KIBRIS HAREKATI 1974 VE GELDİĞİMİZ NOKTA, BÖLÜM 3
Kıbrıs Gazisi Emekli Yarbay
ATİLLA ÇİLİNGİR
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda
Yaşadığı Destan Konusu Olayları Anlatmaya Devam Ediyor:
Oğuz Çetinoğlu: Tabur komutanınızın emri üzerine belirtilen araziyi ele geçirdiniz. Sonra?
Atilla Çilingir: Tabur komutanımızın emri ile ele geçirdiğimiz arazide çepeçevre savunmaya geçtik. Bir gün daha bitmiş ve gece her şeye gebe haliyle zifiri karanlığını örtmüştü Yeşil Ada’ya.
Muharebeler başlayalı dört gün dört gece olmuştu. Subayı, astsubayı, çavuşu, onbaşısı ve eri ile kader birliği yapmıştık. Yıllar boyu süren mezalime son verecek ve Kıbrıs Türkü’ne en tabii hakkı olan yaşama hürriyetini sağlayacaktık mutlaka. Tabur komutanımızın verdiği emirle, sırasıyla nöbet tutarak, hem kendi emniyetimizi, hem de mevzilerdeki erbaş ve erleri kontrollere başladık. Gece boyunca kontrollerimiz devam etti. Bu arada Rumlar sık sık ateş açarak birliklerimizi taciz ediyorlardı. Karşılığını şiddetle veriyorduk. Gökyüzü pırıl pırıldı, yıldız dolu bir gök kubbe ile baş başaydık. İlk günlerin muharebe şoku atlatılmıştı. Artık her şey hayatın bir parçasıydı.
Sabahleyin bütün birlik komutanları Tabur Karargâhı olarak konakladığımız küçük bir ağacın altında toplandık. Son durum değerlendirmesini yaptık. Taburda mevcut tek araç olan Land-Rover Jeep ile Rum köyünü keşfetmek üzere Yüzbaşı Süha Baykara ve ben görevlendirildik. Aracı, bir mücahit şoför kullanıyordu. Kendisi Kırnı hava indirme bölgesinin hemen yakınındaki Fotta köyündendi. Sessiz, sâkin çok çalışkan bir insandı. Yanımıza iki muhafız alarak köye hareket ettik. Vuno, Beşparmak dağlarının zirvesinde bulunan Buffavento Kalesi’nin hemen eteklerine kurulmuş tipik bir Rum köyü idi. Ancak evlerinin modernliği ve hayat seviyesinin mükemmeliyeti derhal göze çarpıyordu. Bütün evlerin çatısına güneş enerjisini ısıya dönüştüren cihazlar yerleştirilmişti. O yıllarda Türkiye’de bu cihazlar çok az evde vardı. Şunu bir kez daha anlıyorduk ki, Papaz’ın batılı ülkelerden almış olduğu yardımlar yalnızca Rum köylerinde kullanılmıştı! Kurtardığımız Türk köyleri ise Anadolu’muzda rastladığımız türden, kerpiçler ile inşa edilmişti.
Çetinoğlu: Neden?
Çilingir: Çünkü 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Makarios Adada Türk vatandaşlarına çimento, demir ve benzeri inşaat malzemesi satışı yasaklamıştı. Sebebi ise: O acılı yıllarda, Kıbrıslı Türklerin bu tür malzemeyi kendilerini Rum’un mezaliminden korumak maksadıyla mevzilerinde kullanmalarını önlemek içindi..!
Mevzide ikinci gecemizdi. Gecenin karanlığı yıldızlarla bezenmiş, ışıklı bir örtü gibi sarmıştı her yanımızı. Bir an Türkiye’yi, eşimi, kızımı, anne ve babamı, kardeşimi düşündüm. Sonra bu duyguları aklımdan uzaklaştırarak uykuya daldım. Sık sık silah sesleri ve çevre nöbetçilerinin sesleri ile dolan bir gece içerisinde ne kadar uyunursa ben de o kadar uyuyabilmiştim.
26 Temmuz sabahı tabur komutanım Turgut Aksoy ve ben 22 Temmuz 1974 gününden beri harekât kontrolüne verildiğimiz Hava İndirme Tugay Karargâhı’na gitmeye karar verdik. İki muhafız alarak Kırnı bölgesine hareket ettik. Tugay karargâhı, Milk Bar diye anılan bir kafeteryanın hemen karşısında Lefkoşe-Girne asfaltının kenarında iki katlı bir çiftlik evinin içinde idi. Burada Hava İndirme Tugayı Kurmay Başkanı, Kurmay Yarbay Atilla Erdem ve Tugay S-2’si İstihbarat Şube Müdürü Kurmay Binbaşı Cumhur Evcil ile görüştük. Cumhur Binbaşım her gün akşam 18:00’de tabur cephesinden istihbarat raporu gönderilmesini istedi. Ayrıca cephe hattı boyunca keşif kolları çıkararak düşman ile irtibatı devam ettirmemizi, yığınak yaptığı yerleri ve silah mevzilerinin nereleri olduğunu tespit etmemizi istedi. Dönerken, tabur personeline dağıtılmak üzere erbaş ve erlere birer sterlin, subay ve astsubaylar için beşer sterlin harçlık parası aldık. Dönüş yolu üzerindeki Milk Bar’a uğradık. Burası adeta bir kantin gibi kullanılıyordu. Buradan hellim peyniri, domates, karpuz ve ekmek alarak cepheye arkadaşlarımızın yanına, tabur karargâh bölgesine, Vuno’ya döndük. O akşamüstü bütün tabur karargâh personeli, kendimize güzel bir ziyafet çektik.
27 Temmuz günü bulunduğumuz araziyi iyice tanımaya çalıştık. Bir taraftan cephe bölükleri çıkardıkları keşif kolları ile düşmanla teması muhafazaya çalışırken, diğer taraftan da düşman ve arazi hakkında bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Günün tamamı karşılıklı ateş teatisi ile geçti. Esas olan gece idi.
Çetinoğlu: Yine uykusuz geceler başladı…
Çilingir: Rumların yapabileceği bir sızmaya karşı bütün cephe hattının uyanık kalması gerekiyordu Bunu sağlamak da bizlere düşüyordu. Gecenin sessizliği zaman, zaman makineli tüfek sesleri ile bozuluyordu. Namlu ağız alevleri ile izli mermilerin peşinde bıraktıkları ışık huzmesi kuyruklu yıldız gibi bir o tarafa, bir bu tarafa gidip gelerek gece karanlığında bir sinema perdesini andıran Beşparmak dağları üzerine yansıyan bir filmi andırıyordu. Artık uykusuzluğa da alışmıştık. Zaman, zaman gözlerimiz açık rüyalar da görüyorduk ama bu çok kısa sürüyordu. Kısacası muharebe şartlarına alışmıştık. İlk günlerdeki şok ve acemiliğimiz yok olmuştu. Sanki hepimiz yıllardan beri savaşan profesyonel birer savaşçıydık. Erbaş ve erler değişen muharebe şartlarına uyum sağlayabilen yeri ve zamanına göre inisiyatiflerini kullanan, ölmemek için yapılabilecek olan her şeyi yapabilen usta birer savaşçıydılar artık.
Sihari-Vuno hattına yerleştiğimiz günden beri tabur karargâhının bulunduğu mevzii çevresinde 40 yaşlarında bir erimiz devamlı dolaşıp duruyordu. Kendisini yanımıza çağırarak hangi bölükten olduğunu sordum. Süha Yüzbaşının bölüğünden olduğunu, eğer izin verirsek taburda mevcut subay ve astsubayların yiyecek ve su ihtiyacını gönüllü olarak temin etmek istediğini belirtti. Kendisine teşekkür ederek, böyle bir şeye gerek olmadığını, bizlerin de aynen tüm erbaş ve erler gibi idare etmek durumunda olduğumuzu söyledimse de bir türlü dinletemedim.
‘Olmaz komutanım, sizler sağlıklı olacaksınız ki bu kadar arkadaşım başsız kalmasın. İzin verin sizlere bütün harekât boyunca ben bakayım. Hem ben sizlerden daha yaşlıyım, hem de bu iş bana daha uygundur.’
‘Tamam Mehmet Dayı’ diyerek kendisini tabur karargâhının ikmal sorumlusu yaptık. O günden sonra da ismi ‘Mehmet Dayı’ olarak kaldı. Gerçekten de o vefakâr insan Kıbrıs’tan ayrıldığımız güne kadar, tüm muharebeler boyunca bizlere kendi evlatlarına bakarcasına büyük bir şefkatle ve hizmetle baktı. Mehmet Dayı gün ışımadan kayboluyor ve gün batımında döndüğünde çeşit çeşit konserve, peynir, ekmek ne bulursa getiriyordu. Her seferinde şunu tekrarlıyordu:
‘Komutanım sakın ola ki aklınıza yanlış bir şey getirmeyin. Benim elim halen silah tutuyor, savaş yeniden başlarsa evvel Allah beni siz o zaman görün. Memleketimde keskin nişancılığımla tanırlar beni. Hem, eğer geriye dönmek kısmet olursa evlatlarıma, onların sorularına nasıl cevap veririm ben? Ne yaptın baba derlerse, ne cevap veririm? Onun için Rumlarla çarpışırsak, beni yanınızda değil, en önde, cephede göreceksiniz.’
Gerçekten de 2. harekâtta Mehmet Dayı’mızı en önde çarpışırken; kendisinin yarı yaşındaki arkadaşlarımı cesaretlendirirken gururla izledik. Ada’dan ayrılırken kendisine verilen Barış Harekâtı Şerit Rozetini, bölük komutanının mükâfat olarak aldığı sivil takım elbisesinin yakasına takan bu kahraman asker, Türk insanının bütün üstün niteliklerini sergilemiş, evlatlarına ve torunlarına anlatacağı gurur destanıyla memleketine uğurlanmıştı.
Türkiye’den ayrılalı on gün olmuştu. Sanki on güne bir ömür sığdırmıştık. Muharebe ne kadar kötü bir şeydi, tam bir vahşet yaşamıştık. Ölenler, öldürülenler, darmadağın olan aileler, insan sefilliği ve zavallı hayat. Öğleden sonra iki mücahit eri bulunduğumuz yere doğru yanlarında iki Kıbrıs eşeği ile üzerlerine ikişer kazan bağlanmış olarak geldiler. Kendilerini mücahit tabur komutanları Ali Naci Bey’in, ellerinde mevcut malzeme ile etli pilav yaptırarak yememiz için gönderdiğini söylediler. Evet, tam on gün sonra sıcak bir yemek yiyebilecektik.
Gece yarısına doğru zayıf bir şekilde duyulan bir telsiz anonsu yakaladık. Kendilerini tanıtarak Hava İndirme Tugayı 2. Tabur Komutanı Yarbay Turhan Erdem olduğunu söyleyen tabur komutanı, bütün yiyecek ve sularının tükendiğini, şu an ki yerlerinin Sihari’nin kuzeyi sırtlar hattı Buffavento Kalesi yakınlarında olduğunu söylüyor, acilen yiyecek ve su göndermemizi istiyor; ayrıca 50-60 kadar Rum Milli Muhafız askerinin kaleye sığındığını belirterek müşterek bir harekât yapmamızı teklif ediyordu. Ağlanacak halimize gülmeye başladık. Bizden yiyecek istiyorlardı. Fakat anlaşılan o ki, onlar bizden daha çok kötü durumdaydılar. Taburdan toplayabildiğimiz yiyeceklerin azamisini ve plastik bidonlara doldurduğumuz suyu, bize gelen Kıbrıs eşeklerine yükleyip yine gelen iki mücahit ve yanlarına verdiğimiz bir manga asker ile bulundukları yere doğru gece 01:00’de gönderdik. Sabaha karşı henüz hava aydınlanmadan tabur komutanları Yarbay Turhan Erdem; yanında birkaç komando ile yanımıza geldi. Kucaklaştık, yiyecek ve suya teşekkür etti.
Çetinoğlu: Yarbayım, öyle anlaşılıyor ki, büyük zorluklarla karşılaştınız fakat gururla hatırlanacak günler yaşadınız. Her gün bir evvelkinden farklı olmakla birlikte genelde aynı hâdiselerle karşılaştınız. Uygun görürseniz, savaş alanından biraz uzaklaşalım. Ele geçirdiğiniz yerleşim bölgelerindeki insanlardan size esir düşünler oldu mu? Onlarla neler yaşadınız?
Çilingir: Civar köylerden kaçan ve araziye yayılmış olan Rum Millî Muhafız askerleri ve sivil Rumlar, Lefkoşa Rum kesimine ulaşabilmek için bizim ele geçirdiğimiz bölgeden geçmek mecburiyetindeydiler. Böyle olunca da pek çoğu birliklerimize esir düşüyorlardı. Bir gün 4 kişilik esir grubu getirildi. Yaşlı bir karı-koca, 2-3 yaşlarında kız çocuğu ve bir genç kızdan oluşuyordu.
Esirler arasında küçük Rum kızı gözüme ilişti. Aman Allah’ım! Türkiye’de bıraktığım kızıma, Ebuş’uma ne kadar çok benziyordu. Aynı yaştaydılar sanki. Minik kız gayri ihtiyari kendilerine bir şey yapılacağı emrini verecek olan kişinin ben olacağımı zannetmiş olmalı ki, iki elini yüzüne doğru kaldırmış ve bana dönük: ‘No, noooo!’ diye bağırarak ağlıyordu.
Bir an kahroldum, küçük çocuğa ne yapılabilirdi ki? Yaşlı insanlara, kadınlara… Onlar artık Türk insanının namus ve şerefinin emânetiydiler. Aman dileyen insana el kaldırmak, zarar vermek bir kere dinimizce de günahtı. Ama dediğim gibi, Türk insanının o yüce özellikleri bir kez daha ortaya çıkıyordu. İnanılacak gibi değildi ama gerçekti.
Çetinoğlu: Siz ne yaptınız?
Çilingir: Tabur personeli aşını ve suyunu Rum esirlerle paylaştı. Önce karınlarını doyurduk. Susuzluktan dudakları parçalanmış Mehmetçiklerin mataralarında kalan son damla sularını küçücük çocuklara, yaşlı insanlara vermelerini seyrederken; insanımızın en büyük hasletini ve merhametini bir kez daha yaşıyordum. Ya bu durumun tersi olan yerlerde, yani esir düşen Kıbrıslı Türk kardeşlerimize ve yanlışlıkla Rum kesimine geçen veya hava indirme sırasında o bölgelere savrulan askerlerimize, subay ve astsubaylarımıza Rumlar, insanlığı utandıracak şekilde işkence ediyorlardı.
Rumlara esir düşenlerimizin çoğu şehit edilmişler, sağ kalanlar ise türlü işkencelere maruz kalarak akıllarını yitirmişlerdi.
Türklerle Rumların karşılaştırmasını bu olayların özünde yapmak gerekiyordu. Bir tarafta hep barbar gözüyle bakılan Türkler, diğer tarafta ise medeniyetin beşiği sayılan Yunan’ın kalıntıları, modern Avrupalı Rumlar. Doğru olan bir tek şey vardı ki o da bütün dünya basını tarafından tespit edilmiş olan gerçek: Rum katliamı ve zulmü. Ada’nın pek çok yerinde ortaya çıkan toplu katliamlar; Muratağa, Atlılar, Taşkent ve daha nice acılı topraklar, daha nice yaslı Türkler…
O dört kişilik aileyi ve küçük kızın korku dolu yardım isteyen çığlıklarını ömrüm oldukça hatırlayacağım.
Toplanan esirlerin arasında 20-25 yaşlarında, yeşil gözlü, beyaz tenli, simsiyah saçları ile tam bir Rum dilberi görüntüsünde bir kız vardı. Görünen o ki en genci ve akıllı olanı oydu. Kendisini yanıma çağırttığımda bir hayli tedirgindi. Başına kötü bir şey gelmesini bekler gibiydi. Titreyen bedeni ile karşımda durdu. Yüzünde mağrur bir ifade vardı ama gözleri korku doluydu. Kendisine İngilizce bilip bilmediğini sordum. Az da olsa bildiğini söyledi. İsminin Maria olduğunu ve Değirmenlik’te oturduklarını, 19 Temmuz gününden beri büyük bir korku içerisinde olduklarını, ağabeyinin Kutsovendi köyündeki komando kampında bulunduğunu, ama ondan da 20 gündür hiç haber alamadıklarını söyledi.
Maria ile konuştukça, korku dolu bakışlarının kaybolduğunu fark ettim. Ona korkmamalarını, burada Türk askerinin koruması altında olduklarını ve kendilerine hiçbir zarar verilmeyeceğini söyleyerek, bizlere güvenmesini ve bu söylediklerimi diğer esirlere de aktarmasını istedim.
Esirlerimiz arasında bir de papaz bulunuyordu. Ele geçirdiğimiz Miamilya köyünün papazıymış. Bize kin ve nefret dolu gözlerle bakıyordu ve ara sıra yanındaki Rum erkeklerin kulaklarına bir şeyler fısıldıyordu.
Bölüğümün kıdemli astsubayı Banazlı Cafer Başçavuş’a öncelikle subay ve astsubaylardan olmak üzere toplayabildiği kadar su ve yiyecek almasını ve toplananları çocuk ve kadınlardan başlayarak dağıtması emrini verdim. Kısa bir süre içerisinde tam 187 esir toplanmıştı. Cafer Başçavuşum toparlayabildiği kadarı ile yiyecek ve içeceği, esirlerin bulunduğu yere götürerek teslim etti. Aradan birkaç saat geçmişti. Esirlerin bulunduğu tarafa giderek kontrol etmek istedim. Yanlarına geldiğimde, bizim birkaç saat önce verdiğimiz su ve yiyeceğe hiç dokunulmamış olduğunu gördüm ve çok şaşırdım. Mariaya dönerek bu durumu açıklamasını istedim. Oda mahcup bir ifade ile aralarında bulunan papazın, yiyecekler geldikten sonra esirlere, Türklerin kendilerini zehirleyerek öldüreceklerini ve gelen hiçbir şeye dokunmamalarını istediğini söyledi. Bir anda büyük bir öfkeye kapılarak papaza bir şeyler yapmak istedim. Ancak kendime hâkim olarak, gönderdiğimiz yiyecekleri tek, tek önce ben tattım ve sudan içtim. Sonra: ‘İşte görün, eğer bana bir şey olursa hiçbir şeye dokunmayın.’ diye bağırdım.
Beni şaşkın bakışlarla tâkip eden o insanların gönderdiğimiz yiyecek ve suya nasıl saldırdıklarını izlerken içim burkuldu ve çok üzüldüm.
Maria, yanıma gelerek minnet dolu bakışlar içerisinde, teşekkür ederek yanağıma bir öpücük kondurdu ve beni kendi ağabeyi yerine koyduğunu da hemen ifade etti.
Çetinoğlu: Esirleri ne yaptınız?
Çilingir: Tabur komutanım sordum. Kararsız olduğunu anlayınca esirleri serbest bırakmayı teklif ettim. Kabul etti. Esirlerin bulunduğu yere giderek Maria’yı yanıma çağırdım. Gidebileceklerini söyledim, yolu târif ettim. Maria, sevinç pırıltıları içerisindeki gözlerini gözlerime dikerek;
‘Sizlere minnettarız, bizlere insanlık dersi verdiniz, çok teşekkür ederim. Şunu da belirtmek isterim ki, bu durum aynı şekilde Türk kadın ve kızlarının başına gelseydi, bizim askerlerimiz; çoktan ırzlarına geçmiş ve pek çoğunu da öldürmüşlerdi. Seni ömrüm boyunca unutmayacağım Cesur Türk,’ diyerek boynuma sarıldı.
Bundan daha onur verici bir durum olabilir miydi? Aylar sonra Rum televizyonunun karşı propaganda yaptığı günlerden birinde, esirlerimiz arasında bulunan Miamilya köyünün papazının, esir düştüğünü ve Türk askeri tarafından nasıl işkence edildiğini yalan dolu sözlerle anlatırken, o yeşil gözlü güzel Maria’nın aynı programda, tam tersine askerlerimizden övgüyle söz etmesi ve eğer izliyorsam bana da sevgilerini gönderişini büyük bir heyecanla izleyecektim. Cesur Kız, hiç tereddüt etmeden anti-propaganda için çıktığı TV programında gerçeği söyleyerek, Rumlara insanlık dersi vermişti.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder