27 Haziran 2017 Salı

MAŞALAR,

MAŞALAR,


Yekta Güngör Özden
12.03.2007


Türkiye’mizin içten çökertilme, dıştan kuşatılma çabalarıyla karşılaşması yeni değildir. İçimizdeki elverişli kimselerin yabancı yatkınlığı, patron yalakalığı, para ve ün düşkünlüğü, değişik ruhsal ve beyinsel bozuklukları, ahlâksızlıkları, yandaşlıkları, özetle niteliksiz ve kişiliksizliği kötü amaç taşıyanlara güç vermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin ayırdında olmayan, ulusal kimliğiyle yurttaşlığını yadsıyan, yabancıların yüzyıllardır sürdürdüğü oyunları alkışlayan, kendi değerlerine ve varlıklarına sahip çıkmayan, sömürüden teröre her kötülüğe araç durumuna düşen “yaratık”lar oldukça sorunlar azalmayacak, artacaktır.

ABD Dışişleri Bakanı “Kürdistan” sözünü “coğrafya bölgesi” amacıyla kullandığını söyleyerek düzeltme yaptığını sanıyor. İster siyasî, ister coğrafî hiç farketmez. Kürt devletini yerleşim yerlerinin altyapılarıyla birlikte oluşturduklarını bilmeyen kalmadı. Verdikleri sözleri tuttular mı? Terör örgütüne karşı, bu maşaları destekleyen Irak’ın kuzeyindeki kürtlerin kışkırtıcı sözlerine karşı tepkileri oldu mu? Hayır.

İzmir’de Batı Anadolu Sanayici ve İşadamları Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği “Müzakere Süreci ve Sivil Toplum Kuruluşları” konulu etkinlikte konuşan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin lâiklik konusunda taraf olmaması gerektiğini” söylemiş. Niçin ve kimlere güvenerek? Cumhuriyetin temel niteliklerinden en önemlisi lâikliğin önemini ve anlamını, Türkiye yönünden özelliklerini bilmemesi düşünülemez. Amaçları, Türkiye’yi karıştırıp avuçlarında balmumu gibi biçim verecekleri yönetimlerle teslim almak. Din ve mezhep kavgalarının ülkeyi nereye sürükleyeceği açık. Aşiret ve tarikat etkinliğinin, kadrolaşma ve partizanlığın ne boyutlara vardığı çok belirgin. Demokrasi ve insan hakları sömürüsüyle tüm kötülükleri dayatıp Sevr’le alamadıklarını elde etmeye çalışıyorlar. İşin üzücü yanı bu ölçüsüzlüklere etkin bir yanıtın ulus temsilcilerince verilmemesi.

Bu arada ABD Senatosu Dışilişkiler Komisyonu Türk Ceza Yasası’nın 301. maddesinin kaldırılması ve Hrant Dink cinayetinin kınanması doğrultusunda karar tasarısını görüşüyor. ABD’nin kendi içinde ve dünyada yaptıkları-yapmakta olduğu kınanacak olaylar için ne yapılıyor? Hiç.

Tersine gidişler

Kaç kez söylendi, yazıldı, anlamak istemiyorlar. Hâlâ “28 Şubat askerî müdahalesi” diyorlar. Lâik cumhuriyet ve Atatürk karşıtları da alanlara dökülüp 28 Şubat’ı kınıyorlar. Hiçbir zaman askerî müdahaleden yana olmadık. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 için konuşup yazdıklarımız, yaptıklarımız ortada. Demokrasiyi kötüye kullananlardan da değiliz. Ancak, Anayasa’nın 118. maddesine göre toplanıp karar alma neden müdahale olsun? Alınan ve hükûmete iletilen kararların hangisi yetki ve görev dışı? Başbakan ve Kurul üyesi Bakanlar niye imzaladılar? Silâhlı Kuvvetlerin duyarlığını, ilkelere özenini müdahale sayan kafalar neyi kavrayabilir? Zorla imzalatılmadı, kurul görevini yaptı.

Yassıada Yüksek Adalet Divanı Salim Başol’un sözlerini çarpıtan bir gazeteci Ankara Asliye 2. Ceza Mahkemesi’nde cezalandırıldı. İncelenen tutanaklar Salim Başol’a yüklenmek istenen anlamda konuşma geçmediğini gösterdi.

Atatürk’ün 6 Şubat 1933 Bursa konuşması gerçeği Ankara 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1967/67 sayılı dosyasına konu olan dâvada doğrulandı. Bu anlamlı konuşmanın amacını değerlendiremeyenler “Uydurma-yakıştırma” diyerek lâiklik özenine karşı çıkıyorlar. Konuşmanın son tümcesi (Ankara Yıldırım Beyazıt Alanı’ndaki Atatürk Anıtı’nın duvarında) “Türk Genci rejimin ve inkılâpların sahibi ve bekçisidir” açıklığıyla görevi bildirmektedir. Anıt 29.10.1953’te benim yönettiğim törenle açılmıştı.

ABD Dışişleri Bakanı’nın, Barzani’nin “Alışsınlar” dediği gibi alıştırmak için olacak kullandığı sözcüklere, You Tube adlı internet sitesine Yunanlıların gönderdiği video görüntüleriyle sergilenen terbiyesizliğe, iktidar partisinden bir Belediye Başkanı’nın fıkrayla yaptığı saygısızlığa bir şey demeyip fırsat saydıkları her durumda Atatürk’e ve Atatürkçülere saldırması düşündürücüdür. Apo’nun zehirlendiği yalanını yayanlara da değinmiyorlar.

12 Eylül’de Devlet Başkanlığını üstlenen Kenan Evren düşünmeden, yeterli bilgileri edinmeden, sanırım biraz da ilgi çekmek ve destek almak için kullandığı “Eyalet” sözcüğünü bir öneri olarak incelemek yanlıştır. Böyle bir söz ciddiye alınamaz. Anayasa’nın 128. maddesini, amacı başka Bölge Valiliği’ni aşan görüşler yalnızca Türkiye karşıtlarını sevindirir. Evren’i karalayıp kötüleyenlerin, ağır saldırılarda bulunanların şimdi “Cesaretli, yürekli, akıllı, ileri görüşlü, erdemli...” nitelemelerini, hele Apo’nun “Askerî dehadır” övgüsünü duyunca söylenecek söz bulmak güçleşiyor. Evren’i kimlerin bu nedenle desteklediğini, övdüğünü, alkışladığını, kimlerin Evren’e katıldığını görünce herkes her şeyi daha iyi anlıyor, bir şey demeye gerek kalmıyor. Büyütmeye değmez. Onun konuşmalarına şimdilerde birinci sayfalarında yer verenler, telefon sohbetlerine girenler sevdiklerinden değil, söyledikleri işlerine geldiği için yakın duruyorlar. Bir tür karşılıklı kullanılma var. Türklüğünden kuşkuya düşülecek kimilerinin hemen sarıldıkları söylemiyle Evren’in onların özlediği amacı taşıdığını da sanmıyorum.

Kimi gerzekler zaman zaman, hiçbir şey yokken bana çatar. Bir gazete, bir üniversite senatosunun bana verdiği Onursal Doktora ünvanı nedeniyle Apo’yla karşılaştırdığı için mahkûm olmuştu. Kendi gazete ve dergilerinde yazanlara, neler yazıldığına bakmayan, kimi çirkinlik ve sakıncaları düşünce özgürlüğü diye savunanlar hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir bağlantım, görevim ve akçalı ilişkim olmadan, özgürce kendi görüşlerimi yazdığım TÜRKSOLU’nda topluma hizmet çabamı sürdürmeme katlanamıyor. Tümüyle soyut “Demokratik sol” deyişine katılıp Türk’ün solunu yadırgayanlar çıktığı gibi, TÜRKSOLU’na kızıp bana sataşanlar da oluyor. Ben, onların yayın organlarında yazan kimilerine kızıp sahiplerine ve yönetmenlerine saldırmıyorum. Ama onlar utanmadan, sıkılmadan, yakınlarının özür yemeği verdiklerini, patronlarının yanında eleştirilerime sessiz kalışlarını, 44,5 yıl devlet hizmetinden sonra üç üniversitede çalıştığımı, sekiz üniversite senatosunun onursal doktora ile ödüllendirdiğini, 50 yayında imzam bulunduğunu, kimi antolojilerin bana yer verdiğini (hiçbir savım ve istemim olmadan), ilk şiirimi 1950’de yayımladığımı, yıllarca tanınmış sanat dergilerinde şiirlerimin yayımlandığını, gazetelerde yazılarımın yayımlandığını, öğretmenliğimi, öğretim görevliliğimi, başkanlıklarımı bilmezler, bilmezlikten gelirler. Kendilerinde bir şeyler bulunduğu kuruntusuyla başkalarını küçük görüp aşağılarlar. Bunlara aldırmam. 12 Eylûl döneminde bir büyük gazeteye istekleri üzerine imzasız iki başyazı yazdım. Cumhuriyet gazetesinde 30-35 yıl ikinci sayfada önemli günlerde yazılarım yayımlandı. Benim içtenlikli yurtsever davranışlarla katkıyı görev saydığım günlerde şimdi beni eleştirmeye kalkışanlar ya ilkokuldaydı ya da yurtiçinde ve dışında sakıncalı ilişkiler içindeydi. Bunlar İstiklâl Marşı’mızın parti genel kurullarında söylenmemesinin çocukça gerekçelerine, Türk Bayrağı asılmamasının nedenlerine, kendi yayın organlarındaki Atatürk düşmanlıklarına ve çirkinliklere, medyaya baskı ve sansür olaylarına, fetva ve ferman girişimlerine, bölücülüğe, yıkıcılığa, rüşvete, ahlâksızlığa, seçim oyunlarına ve oy avcılıklarına bakmazlar. Hukuka, yargıya saldırılara, yargıçlara yönelik eylemlere duyarlı değillerdir. Böyle kişilerle görüşmek, tartışmak, bunlara aldırmak boşunadır. Görevdeyken bir milletvekili sataştığında “Her havlamaya kulak versem yolda yürüyemem” demiştim. Terbiyesini yitirenlere, kişiliğe saygı duymayanlara, yaraşır oldukları kınama ve niteleme sözcükleri benim dilime yakışmaz. Anlamadıkları karşıoyları bile yanlış yansıtıp kötülemeye çalışıyorlar. Neyse ki çoğunluk kimin ne olduğunu biliyor. Önemli olanı da halkımızın sevgisi, saygısı ve güvenidir. Başka bir şeye gereksinim duyurmuyor. Terbiyesizler için terbiyemi bozmuyorum. Kendimden söz etmeyi sevmediğim için üzülerek ve zorunlulukla bu kadar değiniyorum.

Cumhurbaşkanı seçimi söylemleri, siyasal parti ilgililerinin, karşılıklı atışmasıyla sürüyor ve giderek sertleşiyor. Türkiye Barolar Birliği’nin konuyla ilgili etkinliğinde de değinildiği gibi toplantının açılışında gözetilecek sayı, toplantı yeter sayısı ile karar yeter sayısı karıştırılmaktadır. 184 milletvekili toplantının başlaması için, sandıkta 367 oy da oylamanın yapılmış sayılması için zorunludur. Bu sayı bulunmadan ikinci oylamaya, üçüncü oylamaya geçilemez. 276 bulunmadan da üçüncüden son oylamaya geçilemez. Özetle bir kez daha değinmiş olduk.

Yazımı tamamlarken gelen bir soruya verdiğim yanıtı kısaltarak alıyorum: Müstear (başka, değişik) adla yazı yazmadım. Yazıişleri müdürlüğü yaptığım Devrim Gençliği Dergisi’nde (1952-1954) aynı ad usandırıcı olmasın diye şiir ve öyküde başka adları kullandım. Yazılarımdaki “Gün-Öz” müstear değil, kısaltılmış addır. Müstearda gizli tutmak, tanınmamak ya da sahibinin yeğlediği bir amaç vardır. Benim adım da soyadım da açıktır. Bunlar benim kişisel simgem ve onurumdur. Onurdan, kişilikten anlayanlar ve bu değerleri taşıyanlar için bir anlamı olmak gerekir. Beni sapkınlarla karşılaştırıp onlardan küçük görenlerin ne olabileceklerini okuyucuların takdirine bırakıyorum.


http://www.turksolu.com.tr/130/ozden130.htm

***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder