28 Kasım 2017 Salı

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 2



C- Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 
Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmakta dır. 


Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi 
sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir 
kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak 
yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi 
arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-
Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir 
dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni 
olduğu ortaya çıkacaktır. 


Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne 
olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra 
değerlendirilmiştir. Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş 
bırakmıştır (Bkz. Tablo-I). 

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. 


Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını 
önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. Ancak düşündürücü bir soru vardır: Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan 
hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin 
siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin 
daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer 
almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 

 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememektedir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesinin etkisi var denilebilir. 

Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme 
henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu 
etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip 
olabilmiştir. Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu 'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, 
Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri 
anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 


Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız

 03.02.2012

Ortadoğu’da Su Sorunu ve Türk Dış Politikasında  Sınıraşan  Sularımız

Giriş

Sürekli büyüyen nüfus, su kullanımının her geçen gün artması ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı mevcut ve sabit su kaynaklarının ihtiyaçları karşılayamayacak hale gelmesi üzerine akarsuları paylaşan devletlerarasında yaşanan soruna “su sorunu” denilmektedir. Suyun devletlerarasında sorun teşkil etmesi, su sorununun sosyal bir bilimde incelenmesine yol açmıştır.
  Dünya’da ve özellikle bölgemizde kişi başına düşen su miktarının hızla azalması, sınır aşan suları, gerginliklerin ve uluslar arası ilişkilerin merkezine taşımıştır ki, suyun hayati bir önem taşıdığı düşünüldüğünde suyun “sorun” olması gayet normaldir.
  Su sorunu değince aklımıza, Türkiye’nin de içinde bulunduğu, Ortadoğu gelmektedir. Ortadoğu ülkeleri zaman zaman su sorunu yüzünden deyim yerindeyse birbirlerini “ bir kaşık suda boğacak”  duruma gelmektedirler.
  Ortadoğu’nun gerek petrol kaynaklarına sahip olması,gerek geçiş noktası olması gerekse önemli su yollarını barındırması;Ortadoğu’nun odak ve çatışma noktası olmasına,dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştur.Bu sebeplerle, kanımca, Ortadoğu’yu “kıtalararası” bir bölge olarak adlandırabiliriz.
  Ortadoğu’da Su Sorunu İçinde yaşadığımız Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri, dünyada kişi başına suyun en az miktarda düştüğü yerlerdir.

  Orta Doğu’da su sorunları 1. Dünya Savaşı’ndan yani Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra küçük ve batıya bağlı ülkelerin ortaya çıkarılması ile 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle de 20. yüzyılda başlamıştır. Merkezi otoritenin coğrafya üzerinde etkili olduğu, bir başka deyişle bölgedeki son istikrarlı dönemde var olmayan bu sorun Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yani bölgeye hâkim yapının değişip, ulus-devletlerin türemeye başlamasıyla kendisini göstermiştir. Bölgede yeni oluşan sınırlarda nehirler temel alınmış ve böylece sorunun tohumları 20.yüzyıl başlarında atılmıştır. 

  Türkiye'nin dâhil edildiği savaş senaryolarında sorunun temel dayanağını “uluslararası sular” veya “sınıraşan sular” oluşturmaktadır.”Uluslararası sular”, iki farklı devletin topraklarında yer alıp, bu devletler  arasında sınır oluşturan ve her iki ülke arasında paylaşıma tabi olan sulardır. “Sınıraşan sular” ise bir devletin sınırları içinde doğarak akan ve başka devletin sınırlarına geçip buralarda aktıktan sonra denize dökülen sulardır. Ancak son dönemlerde uluslararası su kavramı, sınır aşan su şeklinde kullanılmaya başlamıştır. Daha ziyade ulaşım amaçlı kullanım dışında sulama, içme ve enerji için kullanımı söz konusu olan, iki ya da fazla devlet arasında sınır oluşturan veya farklı ülkelerde doğup akan sulara sınır aşan su tabiri kullanımı yaygınlaşmıştır. Orta Doğu’da sorunlu olabilecek altı tane uluslararası nehir bulunmaktadır. Bunlar;  Nil, Ürdün, Litani, Asi, Dicle ve Fırat nehirleridir.

  Dünya nüfusunun @'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir.    Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (transboundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. 

Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni(GAP) yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır.    Ortadoğu’yu, su sıkıntısı konusunda üçe ayırarak irdelemek gerekir. Birinci gruba Türkiye, Irak ve Suriye’yi alabiliriz. Bu ülkelerde su konusunda hayati bir sorun bulunmamakta dır. Diğer yandan, Filistin, İsrail ve Ürdün’de yeraltı suları bakımından bir sıkıntı mevcuttur. Bu konuda en kötü durumda olan ülke Suudi Arabistan’dır. Kuzey Afrika’da ise en önemli problem Nil Havzası’nda yaşanmaktadır. Mısır için bir hayat damarı olan Nil Nehri, bu ülke ile diğer yukarı kıyıdaş ülkeler arasında giderek şiddetlenen bir sorun olarak devam etmektedir. Burada önemli olan nokta Mısır’ın Nil olmadan var olamayacağıdır. Suriye ve Irak ise Mısır gibi, tek bir su kaynağına bağlı değillerdir. Dolayısıyla Suriye ve Irak anlaşma yollarını ararlarsa çok iyi ikame edilebilecek şansları vardır.   

Türk Dış Politikasında Sınıraşan Sularımız ve Su Sorunu   Türkiye’nin  Orta Doğu’ya yönelik dış politikalarını etkileyen parametrelerden birisi de su sorunudur. 
  Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir.

  Su kaynakları politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir. Türkiye’nin yenilenebilir, ucuz ve çevre dostu olan hidroelektrik potansiyelinden ve su kaynaklarımızın sağladığı diğer ekonomik ve sosyal faydalardan verimli ve sürdürülebilir biçimde yararlanması amacıyla gerekli projeler hayata geçirilmektedir. Bu çerçevede, başta GAP Bölgesi olmak üzere ülkemizdeki baraj, hidroelektrik santrali ve sulama projelerini bir an önce gerçekleştirmesine ilişkin çalışmalar sürdürülmektedir. Fırat ve Dicle üzerinde toplam 21 baraj ve 19 hidroelektrik santralini kapsayan GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) , Irak ve Suriye’yi rahatsız etmiş, suyun miktarının azalacağı ve sulama sularının drenajı nedeniyle kalitesinin düşeceği gerekçesiyle projeye karşı çıkmışlardır.

  Türkiye, suların hakça, akılcı ve optimum kullanımını, suyun yararlarının paylaşılmasını ve diğer kıyıdaş ülkelere “önemli derecede zarar” (significant harm) verilmemesini savunmaktadır. Ayrıca Dicle ve Fırat suları konusunu tüm boyutlarıyla ve bütüncül bir yaklaşımla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmiş ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerektiği vurgulanmıştır. 
  Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler.  Asi, Fırat ve Dicle su havzaları da soruna konu olan nehirlerdir. Asi’de Türkiye, Suriye ve Lübnan ile sorun yaşarken Fırat ve Dicle’de soruna ortak olarak Türkiye, Suriye ve Irak karşımıza çıkmaktadır. 

  Türkiye iyi niyetinin bir ifadesi olarak, suyu bir silah olarak kullanma yoluna gitmemiştir. Oysa ki, Suriye terörist PKK’yı besleyerek ve Türkiye’nin ikazlarına rağmen bu tutumundan vazgeçmeyerek Türkiye’den bu yönde taviz alabileceğini düşünmüştür.. 

  Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir.

Değerlendirme;

Azalan su arzına karşın, nüfusla birlikte artan su talebinde, arz ve talebin dengelenmeye çalışılması su sorununu meydana getirmiştir. Su sorunu, bir ülkenin sadece sosyal ve ekonomik yapısını değil,onun dış politikadaki tavrını da etkilemektedir.

Kanımca asıl sorun, artan nüfus ve azalan su kaynakları değil; suyun etkin bir şekilde değerlendirememesi ve devletlerin- kendi çıkarlarını gözettikleri için-bir uzlaşma sağlayamamasıdır.

Su meselesi, devletler üstü bir yapının idaresinde olmalı ve böylece insan yaşamı için hayati önem taşıyan ve ikamesi olmayan suyun etkin kullanımı için bütün ülkeler ortak ve hassas hareket etmeli, ülkesel çıkarlar bir yana bırakılmalıdır.  

Kaynakça
  
1)Prof.Dr.Ali İhsan Bağış, “Ortadoğu Su Meselesinde Türkiye Ve Gerçekler”,22 Mart 2004 2) A. Nazmi ÜSTE , “Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından  
Sınıraşan Sularımız” ,D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi ,Cilt:13, Sayı:I, Yıl:1998, ss:231-246 3) “Türkiye’nin Sınır aşan Sular Politikasının Ana Hatları” ,T.C. Dışişleri Bakanlığı 
Resmi Web Sitesi 4) http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/ ,Erişim Tarihi:02 Şubat 2012 5) Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü”, 
Orta Doğu Analiz Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 35, Kasım, 2011, Ss. 37-39

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları 
Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On 
Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 


GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 

 http://orsam.org.tr/orsam/gencorsam/11401?dil=tr

***

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1


ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ BÖLÜM 1 


A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*)Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini kazanmaktadır. 
İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 20.yüzyılda petrol, 
Endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 

Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan 
doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal 
kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının 
oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; özellikle 
Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 

Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe 
benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir 
ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız 
değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkelerarasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardırlar. 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer 
olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 
Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi 
konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat 
çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir 
ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve " sınıraşan sular " (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den 
doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat 
ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir 
tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve 

Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, 
çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk 
derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınıraşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından  kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği 
vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. Böyle bir ilkeyi 
uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir 
şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde 
kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. maddede sınıraşan sularla ilgili 
bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamakta dır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 

Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol 
gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 

Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 
Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 

Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 
Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, 
Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı 
(Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 
Haziran 1996, s:18). 

B- Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir 
(Seyhan, Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmekte dir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanmamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 
17 Mayıs 1996,s:7). 

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde 
vargulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın 
Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP 
tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini 
hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 

GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve 
"bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri 
Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle 
İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini 
vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 
Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin 
olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın biraraya gelebilmektedirler. Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

27 Kasım 2017 Pazartesi

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 4


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 4


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #7 – BEŞ MAYMUN
 
Toplum…
 
Kendi koyduğu veya Yaradan’ın emrettiği kurallar dahilinde yaşayan insanlar…
 
Bazen de kendi kendilerine farkında olmadan oluşturdukları davranışlar var…
 
Mahalle baskısı, sürü psikolojisi veya “sosyal öğrenme”…
 
Adı ne olursa olsun, profesyonelce bazen de doğal olarak insanı insan yapan değerlerden birisi olan “sorgulama/muhakeme” yeteneğini sıfırlatan durumlar, baskılar, dayatmalar, güdülemeler, telkinler ile yaşıyoruz, yaşatılıyoruz…
 
***
 
Bu konu ile ilgili 1967 yılında bir deney yapılmış…
 
Beş maymun deneyi…
 
Ortaya bir merdiven ve tepesine de iple bağlı bir salkım muz asılı bir kafese beş maymun koymuşlar.
 
Her bir maymun merdivene çıkıp muza ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkmışlar…
 
Maymunlar için bir tarafta en çok sevdikleri muz, diğer tarafta en nefret ettikleri ve korktukları su…
 
Her maymun aynı denemeye giriştiğinde buz gibi soğuk su ile ıslatılmış…
 
Bütün maymunlar bu denemeler sonunda ıslanmayı tecrübe etmişler…
 
Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanmış…
 
Bu sefer suyu kapatıp, maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koymuşlar…
 
Yeni maymunun ilk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olmuş…
 
Fakat diğer dört maymun buna izin vermeyerek ve yeni maymunu ıslanmasını önlemek amaçlı dövmüşler….
 
Daha sonra ilk ıslanmış maymunlardan biri daha kafesten alınır ve yerine yeni bir maymun konulmuş…
 
Yeni ikinci maymunda muzu almak için merdivene ilk yaptığı atakta diğer maymunlar tarafından dayak yemiş…
 
Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ise ilk yeni maymun olmuş…
 
İlk ıslanan maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir…
 
Üçüncü yeni gelen maymunda ilk atağında cezalandırılmış…
 
İlk yeni gelen iki maymunun sonradan geleni niye dövdükleri konusunda bir fikirleri yok ama yine de dövmüşler.
 
Son olarak da kafesteki ilk ıslanan gruptan son maymun olan dördüncü ve beşinci de değiştirilmiş…
 
Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbir maymun merdivene yaklaşıp muzları almak için hamle yapamamış.
 
***
 
Buna “ Organizasyonel/toplumsal negatif öğrenme ” deniliyor…
 
Yaşamın içindeki durumları ve olayları muhakeme edin, toplumda zaman içerisinde oluşmuş/oluşturulmuş her genel kanı/algı doğru değildir…
 
İnsanı insan yapan değer Yaradan tarafından bizlere bahşedilen “akıl” dır…
 
Aklınızı kullanın!..
 
Kullanmazsanız; Yaradan’a karşı gelir,
 
Hayatınızdan memnun olmaya başlar, kurulu düzenin kuru kuruya en ateşli savunucusu olur,
 
Doğruyu yapmaya çalışanlara kendinizce “deli gibi” bakmaya başlar,
 
Düzeni değiştirip doğruları yapmak isteyenlere en çok ve en iştahla siz engel olursunuz…
 

Hüseyin KURT


***
SİYASET,HABER, 19 MAYIS ÜNİVERSİTASİASCH DENEYİHüseyin KURTMİLGRAM DENEYİOTORİTEYE BOYUN EĞMEKSAMSUN



OTORİTEYE BOYUN EĞMEK 8 – 

CAHİL CESARETİ ve KENDİNİ BİLMEK
 
 
Cehalet ve Cesaret… Bir araya geldiğinde iş tamam(!)
 
“ Üstünlük yanılsaması ” veya “ Özgüven zehirlenmesi ” ile içlerinde patlamalar yaşayanlar var toplumda…
 
Halk dili ile bu duruma “cahil cesareti” veya “ haddini bilmemek ” diyoruz…
 
Cahilin kendinden emin, bilgi insanların sürekli şüphe içerisinde olması durumu…
 
Bulgulara göre “cehalet, gerçek bilginin aksine, kişinin kendine olan öz güveni arttırıcı etkiye sahip”…
 
Bu nedenledir ki; bazen çok okumuş, deneyimli kişiler ve iş bilenler doğru zamanı kaçırır iken, daha az bilgiye sahip olan kişiler doğru çözümü ve rüzgarı daha önceden yakalayabilirler.
 
Bu noktada nitelikli ve niteliksiz insan kavramı ortaya çıkıyor… Kişilerin yaptıkları işler noktasında niteliksiz olmalarından kaynaklanan ortak özellikleri şu şekilde;

· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar…
 
Dunning-Kruger Sendromu:

 Bu noktada David Dunning ve Justin Kruger’e 2000 yılında “Ig Nobel(!)” ödülü kazandıran teorilerini ispatlamak amaçlı bir test uygularlar…
 Cornell Üniversitesi'nden 45 öğrenci teste katılır ve çeşitli sorular sorarlar. Ardından öğrencilerden testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini isterler.
 Testte en başarısız olanların ( sorulara sadece %10 ve daha az doğru cevap verenlerin ), testin % 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar %70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıkar.
 Testte en iyilerin ( sorulara en az %90 oranında doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların %70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görülür.
 
Sonuç; “Cehalet kişiye, bilgiden daha fazla güven verir”
 
***
 
Kariyer noktasında “yetersizlik ve haddini bilmeme” karışımı çoğu zaman karşı koyulmaz bir itici güç oluyor. oluştur
Niteliksiz olmasına rağmen öz güven patlaması yaşayan “yetersiz”, kendisini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayanlar, bir süre sonra tüm makamları kendisine “hak” olarak görmeye başlıyor…
Bu esnada, gerçekten bilgili, yetenekli ve nitelikli insanlar ise çalışma hayatında “fazla mütevazi” davranarak kendilerine haksızlık ederek öne çıkmıyorlar.
Yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmadıkları gibi kıymetlerinin bilinmesini bekliyorlar. Kendi iç dünyalarında içten içe kırılmalar ile daha da geriye çekiliyorlar. Bu kişiler muhtemelen üstleri tarafından da "ihtiras eksikliği" ile suçlanıyorlar.
 
Sonuçta, “kifayetsiz muhterisler” her zaman ve her yerde daha hızlı yükseliyorlar ve daha yukarılara çıkıyorlar…
 
Etrafınıza bir bakın, bakalım bu insanları iş çevresinde, cemiyet hayatında, aile içerisinde, siyasi çevrelerde, tv programlarında fark edebilecek misiniz?
 
***
 
Fark edemediniz mi? 

O zaman bu insanları nasıl tanıyabileceğiniz ile ilgili sizlere bazı ipuçları!..
 
· Her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia ederler.
· Bilgiyi ve eğitimi aşağılama eğilimindedirler.
· Bu kişiler çok gürültü patırtı çıkarır, bu gürültü içerisinde çok iş yaptığı havası estirmeye bayılırlar.
· Her şeyi kendisi halletmek isterler.
· Her şeye hazırlıklıymış gibi davranmaya bayılırlar.
· Üstlerine karşı saygıda asla kusur etmezler ama altındakileri ezme konusunda üstlerine yoktur.
· Bugün beyaz dediğine yarın siyah der, ama demediğini iddia ederler.
· Başarısız olması halinde, başarısızlığını hiç yaşanmamış hale getirmeye çalışırlar.
· Kendi doğrularının, düşünce ve eylemlerinin doğruluğuna kati olarak inanırlar.
· Herkesin gördüğü, şahit olduğu bir şeyi inkar edebilir, mesele sizi buna inandırabilmektir.
 
Halen daha bu kişileri tanımlayamadınız mı? O zaman kendinize bir bakın…
 
***
 
Bu Konuda söylenmiş birçok özlü söz var;
 Konfüçyüs; “Gerçek bilgi insanın cehaletini öğrenmesidir”
 Shakespeare; “Ancak ahmaklar her şeyi bildiğini düşünür”
 
Ünlü filozof Bertrand Russell; “Dünyanın en büyük sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” 
 
Anadolu’nun bilge ozanı Yunus Emre ise; “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin, Ya nice okumaktır” demiş…
 
Vurgu hep aynı…
 
Bu konuyu araştırırken okuduğum bir makalede güzel bir örnek vardı;
 
“George W. Bush, döneminde, ABD yönetimini Irak Savaşı konusunda uyaran, sosyologlara, tarihçilere, aydınlara ve güvenlik uzmanlarına adeta düşmanca davranıldı. Entelektüeller ve üniversiteler aşağılandı. 'Vatan haini' kavramının ABD tarihinde en çok kullanıldığı dönemlerden biri oldu. Bush, karar almak için çok şey bilmeye gerek olmadığını, kararları 'yüreğiyle (gut)' aldığını söylemekten çekinmedi. İlahi ve tarihi bir misyon yüklenmiş, yüzyılda bir gelecek bir lider gibi görüyordu kendisini. Kifayetsizliğinin, yetersizliğinin farkında bile değildi. Ama, işte kifayetsiz muhterislere has o özgüvenle kendini yığınlara cüretkarca pazarlamayı becerdi. Texaslı maço yürüyüşü, tavrı, söylemi, meydan okuyuşu, hamaseti ve kilise dilini çok iyi kullanması Amerikan halkının yarısının 2004'te onu bir kez daha başkan seçmesine yetti.”
 
***
 
Üniversitelerin yüzyıllarca kapılarına kazıdıkları şu söz son söz olsun; “kendini bil”


Hüseyin KURT


*****

Hüseyin Kurt 
ÖZGEÇMİŞİ;

Samsun Ondokuz Mayis University, Ziraat Fakültesi,  
Samsun 
1976 yılında Samsun İli Bafra İlçesinde doğdu. İlkokulu Yörükler Beldesi, Orta ve Lise Öğrenimini Samsun merkezde tamamladıktan sonra 1999 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu. 
Vatani görevini 2001 yılında Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığında Teğmen olarak tamamlayan Kurt, 2003 – 2007 yılları arasında Tarım Bakanlığına bağlı Danışman olarak görev yaptı. 
2007 yılında Kamu görevinden ayrılarak, Turizm ve Bilişim Sektöründe faaliyet gösteren aile şirketlerinin başına geçti. 
Gerek eğitim hayatı gerekse iş hayatında birçok sivil toplum kuruluşu ve meslek odalarında aktif görev alan Kurt, halen Samsun Ticaret ve Sanayi Odası Meclis ve Divan Üyeliği, Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB) bünyesinde Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) Fikri, Sınai Mülkiyet Hakları ve ARGE Teknik Komitesi Komite üyeliği, Samsun Ticaret ve Sanayi Odası Eğitim Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliği, Samsun Girişimci ve Sanayici İş Adamları Derneği (SAGİD) Genel Sekreterliği, Türkiye Bilişim Derneği Samsun Bölge Başkan Yardımcılığı görevlerini yürütmekte olup, bu anlamda 19 Mayıs Üniversitesinde Girişimcilik, Siyasal Pazarlama ve Siyasal İletişim, E-Ticaret, UMEM Projesi kapsamında meslek liselerinde bilişim ve girişimcilik, kamuda bilgi güvenliği ve bilişim suçları ile ilgili çeşitli seminer ve eğitimler verdi. 
Tarım, Kobilerde Teknoloji, Siyasal İletişim, Sosyal Medya ve Yatırım danışmanlıkları da yapan Kurt’un bu alanlarda yerel, yaygın ve internet medyasında yayımlanmış yazı ve makaleleri bulunmaktadır. 
Dalış, doğa sporları ve fotoğrafçılık ile de amatör olarak ilgilenen Kurt, evli olup İngilizce bilmektedir.

Address: Samsun / Turkey



***

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 3


          OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 3

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #5

Kitle… Kitle davranışı… Kitle psikolojisi… Kalabalık…

Kitle; çok sayıda insanın bir arada olması durumu…

Bir insan topluluğunun kitle sayılabilmesi için; heterojen yani birbirinden farklı kişilik yapısında, geniş tabana yayılmış, anonim olması gerekir…

Son dönemde, kitle ve kitle davranışı, toplumsal mühendislerinin ve siyasal iletişim danışmanlarının toplum üzerinde uyguladıkları “asimetrik psikolojik harp” tekniklerindeki ve yaptıkları hesaplamalarındaki ana değişkenlerdendir.

Kitle davranışı ise; kitleyi oluşturan insanların aynı yer/ortam ve zamanda, aynı şekilde yoğun ve duygusal nitelikte, çoğunlukla aniden ortaya çıkan ve kontrolsüz biçimde gelişen, sosyal normları ihlal eden ortak davranışlar olarak tanımlanıyor.

Kitle davranışlarının ortaya çıkması için insanların coğrafi/fiziki olarak birbirine yakın olması, birbirini doğrudan etkilemesi, ya da aralarında bir tür iletişim olması gerekmez.

Bu noktada iletişim çağının temelini oluşturan medyanın/internetin ve son dönemde sosyal medyanın bunda belli bir rol oynadığı varsayılıyor.

***

Kitle davranışları üzerine ilk bilimsel çalışmalar 1895 yılında toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Fransız Gustave Le Bon tarafından gerçekleştirilmiş.

Le Bon kitleler üzerinde yaptığı incelemelerde, kalabalık içerisinde insanların uygar/bilinçli kişilik yapısının ortadan kalkma ve bunun yerine ilkel ve vahşi içgüdülerin ortaya çıkma eğiliminin yüksek olduğu tespitinde bulunmuş.

Le Bon’ a göre; “ Kitleyi meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; yaşama biçimleri, işgüçleri, karakterleri yahut zekaları ister benzer, ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kollektif ruh aşılar.”

Yani kitleyi oluşturan bireylerin her biri tek başınayken hissedeceği, düşüneceği ve davranacağından farklı şekilde bu ortak kitle bilinci çerçevesinde hisseder, düşünür ve davranır.

Le Bon kitleleşme sürecini 3 psikolojik mekanizmayla açıklamaktadır;

_ Anonimlik…
_ Bulama&
_ Kolay yönlendirilebilirlik… (Telkine yatkınlık)

***

_ Anonimlik; kitle içindeki birey çoğunluğun sayı üstünlüğünden dolayı bireyin sorumluluk duygusunun ortadan kalkması, kişinin bireysel eylemlerinden dolayı kendini sorumlu hissetmemesidir. Kitleler isimsiz (anonim) ve dolayısıyla sorumsuz oldukları için, bireyleri daima, her yerde kontrol edici rol oynayan sorumluluk duygularından tamamen uzaklaştırır ve onları içgüdülerine daha kolay teslim eder.

_ Bula_ma; Bir toplulukta her duygu, her davranış, yayılmacı özelliğe sahiptir. Hem o derece yayılmacıdır ki, birey, kişisel çıkarını topluluğun çıkarına kolayca feda eder. Bu davranış/fedakarlık hali aslında insan doğasına ters olmakla birlikte ancak bir kitleye dahil olduğunda meydana gelen şaşkınlık verici bir olaydır.

Kitlede ortaya çıkan duygu ve davranışlar hızla ve kontrolsüz bir biçimde kitle içerisinde yayılması ve herkesin bu duygu ve davranışlara göre hareket etmeye başlar. Bulaşma görüşüne göre kitledeki bireyler birbirlerinin duygu ve davranışlarını sürekli olarak taklit ederler.
Le Bon, bu durumu; “Gözlenmesi kolay fakat açıklanması zor olarak nitelediği bulaşma olgusunu, hipnotik bir olay” olarak görmüştür.

_ Kolay yönlendirilebilirlik (Telkine yatkınlık) ise; kitle içinde kişisel bilinçlerini yitirmiş durumda olan bireylerin, kitlede lider konumda olan veya etkileme gücü yüksek olan kişi ya da kişiler tarafından kolayca ikna edilebilir ve yönlendirilebilir hale gelmesidir.

Kitle içindeki birey, bilincini yitirdiğinden, hipnozdakine benzer durumda herhangi bir telkine açık hale gelir.

***

Bu 3 Psikolojik Mekanizmayla hareket eden kalabalıkların duyguları abartılmış ve basittir.
Hoşgörü, rasyonel düşünce ve yargı güçleri yoktur. Hiçbir davranış önceden düşünülmediği için ani, dengesiz, mantıksız ve ilkel davranışlar sergilerler.

***

Sosyolojiye merakı olanlar için “Kitleler Psikolojisi” kitabını tavsiye ederim.
İnternette .PDF dosyası olarak ta www.bit.ly/kitleler-psikolojisi adresinden indirebilirsiniz.

***

Kendisini yaşadığı modern toplumun bir üyesi olarak gören birey, kendisini toplumda özgün bir kişilik olarak görür ve toplum içinde bencil, saldırgan, sabit fikirli ve dürtüsel hareket ederek, kitleler ile koşulsuz şartsız hareket etmekten sakınır.

Ancak bir kitleye katılan birey; kişisel kimliğini yitirir, kitlenin isimsiz bir üyesi haline gelir ve davranışlarındaki sınırlamaların etkisi azalır.

Sonuçta davranışlarını kontrol etme ve mantıksal düşünme becerileri azalan bireyin bencil, saldırgan, sabit fikirli olma ve dürtüsel hareket etme eğilimi artar.

Böylece birey içinde bulunduğu kitlenin davranışlarından dolayı kişisel sorumluluk duymaz ve davranışlarının toplum tarafından nasıl karşılanacağı umursamaz hale gelir.

***

Allahû Tealâ kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim (En’âm / 116)’de buyuruyor ki;  

“Eğer Ülkedeki, yeryüzündeki insanların çoğunluğunun düşüncelerine, inançlarına ve uygulamalarına uyarsan, onlar, seni başına buyruk hale getirerek, Allah yolundan uzaklaşmana, dalâleti, bozuk düzeni, helâki tercihine imkân sağlarlar. Onlar kesinlikle, ilme, delile dayanmayan zanlarına uyarlar ve onlar kesinkes yalan-yanlış saçmalarlar.”

***

Milli duygulara sahip, sorumluluk sahibi, toplumsal olaylara duyarlı, bencil olmayan, doğru-yanlış humakemesi yapabilen, sabit fikirli olmayan bir toplum, bir nesil dileğiyle…

Hüseyin KURT
****

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #6

Öğrenilmiş Çaresizlik…

Toplumda birçok birey hayatı boyunca sayısız başarısızlığa uğrar.

Birey, ne yaparsa yapsın hiçbir şeyin değişmeyeceğini, olayların kendi kontrolünde olmadığını düşünür…

Bir süre sonra olaylar/durumlar karşısında bir daha asla başarıya ulaşamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini kaybeder…

Önceki denemeler karşısındaki başarısız sonuçları, kendini sınırlayacak şekilde yanlış yorumlar.

Buna; “ Öğrenilmiş çaresizlik…” deniliyor…

***

“ Öğrenilmiş Çaresizlik ” kavramını ortaya atan Martin Seligman, teorisini şöyle özetliyor; "Ne zamanki bir kişi, yaptığı hiçbir şeyin bir fark yaratamayacağına inanırsa, çaresizliği ve hiçbir şey yapmamayı öğrenecektir"…

Öğrenilmiş çaresizliğe, köpeklerle yapılan deneylerin yanı sıra diğer örnek durum “fil hikayesi” dir…

Şöyle ki;

Hindistan’da filleri yetiştirmek için, onları küçücükken kalın bir zincirle bir kazığa bağlarlar… Tabi bu yavru filin bu zinciri koparabilmesi, kırabilmesi ya da kazığı söküp atabilmesi mümkün değildir… Küçük fil önceleri bundan kurtulmak için tüm gücüyle uğraşır, defalarca dener ama sonucu değiştiremez, özgürlüğüne kavuşamaz…

Yıllar geçer, fil kocaman olur… Bağlı olduğu kazığın ve zincirin onlarca katına gücü yetebilir artık… Ama fil asla böyle bir girişimde bulunmaz…

O özgür olamayacağına inanmıştır, artık kırılamayan şey, filin zinciri değil inancıdır.

***
Anlaşılıyor ki; “ Korkular, insanlara korkulan şeylerden daha fazla zarar verir…”

Çaresizlik ile ilgili iki durum karşımıza çıkıyor; “gerçek çaresizlik ve sahte çaresizlik…”

Hayatta bazen maruz kalınan gerçek çaresizlikler ile öğrenilmiş çaresizlik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çaresiz olmadığınız halde, çaresiz olduğunuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda “öğrenilmiş çaresizlik” yaşıyorsunuz demektir.

Çaresizlik duygusu yaşayanlar: "Gerçekten çaresiz durumda mıyım, yoksa çaresiz olduğumu mu düşünüyorum?” diye düşünmeli…

Öğrenilmiş çaresizliğin birey üzerinde “aklı, istekleri ve duyguları” zayıflatmasına izin vermemeli…

Öncelikle, ihtimallerin tümünü gözden geçirmeden asla, "Kurtuluş yolu yok!" dememeli...

***

İnsan denemekten neden korkar?

Kaybetmekten korktuğu için!

Çaresizliği öğrenmiş kişiler sürekli olarak, " Bir kez daha başarısızlığa uğramamak için ne yapmalıyım?" sorusuna cevap ararlar…

Çoğu zaman vardıkları sonuç; " Hiçbir şey yapmamak! " tır…

Ama unutmamak gerekir ki; “ hiçbir şey yapmamak uzun vadede en büyük başarısızlık nedenidir ”

***

Ne olursa olsun geçmişteki başarısız sonuçlara takılıp kalmayın.

Eğer bizi yaradan Allah, bu sınav dünyasında sürekli geçmişimize bakarak yaşamamızı isteseydi, sanırım gözlerimiz ensemizde yaratırdı!..

Geçmişteki başarısızlıkları ne unutun, ne de büyütün…

Geçmişin kötü deneyimlerinin geleceğinizi şekillendirmesine asla izin vermeyin.

Hüseyin KURT

Öğrenilmiş çaresizlik için video #1 : http://youtu.be/w4aXy6KezII

Öğrenilmiş çaresizlik için video #2 : http://youtu.be/JV1lKXm5czM 




***

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK BÖLÜM 2


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK  BÖLÜM 2


OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #3

“ Otorite ” ve “ Çevre/Çoğunluk etkisi ”…

Asch deneyi bize; bilinçli ve sistematik olarak uygulanan çevre/çoğunluk baskısının her ne eğitim seviyesinde olursa olsun,  irade sahibi bir bireyin iradesi dışında grup baskısı ile beyaz a siyah dedirtebileceğini göstermiştir.
Milgram deneyi ise; Otorite, temsil eden makam tarafından bilinçli ve sistematik olarak uyguladığında, bireylerin otoriteye boyun eğmek ve güvenmek eğilimi çok güçlü olduğu, verilen talimatları yerine getirmek uğruna bütün kişiliklerini ahlaki değerlerini ve iradelerini kolayca terk edebildiklerini ortaya çıkarmıştır.

***
Toplumda bireyin yaşam içerisindeki hür iradesini gösterebilmesi için, muhakeme yeteneğini yani, kendince yargılama, etraflıca düşünme, karşılaştırma/kıyaslama, analiz etme yeteneklerini geliştirmesini desteklemek ve bu doğrultuda telkinlerde bulunmak gerek.
Günümüzde her birey yaşam içerisinde karşılaştığı psikolojik baskıları ve yaşadıkları mobbing i en aza indirmek için bireyler seviyesine indirgemiş “psikolojik harp teknikleri”ni ve “karşı psikolojik harp” tekniklerini öğrenmeli ve yaşamı içerisinde gerektiğinde uygulamalıdır.
Psikolojik Harp teknikleri; hedef kitlenin olan bireyin duygu, düşünce ve davranışlarını, kendi amaçları doğrultusunda etkilemek ve değiştirmek amacıyla yapılan planlı propaganda çalışmaları bütünüdür.
Günümüzde psikolojik harp tekniklerinin en hızlı karşılık bulduğu mecra “siyaset kurumu” olarak karşımıza çıkmaktadır. 

***
Hür irade sahibi bir neslin yetiştirilmesi için; yaşamda, işte, beşeri ilişkilerde, siyasal alanda ve küresel güçlerin toplumlar üzerindeki psikolojik harp teknikleri ile mücadelede “sağlam ve irade sahibi bireyler” yetiştirmek en önemli milli meselelerimizden birisi olmalıdır. 
Bu meselelerin çözümü için, milli duygularla;
Medya ve sosyal medya üzerinden oluşturulan suni gündemleri ve anlamsız magazin haberi çıkışlarını,
Dünya ve ülke gündemini farklı bir yöne hızlı şekilde değiştirecek olayları ve durumları,

Otorite veya güç figürleri tarafından ilan edilen olayları, durumları ve kişileri,

Post-modern görüşleri ve popüler kültür öğelerini sorgulamayı,

Kendimiz/çevremizi bağımsız analiz etmeyi öğrenirsek, sürü psikolojisinden daha az etkilenmelerini sağlayacak duygusal/psikolojik olgunluğa erişmelerini sağlayarak daha fazla “hür irade sahibi Türk Evlatları” yetiştirebilir, topluma önderlik etmelerini sağlayabiliriz.
Hür irade sahibi bir Türkiye dileğiyle…

Hüseyin KURT


****

OTORİTEYE BOYUN EĞMEK #4


“Otoriteye Boyun Eğmek” diye başladık…
Şimdi de yeni bir deney örneği verelim; 
“Stanford Hapishane Deneyi…”
“Otoriter-güç etkisi” de diyebiliriz…
"Denetimsiz güç, güç değildir"  tezinin psikolojik ispatı gibi…
Belki de “Bu dünyada bizlere verilmiş rolleri mi oynuyoruz” sorusunun da cevabı…
Ya da; “Bu sınav dünyasında insanlığın GÜÇ ile sınavı…” 
Deneyi psikoloji profesörü Zimbardo hazırlamış. Amaç. ‘Bireylerin/grupların eline otoriter güç veya gücü uygulama yetkisi geçtiğinde verilen yetkilerin üzerlerindeki etkileri”ni ölçmek…
Hatta bu deneyin daha sonra filmi de yapılmış ve büyük ses getirmişti…

“ Das Experiment ”… Türkçe adıyla 2001 yapımı “Deney” filmi…

Deney için, Üniversitesi’nin bodrum katına kameralarla sürekli izlenilebilecek bir hapishane ortamı oluşturulmuş.
12 mahkum ve 12 gardiyan olmak üzere 24 kişi rastgele seçilmiş, daha önce adli kaydı olmayan, sağlıklı, akıllı, orta sınıf erkeklerden oluşan bir grup oluşturulmuş.
Katılımcılara, bunun bir deney olduğu, mahkum ya da gardiyan olma durumunun tamamen bir rol olduğu söylenmiş.
Gerçekçi olabilmesi için de mahkum rolünü oynayan 12 katılımcı evlerinden, değişik suçlar adı altında polisler tarafından gözaltına alınmış… Mahkum kıyafetleri giydirilip hücrelerine yerleştirilerek mahkumların başına kadın çorabı geçirilmiş.
Gardiyan rolünde olanlar ise tek tip üniforma giyip, aynalı gözlük takıp düdük ve cop taşımaları istenmiş. Cop verilirken de, fiziksel anlamda hiçbir ceza uygulamamaları gerektiği de kendilerine hatırlatılmış.
Zimbardo, oynadıkları role tamamen adapte olmalarını istediği gardiyanlara güçlü olanın onlar olduklarını ve düzeni sağlamaktan da yine onların sorumlu olduğunu söylemiş fakat bunu nasıl gerçekleştirecekleri konusunda bilgi vermemiş.

DENEY KONTROLDEN ÇIKIYOR

Deneyde sorunların ortaya çıkması çok uzun sürmemiş. Bir süre sonra gardiyanlardan birisinde ilk ciddi değişim gözlenmiş. Gardiyan yerdeki mahkumların kimi zaman sırtına basmaya ve üzerlerine oturmaya başlamış.

Ertesi gün mahkumlar başlarındaki çorapları çıkarmış, üniformalarındaki numaraları sökmüş ve yataklarından yaptıkları bariyerler ile kendilerini hücrelerine kapatmışlar.

Mahkumların aynı zamanda küfür etmeleri ve lanet okumaları, gardiyanları oldukça kızdırmış. İsyanı başlatan mahkumlara hücre cezası, taciz ve gözdağı vermeye başlamışlar.
Devam eden günlerde olayların dozu girerek artmış…

Sonuç itibariyle, yapay hapishane kısa bir sürede gerçek bir cezaevini andırmaya başlamış ve deney süresince gardiyanlar o kadar saldırgan tavırlar sergilemişler ki 2 haftalık deney 6. gününde sonlandırılmak zorunda kalmış.

DENEYLE İLGİLİ İLGİNÇ DETAYLAR

Üç ayrı Gardiyan tipi oluşmuş: 

Hapishane kurallarının dışına çıkmayanlar,
Mahkumlara kötü davranmayı kendine adet edinenler
Mahkumlara iyi davrananlar…

Mahkumların ilk andan itibaren ezilmiş/pasif bir tavır sergiledikleri görülürken, gardiyanlar giderek daha da agresifleşmişler.
İsyan, gardiyanlar arasındaki dayanışmayı arttırmış ve gardiyanlar, mahkumları sürekli sorun yaratan kişiler olarak görmeye başlamış.
İsyanı bastırabilmek ve hapishaneyi kontrol altında tutabilmek için, gardiyanlar kendi aralarında işbirliğine gitmeye ve ücret almayacak olmalarına rağmen fazla mesai yapmaya karar vermişler.
Gardiyanlar, hapishanenin mikrofon ve kameralarla gözlem altında olduğunu bilmediklerinden, hapishane yöneticilerinin onları görmediğini zannettikleri durumlarda çok daha acımasız olmuşlar.
Deneyin erken sona erdirilmesi mahkumları çok sevindirirken, gardiyanları üzmüş.

***
Eğitim seviyesi ve geçmişi ne olursa olsun insanlara en yapılmayacak işleri dahi yaptırmanın mümkün olduğu, deneklere gardiyan ve mahkum şeklindeki görev dağıtımının rastgele yapılmış olmasına rağmen gardiyanların empati kurma yeteneklerini kullanmamaları çok ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

***
Sonuç olarak; Hepimiz yaşamın dinamikleri içerisinde bizlere yüklemiş olan rolleri oynuyoruz…
Stephen King’in yayınladığı ve sinemaya uyarlanan “Yeşil Yol” filminde bir gardiyanın sözleri ile yazımı bitirmek istiyorum;
“Kıyamet gününde, Allah'ın karşısında dururken bana neden onun gerçek kullarından birini öldürdüğümü sorarsa ona ne diyeceğim? Görevim olduğunu mu? Bu benim işimdi mi diyeceğim?”
Bu rolleri oynarken insani değerlerimizi kaybetmememiz dileğiyle…

Zimbardo Stanford Hapishanesi deneyi video linki; www.bit.ly/zimbardodeney 
 

Hüseyin KURT




***