilir. Zira, ABD-Avrupa rekabeti keskinleşirse AB’nin gözünde Türkiye’nin o hep söylenen jeopolitik önemi bu sefer gerçekten artacaktır. Türkiye’nin üyeliğinin getireceği zorluk, maliyet ve riskler ABD ile rekabete girmiş bir AB’ye daha katlanılabilir ve kabul edilebilir gelebilir. Belli bir ihtiyat payı bırakarak denebilir ki, Türkiye’nin AB üyelik süreci, güvenlik tercihlerinin yanında silah alımlarında da AB’ye belli bir kaymayı beraberinde getirecektir. AB ülkelerinin, AB adayı bir ülkeye resmî ya da gayrıresmi ambargo ya da kısıtlamalar koymaları ihtimali düşüktür. Bu durum ayrıca ABD’nin de Türkiye’ye silah satışlarında Kongre vasıtasıyla koyduğu bazı sınırlamaları gevşetici etki yapabilir[5]. Silah, teçhizat, eğitim, doktrin ve askerî kültür olarak Amerikan Silahlı Kuvvetleri’ne daha yakın olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, orta ve uzun vadede ve daha mütevazi boyutlarda olmak şartıyla, AB ordularıyla olan ilişkilerinin güçlenmesi ve silah alımlarında olduğu kadar kültürel olarak da AB orduları ile olan yakınlığının artması beklenebilir. Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin AB normlarına yaklaşması da bu sürece etki yapacak bir diğer faktördür. Bu süreç, Türkiye’nin AB üyeliğinin salt bir ihtimal olmaktan çıkıp kesinleşmesi ile hızlanabilir. Bu tür bir tespitte bulunmak, mutlaka ABD ve Avrupa arasındaki farkın abartılması ya da bu iki güç arasında Türkiye için amansız bir rekabet olduğu anlamına gelmemelidir. Bu iki gücün arasındaki ilişkilerin “artık eskisi gibi olması” ihtimali düşükse de, topyekün bir kopuşun yaşanması görünebilir bir gelecek için mümkün değildir. 

Büyük meblağlar tutan silah ve yolcu uçağı gibi stratejik dış alımlarda Türkiye’nin tercihlerini kısmen ve yavaş yavaş AB ülkelerine kullanabileceğinin ortaya çıkması Washington’un tahmin ettiği ve kabulleneceği bir şey olabilir. Ama memnun olduğu bir gelişme olmaz. Washington, şimdiye kadar Türkiye’nin AB üyeliğinin “iyi bir şey” olduğu yönündeki söyleminde ısrar etmiştir. Kısa-orta dönemde bu yaklaşım değişmeyecektir. Ancak uygulamada ince ayarlara ihtiyaç duyup duymayacağını zaman içinde göreceğiz. 

Irak 


ABD-Türkiye ilişkilerinde en keskin farklılıkların ortaya çıktığı 2004 yılı içinde de Irak politikaları olmuştur. İki ülkenin kamuoyuna açıkladıkları Irak tasavvurları (demokratik, bütün, barışçı, müreffeh) arasında genel bir benzerlik vardır. Ancak iş ayrıntılara, önceliklere, araçlara ve uygulamaya geldiğinde önemli farklılıklar göze çarpmaktadır. Türkiye’nin ABD’nin Irak politikası ile ilgili eleştirileri[6] kabaca ikiye ayrılabilir: Türkiye’yi doğrudan ilgilendirenler ve dolaylı olarak Ankara’nın çıkar ve hassasiyetlerine uymayanlar. İlk grupta Kuzey Iraklı Kürtlere tanınan hak ve ayrıcalıklar, Kerkük’ün demografik yapısının değiştirilmesine ABD’nin seyirci kalınması, Türkmenlerin hâlâ sayılarının gerektirdiği ölçüde muhatap kabul edilmemeleri, PKK’nın Irak’ta hemen hiçbir kısıtlama ve zorlamaya uğramadan faaliyetlerine devam etmesi[7] sayılabilir. İkinci grupta ise, işgale karşı koyan direnişçilere ve bunun yanında sivil halka karşı uygulanan yöntemler ve yapılan muameleler vardır. Türkiye, Sünnîlerin siyasî sürece bir şekilde dahil edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Ankara’ya göre diplomatik alanda Irak’ın komşularının ABD’den gelecek bazı olumlu jestler ve açıklamalara ihtiyacı vardır. ABD bu yolla Irak’ın bazı komşularının siyasi süreci torpilleyecek yaklaşımlardan uzak durmasını sağlayabilir. Ankara başta ihaleler, petrol gelirleri ve dış borçlar olmak üzere ekonomik konularda tam şeffaflık sağlanması gerektiğine de işaret etmektedir. Ayrıca Irak’ta uzun dönemli askerî üsler kurulmayacağının ve ülkenin toprak bütünlüğüne saygılı olunacağının ve hatta bunun garantörü olunacağının açıklanmasının isabetli olacağı düşünülmektedir. 

Türkiye’nin Irak’taki Amerikan işgali ile ilgili hassasiyet, rahatsızlık, öneri ve uyarılarının dikkate alındığını düşündürten çok az örnek vardır. Denebilir ki, Washington bunları ancak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Telafer ile ilgili uyarısında olduğu gibi sert ve doğrudan olduğu zaman dikkate almaktadır. Telafer olayı bu rahatsızlıkların bir çoğundan unsurlar taşıyan önemli bir örnektir. Telafer ile ilgili olarak ABD’ye dört temel eleştiride bulunulabilir: 
1) Operasyonun kabul edilemez düzeydeki insanî boyutu. 
2) Bu tür kontrolsüz güç kullanımının Irak’ta Amerika’nın uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmeyeceği ve şiddetin daha çok şiddet doğuracağı gerçeği. 
3) Washington’un Irak’ta Türkmenlerin çıkarlarına saygı göstermediği, bu operasyonun Türkmenleri sindirmek ve Kürtlere yeni alanlar açmak amacıyla yapılmış olduğu endişesi. 
4) Belki daha teknik ve ayrıntı gibi gözükse de, operasyonun dayandığı istihbaratın cılız ve sağlıksız olması.[8] 

Burada önemli olan, Türkiye’ye bu operasyondan “uçaklar havalandıktan sonra” haberdar edilmiştir. Burada bir danışmadan çok bir tebliğ söz konusudur ve bu tebliğin düzeyi, zamanlaması ve tonu, ilişkinin geldiği noktayı başka bir çok şeyden daha iyi anlatmaktadır. 

Bu tutum Türk basınında ABD’nin “gizli-kötü niyetleri” hakkında ciddi yorumcular tarafından[9] aşağıdaki spekülasyonların yapılmasına yol açmıştır. Buna göre ABD’nin giriştiği harekat diğer askeri nedenlerin yanında; 

1) Türkiye’nin ikinci gümrük kapısını açma girişimini engellemeye ya da zorlaştırmaya yönelik bir adım olabilir, 
2) Kerkük’te uygulanan ve muhtemelen hızlandırılması planlanan salam politikasının bir provası olabilir, 
3) Türkmenleri sindirmeye ve Türkiye’nin Irak’ın içindeki gelişmelere etkileyemediğini göstermeyi amaçlamış olabilir, 
4) Ankara’ya, Kürtlerin bağımsızlık ilanı ve/veya Kerkük’te demografik yapıyı değiştirmesi konularında müdahaleyi aklından bile geçirmemesi mesajları vermek olabilir. Son dönemde PKK terörünün tırmanması da bu listeye eklenebilir. Ankara’da yaygın olan bir kanaate göre, Kürt-Amerikan ve hatta belki de İsrail tarafının Türkiye’yi Irak’a müdahale edemez hale getirmeye çalıştıkları iddiası şimdilik spekülasyon gibi görünse de tümüyle temelsiz sayılamaz. 

Telafer türü olayların önüne geçmek için iki ülke arasında üst düzeyde danışmalar yapılması gerekliliği Washington’a anlatılmalıdır. Tel Afer’deki askerî harekât sadece Türkmenlerin yaşadığı şehirde gerçekleşmiş ve 100 bin – 100 bin!- kişinin şehri terk etmesine neden olmuştur. Ankara’yı doğrudan ilgilendirdiği açık olan böyle bir harekâtın yapılmadan önce haber vermenin ötesinde üst düzey danışmalar yapılmış olmalıydı. Aksi takdirde hâlâ telaffuz edilen “stratejik ortaklık” gibi kavramlar yanlış olmanın ötesinde acıklı bir içerik kazanabilirler. Yapılan üst düzey ziyaretler Türk-Amerikan ilişkilerini belki “yoğun bakım”dan çıkarmıştır ama tamamen tedavi ettiğini söylemek mümkün değildir. Irak harekâtı öncesi yaşanan sert pazarlıklar, 1 Mart olayı, “ Kırmızı Çizgilerin ” aşılması ya da yıpratılması, Süleymaniye krizi, Irak’a asker gönderme tartışmaları ve ABD’nin bu talebini geri alması, Washington’un PKK konusundaki tavrı Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddi tahribata neden olmuştur. Tel Afer olayı, son iki yılda Türk tarafının İncindiği yukarıdaki olaylar listesine yeni bir halka olarak eklenmiştir. 

ABD, Ankara’nın Irak’taki Türkmenlerin hamisi rolünü oynamaya çalışmasından memnun değildir ve bunu Türkiye’nin girişimlerine belli bir ilgisizlik göstererek hissettirmektedir. Ankara, Irak’ta kaos ortamının derinleşmesi halinde Iraklı Kürtlerin bağımsızlık düğmesine basabileceklerinden endişelenmektedir[10]. Bu durumda Türk Hükümeti müdahale yönünde ağır bir kamuoyu baskısı altına girecektir. Hükümetin alacağı karar ne olursa olsun en ağır hasarı Türk-Amerikan ilişkilerinin göreceği kesindir. Bölgede Türkiye’yi hiçe sayan karar ve uygulamaların istisnasız herkese ağır zararlar verebileceğini ABD’nin iş işten geçmeden kavraması tüm Batı dünyasının çıkarınadır. 

Irak’taki ABD ÜsleriABD Irak’ta, beş ya da on sene sonra istihbarat amaçlı veya sembolik olanın ötesinde bir askerî güce ve üs yapısına[11] sahip olacak mı? Washington yeni kuvvet planlarının genel olarak öngördüğü gibi, barış zamanında silah ve teçhizatın depolandığı ve az sayıda askerin bulunduğu ama kriz anında hızla çok büyük askerî bir gücü kabul edebilecek türden üsleri Irak’a yerleştirebilecek mi?[12] Bu konu Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Konuyla ilgili olarak geniş fırça darbeleri ile spekülasyon yapmak gerekirse, Irak’ta bu tür bir varlığın bulunması ABD’nin Türkiye’den, başta İncirlik olmak üzere askerî üslerle ilgili talebini azaltabilir. Türkiye yaklaşık son elli yıldır benzer bir gelişmenin ABD’nin gözünde öneminin azalması sonucunu getireceğinden endişelenmiştir. Ama artık belki de bu endişeden sıyrılmak, Washington’un gözünde önemli olmanın mahzurlarının ve bedellerinin farkında olmak ve ABD için önemli olmayı bir saplantı haline getirmekten çıkarmak gerekmektedir. Veya en azından önemli olmanın tek ve en esaslı şartının süpergüce üs vermek olmadığını görmek zorundayız. Bunu söyledikten sonra şu da itiraf edilmelidir ki, ABD özellikle Kuzey Irak’ta uzun dönemli bir üs yapısı kurabilirse, bu durum bölge ile ilgili siyasî tercihlerinde Kürtler lehine ağırlığını artan biçimde koymasını getirebilir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Colin Powell ile önemi kriz anlarında ortaya çıkan samimi bir kişisel ilişki geliştirmişti. Powell’ın itidalli yaklaşımı Irak’ın bölünmesinin önünde önemli bir engel olarak görülebilirdi. Şimdi General gittiğine göre, bu senaryosunun gerçekleşmesi nazari olarak daha kolaylaşmıştır denebilir. 

ABD, İran ve Türkiye 

İran'ın nükleer programı önümüzdeki dönemin en önemli konusu olmaya adaydır. Türkiye’nin bu konunun diplomatik, stratejik ve teknik yönünü çok yakından takip etmesi gerekir. Bu programı askerî önlemlerle durdurma girişiminin bir parçası olması için Türkiye'nin kapısı çalınabilir. Eğer İran’ın nükleer programı diplomatik yollarla kontrol edilemezse, zaten risk almaktan kaçınmayan bir kişiliği olan Bush, radikal seçeneklere yönelebilir. Askeri bir operasyonun düzenlenmesi, giderek fantezi olmaktan çıkıp bir ihtimale, sonra da kesinliğe doğru yol alabilir. 


İran'ın nükleer güç olması halinde Türkiye’nin Rusya’dan sonra bu defa “orta boy” bir nükleer komşu ile yaşamayı öğrenmesi gerekecektir[13]. İran'ın nükleer güce sahip olması Orta Doğu'daki dengelerde önemli olacağı kesin ama şekli belli olmayan etkiler yaratacaktır. Türkiye bu durumda ne yapabilir? Hava kuvvetlerini daha da güçlendirme yolu ile İran'a karşı bir caydırıcılık sağlamanın yeterli olacağını iddia edenler bulunmaktadır. Bu yol, kısmi bir caydırıcı etki yaratsa da, nükleer güce ulaşması İran’ın üçüncü tarafların -özellikle Güney ve Doğu komşularımızın- gözündeki İran'ın etkinlik ve itibarının Türkiye'nin önüne geçirebilecektir. 

Önümüzdeki dönemde Washington’dan Türkiye’ye aşağıdaki yönde telkin ve baskıların gelmesi beklenebilir: 
1) İran’ın nükleer programı karşısında daha net, eleştirel ve hatta suçlayıcı bir pozisyon al. 
2) İran’ın nükleer güç sahibi olması Türkiye’nin güvenliğine yönelik de ciddi bir tehdit yaratacaktır. Hatta, 
3) eğer bu konuda kendisine yeterince yardım etmezsen İran’a karşı Amerikan güvenlik şemsiyesine bel bağlama. 

İran konusunda Türkiye’ye ortak askerî harekât, hava üsleri ya da en azında hava sahasını açması yönünde talepler gelebilir. ABD ve İsrail’in İran’a karşı bir hava harekâtı düzenlemek için başka alternatifleri yok değildir. Ancak İran, Osirak örneğinden ders alarak nükleer programını coğrafî planda dağıttığı, yerin altına ve yerleşim merkezlerine gizlediği, hava savunması Irak’a göre daha güçlü olduğu için Türk hava sahası ve üslerinin kullanılmasını isteyebilirler. 

Washington ayrıca silahlı müdahale ya da en azından inandırıcı bir müdahale tehdidi olmazsa İran’ın nükleer silah sahibi olmasının engellenemeyeceğini iddia edebilir. ABD ve İsrail “tuzu kuru” Avrupalılardan farklı olarak Türkiye’nin İran’ın yanı başında olduğunu ve aynı Avrupalıların nükleer bir İran’la komşu olan Türkiye’yi aralarına almak için ilave bir endişeye kapılacaklarını iddia edebilir[14]. Türkiye bu konuda zor bir kararla karşı karşıya gelebilir. Türkiye ile ABD’nin Irak’tan sonra İran konusunda da ters düşmeleri “stratejik ortak” kavramının telaffuz edilmesini zorlaştıracaktır. 

Diğer Konular 


İlişkinin seyrini ilgilendiren diğer konulara kısaca değinmek gerekirse: 

- 2004 Türkiye’nin,ABD’nin Büyük Orta Doğu projesinin vitrininde yer aldığı bir yıl olmuştur. Ancak Ankara’nın projenin “mutfağında” da yer alması ve bazen belki de baş ahçının hoşuna gitmeyebilecek önerilerde bulunabilmesi de gerekir. 
- İncirlik ve Konya-Karaman üslerinden daha fazla yararlanmak isteyen ABD’nin bu konuda Ankara’ya 2005 yılında daha fazla baskı uygulaması beklenebilir. Washington’un bu konuda "Türklerle eninde sonunda anlaşmayı" umduğu belirtilmektedir[15]
- Füze savunması konusu 11 Eylül’den sonra dünya gündeminden düşmüştü. Ama Pentagon denemeler yapmaya devam etmektedir. Önümüzdeki yıl içinde bu konunun tekrar tartışılmaya başlanması ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkelerin bu projeye katılmaya davet edilmesi beklenebilir. 
- NATO zirvesi tüm kamu diplomasisi atağına rağmen son tahlilde kaçırılmış bir fırsat olarak görülebilir. Türkiye’nin, kendi tercihlerini zirve gündemine ve kararlara yansıtmada daha atak olması ve salt bir ev sahibi olmanın ötesinde zirveyi entelektüel anlamda sahiplenmesi daha doğru olabilirdi. 
- 2004’te Kıbrıs Türk dış politikasında önemli bir yer tutmuştur. Türk Hükümeti’nin bu dönemdeki olumlu ve esnek tutumundan sonra ABD’nin Ankara’ya artık Kıbrıs konusunda ciddi bir baskı yapmaması gerektiği düşünülmektedir.. Ancak Washington’un önümüzdeki yıl Ankara’ya Güney Kıbrıs’ın tanınması konusunda sıkıştıracağı endişesi vardır. 

Sonuç 

Türkiye belki de son elli yılın en güçlü, aktif ve pervasız Amerikan yönetimi ile karşı karşıyadır. ABD dünyanın tek süper gücüdür ve Türkiye’nin güvenliği ve refahını ilgilendiren bir çok konuda belirleyici konumdadır. Türkiye’nin içinde, çevresinde ve AB ile arasında yaşanan gelişmeler ABD ile ilişkilerin seyrini etkileyecek ve onu son elli yıllık alışkanlıkların dışına itebilecektir. Ama görünebilir bir gelecek için Ankara’nın en dikkatli izleyeceği başkent Washington olmaya devam edecektir. İlişkinin dinamizmini koruması ve yeni koşullara ayak uydurması için, 
1) Yeni kavram, argüman, teknikler üretmek, 
2) Doğru diyalog kanallarını seçmek ve 
3) Geçmiş deneyimleri eleştirel ve çok boyutlu bir analize tâbî tutmak gerekir. 
Amerika ile konuşmanın ve onunla “anlaşmanın” optimal yollarını bulmak diğer her ülke gibi Türk dış politikasının da en önemli konularından biri olacaktır. Ankara’nın Washington’a sesini daha etkili duyurması, “canının yandığı” zamanlarda bunu hızlı ve doğru şekillerde hissettirmesi, buna karşılık atabileceği karşı adımlar olduğunu göstermesi, kamuoyunu arkasına alması ama aynı zamanda onun esiri olmaması, ortak çalışma ve çıkar alanları konusunda “kelime hazinesini” geliştirmesi gerekir. Türkiye ile Washington bazı konularda farklı çıkar, bakış açısı ve önceliklere sahip olabilir. Ama salt iletişim eksikliği ve karşıdakini anlamaya yeterince çaba harcamama sonucunda meydana gelen kaza ve krizlere iki tarafın da tahammülü olmaması gerekir. Washington’a hangi konuda ne zaman ve nasıl şikayet yapılacağı“sanatını” öğrenmemiz gerekmektedir. Washington ile “iş yaparken” değişik kanalları, ısrarlı bir şekilde, doğru teknik ve zamanlama ile kullanmayı bilmek önemlidir. Ankara ayrıca Washington’da kendisine Amerikan devlet kurumları, Kongre, çıkar grupları, medya ve think-tank camiasından “yerel müttefikler” bulmak için kamu diplomasisi alanında kapsamlı, metotlu ve sabırlı bir çalışma içinde olmalıdır. 

[1] Soner Çağaptay, “Where Goes the U.S.-Turkish Relationship?” Middle East Quarterly, Güz 2004, ss. 43-52; Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, Bahar 2004, Cilt 10, No: 1, ss. 5-29. 
[2] Tersi bir göüş için bkz. John Lewis Gaddis, “A Grand Strategy of Transformation”, Foreign Policy, Kasım/Aralık 2002. 
[3] German Marshall Fund Poll, Transatlantic Trends 2004, Eylül 2004, ss. 20-24. 
[4] Orta ve uzun vadede sükut-u hayalle sonuçlanma ihtimali de yok değildir. Ama yine de Türkiye dış politikası belki yavaş ama hissedilebilir bir şekilde “AB ortalamasına” doğru meyledebilecektir. 
[5] Bu arada ABD hükümeti Türkiye’nin F-16 savaş uçaklarını modernize etme talebini Kongreye bildirmiştir. Türkiye modernizasyon işlemleri için 3,9 milyar Dolarlık bir paketi harekete geçireceğini ABD hükümetine iletmiştir. İşin ilginç yanı bu gelişmelerin savunma harcamalarında ekonomik ve stratejik nedenlerle indirime gideceği bir dönemde yaşanacak olmasıdır. Türkiye’ye silah satmaya istekli ülkelerin artması elbette olumlu bir gelişmedir ancak AB ülkelerinin şansı ilk etapta daha çok, küçük bütçeli programlarda artabilir. 
[6] Murat Yetkin, “Gül: Irak halkına işgalin biteceği söylenmeli”, Radikal, 23 Kasım 2004. 
[7] PKK konusunda Türkiye’nin ABD’nin önüne koyması gereken öneriler için bkz. Şanlı Bahadır Koç, “11 Eylül’den Sonra Türk-Amerikan İlişkileri”, Avrasya Dosyası, İlkbahar 2004, Cilt 10, No 1, ss. 18-20. 
Michael Rubin, ABD’nin PKK’ya karşı harekete geçmemiş olmasını yanlış ve “utanç verici”bulmaktadır. Michael Rubin, “The PKK Factor”, National Review, 5 Ağustos 2004. Rubin PKK’nın varlığı ve eylemlerinden K. Irak’lı Kürt halkının da rahatsız olduğunu, ABD’nin Irak’ta yetkiyi devretmiş olmasına rağmen bu konuda hala sorumlu sayılabileceğini, PKK konusunda bir şey yapmamanın Bush’un ve ABD’nin terörle mücadele konusundaki inandırıcılığına ve 50 yıllık müttefik Türkiye ile ilişkilere zarar verdiğini belirtmektedir. Rubin’e göre bazı ABD’li diplomatlarla Merkez Komutanlığı’ndaki bazı komutanlar bu durumun ciddiyetinin farkında değillerdir. Yazar bu komutanların Türkiye’ye karşı bazı önyargıları olduğunu düşünmektedir. Rubin, Türkiye’nin İran’ın PKK ile mücadele konusunda verdiği sözleri, ABD’nin bu konudaki pasifliği ile karşılaştırdığına dikkat çekmektedir. Rubin ayrıca Süleymaniye olayının Türkiye’de ciddi bir iz bıraktığını, Pentagon istihbaratının PKK’nın bölgedeki yerini bilmediği iddiasının inandırıcı olmadığını, geçtiğimiz Bahar aylarında ulusal güvenlikten sorumlu diğer kurumların bilgisi dışında bölgedeki 101. Hava İndirme Birliği ile PKK arasında yapıldığı iddia edilen görüşmenin terörist örgüte bir çeşit meşruiyet verdiğini, K. Irak’lı Kürtlerin 90’lı yıllarda oynadığı rol ve çevik kuvvete ev sahipliği yapması nedeniyle Türkiye’ye karşı müteşekkir olmaları gerektiğini ve ABD kuvvetlerinin bölgede küçük birimler halinde de olsa bulunmasının, PKK’nın bu bölgede rahat hareket etmesini önleyeceğini belirtmektedir. 
[8] Stevie Fainaru, “Masked Informer Leads U.S. Search For Insurgents”, Washington Post, 15 Eylül 2004. 
[9] Taha Akyol, “'ABD kuşku yaratıyor'”, Milliyet, 15 Eylül 2004; Fikret Bila, “Gül: Kayıtsız Kalamayız”, Milliyet, 15 Eylül 2004. 
[10] Şanlı Bahadır Koç, “Türkiye, Iraklı Kürtler ve Statükonun Meşruiyeti”, Stratejik Analiz, Nisan 2004, Cilt 4, No.48, ss. 53-59. 
[11] David R. Francis, “US Bases in Iraq: Sticky Politics, Hard Math”, Christian Science Monitor, 30 Eylül 2004. 
[12] ABD’nin Irak’ta barış zamanında 50 bin kişilik bir kuvvet bulundurmasının yıllık giderinin yedi milyar Dolar gibi ABD için kabul edilebilir bir askeri maliyeti olduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca, kesin verilmiş bir karar olmasa da mevcut yaklaşık 140 bin kişilik gücün en azından 2007’ye kadar kalacağı düşünülmektedir. 
[13] Ian Lesser, ”Turkey, Iran and Nuclear Risks”, NPEC sitesi, http://www.npec-web.org/projects/Iran/Lesser.pdf, 2004. 
[14] Ian Lesser, s. 16. 
[15] Yasemin Çongar, “ABD'nin Yeni Kuvvet Dağılımı”, Milliyet, 23 Ağustos 2004. 

http://turcopundit.blogspot.com.tr/2004/


****






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder