1 Ağustos 2016 Pazartesi

DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1



DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 1




Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


Özet: 

1970’lerden bu yana, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların periferilerinde hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici 
olduğu kapitalizm (market-driven capitalism/free market capitalism) denilen ekonomik faaliyetler ve onların düzenlenme biçiminde devletler, kendi hudutları içindeki hükümranlıklarını, BM ve insan hakları evrensel kurallarına göre kullanmakta ve olayları kontrol etmekteydiler. 

Ancak, küreselleşmenin hız kazandığı 1990’lı yıllardan itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Brezilya, 
Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını görmekteyiz. Anılan yaygınlaşma nın; bazı sektörlerde yoğunlaşmasının yanında, 2000’li yılların başından itibaren de, kamu sermayeli şirketler üzerinden yapıldığı gözlenmektedir. 

Aşağıdaki çalışmada, görünürde “serbest piyasa” karşısına kuvvetli bir rakip olarak çıkan “devlet kapitalizmi” ile ilgili süreç; etkenler, yaygın şekilleri, sonuçları, küreselleşmeye entegrasyonu, ulus devlet egemenlik alanına karşı/birlikte yapılanması ve genel panoramadaki yeri parametreleriyle irdelenmeye çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler : Devlet kapitalizmi, küreselleşmenin ekonomik boyutu, egemenlik, ulus devlet, ulusal varlık fonları (SWF), uluslararası nitelikli hükümetdışı örgütler (NGO), özelleştirme, sermaye ve emeğin mobilitesi, devletçilik, kamu sermayeli şirketler(SOE), piyasaya müdahale, uluslararası şirketler, şirket kurtarma operasyonu ve sermaye enjeksiyonu. 


















GİRİŞ 

19 ve 20. yüzyıllarda, özellikle Batı ülkelerinden başlayıp, sonrasında tüm dünyayı saran “ulus-devlet” yapılanması, 1980’den bu yana “küreselleşme” olarak isimlendirilen yeni dalga ile kırılmaya çalışılmaktadır. 1929 dünya ekonomik buhranı ve bunun bir ürünü olan “eksik istihdam” sorununu çözmeye yönelik Keynesyen politikaların özü; kapitalizmi kurallara bağlamak (regüle etmek) ve işleyişindeki aksaklıkları “kamu müdahalesi” ile düzeltmekti.1 

İngiltere’de Margaret Thatcher(1979-1990), ABD’de Renald Reagan’un (19811989) öcülük ettiği “ neo-liberalizm”’in hakim olduğu 1970’lerden sonra ise, özellikle gelişmiş ekonomiler ve onların uydularında (periferilerinde) hakim olan ve yaygın olarak “demokratik kapitalizm” veya “pazarın belirleyici olduğu kapitalizm” süreci başlamıştır. Bir diğer anlatımla, Keynescilikten “monetarizm”e ve neo-liberalizme, açık ya da örtülü güdümlülükten “pazar ağırlıklı çözümlere”, parasal genişlemecilikten “kısıtlılığa”, merkantilizm’den “serbest ticarete” doğru bir dönüşüm gözlemlendi.2 

Bu süreç, kamuya ait ekonomik kurum ve kuruluşlarının hantal ve verimsiz olmaları savı ile başlayan ve 1980-90’ larda ekonomilerde başat rol oynayan “özelleştirme” dalgasını da içine almaktadır. 

Tüm bu özelleştirme dalgasına karşın, yine de devlet sahipli veya kontrollu teşebbüslerin GSMH’ daki payı Afrika ülkelerinde yüzde 50, Doğu Avrupa, Asya ve Güney Amerika’da yüzde 15’in üzerindeydi.3 

Ancak, 2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan başta olmak üzere monarşik Körfez ülkelerinin başını çektiği, kamu serveti-yatırımı ve sahipliliğinin ana unsurları olduğu “devlet kapitalizmi-state capitalism”in yaygınlaştığını; hükümetlerin petrol gibi bazı sektörlerde hakim durumda olduklarını (bu hakimiyet oranı, toplam ham petrol rezervlerinin yüzde 75’ini temsil etmektedir) ve bu devlet kontrolündaki veya özel imtiyazlı petrol şirketlerini kullanarak havacılık, gemicilik, enerji üretim tesisleri, silah üretimi, telekominikasyon, metal, mineral, petro-kimya sektörlerine müdahale ettiklerini görmekteyiz.4 

Batının “piyasa ve demokrasi özellikli liberalkapitalizm”ine karşılık, genelde kaynak zengini ülkelerde görülen ve enerji gelirlerini, sosyal baskıyı azaltmak amacıyla kullanan (aksi halde çıkacak faturanın daha yüksek olacağını biliyorlar) “liberal olmayan kapitalizm” ile, “ihracat destekli-devlet yönlendirmeli kapitalizm” (Çin örneğinde olduğu gibi) şeklinde iki tür öne çıkmaktadır.5 

Genellikle “devlet kapitalizmi” olarak bir süredir literatürde yer alan6 anılan trend; liberal ekonomistlerin “görünmez el (invisible hand)” in hüküm sürdüğü 
görüşüne karşın, “devlet kapitalizmi”nde piyasaya “görünen el (visible hand)”in müdahale ettiği, 1990’ların “asgari devlet” şampiyonluğunun yerinde yeller estiği şimdilerde egemen olduğu belirtilen “devlet kapitalizm”ini çeşitli boyutlarıyla işleyen The Economist Dergisinin 21-27 Ocak 2012 tarihli sayısındaki “özel rapor“7 ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın 19 Şubat 2012’de, Meksika’nın Los Cabos şehrinde yapılan G20 toplantısında yaptığı, devlet kapitalizmi ve ulusal varlık fonları hakkındaki görüşlerini içeren konuşma8 ile daha da güncellik kazanmıştır. 

Anılan raporda, politikacılara “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen 
ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu; bunun yanında da Güney Afrika’nın da son zamanlarda bu yöne doğru bir kayış içinde olduğuna dikkat çekilmektedir. 

DEVLET ELİYLE KAPİTALİZM SÜRECİ 

“Coğrafi mekan”ın bir yönetim ölçeği olma özelliğini yitirdiği “küreselleşme” fazında, 200 yıldır milli pazarlarda doğmuş, milli sınırlar içerisinde temel bulmuş 
ve başından beri devlet desteğine dayanmış olan kapitalizm ile ulus-devlet arasındaki ilişkinin sonuna gelindiği; bazılarının hükümranlığını güçlendiren, bazılarının otonomilerini azaltan devletler arası yeni bir güç dengesini kurumsallaştığı;9 yoğun yabancı sermaye girişi ile “devletsiz (çokuluslu) firmalar (multinational companies)”ın sayı ve boyutça ulusal ekonomideki payının arttığı; uluslararası ekonomik örgütler tarafından ticaret ve ekonominin şekillendirildiği gözlenmektedir. Keza, yine bu aşamada ulus devletlerin, yetkilerinin bir bölümü ulus-devlet-üstü kurum ve mekanizmalara devredilirken, diğer bir bölümünü de yerel yönetimlere aktarılarak, “ yerelselleşme (desantralizasyon)” olgusu yoluyla da küreselleşmenin desteklendiği, kısaca, iki binli yıllara doğru, “ sanayi toplumundan bilgi toplumuna” geçiş sürecine, “merkezi ağırlıklı yönetim sistemlerinden güçlü yerel yönetime”, “temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye” doğru gelişmelerin eşlik ettiğini10 söyleyebiliriz. Anılan bu süreç, karar alma süreçlerini kısaltarak, merkezi veya yerel yönetimlerin “devlet kapitalizmi”nin yeşerip, güçlenmesi anlamında uygun ortam yarattığı düşüncesindeyiz. 

“Devlet kapitalizmi” aşamasının önceleyen ve besleyen bir diğer gelişmeyi de, ulusal hükümetleri by-pass edip, doğrudan dünya siyaseti ve günceli ile ilgilenen, “ulusal” ile “uluslararası” ilişkisini ve ulusalın “ küresel kurum-kuruluşkurallar”a entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan“uluslararası nitelikli 
hükümet-dışı örgütler (NGO)”in yaygınlaşması olgusu olduğunu belirtmeden geçemeyiz. 

Ian Bremmer, Çin’in “devlet kapitalizmi”ni, Çin firmalarını yabancı rakiplerine karşı güçlendirmek; yeni iş sahaları yaratarak, istihdamı arttırmak ve ihracat güdümlü modelden, daha çok iç talebe dayalı bir büyümeyi gerçekleştirmek amacıyla kullanacağını; bu sistemin büyük ekonomilerden çok, küçük ve sağlıklı ekonomilerde (Singapur gibi) daha başarılı olacağını; keza, son zamanlarda artan “ekonomideki devlet müdahalesi”nin kalıcı bir gelişme değil, geçici olduğunu; ABD’de yaşananların da, önceden olduğu gibi, devletin bazı sektörle daha fazla ilgilenmesinin bir yansıması olduğunu belirtmektedir.11 

Anılan makalede ayrıca, Batı’da görülen “devlet müdahalesi”nin, hükümetlerin öz rollerindeki bir değişim veya serbest piyasanın yerini almak olmayıp, sadece, serbest piyasa ekonomisinin daha sağlıklı olması için yapılan bir restorasyon çalışması olduğu da vurgulamaktadır. 

Devlet kapitalizmi12 ve “kaynak milliyetçiliği-resourse nationalism” olarak nitelenebilecek olan günümüz gelişmesi, iki tür ekonomi temelli gelişmede kendini göstermektedir: Bunlardan biri; Asya, Rusya ve Ortadoğu yönetimlerinin ülke yabancı para rezervlerini ve tasarruflarını, deniz ötesi varlık alımında kullanmaları (bu konsept yeni bir olgu olmayıp; farklılık, bu konuya ilgi duyan ülke sayısındaki artıştır); diğeri ise, bu devlet fonlarının daha çok stratejik enerji varlıklarına yoğunlaşmalarıdır.13 

Sürecin gelişimine baktığımızda da, SSCB’nin dağılması sonrasında Doğu Avrupa, Rusya ve BDT ülkelerinde, öncesinde 1970’li yılların ikinci yarısında 
Çin’deki piyasaya uyum çalışmalarıyla başlayıp, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerde de yeniden yapılanma süreci sonrası güçlenmeye başlayan, yapılan özelleştirmelerle hızı artan “serbest piyasa ekonomisine geçiş”in sonucunda; 

• Devletin ekonomideki payının küçülmüş, ticaret hacminin artmış, globalleşme sonucu tüketici tercihi ve arz zincirlerinin değişmiş olduğunu, 
• Teknoloji ve doğrudan sermaye akımlarındaki serbesti ve yeniklerin de bu akımı güçlendirdiğini, görmekteyiz. 

Ancak özetlediğimiz bu sürecin yarattığı küresel dengesizlikler (bütçe ve cari açıklar, gelir dağılımındaki eşitsizlik, orta sınıfın zayıflaması, enerji savaşları, kuralsızlaşma, globalde ülkeler arasındaki ”nüfus-paylaşılan ekonomik değerler-uluslararası politik etkinlik”, giderek artan eşitsizlik) ve özellikle finansal piyasaların kendi kendini düzeltme yetisinin olmaması ve söz konusu piyasaların iyi çalışmasının otomatiğe bağlanamaması14 sonucu 2008 yılında yaşanan ekonomik kriz, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ikisinde de, devlet müdahalesi ve/veya devlet kapitalizmi olarak tezahür eden trendi tetiklemiştir. “Devlet kapitalizmi”nin böylelikle, piyasanın işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü haline geldiğini saptamaktayız. 

ABD’de çeşitli form ve kamu kuruluşlar aracılığı ile yaratılan “ devlet müdahalesi”nin (1980’lerin sonundan itibaren) ekonomik büyümenin sonunu getirdiğini, kararları iş sahipleri ve yatırımcılar yerine merkezi yönetimce alınmaya başlandığını ve bunun sonucunda da “daha az üretkenlik” ve daha düşük yaşam standardı” ortaya çıktığını belirten Thomas J.DiLorenzo’dan15 farklı düşünüyoruz. Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi-state interventionism” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup,16 ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını; gelişmekte olan ülkelerde ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli”nin hissedildiğini; bu gelişmenin de, uluslararası ilişkileri ve büyük ölçekli ekonomik güç ve etkinin merkezi otoriteye transfer olmasıyla 
global ekonomiyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini söyleyebiliriz.17 

2004-2008 yılları arasında BRIC ülkeleri orijinli 117 devlet şirketi veya kamu kontrollu şirket, Forbes Global 2000’in, dünyanın en büyük şirketleri listesinde 
yer almış; öte yandan da toplam 239 Japon, Alman, İngiliz ve ABD firması söz konusu dönemde listeden düşmüştür. 2008-09 döneminde şirketlerin başarısızlığı ve bunun sonucunda, daha önce de bahsettiğimiz “kurtarma amacıyla kamu tarafından hisse alınması (government bailout)” hızlanan bir trend kazanmıştır. Kriz sonrası Batı ülkelerindeki yeniden yapılandırma ve kurtarma faaliyetlerinde sermaye enjeksiyonları aşağıdaki grafikte 
görülmektedir:18 


Kaynak: Reshaping The Global Economy, Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos. 


Bunun yanında, özellikle Çin’de, anılan ülkenin en büyük, dünya genelinde de beşinci büyük ulusal varlık fonu (SWF) olan 2007 yılı kuruluşlu China Investment Corporation (CIC)’ın 200 milyar Amerikan Doları tutarında Çin Maliye Bakanlığı kaynaklı sermayesi ile, People’s Bank of China’dan kullandığı 410 milyar Dolar tutarındaki kredi ve yeni kamu fonu arayışları19; yine CIC grubuna dahil China Central Huijin Investment Ltd.in de, Çin Hükümeti’den 50 milyar Dolar nakit yardım alması20, şirket kurtarılması veya yaşatılması veya pazar hakimiyetinin kaybedilmemesi bağlamında, farklı bir rejimden örnek olarak bahsedilmeye değer bulunmuştur. Keza, aynı amaçlar gözetilerek, Rusya’nın, National Welfare Fund’dan sonraki ikinci büyük ulusal varlık fonu olan Russia’s Oil Reserve Fund’un, Ocak 2012’de yaklaşık 30 milyar Amerikan Doları tutarında nakit yardım alması, bu bağlamda bir diğer gerçektir.21 

Devletler, kendi alanlarında “yıldız” konumunda olan şirketleri gizli ve açıktan destekleyerek, bu desteğin getirdiği avantaj sayesinde rakiplerine göre hızlı büyümelerinin ve karlarını arttırmanın üstünlüğünü yakalamış oluyorlar. Çin Halk Cumhuriyeti’ne baktığımızda, devletin en büyük 150 şirketin başat ortağı durumuna geldiğini gözlemekteyiz. Diğer yandan, özellikle petrol sanayiinde dünyanın en büyük ölçekli şirketlerinin kamu sermayeli -veya devlet destekli- olduğunu; iletişim, bankacılık, kimya, taşımacılık gibi çok farklı alanlarda bile dünya liderleri arasında kamu şirketleri bulunduğunu görmekteyiz.. Bu şirketler, yeri geldiğinde ‘liberal kapitalizmin’ araçlarını da kullanıyorlar ve örneğin sermaye piyasaları ile entegre olabiliyorlar. Kamu sermayeli şirketlerin hisse değerlerinin toplam hisse senedi piyasası içindeki payları, Çin’de yüzde 80, Rusya’da yüzde 62 ve Brezilya’da yüzde 38’e ulaştığını da ayrıca vurgulamak gerekir. 

Yukarıda belirttiğimiz “uluslararası ölçekte yıldız yaratma” dışında, özelleştirilmiş bir kısım şirketlerin bir araya gelerek, “ölçek ekonomisi”nden yararlanmaları 
ve böylece uluslararsı sularda rekabet güçlerini artırmayı hedefleyen, ağırlıklı olarak Brezilya ve Güney Afrika’da görülen devlet müdahalelerini de bu arada zikretmeliyiz.22 Zaman içerisinde, ekonomideki itici güçleri arttıkça ve sağlamlaştıkça, bu şirketlerin sistem üzerinde birer kambur olmaktan çıkarak kâr merkezi haline geldikleri de ayrı bir olgu olarak saptanmaktadır.23 

Bu sürecin bir türevi olarak, tümü de devletlerin sahip olduğu 14 firma dünya enerji piyasasını kontrol etmekte ve fiyatların belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bu realitenin yarattığı “ fiyatları yüksek tutma-enerji zengini devletlerin servetlerinin artması-servet artışı ile birlikte anılan ülkelerin stratejik önemlerinin yükselmesi-sonuçta bu ülkelerin uluslararası arenadaki etkinliğinin yükselmesi-döngüsü sürmektedir.24 Ayrıca kamu sermayeli şirketler birer ‘ulusal ekonomi şampiyonu’ olmanın ötesine geçerek, sınır ötesi şirket satın almaları ile uluslararası arenaya da sıçramış olmaları ayrı bir gerçek olarak durmaktadır. Bir diğer anlatım ve Metin Ercan’ın ifadesiyle, bir yönüyle küreselleşmenin antitezi olarak görülebilecek “devletçilik”, diğer yandan küreselleşmenin içine “entegre” olmuş durmaktadır. 

Bu değişimin finansal krizi derinleştirdiği gibi, global durgunluğu da arttırdığını söyleyen Ian Bremmer, bu sonucun, ABD’nin gücünün azalması veya gelişmekte olan ülkelerin etkisinin artmasından ileri gelmediğini vurgulamak tadır. Ona göre, eğer ülkeler serbest piyasa ekonomisini kucaklamaya devam etselerdi, ABD’in global piyasada düşen payının diğer ülkelerce telafi edilmesi (offset) olasılığı çok kuvvetliydi.25 Öte yandan Joseph E.Stiglitz, zaten gelişmiş ekonomilerde mevcut olan sağlık, enerji, çevre (özellikle küresel ısınma), eğitim, nüfusun yaşlanması, sanayi üretimindeki düşüş, fonksiyonel olmaktan uzak finansal piyasalar, global dengesizlik, ABD’nin büyük rakamlara ulaşmış nakit ve bütçe açıkları nedeniyle uzun süren krizi, mevcut kaynak ve olanakları yanlış kullanan yönetimlerin de derinleştirdiğini;26 özellikle ABD’nin, 2000 yılında yüzde 35, 2009 yılında yüzde 60 olan borç/GSYİH oranının 2019 yılında yüzde 70’e yükselmesinin beklendiğini; bu gelişmelerin de, hükümetin merkez rolünü kuvvetlendireceğini; bundan sonra yapılacak olanın da, piyasa ve devletin rolünün daha iyi balans edilmesi ile, sosyal yapının yeniden inşa edilmesine bağlı olduğunu savunmaktadır.27 

ULUSAL VARLIK FONLARI 

Çalışmamızın önceki bölümünde bahsedilen ülkelerin kamusal kaynakların, diğer ülkelerdeki yatırımlarını genellikle, global yatırım tutarının yaklaşık sekizde 
birini temsil eden “bağımsız varlık fonları(UVF)-sovereign wealth funds”(SWF)28 aracılığı ile gerçekleştirmektedir. Kaynağını, cari fazla veren ve birikimleri gerekli rezervin üstüne çıkan ülkelerden alan ulusal fonlar, son 10–15 yılda toplam değerin aşırı bir şekilde artmasıyla birlikte en önemli bir yatırım aracı haline gelmiştir. 

Yüksek petrol fiyatları ve finansal küreselleşme ile, küresel finansal sistemdeki ülkeler arası dengesizliğin bir türevi29 olan bu süreçte, artışın en önemli iki merkezi petrol zengini Körfez ülkeleri ile, ihracat patlaması sonucu cari fazla veren Asya ülkeleri olmuştur. 1990’ların başında 500 milyar dolar seviyesindeki “ulusal varlık fonları”nın bugün 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu ve IMF’ye göre 2012 yılında 12 trilyon; Lyons Gerard’a göre de 13,4 trilyon Amerikan Doları’na30 ulaşacağı, Stephen Jen’e göre de resmi rezervleri aşacağı tahmin edilmektedir.31 

Emtea’ya dayalı (commodity-based) ve değerinin yaklaşık 5 trilyon Amerikan Doları civarında olduğu belirtilen UVF’nın yıllar itibariyle değişimi aşağıda sunulmuş olup, 2012 yılında da artış beklenmektedir.32 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/ Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012, 23.02.201 


“Hedge fonları”, “ Özel sermaye yatırımları (private equity)” gibi başlıca “alternatif yatırım araçları”nın en önemli fonlayıcısı; hisse senedi ve bono piyasalarında en büyük oyuncu olması beklenen devlet kontrollu anılan fonları33 “ Şeffaf olup olmadıklarına ” göre kategorilendiren bir diğer makalede, bunlardan hakim pozisyon almak isteyenlerle, stratejik olarak önemli iş kollarının sahipliliğinde olanlar için kuşku duyulabileceği belirtilmekte; piyasada devletin, Batılı ülkelere göre daha fazla rol üstlenmesini isteyen ve entegrasyon arzusunda olan ülkelerin ortaya çıkışının üzerinde durulması önerilmektedir.34 


UVF’larına büyüklük parametresinden baktığımızda, başta gelen fonları aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:35 

VARLIK TUTARI ÜLKE FON ADI (milyar $) 

Kaynak: http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ 

Toplamı 4,9 milyar Amerikan Doları’na ulaşmış olan “emtea’ya dayalıUVF”nın yaklaşık yüzde doksanını temsil eden yukarıdaki UVF’nın en büyüküçünün Çin (yüzde 27), beşinin Körfez Ülkeleri (yüzde 37), ikisinin de Singapur 
orijinli olduğunu görmekteyiz. Ufuk Korcan’ın da belirttiği gibi,36 SWF Institute’ün hazırladığı yukarıdaki listenin zirvesinde 627 milyar dolarlık varlığı yöneten Abu Dhabi Investment Authority yer alıyor. 

Anılan Fonu, 567.9 milyar dolar ile, 1997 yılında kurulan ve 2005 yılındaki varlıklarının değeri 181.2 milyar dolar seviyesinde bulunan Çin’in devlet varlık fonlarından SAFE Investment Company izlemekte. SAFE, İhracata dayalı büyüme modeliyle varlıklarını büyüten Çin’in SAFE Investment adlı fonu da geçen 6 yılda yüzde 213 artırmayı başarmıştır. 

40 civarındaki farklı ülkeyenin kontrolunda olan ve sayıları 50’yi geçen “ulusal varlık fonları”nın başlıcaları BAE, Norveç, Singapur, Hollanda, Suudi Arabistan, 
Japonya, Kuveyt, Rusya, Çin, Kanada, Hong Kong orijinli37 olup; ulaştığı rakamlar, ulusal varlık fonlarının “devlet kapitalizmi” trendindeki yerinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. 

DEVLET GÜDÜMLÜ YENİ SİSTEMİN İRDELENMESİ 

Sevinç Akbudak’ın daha önce zikredilen çalışmasında, küresel finans piyasalarında sermaye dolaşımına engel olup, etkinlikten uzaklaştıran “korumacı” niteliğini vurgulamakta; Ian Bremmer ise, bu sürecin ulaştırdığı “devlet kapitalizmi” veya, Bremmer tarafından yapılan başka bir tanımlamadaki “bürokrasi motoruyla çalıştırılan kapitalizm-bureaucratically engineered capitalism”in, devleti “hakim ekonomi oyuncusu” yaptığını ve bu gücün de politik kazanımlarda kullanılma gibi bir haksızlığa yol açtığını belirtilmektedir.38Ancak tüm bu belirtilenlerin yanında, ister petro-dolar, isterse ihracata dönük yapının sonucu olsun, elde edilen cari fazlanın yarattığı aşırı döviz varlığının, tüketim baskısı nedeniyle enflasyona yol açmaması ve ulusal para birimini zayıflatmaması için “ulusal yatırım fonlarına” yatırım yapıldığı gerçeği de gözlerden uzak tutulmamalıdır39 

Öte yandan, bu gelişme sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.40Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; bu cephedeki (serbest piyasa) ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmektedir.41Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.42Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “ Serbest piyasa kapitalizmi ”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,43 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması, buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.44 

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, G20 toplantısında yaptığı ve daha önce sözü geçen konuşmasında, ulusal varlık fonlarındaki, devletin sahipliliği veya 
kontrolünde olan ekonomik birimlerdeki (şirket/girişim) artışın yarattığı ve “devlet kapitalizmi” olarak nitelenen bir oluşumla karşı karşıya olduğumuzu; bunun da, “rekabetçi kapitalizm” için, evrensel boyutta ve rekabetçi koşullardan uzak (devlet desteği, özel koruma vs) bu yeni oluşumlarla mücadele etmesi gibi bir haksızlık yarattığını belirtmektedir. 

Uygulamalarına baktığımızda da gerçekten, devlet kapitalizmi olarak nitelenen bu yeni değişimde, devletin başat ekonomik aktör olarak rol aldığını ve pazarın 
da, siyasi kazanımlar için kullanıldığını görmekteyiz. Diğer yandan, devlet bir kısım şirket ve oluşumları çeşitli yollardan desteklerken, bu desteği alamamış olan özel teşebbüs firmaları zarar görmekte; devlet destekli devler (giants), özel şirketler tarafından genellikle daha verimli kullanılan sermaye ve yetenekli işgücü bolluğu içinde çalışmaktadır. Keza, kamu kontrollu veya sahipli piyasa şirketleri, devlet nezdindeki ayrıcalıkları nedeniyle, özel teşebbüsün kendi olanakları ile oluşturmak zorunda oldukları teknolojiyi, birbirlerini taklit yoluyla kolayca sağladığı da bir diğer gözlenen husustur. 

Bu konuda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, devlet kapitalizmi veya “devlet güdümlü iş yapma” modelinin homojenlik ve stabiliteyi garanti etmemesidir. Bir diğer anlatımla, devlet kapitalizmi ancak, sistemin uzman/ehil (competent) devlet tarafından yönetilmesi durumunda iyi çalışmaktadır. Ayrıca, 
ülke veya bölge halkının sahip olduğu kültür de sistemin başarısında etkin olmaktave farklı sonuçlar vermektedir. Örneğin, Asya ülkelerindeki güçlü mandarin kültürünün Güney Afrika ve Brezilya’da olmaması; Rusya Federasyonunda Kremlin ve iş hayatına egemen olan güçlerin, eski KGB mensubu bürokratlardan oluşması gibi.45 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder