ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3
ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını
merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir
anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği
yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki,
ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı
ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz
İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da,
dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış
olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra
bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek,
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı
çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası
altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya
egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni
siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD
tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği
İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve
Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi
ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları
da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı
planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye
çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki
Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların
daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri
planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme
gelmiştir.
Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük
güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa
giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve
Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi
vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan
olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli
planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı
dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda
Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı
federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi
eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda
yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken;
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak
eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde
getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD;
Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde
yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen
olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları
ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7
ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen
olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde
kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engelle
meye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday
olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD
açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk
ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki
oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü
koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir
model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk
oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri
yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım
da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6
Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD;
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını
merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel
ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet
yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk
ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet
olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması,
beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme
sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel
ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal
sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin
jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve
dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha
gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır.
ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar,
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir.
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi
son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre
ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek
için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez.
Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır.
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte
ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak
çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz
kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını,
ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni
dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla
zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin
merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin
gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne
Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne
karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine
bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek
hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer
aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine
bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir.
Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını
Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir.
ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa
kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak
üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından
Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurul
masını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi
ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi
Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni birbüyük
siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir.
Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir.
ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına
sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması
açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına
neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen
oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç
bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu
durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını
Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların
petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir.
ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir.
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da
Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin
gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut
siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi
kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa
kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak
zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini
Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı
altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada
gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine
bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan
Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası
içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir.
Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin
Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir
Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göster
mektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme
meydana getirmektedir.
Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna
soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve
Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi
kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan
Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı
girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir.
ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan
ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler.
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu
söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler.
Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi,
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük
ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan
kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden
etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında
bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar.
Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik,
protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması
nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz
yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece
etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin
en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu
lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna
tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne
çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun
oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına
giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle
yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler
arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır
basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8
ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler.
Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları
gözlenmektedir.9
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder