29 Temmuz 2018 Pazar

AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI? BÖLÜM 2


AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI? BÖLÜM  2


ARALIK 2006 Yazar Milli Çözüm Dergisi
04 Aralık 2006   ..


Ona sordum: Öyleyse siz dünyayı kapitalizm ve onun temsilcisi ABD adına mı
yönetiyorsunuz?

Şöyle yanıtladı: 

“Bugünkü sistem tarihi bir aşamadır ve sonu da yaklaşmaktadır.  
Şu anda yaşadığınız büyük çalkantı yeni bir modelin oluşumunun doğum sancılarıdır. Biz hiçbir düzenin ve düşüncenin ebedi olmadığının farkındayızdır. İnsanlığın geleceği konusunda iki hâkim düşünce vardır. Birincisi bazı ütopik dindarlarca ya da Marksist odaklar gibi determinizmi savunanlarca ileri sürülen görüştür. Buna göre gelecek, insanların iradeleri dışında kendi dinamikleriyle oluşacaktır. Biz ise geleceğin insan aklının bir ürünü olduğunu düşünür ve bu geleceği kurgulayıp uygulayarak inşa etmeye çalışırız. Daha doğrusu Yaratan bizleri kullanarak kendi projesini yürürlüğe koymaktadır.” Tekrar sordum: Peki bugün gördüğümüz krallar, başkanlar, diktatörler, kurtarıcılar ne işe yaramaktadır?

“Bunlar bizim kullandığımız dişliler konumundadır ve toplumun dinamiklerini istediğimiz yöne çevirme araçlarımızdır. Düşüncemizi eyleme geçirecek gücü nerden bulduğumuzu merak edeceğini biliyorum. Ülkelerde ve küresel mahfillerde bizimle birlikte davranan yönetimde söz sahibi olan mason bağlantılı kişiler vardır. Ama bunlar şatafatlı bir hayat süren krallar ya da demokratik Başkanlar gibi vitrine çıkmamaktadır. Çoğu zaman arada
sırada verilen rolü oynamak zorunda kalan ve kendilerine başka imkânlar sağlanan kadrolarımızdır.”

Daha da meraklandım: Siz kime bağlısınız? İllimünati mi, Masonluğun Protestanlık gibi ya da dini bir mezhebin uzantıları mısınız?
“Biz taraf değiliz, tarafları kuran ve kullanan ÜST AKIL kadrosuyuz. Bugün dünyayı birkaç kere yok edecek, hem de bunları kendimize zarar vermeden gerçekleştirecek teknolojik imkânlara ve silahlara sahip olanlar varken kendimizi nasıl güven içinde hissediyorsunuz? Biz ne bir ekibiz ne de bir örgüt. Biz insanların içlerinde var olan korkuyu ve umudu çok iyi istismar ve suiistimal ederek kendi hedefleri hesabına kullanan bir oluşumuz! (Yani Siyonist baronlarız ve Deccalin ordusuyuz!)” Lütfen hatırlayınız, o süreçte:

1-Şemdinli’de TSK’yı karalamaya ve halka kapıştırmaya uğraşmışlar, bu sebeple ordu mensuplarını sabotajcı, suikastçı gösterip terörü meşrulaştırmaya çalışmışlardı.

2-AKP’nin ve AKP’li bir Anakent Belediye Başkanı’nın desteklediği emekli bir Albay MİT müsteşarı yapılmak üzere bir grup oluşturulmuş bizzat Tayyip Beyin yerine oynayan Anakent Belediye Başkanının malı destekçisi izlenimini veren bir grup yakalanmış, bu girişim maalesef kasıtlı bir şekilde TSK’ya mal edilerek AKP’nin iç hesaplaşması saklanıp saptırılmıştı.

3-Şemdinli provokasyonları, hain Danıştay katliamı ve Atabey saldırıları ile Polisin ve Askerin itibarını sıfırlama faaliyetleri yoğunlaşmıştı. Oysa TSK’ya açılan savaş Türkiye’ye ve Türk Milletine açılmış bir savaştı. Küresel oyunun durabilecek milletini sinesinden çıkmış Türk Ordusunu oyunun parçası haline getirmek isteyen koltuk sevdalılarının hırsına, Türk Polis Teşkilatı alet edilmeye çabalanmıştı.

4-Bu talihsiz gelişmelerin ve gerginliklerin artması durumunda ve hükümetin tahribat icraatları acil tehdit ve tehlike konumuna ulaştığında; başta Başbakan olmak üzere bazı Bakanlar, bazı Milletvekilleri ve bazı üst düzey bürokratlar, vatana ihanet suçlaması ve yabancı bir ülkenin gizli servisine çalıştıkları iddiasıyla hatta “cürmü meşhut” (yani suçüstü yakalanma) sonucu gözaltına alınıp tutuklanabilirdi. Bizden hatırlatması” (Bak: 07.06.2006 – Sesar raporundan) diyecek kadar uyarı dozunu arttıran ve hatta haddini
aşan yorumlardan gerekli dersler çıkarılmış ve yeterli tedbirler alınmış mıydı?

5- Ve şimdi; Tekirdağ'da halka seslenen Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz darbe
teşebbüsü sonrası Saray'a gittiğini hatırlatıp, “İlk kez burada söylüyorum. 15 Temmuz’dan sonra Saray'a gittim. 15 Temmuz'da linç edilen askerlerin faillerinin yakalanması gerektiğini söyledim. Hepsi evet dedi. Evet dediler   ama gereğini yapmadılar.” açıklamasını yapmıştı. “Henüz 15 Temmuz darbe girişimi tam olarak aydınlanmış değildir. İktidara ve ilgili makamlara sorduk, “15 Temmuz darbesinden haberiniz var mıydı, yok muydu?” halâ yanıtını alamadık” diyen Ana Muhalefet Liderinin bu denli net sorularına bile yanıt alınamıyorsa, bu ülke hangi badirelere yuvarlanmaktaydı?

6- ABD’li Komutanın “Kapatılırsa bizim için felaket olur” dediği İncirlik Üssü’yle ilgili değerlendirme yapan İbrahim Kalın, “İncirlik’i kapatma hakkı bizim elimizde” diyerek halkın havasını almaya çalışmıştı. Milli Savunma Bakanı Fikri Işık’ın “Koalisyonun destek vermemesi İncirlik Üssü’nü de sorgulatıyor”
çıkışının ardından Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da İncirlik Üssü’yle ilgili süren tartışmalara değinerek böyle bir açıklama yapmıştı. Yani AKP iktidarı edebiyat yapmakla icraat sorumluluğundan kurtulacağını sanmaktaydı
IŞİD'i (DEAŞ) kuran ABD çıkmıştı. Kuruluş sebebi de Irak'ı işgal için bahane oluşturmaktı.

ABD'li General Wesley Clark DEAŞ'ın nasıl kurulduğunu anlatmıştı! A Haber'de yayınlanan Söz Teması programında ABD'li General Wesley Clark'a ait şok
açıklamalar yayınlanmıştı. Clark, DEAŞ'ı kendilerinin kurduğunu açıklamıştı. ABD'nin devrilecek hükümetler ve işgal edilecek ülkeler listesini de açıklayan Clark, DEAŞ'in Suudilerden para sızdırmak ve ülkeleri işgal için bahane yaratmak maksadıyla kurulduğunu vurgulamıştı. 11 Eylül saldırısından yaklaşık 10 gün sonra Pentagon'a gittiğini belirten General Wesley Clark DEAŞ'ın kurulduğu o görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz ile görüştüğünü belirten Clark, şunları aktarmıştı;

"Görüşmeye gittiğimde Rumsfeld 'Biraz konuşmamız lazım.' diyerek beni alttaki odasına çağırdı. Bana dönerek; -'Biz Irak'a savaş açacağız.' açıklamasını yaptı.
-'Peki Saddam ile El Kaide arasında bir bağlantı mı buldunuz?' diye sorduğumda.
-'Hayır hayır. Bu konuda yeni hiçbir şey yok. Sadece Irak'a savaş açacağımıza karar alındı. Darbelerle hükümetleri alaşağı edip görevden uzaklaştırmamız lazım. Bize bu konularda aracı bir örgüt gerekiyordu, bu yüzden DEAŞ'ı kurduk.' şeklinde yanıtladı.
Wesley Clark ABD'nin devirilecek hükümetler için de bir liste yaptığını belirtip şunları anlattı;

-"Bu arada biz Afganistan'ı hala bombalıyorduk. Birkaç hafta sonra tekrar
karşılaştığımızda Savunma Bakanı'na tekrar sordum. Oradan bir kağıt aldı ve bana dedi ki; 'Bu kağıtta 7 yıl içinde devireceğimiz hükümetler ve işgal edeceğimiz ülkeler var.

Bunlar sırasıyla Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali ve son olarak da İran'dır.' 'DEAŞ ve El Kaide gibi örgütleri Afganistan'da ve dünyanın diğer yerlerinde Sovyetler Birliği'ne karşı kullanmaya alıştık. Suudi Arabistan'dan para koparmak için de bu örgütlerle anlaştık. Bu örgütler sadece bu işe yarayacak ve Müslümanlar birbirlerine vurdurulacaktır.' Sn. Cumhurbaşkanı yine Sevr'den söz açıp: "Bugün Türkiye yeni bir istiklâl mücadelesi yapmaktadır. Bu mücadeleyi kazanırsak, 2023 hedeflerimize de ulaşacağız, 2053 ve 2071
vizyonlarımızı da şekillendirmiş olacağız. Kaybedersek, 100 yıl önce başarılamayan bir Sevr tezgâhı yeniden önümüze konulacaktır. Tüm vatandaşlarımızın, sorumluluk sahibi her insanın bu bilinçle meseleye yaklaşması, üslubunu, tavrını, sözünü ona göre belirlemesi lazımdır."
ifadelerini kullanmışlardı.

Bugüne kadar AKP'yi destekleyen ve "liberal" denilen çevrelerde Türkiye'nin bölünmek istendiğinden bahsedenler, "Sevr paranoyası" görmekle suçlanır ve böyle bir tehlike bulunmadığı anlatılırdı. Bölücü çevreler de aynı ifadeleri kullanırdı. Fakat Özal döneminden itibaren Türkiye'nin desteğiyle kurulan ve AKP iktidarınca resmiyet kazandırılan Barzani devletinin anayasasında Sevr
'e atıf yapılmaktaydı. Evet "Kürdistan Bölge Devleti Anayasası", kendi meşruiyetini Sevr Andlaşması'na dayandırmıştı! Barzani Anayasası
"1920 yılında imzalanan Sevr Andlaşması'nın 62-64 nolu maddeleri Kürtlere
self-determinasyon hakkını tanımasına rağmen, uluslararası çıkarlar ve siyasal dengeler Kürtlerin bu hakkı elde edip uygulamaya geçirmelerini engellemiştir" diye başlamaktaydı... AKP iktidarı da etnik gruplara kendi kaderini tayin hakkı verilmesini öngören ikiz yasaları zaten imzalamıştı. 2009 yılında kurulan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Üst Kurulu, azınlık haklarıyla ilgili reformlara tepkileri "Sevr paranoyası" olarak tanımlayıp, Milli duyarlı insanlara sataşmıştı. 2011 yılında AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Artık bölünür müyüm korkuları ve Sevr paranoyası ile defansif alanlara çekilmiş bir Türkiye geride kalmıştır. Dünyanın her yerinde diplomasi yapan,
gücünü her yerde gösteren bir Türkiye vardır, Türk başbakanı gittiğinde bütün Libya'nın, Mısır'ın, Tunus'un ayağa kalktığı bir Türkiye vardır.” havaları atmaktaydı” tespitlerini yapan ve Tayyip Erdoğan’ın ise "tek adam"lık inadından vazgeçip, "Atatürk modeli"ne dönmesini” hatırlatan Arslan Bulut haklıydı.

Ama halâ: “Bu nedenle acıyı biz çeksek de, bizim kanımızı dökseler de kavga Anadolu üzerindedir ve İngiltere ile ABD arasındadır. Bunu anlamak istemeyenler var mıdır?

Ahmaksa vardır… Hani İngilizler DEAŞ'a sızmıştı! Niye panik var şimdi! Çünkü savaşın büyüklüğünü onlar çok iyi biliyor. 100 yıl önce sınırlarını çizdikleri coğrafyayı bırakmak istemiyorlar. Rakipleri birinci derecede ABD... İki taraf da bizi yanına alarak yürümek istiyor. Ve bizi saldırılarla sarsıyorlar. Korkutup rotamızdan çıkartarak yanlarına çekmek için uğraşıyorlar. TERÖR bu nedenle var! Küresel politika üreten iki merkez var dünyada! Londra ve Washington... Özellikle Orta Doğu İngilizler'in çok iyi bildiği bir yer. Kavga bunlar arasında. Bizi de bombalarla canlı bombalarla suikastlarla yanlarına çekmeye çalışıyor  lar... Onların istediği politikaya yönlendirmeye uğraşıyorlar. Şimdi İngiliz
medyasına bakın! Sultan, padişah, diktatör yaptıkları Erdoğan'ın yanında olmaya çalışıyorlar. Ankara'yı kolundan tutup yanlarına almak için çırpınıyorlar... İşte böyledir bu işler... Türkiye çok değerli bir elmastır! Hem vuruyorlar, hem de Erdoğan'ı ve Türkiye'yi yanlarında görmek istiyorlar. Oyun böylesine kanlı ve acımasız... İki ateş arasındayız...

Elbette bizi kalbimizden vuramazlar. Çünkü ihtiyaçları var. Ama bacaklarımızı hedef almaya devam edip duracaklardır… ABD'yi karşımızda görürüz ama İngilizler ABD maskesiyle (bizi vurmaya çalışacaklardır)” safsatalarıyla: ABD ile İngiltere, Ortadoğu’ya hükmetmek için yarışmakta bu nedenle Türkiye’yi yanlarına almaya çalışmaktadır. Bizim yararımız ABD’nin safında kalmaktır. Çünkü tek başımıza kendi haklarımızı korumamız imkânsızdır ve bağımsız liderliğe kalkışmamız hezimetle sonuçlanacaktır” demeye çalışan
ve bunu her yazısında hatırlatan Recep Beyin danışmanlarından Ergün Diler, üstelik bu mandacılık tavsiyelerine karşı çıkanları “ahmak”lıkla suçlayacak kadar saçmalayıp küstahlaşmıştı.

"Rejim değişikliği mi–Sistem değişikliği mi?” tarzında bir tartışma sürekli gündemde tutulmaktaydı. CHP tartışmayı klasik rejim değişikliği zemini üzerinden yürüterek bu konuda duyarlı çevrelerde bir alerji oluşturmaya çalışmaktaydı. AKP de “Rejim değişikliği değil sistem değişikliği” diyerek, o alerjiyi bertaraf etme çabasındaydı. Şöyle bir soru sorayım: -Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diyelim CHP’nin gösterdiği adayın seçilme ihtimali yüksek olsaydı, AKP böyle bir sistem değişikliğine yanaşır mıydı?

Bunun ortak cevabının “Hayır” olduğunu, Türkiye’de, AKP çevresi de dahil herkes bilip durmaktadır. Böyle bir tesbitin anlamı, AKP’nin “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ne geçişinin, Cumhurbaşkanlığına Tayyip Erdoğan’ın seçileceğini garanti görmesinden kaynaklanıyor olmasıdır. AKP olarak bu işi bir “sisteme bağlamak” ise, sadece önümüzdeki

Cumhurbaşkanlığı seçimini değil, bundan sonraki bütün zamanlarda seçimi Tayyip Erdoğan gibi birisinin kazanacağını öngörmek anlamını taşımaktadır.

Şayet şöyle olsaydı, “İster önümüzdeki seçimi, ister sonraki seçimleri, mesela Ahmet Necdet Sezer gibi birisinin kazanmasında herhangi bir mahzur yok, onun partili olmasında ve Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanına verilen yetkileri kullanmasında bir sakınca yok” diye konuya yaklaşılsaydı, ben katılmasam bile,
AKP açısından belki tutarlı sayılırdı. Ama AKP, onu kendi tabanında savunamazdı. Yani bu yetkileri CHP’nin seçtirdiği bir cumhurbaşkanı da kullanacak dendiğinde AKP tabanı, bunun nelere mal olacağını düşünür ve o yapıya asla destek çıkmazdı. Muhtemel ki AKP, “CHP’li birisi seçimi kazanamaz” düşüncesinde olduğu gibi “Bundan sonra millet iradesi
dışında bir müdahale de olmaz” gibi garantili bir kanaat taşımaktadır. Onun için “Evren gibi birisi iktidara el koyup, bugün AKP’nin getirdiği Cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullansa ne olur?” diye sormayı gereksiz bulmaktadır. Ama Allah korusun, dünyanın ne halleri vardır!

Daha önce yazdım. Kahramanmaraş’ta bir panelde sevgili Mahir Ünal’ın “FETÖ ile mücadele için MGK’da ‘legal görünümlü illegal yapı’ tanımlaması yaptık” sözüne de karşı çıkmıştım. Orada dedim ki: Dileyelim AKP iktidardan düşmesin, çünkü bir başka yapı geldiğinde MGK’nın bu kararını alıp “Legal görünümlü illegal yapı” damgasını AKP’nin alnına yapıştırıp onu mahkûm edebilir. “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma” yaftası nasıl yapıştırılmışsa... Şimdi diyelim, “mallara el koyma” kararları patır patır veriliyor.

Ama dileyelim bir daha 28 Şubat’lar gelmesin, o zaman “Yeşil sermaye” falan gibi ürkek-çekingen tanımlamalar yapmakla yetinmeyip, “Tehlike” ilan ettikleri alanlarla iltisaklı tüm dünyanın üzerine karabasan gibi çökebilirler ve
“AKP de böyle yapmıştı” yı gerekçe olarak kullanabilirler. AKP bu kaygıyı taşımıyor olabilir ama ben söyleyeyim, bakın, muhafazakâr camiada birçok kamu görevlisi, adı herhangi bir listede yer almasın diye, mesela dini bir mecmuaya abone olmaktan çekinme refleksleri gösteriyor. Demek onlar, AKP icraatından yola çıkıp refleks olarak bir başka ihtimali satın alıyorlar. Avrupa
Bakanı Ömer Dinçer Habertürk’te bir yazı yazdı.

“Başkan mı güçlü yasama mı?” sorusunu soruyordu ve AKP’ye
“Meclis’in gücünü artırmanın yollarını araştırmalı” çağrısında bulunuyordu. Unutmayın O AKP’li bir bakandı. Abdullah Gül de, “Mallara el koyma”yı sakıncalı buluyordu. O da AKP’nin içinden çıkmış Cumhurbaşkanıydı.”[1] diyen Ahmet Taşgetiren, acaba nelerin farkındaydı ve hangi gelişmelerden kaygı duymaktaydı?

[1] 09.01.2017 – Star – Sistem Kurarken

https://docplayer.biz.tr/52690940-Akp-nin-sorunu-nasil-asilacakti-ve-sn-recep-tayyip-beyin-sonu-ne-olacakti-milli-cozum.html
***

AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ? BÖLÜM 1



AKP’NİN SORUNU NASIL AŞILACAKTI VE SN. RECEP TAYYİP BEYİN SONU NE OLACAKTI ?  BÖLÜM  1 


ARALIK 2006 Yazar Milli Çözüm Dergisi

04 Aralık 2006

Milli Görüş gibi Hak bir davaya ve Erbakan Hoca’ya hıyanete kalkışmış, bu yüzden hidayetleri kararıp basiretleri bağlanmış, dış projelere işbirlikçilik karşılığı taşındıkları geçici makamlarla gururlanıp enaniyetleri kabarmış kadroların, bu millete ve ülkeye kalıcı ve kapsayıcı hizmetler yapacaklarına inanmak, benim imanıma, Kur’an’ıma, aklıma ve vicdanıma uymamaktadır. Onbeş yıllık iktidarları boyunca, icraatlarının çoğu da, hem İslami kurallara hem de Milli çıkarlarımıza aykırıdır. Zaten AKP iktidarının yaptığı en
büyük iki tahribat:

1- Müsned (sarih Ayet ve sahih Hadis senetli-destekli) İslamiyeti laçkalaştırıp
yozlaştırmak, Ulvi dinimizi siyasi istismar aracı yapmaktır. Kur’ani prensipleri Batı Demokrasisinin bir aksesuarı gibi kullanmaktır.

2- Müsbet Milliyetçiliği ise ırkçılık ve ayrımcılık gibi yorumlayıp, Milli birlik ve dirlik bağlarımızı koparacak derecede, köken ve kültür farkını kışkırtmaktır. Oysa aziz Milletimizin manevi mayası İSLAMİYET, tarihi kimyası müspet
milliyetçilik olmaktadır.

Ama kaderin, bunları kullanarak ve “Hayrül Makirin” sıfatına uygun olarak bazı büyük inkılaplara zemin hazırlayıcı adımlar attırması ve müstehak oldukları kuyularını kendilerine kazdırıp, intikamını işledikleri suçun cinsinden alması bir sünnetullahtır.

Başbakan Binali Yıldırım’ın, "Dünyada (Türkiye gibi) aynı anda bu kadar terör örgütüyle mücadele eden başka hiçbir ülke bulunmamaktadır. Bunun sebebi ise; emperyal hayallerin ülkemizin civarındaki komşularımız üzerindeki hesaplarıdır. Suriye'de, Irak'ta son 5-6 yıl içerisinde yaşanan istikrarsızlık, otorite boşluğu terör örgütleri için mükemmel bir ortam oluşturmuştur. Burada en büyük zararı gören ülke de Türkiye olmuştur. Şimdi dünya, DEAŞ ile yatıyor, DEAŞ ile kalkıyor... Onlar DEAŞ ile yalandan mücadele ediyor, sadece lafını yapıyor. Asıl mücadeleyi yapan, sadece Türki’yedir... Amerika'nın da bir halt
ettiği yok, diğerlerinin de bir şey yaptığı yok. Laftan başka bir şey yok. YPG’ye PYD’ye açıkça silâh veriyorlar, 'Türkiye'de daha fazla anarşi olsun, daha fazla terör olsun' diye bunları yapıyorlar. Bu dostluğa sığmaz. Yeni yönetimden beklentimiz artık bu kepazeliğe bir son vermesidir. Biz yeni yönetimi sorumlu tutmuyoruz bundan. Çünkü bu Obama yönetiminin marifetidir. Terör örgütünü kullanarak terörle mücadele etmek, mafyayı kullanarak mafyayı alt etmek gibi bir şeydir" (Yani ABD bir mafya devletidir ve bunlara nasıl güvenilecektir?) Şimdi bunlara soruyoruz: Siz "Türkiye ile mi bir olacaksınız, yoksa bu alçak terör örgütlerine kucak mı açacaksınız?" çıkışları haklıydı, ama hem çok geç kalınmıştı hem de bunların gereği halâ yapılmamaktaydı.

Ayrıca Başbakan Binali Yıldırım, "Irak'ta otorite olmazsa, Suriye'de otorite olmazsa, (buralarda) devlet kalmazsa herhalde biz güvende olamayız. Onun için (biz bu ülkelerle) ilişkilerimizi düzeltmekle başladık." Sözleriyle tarihi bir
itirafta bulunmuşlardı.

Sn. Binali Yıldırım bu çıkışlarıyla:

1- ABD, AB ve İsrail’in, Irak ve Suriye’de otorite boşluğu oluşturup terör örgütlerine zemin hazırladıklarını,

2- Suriye ve Irak’ın, emperyalist Siyonist hesaplar için karıştırılıp parçalandığını ve AKP Türkiye’sini de bu işgallerde taşeron olarak kullandıklarını,

3- Bu sinsi ve şeytani odakların asıl nihai hesaplarını ise; Türkiye’yi kuşatıp karıştırmak ve parçalamak üzerine kurguladıklarını,

4- Ve sonunda açıkça terör örgütlerine arka çıkıp Türkiye’yi yalnız bıraktıklarını ve arkadan vurduklarını,

5- Böylece Milli Çözüm Dergimizin ve diğer duyarlı çevrelerin yıllardır uyardıkları gerçeklerin farkına yeni vardıklarını itiraf etmiş olmaktalardı.
Ama halâ Amerika’nın, hem FETO kalkışmasında, hem DEAŞ-PYD kışkırtmasında merkez karargâh olarak kullandığı İNCİRLİK Üssü’nün bu hainlere kapatılmaması ve Türkiye’nin aynı mahfillerce telefon talimatıyla yönetilmesinin yolunu açacak “BAŞKANLIK” sisteminin savunulması, yapılan itirafların bile sonuçsuz kalacağı kuşkusunu uyandırmaktaydı.

Rahmetli Mahir Kaynak 2006 sonlarında çıktığı İskele Sancak isimli bir açıkoturum programında garip iddialar dile getirmişti. Eski istihbaratçı Prof. Mahir Kaynak, yürüyen süreçle ilgili şunları söylemişti. “Türkiye’de
Sn. Erdoğan, ülkeye başbakan olarak getirilirken eşi yeni tesettüre girmişti. Türkiye’de bu iktidar iyice ehlileştirilince bundan sonraki süreçte AKP iktidarı başörtüsü sorununu da çözecektir. Çünkü Türkiye’de başörtü sorunu sunidir”
anlamında laflar etmişti.

Ardından Mahir Kaynak:

“Türkiye’de iktidarı halk seçer, halk getirir halk götürür” sanılması bir yanılgıdır. ABD dahil hiçbir ülkede iktidarlar kendi iç dinamikleri ile o makama taşınmamaktadır. Burada ya hükümeti istifaya zorlayacaklar ya da başka şeyler yaşanacak ve iktidar gizli dayatmalara razı olacaktır” yorumlarını dile getirmişti.

28 Şubat Sırları ve Recep Tayyib Bey’in “Sırçalanması”

Bu anlatacaklarımız 04 Aralık 2006 tarihli Milli Çözüm Dergimizde de yazılmıştı ve önemli bir rapordan alıntı yapılmıştı: Sizlere şimdi aktaracağım olayları bana nakleden, uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetleri'nde görev üstlenmiş ve görev yaptığı her kademede, statü ve rol'ünün bütün gereklerini fazlasıyla yerine getirmiş seçkin bir Türk Subayıdır. Benim de, ender arkadaşlarımdan birisi konumundadır. İşte onun iki anısı: "27 Şubat günüydü, çok değer verdiğim bir büyüğüm bana telefon ile ulaşmış ve "Komutanım, fakirhanemize gelebilir misiniz; Hoca Efendinin (Necmettin ERBAKAN’ı kastederek) bir müşkülü var" ricasında bulunmuşlardı. Ben saat 17:30 civarında arkadaşımın bürosundaydım. Büroda Erbakan'ın çok güvendiği milletvekillerinden biri de vardı. Selamlama ve hâl hatır sormadan sonra konuya giriş yapıldı. 28 Şubat günü yapılacak MGK toplantısı öncesi Erbakan'a ulaşan bazı bilgiler ortaya konuldu ve değerlendirmem soruldu.

Kendilerine kısaca değerlendirmemi yaptıktan sonra, ana hatları ile şunları aktardım:

Org. Çevik BİR bu olayın beyni değildir, esas beyin Ahmet ÇÖREKÇİ'dir. Çevik BİR, mükemmel bir maşa yerindedir. Bedeli mukabilinde 'her şeyi' yapan bir tıynettedir. Sizleri yıkmak için aleyhinizde kullanılan malzemenin kaynakları iki çok değerli(!) milletvekilinizdir. Birincisi A.G; ikincisi A.L.Ş. Bu gelişmelerin asıl sebebi; 'Laik' düzenin korunması değildir. İstanbul Dükalığı'nın Anadolu Kaplanları karşısında zorlanması ve gerilemesidir. İkinci sebebi; kurmuş olduğunuz 'havuz sistemi', 'rantiye'yi' rahatsız etmiştir. Rantiye sülüklerinin yaşaması için, devletin onlara borçlanması gerekmektedir.

Türkiye'nin baronları, bu borçlanmalar yolu ile İLLUMİNATİ'ye yıllık olarak
75 milyar dolar aktarıvermektedir, Erbakan Hoca’nın Havuz sistemi bu işi
engellemektedir.

Üçüncü sebebi; gündeme getirilen 'kesintisiz eğitim' sistemi; aslında Türkiye'nin orta tabakası ile fakir kesiminin, yükseköğrenim yapmasını engellemenin bir girişimidir. Bu oyuna gelmeyin. Bunun için, konuyu dayatan Türk Silahlı Kuvvetleri üst yönetiminin malum kesiminden bir şeyler isteyin... Bu nedenlerle, hemen bu gece bir 'Basın Toplantısı' metni hazırlayın. Bu metinde, hükümetin TSK'nın bazı unsurları tarafından 'tehdit' edildiğini beyan ederek, hem HÜKÜMET'ten hem de MİLLETVEKİLLİĞİ'nden İSTAFA'nızı açıklayın. Ayrıca yarınki MGK'da, TSK'daki cuntanın dayatmaları gündeme
gelirse siz de şu teklifi yapın: “Hükümetimiz, kesintisiz eğitim için, MEB bütçesine bütçede verilen ödenek kadar bir ek ödenek ayıracaktır, bu konuda TSK'nın duyarlılığı da dikkate alınarak Savunma Sanayi Fonu'ndan % 20 kesinti yapılarak, bu kesinti MEB bütçesine aktarılacaktır!”

Ve yine son günlerde, 'emir-komuta' zinciri dışına kayarak; TSK çok başlıymış gibi algılanan, 'demokrasi' dışına çıkan, haddini aşan, yasa tanımaz bazı generaller hakkında Yüksek Askeri Şura'nın yarın toplanarak haklarında gerekli işlemi yapması sağlanmalıdır.

Eğer bu teklifleriniz onaylanırsa yola devam kararı alın, HAYIR denilirse, MGK
toplantısına bir sonraki gün devam edilmesi kararını verip çıkın ve Basın Toplantısı yaparak, daha önceden hazırladığınız metinle hükümetin İSTİFA'sını açıklayın. Yok eğer MGK'da dümen suyuna girerseniz, sonunuz olacaktır ve sizin yerinize onların emirlerini yapacak birileri bulunacaktır. Direnir ve istifa ederseniz, ileride tek başınıza iktidar şansı yakalanacaktı. Ama bu dediklerimin aksi yapıldı, bu olaylar onların sonunu hazırladı. Türkiye için de en büyük felaketin yolu açıldı."

Bu deneyimli ve milli gayretli emekli subayımızın tespit ve tavsiyeleri, zahiren ve milli bir hükümeti kurtarma penceresinden çok doğru ve değerli görüşleriydi. Ama evrensel siyaset ve yüksek strateji açısından yanlış ve tehlikeliydi. Ve Erbakan Hoca, geçici ve küçük parti hesaplarını değil, kalıcı ve büyük ülke çıkarlarını tercih etmişti. Çünkü malum ve mel’un merkezlerin; REFAH-YOL’un iktidardan uzaklaştırılmaması durumunda, “Büny esindeki Milli ekiple, kirli cepheyi çatıştırmak suretiyle ordumuzu yıpratma ve Türkiye’nin yıkılışını kolaylaştırma hıyanetlerini” sezmiş hükümetini ve partisini feda ederek, ülkeyi ve geleceğimizi koruma feraset ve faziletini göstermişti.

Diğer olay da, Sn. Recep T. Erdoğan’la alakalıydı.

"O süreçte Sn. Erdoğan hakkında Devlet Güvenlik Mahkemesini devreye sokmuşlardı.

Yine aynı arkadaşım beni bürosuna çağırmış ve sonra AKP milletvekili olan RTE'nin avukatı ile tanıştırmıştı. Avukat bana, "Erdoğan’ı nasıl kurtarabiliriz?" diye sormuşlardı.

Ben de araştırmam gerektiğini söyleyip ayrıldım. Kısa bir araştırmadan sonra Sn. Erdoğan’ın mahkûm olması için Kürt Baron'un 1 trilyon 250 milyar TL, yardımcısı ve Ermeni dönmesi bir Büyükşehir Belediye Başkan'ının da 750 milyar TL'lik bütçe oluşturduklarını saptadım. Aslında bütün bunlar Sn. Erdoğan’ı sıkıştırma ve hizaya sokma hazırlıklarıydı. İki gün sonra, malum avukatla aynı büroda buluştuk ve kendilerine şunu aktardım: “2
trilyon 100 milyara bu iş kapanır. Parayı bulun ve dediğim kişilerle temasa kurun, Sn. Erdoğan’a hiçbir şey olmayacaktır, bu tezgâhlar ehlileştirme operasyonlarıdır!.”

Bu sözlerim üzerine malum avukat boynuma sarıldı ve akla gelmeyecek dualarla bana teşekkürler yağdırdı. Aradan 10 gün geçmişti ki, arkadaşım beni yine bürosuna çağırdı ve; "Komutanım hiç ses çıkmadı, neler oluyor sizce?" diye sızlandı. Avukat arkadaşını aramasını söyledim, o da dediğimi yaptı. Yaptığı konuşmasını bana dinlettirecek şekilde telefonu ayarladı. Karşısına çıkan avukat arkadaşıma şunları açıklamıştı:

"Artık vazgeçtik, Allah'ın takdirine sığınıyoruz. Böylesi daha iyi olacaktır!"
Arkadaşım bana şaşkın ifadelerle bakarken ben olayı çakmıştım. Şaşıran arkadaşıma şunları hatırlattım: “Demek oluyor ki dış güçler, AKP'yi ve Recep Beyi tek başına iktidara getirmeye kararı almışlardı. Milletvekili olmak istiyorsan tam zamanıdır. Sıralamaya bakmadan aday ol ve yerini sağlamlaştır!”

Arkadaşım, bana: "Haydi canım, bu kanaate nerden vardın?" deyince, 'Milletvekili Genel Seçimleri'nden sonra görüşürüz', deyip oradan ayrıldım. Sonrasında hiç görüşemedik, çünkü dediğimi yapmış ve milletvekili olarak TBMM'ye kapağı atmıştı!" Evet işte sizlere 28 ŞUBAT gerçeğinin perde arkası ve AKP’nin iktidar macerası!

Bu arada şu gizli gerçeği de hatırlatmış olalım: Yenilikçi takımının Milli Görüşten ayrılma sürecinde, güya Erbakan’a bağlılık rolüyle, Tayyip bey ve yoldaşlarına zahiren çok sert davranıp kışkırtan ve partiden kopmalarına bahane hazırlayan ise Oğuzhan Asiltürk ve Şevket Kazan olmaktaydı… Ama şimdi aynı Oğuzhan ve Recai Kutan sıklıkla Sn. Erdoğan’la buluşmakta, önemli tayin, terfi ve ihale işlerinde aracılık yapmaktalardı.

Bir hayal aleminde küresel çetenin reisine Dünyayı nasıl yönettiklerini merak ettiğimi hatırlattım. Basit bir soruya cevap veren bir insanın edasıyla konuşmaya başladı:

Aslında yöntemimiz çok basit ve kolaydır. Saat yönünde dönen bir dişliyi düşünün anlayacaksınız. Eğer siz hareketin bu yönde olmasını istemiyorsanız, dişliyi ters yöne zorlarsınız. Oysa biz bu dişlinin yanına uygun başka bir dişli koyarız ve hareketi saatin ters yönüne çevirmeyi sağlarız. Yani var olan gücü değiştirmek yerine, onun potansiyelini kendi istediğimiz yöne çevirir ve kullanırız. Milliyetçiden ülkesi aleyhine yararlanmak, dindara inançlarının yasakladığı şeyleri yaptırmak, sosyalisti kapitalizmin en uç çizgisinde kullanmak mümkündür ve işte biz bunu yaparız. Biz bu dişlileri belirler
ve onları devreye sokarız. İşimiz bir mühendisinkine benzer ve bu nedenle bizim toplum mühendisliği yaptığımız sıkça gündeme taşınır. Bizim için insanların bir şeye inanması yeterlidir ve bu inancın niteliğinin bize bir engeli bulunmamaktadır. Uygun dişliler aracılığıyla hareketi istediğimiz yöne çevirmeyi başarırız. Mesela siz PKK ile mücadele ettiniz, büyük bedeller
ödediniz ama sonunda bizim önceden planladığımız Kürt oluşumuna razı olacak duruma gelip dayandınız. 1980’de dünyanın en bağımsız ülkelerinden biri idiniz ama şimdi daha fazla bağımsızlık isteyenlerin gayretleri ile global dünyanın bir parçası olup çıktınız. Şu anda İslam dünyasında bazı gruplar inançları için mücadele ettiğini sanmaktadır, ama bu inancın bir şiddet ve nefret kültürüne dönüşmesinden başka bir işe yaramamaktadır.

Dünya üzerindeki sol hareketi, onu bir düşünce akımı olmaktan çıkarıp şiddet kullanan solcular eliyle bitirdiğimizin halâ farkına varılamamıştır. Bütün bunları gerçekleştirirken “Yedek çarklarla yön değiştirme ve kendi hedeflerimize hizmet ettirme” yöntemini kullanmışızdır.

2 Cİ BÖLÜM  İLE DEVAM  EDECETİR..

***

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye,

Üç Tarafından Kürdistan ile Kuşatılmış Türkiye! 

Yazar: Ümit Özdağ 


PKK ve BDP’li temsilcilerin saldırganlıklarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. AKP Hükümeti, PKK ve BDP’lilerin politikaları ve eylemleri için özürler ürettikçe PKK/BDP’nin saldırganlıkları azalmayacak artamaya devam edecektir. Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, “Katılımların yüksek olduğu kanaatinde değiliz. Bu katılımların amacının ölecek veya öldürecek nitelikte değil başka amaçlarla olduğunu biliyoruz. Gelecek kaygısı. Yani dağa çıkışlar eskiye oranla daha nitelikli bir hal aldı” diyerek PKK/BDP adına özür dilemektedir.[1] PKK’ya katılımların gelecek endişesi ile yapıldığı ifadesi, gelecekte PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da insanlara iş ve aş verebileceğinin de dolaylı ifadesidir. 

Bir BDP milletvekili, Türkiye’nin üç tarafı “Kürdistan ile çevrili” diyerek, adeta, sadece Suriye, Irak ve İran’ın değil, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı da yok saymaktadır. Bu saldırgan yaklaşım, aslında Türkiye’de yaşanan meselenin de bir insan hakları ve demokrasi meselesi değil, toprak ve egemenlik meselesi olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Esasen, PKK/BDP’liler, sadece Türkiye’nin güney ve doğu sınırları dışında bir Kürdistan’dan bahsetmemekte yetinmemekte, Iğdır-Sivas-Mersin arasında kalan coğrafyayı da Kürdistan olarak, büyük Kürdistan’ın parçası olarak görmektedirler. PKK’nın Türkiye’den koparmayı hedeflediği coğrafya budur. Bazı PKK’lı/Kürtçü stratejistler, Iğdır’a kadar uzanan PKK yayılmasının Rize üzerinden Karadeniz’e açılabileceğini böylece Büyük Kürdistan’ın hep Karadeniz hem Akdeniz’den denizlere açılmasının mümkün olduğunu düşünmektedir. 

PKK’lılar ve Kürtçü teorisyenler, Iğdır, Sivas, Mersin alanının Kürdistanlaştırılmasının demografik bir savaş olarak görmektedirler. Öcalan 1989’da şöyle demektedir: “Kürt nüfusu ikiye katlanırken Türkler 
yerinde sayıyor. Ve önümüzdeki 2000’li yıllara doğru Kürt nüfusunun Türk nüfusunu aşması işten bile değil. Bu çok önemli. Nasıl bir dönem Türkler doğudan Rum asıllı Anadolu’ya doğru akıp halkı Rum olan devlet içinde yer aldılarsa da, hem de saldırı ruhuyla bu topraklarda kendilerine yer açtılarsa, biraz daha değişik de olsa benzer bir tarzda Kürtlerin akışı var. Gene doğudan batıya. Şimdiden İstanbulları biliyorsunuz. İzmirler, Adanalar milyonlarca Kürt’e sahip. Hem de en aktif en dinamik kesimler… Türkler ise biraz rehavette!”[2] 

Bu yaklaşım ile hareket eden PKK/BDP geleneği şimdi şöyle demektedir: Iğdır’da ister Azeri ol ister zenci Kürdistan’da yaşadığını bileceksin. BDP’nin Iğdır’da belediye seçimlerini kazanmasından hemen sonra BDP’nin önde gelen temsilcilerinden birisi Pelvin Buldan, 29 Mart seçimlerinde Kürdistan' sınırlarını belirledik. Yani, Van'ı aldık, Siirt'i aldık, 86 yıllık geleneği bozarak Iğdır'ı aldık” amaçlarının ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuştur.[3] 

AKP Hükümeti, PKK açılımı sürecinde almış olduğu kararlar ile Başbakan Erdoğan adını vermediği bir “tek millet”ten bahsetse de ayrı bir “Kürt milletleşmesi” sürecini güçlendirmektedir. AKP tarafından demokratikleşme adı altında atılan her adım “etnik kimliğin kurumsallaştırılması” sürecinin bir parçasıdır. 

Kısa vadede AKP’nin attığı etnik hakların kurumsallaştırılması televizyon, Kürtçe eğitim, Dersim söylemi, “devlet haksızlık yaptı özür dileyelim” politikaları sahte bir rahatlama sağlayacak, ancak etnik kimliğin kurumsallaştırılması ülkemizi bir arada tutan Türk milli kimliğini eritecek ve nihayet Türkiye’de iki milletli bir yapıya dönüşülecektir. 

Ayrı milletleşme sürecine giren ve demografik savaş duygusu ile hareket ettirilen bir yapının varacağı nokta son kertede kişi başına milli gelirin Avrupa’da birinci olduğu Belçika’da Valonlar ile Flamanların vardığı noktadan çok farklı olmayacaktır. 

Üstelik, Irak parçalanmış kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmiştir. Şimdi Suriye parçalanmakta ve Kuzeyine bir Kürdistan yerleştirilmektedir. Bunu İran’ın parçalanmasının izlemesi hedeflenmektedir. 

AKP Hükümetinin izlediği ayrı milletleşme sürecini ile Türkiye’nin milli birliği ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmesi mümkün görünmemektedir. 

Bugün PKK’nın ulaşmış olduğu nokta PKK’nın gücünden değil, Türkiye’yi yöneten kadronun PKK ile mücadele etmemesinden kaynaklanmaktadır. 

Bundan dolayı mevcut kötü gidiş bir süre daha devam edecektir. Türkiye dibe vuracaktır. Bu arada PKK’nın şımarıklığı artarak devam edecektir. Ancak sonunda Türk Milletinin büyük bir bölümü (Hepsi değil. İstiklal Harbi’nde de hepsi katılmadı. Daha kötüsü düşman yanında yer alanlarda vardı. Bugün ihanet içinde olanlar kimin çocukları zannediyorsunuz.) ülkenin ve milletin bölünme noktasına geldiğini gördüğü an arkalarında en çok % 6 destek olan PKK’lılar ile nihai bir hesaplaşma içine gireceklerdir. Bu hesaplaşma sonucunda Türkiye’nin üç tarafı Kürdistan mı yoksa ne ortaya çıkacaktır. 

[1] http://siyaset.milliyet.com.tr/-herkes-tef-gibi gergin-/siyaset/ydetay/1741273/default.htm 

[2] İki Bine Doğru, 22.10.1989 

[3] Habertürk, 28 Nisan 2009, “Kürdistan’ın sınırlarını çizdik” 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 10:57 tarihinde indirilmiştir





28 Temmuz 2018 Cumartesi

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 4


ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 4

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, 
günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı 
karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin 
Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 
Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri 
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek 
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye 
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına 
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan 
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları 
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin 
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas 
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. 

Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoş görmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıta sını terk etmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı 
emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen 
zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-
Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve 
Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika 
Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler 
tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini 
içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. 
Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. 

Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak 
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. 
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine 
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri 
de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya 
düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang 
örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden 
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa 
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok 
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her 
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta 
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce 
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi 
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına 
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir 
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci 
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail 
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC 
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin 
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, 
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya 
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç 
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, 
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını 
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da 
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda 
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile 
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam 
dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı 
dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri 
biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters 
düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler 
yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 


Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir 
ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi 
mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen 
batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı 
devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper 
güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem 
de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani 
Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte 
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda 
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç 
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, 
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu 
açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz 
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu 
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini 
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu 
yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen 
ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği 
anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile 
beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu 
ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya 
dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul 
etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir 
aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe 
dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner 
seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve 
Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya 
başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak 
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği 
Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği 
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda 
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan 
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, 
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek 
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama 
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper 
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini 
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere 
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına 
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları 
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military  Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/233-251%20anil%20cecen.PDF

***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını 
merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir 
anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği 
yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, 
ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı 
ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz 
İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, 
dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış 
olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra 
bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı 
çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası 
altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya 
egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni 
siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD 
tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği 
İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve 
Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi 
ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları 
da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı 
planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye 
çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki 
Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların 
daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri 
planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme 
gelmiştir. 

Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük 
güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa 
giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve 
Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi 
vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan 
olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli 
planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı 
dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda 
Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı 
federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi 
eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda 
yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; 
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak 
eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde 
getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; 
Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde 
yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen 
olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları 
ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri 
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen 
olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde 
kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engelle
meye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday 
olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD 
açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk 
ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki 
oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü 
koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir 
model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk 
oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri 
yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım 
da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 
Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını 
merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel 
ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet 
yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk 
ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet 
olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, 
beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme 
sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel 
ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal 
sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin 
jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve 
dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha 
gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki 
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol 
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, 
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi 
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. 
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi 
son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre 
ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek 
için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik 
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi 
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre 
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. 
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte 
ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak 
çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz 
kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, 
ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni 
dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla 
zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin 
merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin 
gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak 
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin 
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya 
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne 
Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne 
karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine 
bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek 
hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer 
aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine 
bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. 

Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını 
Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa 
kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak 
üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından 
Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurul
masını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi 
ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi 
Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi 
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir 
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa 
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni birbüyük 
siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. 

Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü 
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. 

ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına 
sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması 
açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına 
neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen 
oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç 
bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik 
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek 
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu 
durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını 
Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların 
petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni 
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün 
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. 
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da 
Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin 
gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut 
siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi 
kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa 
kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak 
zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel 
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini 
Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı 
altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada 
gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine 
bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan 
Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası 
içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu 
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. 
Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin 
Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir 
Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göster
mektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme 
meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna 
soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve 
Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi 
kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan 
Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı 
girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. 
ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan 
ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi 
çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir 
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte 
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu 
söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 
Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli 
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, 
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük 
ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan 
kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden 
etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında 
bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, 
protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel 
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni 
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride 
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik 
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin 
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması 
nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz 
yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece 
etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin 
en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu 
lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna 
tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne 
çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun 
oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden 
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların 
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine 
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına 
giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle 
yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler 
arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır 
basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 
ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından 
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de 
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. 

Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



***