24 Haziran 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1


      28 ŞUBAT’I NASIL YORUMLAMALI.? BÖLÜM 1

       

Veli Umut Arslan 
3 Mart 2012 



28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile başlayan post-modern darbe olarak da adlandırılan sürecin üzerinden 15 yıl geçmiş durumda. 
28 Şubat'ın 15.yıldönümünün AKP hükümeti ve genel olarak burjuva medya tarafından "demokrasi düşmanlığı" olarak hararetli bir şekilde mahkûm edilmesi ve konunun uzun uzadıya işlenmesini 28 Şubat'ın yarattığı karşı dalganın mutlak muzafferlikten gelen özgüveniyle açıklamak gerekir. 

28 Şubat'ın önderliğini yapan Kemalist TSK ve bürokrasideki diğer müttefikleri nin öyle veya böyle 28 Şubat'ın bir ürünü olan AKP tarafından (kaderin cilvesine bakın!) mutlak biçimde ezilmesi, geçtiğimiz bir iki yılda "vaka" haline geldi. Biliyoruz ki bu süreçte AKP'nin arkasında olan güçler 28 Şubat'ın da arkasınday dı. Bugünü belirleyen olayları dizisini anlamak ve sosyalistlerin hangi noktalarda hatalar yaptığını görmek için sürece sınıflar mücadelesi gözlüğüyle bakmak gerekiyor. 

İslamcılar, 12 Eylül’ün Kazananı 

12 Eylül’ün en büyük kaybedeni kuşkusuz sosyalistlerdi. 12 Eylül’ü hazırlayanlar (Generaller, Büyük sermaye, ABD) kontgerilla ve ülkücü çeteler eliyle darbeye 
kadar binlerce sosyalisti, onlarla beraber emekçi halktan yüzlerce demokrat aydını ve diğer sol unsurları katletmişlerdi. 

12 Eylül’de düzenlenen darbesi ise her şeye rağmen hala güçlü olan sosyalist hareketin üstüne adeta bir balyoz gibi indi. Yüz binlerce sosyalist gözaltına alındı, on binlercesi tutuklandı, yüzlercesi öldürüldü… Sadece sosyalistler değil emekçi halkın kendisini savunabilecekleri sendikalar ve diğer demokratik örgütlerin hepsi darbeyle ezildi. Böylece emekçiler açılan yeni dönemde kendilerini bekleyen patronların acı reçetelerine boyun eğeceklerdi. 

12 Eylül’de nasıl acı çektiklerini ballandıra ballandıra anlatan faşist hareketin durumuna gelirsek. 12 Eylül askeri cuntası, kendisini siyaset üstü bir devlet 
gücü biçiminde sunmak zorunda olduğundan devrimcilerin yanı sıra faşist tetikçileri de bir nebze de olsa cezalandırmak zorundaydı. Faşist katillerin arasında 
asılanlar bile oldu, bir çoğu 12 Eylül zindanlarında işkencelerden geçirildiler, kimileri uzun seneler hapiste kaldı. Tabi en sert durumda bile çektikleri 
sosyalistlerin çektikleriyle mukayese edilemezdi ama durum gereği gerçekleşen bu göstermelik cezalandırmaları bir kenera bırakıp dönemin gerçek analizini 
yaparsak bu tarz karşılaştırmalar anlamını yitirir. Örneğin Türkeş’in “biz içerdeyiz, fikirlerimiz iktidarda” söylemi dönemin iç yüzünü anlatması açısından 
çarpıcıydı. Onlar da biliyorlardı ve sonrasında da ifade ettikleri gibi “kullanıldılar ve şimdi durum gereği kendilerine eziyet ediliyor, ama darbe amacına ulaştı, 
memleketi komünist tehlikeden kurtardı!”. Zaten 12 Eylül’ün ilk şok dalgaları atlatıldıktan sonra bu faşist çeteler iş adamları, ülkücü mafya, milletvekili, 
bürokrat vb.leri oldular. Türkiye’de egemenler tosuncuklarına sahip çıkacağını hep göstermişlerdir, Son örnek Hrant’ın katili Ogün Samast, Yasin Hayal, 
Erhan Tuncel olayında olduğu gibi. 

Peki, 12 Eylül dendiğinde duygu seline kapılan, darbeyle hesaplaşmanın kahramanı kesilen İslamcılar’ın durumu neydi? Darbe politik radikalizmin her kesimine yönelmiş gibi yapacaktı ama bu açıdan bile İslamcılar hem mağdur sayısı olarak hem de mağduriyetin ölçüleri açısından en şanslı kesimdi. 
Hatta o dönemin ölçülerine göre yaşadıkları hesaba katılacak düzeyde bile değildi. (Askeri yönetimin 1982 Anayasasına evet oyu vermeleri için tarikatlarla 
pazarlık yapması (Saylan, s.22), Nur cemaati lideri Fethullah Gülen.in hakkındaki sıkıyönetim komutancılığının tutuklama emrine rağmen yakalan (a) maması ve faaliyetlerine devam etmesi, sıkıyönetim komutanlığınca laiklik karşıtı girişimleri nedeniyle Süleymancı, Nurcu, Nakşibendi ve MSP.nin Akıncılar grubundan toplam 2015 kişi göz altına alınırken aynı dönemde 250 binden fazla kişinin solcu olduğu için gözaltına alınması askeri rejimin İslamcı kesimle “sola karsı bir ittifak içinde” olduğunu göstermektedir(Saylan, s.27).) 

Bugünün demokrasi şampiyonları Fethullahçılar ya da Nazlı Ilıcaklar’ın ise yatacak yerleri yok, çünkü bunlar o sıralar darbe şakşakçılarının başında geliyorlardı ( “Yaklaşan komünizm  tehlikesine karşı asker eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak inkisar içinde ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa Selam, Sancağa selam ve ölçülerimiz içinde onu tutan basa binlerce selam. Ümidimizin tükendiği yerde hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe istihalenin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” Sızıntı, Haziran 1979, Cilt 1, Sayı 5). 

Ama mesele yine bu burada bitmiyordu. 12 Eylül’ün Türkiye’ye açtığı yeni dönemde dinin önemli bir yeri olacaktı. Komünizmin panzehiri zaten dindi, ayrıca büyük birader ABD, Ortadoğu’da SSCB’yi güneyden Yeşil Kuşak projesiyle çevrelemeye çalışıyordu. Türkiye de bu kuşağın önemli bir kolu olacaktı. 

Kenan Evren her gittiği yerde Kuran’dan ayetler okurken, O’ndan sonra koltuğu devralacak Özal, zaten bir Nakşibendî tarikatı üyesiydi, abisi bu tarikatın 
önemli kişisiydi. Sözü fazla uzatmayalım. İslami cemaatler 12 Eylül’den sonra giderek güçlendiler. Devlette İslamcı kadrolaşma alıp başını giderken, yeşil sermaye olarak bilinen İslamcı iş çevreleri devlet desteğiyle ve ülke dışından Körfez semayesinin de yardımlarıyla bir atılım içerisine girecekti. 

(ANAP.taki Nakşibendî grubu Arap sermayeli finans kuruluşlarının Türkiye ye girişine Korkut Özal eliyle kilit rol oynamış; 1984 te ilk olarak Suudi-ABD ortaklığı olan Aramco.nun yan kuruluşu olan Al Baraka Türk Korkut Özal ve ANAP İl Başkanı ve ANAP Malatya Milletvekili Talat İcoz.un öncülüğünde kurulmuştur. 

Takiben MSP milletvekilliği yapmış Salih Özcan ve MSP kurucusu Tevfik Paksu.nun kurucularından olduğu Faisal Finans faaliyete geçmiştir.) 
Kuran kurslarının sayısında patlama yaşanacak, din dersleri zorunlu hale getirilecek, Alevi köylerine zorunlu cami yapımlarına hız verilecekti. 
12 Eylül’ün açtığı yeni dönemde İslamcıların sıçrama yapması için şartlar böylece olgunlaşıyordu ama 1980’lerin sonuna doğru yükselişe geçen işçi hareketi, 
toplumsal muhalefetin bayraktarlığı için ilk fırsatı yine sola verecekti. 

89 Bahar Eylemlikleri, SHP’nin Çıkışı ve Çöküşü 

12 Eylül rejimi, işçi hareketini ve sosyalistleri tamamen etkisiz hale getirdikten sonra işçi haklarına ve emeğin kazanımlarına azgın bir saldırı dalgası 
anlamına gelen ve bugün de sermayenin esas programı olmayı sürdüren neoliberal politikaları hayata soktu. Bunun karşılığı sömürünün yoğunlaşması ve 
emekçilerin hızlı yoksullaşmasıydı. İşçi haklarına yönelik fiziki saldırılar, serbest piyasa ideolojisinin değer yargılarının topluma enjekte edilmesiyle el ele 
gidiyordu. Dönemin sembol ismi T.Özal büyük çoğunluğu yoksul olan bir ülkede “ben zengini severim” diyebiliyor, memurların zor durumda olması gibi şikayetler karşısında “benim memurum işini bilir” çıkışını yapabiliyordu. Bu iklimde yolsuzluklar tavan yaparken, Türkiye banker skandallarıyla tanışıyor, vurgunlarla türedi zenginler peyda olurken köşe dönmecilik genel kural olarak topluma dayatılıyordu. Özal, eşi Semra Özal ile yeni Boğaz Köprüsü’nden kendisinin kullandığı son model Mercedes ile geçerken karısından teype İbrahim Tatlıses’in kasetini koymasını istiyor, arka fondaki yanık Tatlıses türküsüyle bütün bunlar TRT’den tüm ülkede “gelişen Türkiye” şeklinde pazarlanıyordu. 

Emekçilere yönelen köklü saldırılar ve serbest piyasa değerlerinin ucuzca topluma enjekte edilmesi, geniş yığınların vahşi kapitalizmi iliklerine kadar 
hissetmesine yol açtı. Bu durumda hoşnutsuzluğun yayılması kaçınılmazdı. Örgütlü proletarya 86’dan itibaren yavaş yavaş baskı dalgasını kırmaya başlarken grev hareketleri 89’da zirve yapacak ve temposunu 1991’e kadar sürecekti. Grev ve greve katılan işçi sayısı anlamında rakamlar 1970’lerdeki rakamların bile üzerindeydi. (1989-93 işçi eylemleri sürecinde Zonguldak maden işçileri grevi ve büyük yürüyüşü ile alevlenen süreçte 1.5 milyondan fazla işçi greve çıktı.) 

Ama politik radikallik anlamında durum hiç de öyle değildi. Bunun iki nedeni vardı kuşkusuz. Birincisi işçi hareketinin zirve yaptığı bu yıllar aynı zamanda 
SSCB’nin çözüldüğü yıllardı ve bu atmosferde tüm dünyada komünizmin bittiği ve başarısız olduğu düşünülüyordu. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist 
hareketler 12 Eylülde aldıkları ağır yenilginin ardından toparlanamamışlardı. Üstelik SSCB’nin çözülmesinin ardından hala sosyalizmde ısrarcı olduklarını vurgulayan örgütler de çöken Stalinist formüllere körü körüne sadık olduklarından köhnemiş bir görüntü çiziyorlardı ve yeni dönemde ihtiyacı 
karşılayacak bir dinamik oluşturamayacaklarını zaman gösterecekti. Dolayısıyla 89 İşçi Hareketi kitlesellik anlamında çok parlak olsa da politik radikallik 
anlamında neoliberalizme karşıtlığı seviyesini genel olarak geçemeyecekti. Bütün bunlardan ötürü işçi hareketinin yarattığı rüzgârın meyvelerini esas olarak Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) toplayacaktı. Öyle ki Özalizmi eleştiren 12 Eylül baskılarına karşı çıkan SHP, 89 yerel seçimlerinde o zamanki 67 ilin aralarında 3 büyük ilin de olduğu 39’unun belediye başkanlığını kazanacaktı. Özellikle kırsal kesimden göç alarak büyümeye devam eden işçi kentlerinin büyük çoğunluğunu (Kayseri dâhil) SHP kazanacaktı. Örneğin Ankara’da tüm ilçe belediyelerini ( Sincan ve Keçiören dâhil ) kazanarak 6-0 yapacaktı. 

Durum açıktı. 

İşçi sınıfı ve kent yoksulları terchini neoliberalizme ve 12 Eylüle karşı duruşuyla SHP’den yana yapmışlardı. Bir örnek daha vermek gerekirse bugün CHP’nin 
kalesi olan İzmir’de orta sınıfların ikamet ettiği kıyı semtlerine yaklaştıkça CHP’nin oylarının arttığı içerilere gidildikçe azaldığı gözlemlenirken 89 yerel seçimlerinde durum tam tersiydi: Kıyılar oylarını Özal’ın ANAP’ından yana yaparken içerilere daha yoksul semtlere gidildikçe SHP’nin oyları artmaktaydı. 
89 yerel seçimleri, sınıfsal kimlikle politik tecihlerin örtüşmesi anlamında Türkiye’deki belki de son seçim oldu diyebiliriz. 

Bu anlamda 1991’de yapılan genel seçimlerden SHP’nin genel olarak yine güçlü çıktığını %24 oy elde ederek iktidara geldiğini hatırlatalım. Peki artık hem 
belediyelerde hem de hükümette iktidar olan SHP’nin performansı nasıldı? Kendilerini iktidara taşıyan emekçiler açısından tek kelimeyle rezaletti. 
SHP’li belediyeler emekçilerin hakları konusunda değil ama yolsuzluklar ve kötü yönetim konusunda iddialı olduklarını icraatlarıyla bir güzel ispatladılar. 

SHP’nin müteahhit partisine çıktı. Dahası DYP-SHP koalisyon hükümetinin yaptıklarıydı. Bu dönemde 12 Eylülle hesaplaşmak şöyle dursun SHP’nin iktidar yılları kontrgerillanın Kürt hareketine ve sosyalistlere kan kusturduğu yıllar oldu. DEP’li Kürt milletvekilleri senelerce yatmak üzere hapislere gönderilirken SHP bu durumu destekledi. Dahası 1994’teki Türkiye tarihinin en ağır krizlerinden birisinin faturasını tümüyle emekçilere kesen 5 Nisan kararlarının altında 
SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın imzası vardı. Artık bu kadar fiyaskodan sonra SHP’nin işi adeta bitmişti. 89 başlayan işçi hareketinin son yılı 1991’di, 
zirve noktası da Zonguldak madencilerinin dev Ankara yürüyüşüydü. Kürt sorunun el yaktığı Körfez Savaşı’nın kapıda olduğu sırada radikal bir işe girmiş 
sendikal bürokrasi şöyle bir etrafına bakındığında yanında pek de tesirli olmayan sosyalistler dışında kimseyi bulamayınca on binlerce işçi tanklarla çevrildikleri 
Mengen önlerinden boyunları bükük şekilde Zonguldak’a geri döndüler. Gelecekte onları bekleyen yüzlerce işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlamaları, 
maden havzalarının çürümeye terk edilmesi ve genel olarak batı Karadeniz sanayisizleştirilmesi olacaktı. 

RP’nin Yükselişi 

Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi, Türkiye’de siyasal İslam davasının geleneksel partilerini kurmuş, bu yüzden de İslamcı hareketin 
genel anlamda liderliğini yürütmüştür. 1970’lerde Erbakan’ın Milli Selamet Partisi (MSP), oy tabanını Orta ve Doğu Anadolu illerindeki tutucu küçük burjuva 
katmanlarda buluyordu. Büyük kentlerde çok marjinal bir durumdaydı ve ülke çapındaki toplam gücü %10’u geçmiyordu. Diğer taraftan o sıralarda ülkede 
%10’luk seçim barajı bulunmadığından MSP, parlamentoya girebiliyor, değişik hükümetlerde başbakanlık yardımcılığı ve çeşitli bakanlıklar alıp yüksek siyasetin temel taşlarından birisi olabiliyordu. Ama Erbakan’ın başa güreşeceği o zamanlar kimsenin aklına gelmezdi. Gelgelelim 1990’da işler epey değişmişti ve 
Refah Partisi (RP) bütün dengeleri alt üst ederek liderliğe oynuyordu. 

Bu nasıl mümkün olmuştu? 

Erbakan 1990’ların başından itibaren taşra kent ve kasabalarının tutucu küçük burjuvalarının dışında, bundan daha geniş bir taban bulmuştu kendisine. 
1980 ve 90’larda devam eden yoğun göçlerle büyük kentler artık en şişkin halini almıştı. Milyonlarca insan neoliberal sistemin acımasızlığı karşısında tam 
anlamıyla savunmasızdı. İşsizlik ve yoksulluk varoşlarda kol geziyordu. Sosyal devlet kırıntıları da artık ortadan kaldırılmıştı, işçi hareketi durulmuş, 
etrafına insanları toplayacak bir enrjisi kalmamıştı, sosyalist gruplar ise Gazi Mahallesi gibi birkaç Alevi semti dışında yoksul halktan kopuk durumdaydılar, 
genel olarak zayıftılar ve ülkede gündeme müdahil olma kapasiteleri yoktu. 

İşte Refah Partisi burada devreye giriyordu. RP bir kere ülkede gündeme müdahil olma kapasitesine sahipti, ayrıca yaygın örgütlülüğüyle kent yoksullarına doğrudan ulaşabiliyordu. Asıl kritik olansa RP’nin kullandığı muhalif dildi. Erbakan öteden beri kullandığı siyasal İslam diline sol jargondan ödünç aldığı kavramları da ekleyince ortaya etkili bir kampanya çıkmıştı: 

Adil Düzen. 

( “Köle düzeni, milyonlarca insanı geçim sıkıntısı, açlık, sefalet, işsizlik ve geri kalmışlığa mahkûm ederek ezmekte; bunların hakkını haksız olarak ellerinden 
alıp emperyalizm, dünya siyonizmine ve onların işbirlikçisi ufak bir mutlu azınlığa aktarmaktadır. 
Bunun neticesi olarak büyük çoğunluk gittikçe fakirleşmekte, ufak bir azınlık ise gittikçe zenginleşmektedir. 
Bu durum, ülkeleri sosyal patlamalara götürmekte, yeryüzünde huzur ve güvenliği ortadan kaldırmaktadır.” Adil Ekonomik Düzen kitapçığı, 1991: s. 11-12) 
Erbakan bir yandan “ Hıristiyan Kulübü ” ABD ve AB’ye yüklenirken asıl vurguyu hep pusuda yatan en büyük düşman siyonizme yapıyordu. 

Erbakan’ın sunduğu menü esasında tutarsızlıklarla dolu lafazanlıklardan ibaretti. Sol retoriklerle emekçilere de seslenebilen İslamcılar, sistem karşıtı 
bir dil tutturuyor, Kürt sorununda da asker eleştiriliyordu. Ekonomik kriz ve ardından devreye sokulan 5 Nisan kararları, kent yoksullarının Adil Düzen 
sloganı etrafında RP’ye kaymalarında bir diğer önemli etkendi. İktidarda neo liberalizm e ve derin devlete teslim olan SHP kelimenin gerçek manasında rezil olurken, SHP’nin çekildiği yerleri RP dolduracaktı. 1994’teki yerel seçimlerde RP büyük başarı göstererek İstanbul ve Ankara büyükşehir belediye başkanlıkları ile daha birçok belediye başkanlığını kazandı. Bu yerel seçim zaferinin uzun erimli hatta bugün de devam etkileri olacaktı. Belediyelerin sahip oldukları geniş ekonomik kaynaklara erişen RP, kent yoksullarına yaptıkları kömür, gıda vb yardımlarla fark yaratacaktı. Sosyal devletin çekildiği alanları böylece İslamcı belediyeler ve diğer cemaatlerin dayanışma ağları doldurmuş oluyordu. 
Erbakan ve diğer cemaatlerin böylece yoksul halkın itaatkar minnettar lığını siyasal ranta çeviriyorlardı. 

Bu arada yoksul halkın önünde fazladan gerçek bir alternatifin olmadığını söylemek gerekir.) 

“ Seksenli yıllar boyunca, hızla hayata geçirilen serbest piyasa politikaları, bunların sonucu daha çok ihtiyaç duyulur hale gelen sosyal politikasızlık, dahası 
artan kuralsızlık, yolsuzluk sonucu oluşan tepki ve memnuniyetsizlik, önce ANAP.ı inişe geçirdi. Bu dönemde, siyasal yasakların kalkmasıyla eski parti ve 
politikacıların, bu arada Süleyman Demirel.in DYP.sinin alternatif merkez sağ parti olarak devreye girmesi, iddia edildiğinin aksine merkez sağı zayıflatmak 
bir yana, bir süre daha çöküşünü ertelemeye yaramıştır. Refah partisi.nin oylarının yüzde yirmilere ulaşması, merkez sağın, DYP.nin bir alternatif olarak 
algılanmaktan çıkması ve merkezde geciken çöküşünün sonunda gerçekleşmesi ile oldu. Bu Türkiye.de radikal politik İslam.ın yükseliş dinamiklerini anlamak 
açısından önemli bir husustur.” Modern Türkiye.de Siyasi Düşünce (MTSD), s.418) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.   OKUMAK İÇİN MAUSLA TIKLAYINIZ..


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder