30 Kasım 2018 Cuma

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 1

İNGİLTERENİN KÜRT KORÜDORUNA MEVZİLENMESİ., BÖLÜM 1


Giriş

 İngiltere’nin bölge üstündeki çalışmaları çok eskiye dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşının bitmesiyle İngilizler Ortadoğu’da hakim güç haline gelmişlerdir. Küresel ortaklarıyla beraber ayaklandırdıkları Ortadoğu halklarına yapay devletçikler sunan İngiltere, Ermenistan planının başarısızlığa uğramasından sonra bölgede bu hayalin önündeki tek engel olarak o zamana kadar “Turani” ırktan geldiği kabul edilen “Kürtleri” görüyordu. Dolayısıyla Kürtlerin, emperyalizm tarafından, Ermenilerin yerine Türklere karşı kullanılmasında karar kılındığını görüyoruz. Böylece Kürtler, belli bir merkezden komut verilmişçesine, birdenbire, tüm bilimsel ve siyasal belgelerde Turani ırktan Aryan ırkına terfi ettirildiler.  Kürt ulusal kimliğinin gelişmesine hız kazandıran en önemli gelişme İngilizlerin Musul’u işgal etmesiyle başlayan süreç olmuştur.  Bazı kesimler, günümüzde Ortadoğu’da yaşanılan problemlerin başlangıç tarihi olarak da bu zamanlara işaret ederler. İngilizler, kurmak istedikleri “Kürt” devletiyle sadece Ortadoğu’da yer alan küçük Arap devletlerinin güvenliğini sağlamayı değil Ermeni devletini de kurarak Ortadoğu ve Kafkasya’daki çıkarlarını korumak istiyordu. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra Sünni Kürtleri isyana teşvik eden İngiltere’nin Ortadoğu’da Türkiye’nin olası Musul müdahalesine karşı Şeyh Sait’i kışkırttığı her zaman gündemde yer alan bir tartışmadır. Tarihsel arka planını bir kenara bırakacak olursak İngilizlerin bugün de Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletini desteklediği, özellikle Suriye’de çıkan iç karışıklıklarla beraber İngilizlerin bölgede Kürt güçleri müttefik olarak gördüğü bilinen ve gündemde olan bir konudur. Bu çalışmada İngilizlerin Arap Baharıyla beraber başlayan süreçte Kürt politikası ve Koridor meselesinde nasıl mevzilendiğini anlatmaya çalışacağız.  

1. Koridor Meselesi

 Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmeler bölgedeki diğer devletler için hayati önem taşımaktadır. Günümüzde tartışıldığı üzere “Koridor meselesi”, Arap Baharı sonrasında başlamış bir mesele değildir. Soğuk savaşın bitmesine yakın bir zamanda gerçekleşen Körfez savaşı, yeni başlamakta olan çağın habercisiydi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber Amerika Birleşik Devletlerinde kimi akademisyenler, Sovyetlerin çöktüğünü ve bunun liberalizmin zaferi  olduğunu iddia ederken bazıları da bunun yeni bir çağı açmakta olan bir gelişme olarak nitelemekteydi. Samuel Huntington, Fukuyama’nın tezine karşılık “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya attı ve dünyada 7-8 farklı medeniyet sınıflandırması yaparak, artık ittifak ve ihtilaflarda belirleyici unsurun ideolojiler değil medeniyetler olduğunu savundu. Bu teze göre geçmişte olduğu gibi Kuzey Amerika ve Avrupa Birliği aynı tarafta yer alırken İslam medeniyeti ise onların tam karşısında yer almaktaydı. Soğuk savaş sonrası şiddetini arttıran İslam maskeli terör batıyı tüm İslam alemine karşı tek vücut haline getirdi. Bu birleşmede en büyük etki ise İsrail’in bölgedeki güvenliği ve rahatlamasına yardım edecekti. Batılıların Ortadoğu düzlemindeki yeni misyonları bu İslami terörü yok etmek ve bölgeye demokrasi getirmek olarak belirlendi. Bu doğrultuda İngiltere ve Avrupa Birliği ülkeleri Amerika Birleşik Devletleriyle dirsek teması halindeydiler. Bölgedeki Amerikan ve İsrail çıkarlarının korunup kollanması aynı zamanda İngiliz ve Fransız şirketlerinin de korunup kollanması anlamına geliyordu. 

 Irak ve Suriye’de açılmak istenen “Koridor”un ilk ayağı Irak’ın parçalanıp üçe bölünmesi ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurarak bu bölgenin Amerikan denetimine geçmesiydi. I. Körfez savaşı ve Irak savaşlarında Amerikan himayesinde kuvvetlenen Kürt bölgesel yönetimi, Saddam’ın devrilmesinden sonra bölgede tek muhatap haline geldi. Batılılar, Saddam sonrası da merkezi otoriteyi hiçe sayarak Kürt bölgesel yönetimine her türlü silah ve mühimmat yardımını gerçekleştirdiler. Dün Saddam’a karşı mücadele için yollanan silahların kılıfı, bugün IŞİD, DAEŞ, DEAŞ olarak bilinen radikal İslamcı terör örgütüyle mücadele oldu. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf, IŞİD ile savaşan Irak'taki Kürtlere silah yardımı sağladıklarını, daha fazlasını sağlamak için de çalıştıklarını söyledi. 

1.1. İngiltere’nin Ortadoğu Politikası

  Bu bölümde koridor meselesinin öncesi ve sonrası anlatılacaktır. Evvela 2003 Irak savaşı ve Arap Baharı arasındaki dönem kısaca değerlendirilecek ve ardından Arap Baharı sonrasındaki dönem, haberlerin yıllara göre incelenmesiyle anlatılacaktır. İngiltere’nin bölgedeki aktörlerle ilişkisi incelenecek ve bu aktörlerin koridor meselesinde nasıl bir rol oynadıklarına değinilecektir.   

1.2.Irak Savaşı- Arap Baharı Arasındaki Dönemde İngiltere’nin Faaliyetleri

    İngiltere, Irak savaşında ABD ile birlikte aktif rol alırken savaş sonrası çıkan spekülasyonlardan sonra Ortadoğu politikasında çatışmalardan uzak bir tutum izleme gayreti içindeydi. Irak savaşı öncesi gelen istihbarat raporlarının yanlış çıkması hükümeti baskı altına aldı. Özellikle Tony Blair savaş sonrası İngiliz medyası tarafından en çok eleştirilen isimlerden biri oldu. Bütün bu gelişmelerden sonra İngiltere, bölge ile sıcak ilişkiler kurmak için Kürt grupları kullandı ve bölgeyi onlar üstünden kontrol etmeye çalıştı. Arap Baharına kadar olan dönemde bölge ülkelerine karşı diplomatik girişimlerinden vazgeçmeyen İngiltere, Arap Baharı sonrası bölgede eski pozisyonunu almaya çalışarak Ortadoğu’nun dizaynında aktif rol oynadı. Etnik ve dini gruplarla ilişkiler içinde olan İngiltere, Ortadoğu’da rejimlere karşı kalkışma içerisinde olan grupların bizzat finansörlüğünü ABD ile birlikte yürüttü. 

1.3. Irak Savaşında İngiltere’nin Rolü

   Irak savaşında Amerika Birleşik Devletleriyle aynı cephede yer alan İngiltere, savaşa katılmaktaki amacını “kimyasal silahları yok etmek”, Saddam’ı iktidardan indirerek demokratik bir Irak inşa etmek olarak açıklamıştı. 24 Eylül 2002 tarihinde Irak’a askeri müdahale konusunda ABD’nin en yakın ortağı konumunda olan İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak konusunda İngiltere’nin tutumunun açıklandığı bir belgeyi kamuoyuna sundu. Buna göre İngiltere, Irak’a teröristleri himaye ettiği, nükleer silah barındırdığı için müdahale etmeyi ön görüyordu. Amerika Birleşik Devletleriyle beraber Irak’a demokrasi götürme hedefinde olan İngiltere’de halk bu kararı tepkiyle karşıladı. 27 Eylül’de  İngiltere hükümetinin savaş yanlısı tutumuna karşı yapılan Londra’daki eyleme 400 bin kişi katıldı. 
Savaşın ilanından sonra bölgeye giden İngiliz askerlerinin adı işkencelerle bir arada anılmaya başlandı ve bu hükümet üstünde baskılara sebep oldu. Daily Mirror gazetesine konuşan bir İngiliz askeri arkadaşlarının bizzat işkencelere katıldığını yazdı. 3 Ocak 2016 tarihinde Milliyet gazetesinde yer alan bir haberde şu ifadelere yer veriliyordu:  

“İngiliz askerler Irak savaşı için yargılanacak.”

İddiaları araştıran Irak Tarihi Suçlamaları Takımı’nın (IHAT) şefi Mark Warwick, The Independent gazetesine verdiği röportajda, delillerin suçlamaları kanıtlamaya yeteceğini düşündüğünü söyledi. İngiliz güçleri 2003 ile 2009 yılları arasında Irak’ta bulunurken, IHAT 2010’da 152 olan dava sayısını 1.500’e çıkardı. 1.235 dava kötü müdahale konusundan açılırken, 15 davada ise işkence suçlamaları bulunuyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin elindeki 1.200 davanın arasında da İngilizlerin gözetiminde ölen 50 Iraklıyla ilgili davalar da mevcut.
Bu iddialara uzun uzadıya yer vermemizin sebebi, Irak savaşı sonrasında bölgede beliren radikal İslamcı terör örgütlerinin, işkenceler ve savaşın getirdiği acılar sonucu bu kadar kuvvetlendiğini düşünmemizdir. Koridor meselesi dünden bugüne zuhur etmiş bir mesele değildir. Amerikan ve İngiliz yönetimleri Irak’ın kuzeyinden, Suriye’nin kuzeyine ve oradan da Türkiye’nin güneyini içine alacak bir Kürt devleti kurmak istemektedir. Bölgede çıkarılan tüm bu karışıklıkların sebebi budur. Irak’ın işgali sonrası ortaya çıkan vahşi örgütlerin bu iki devlet tarafından bilindiği, bizzat yetiştirilip bölgede katalizör görevi görmeleri için beslendikleri açıktır. İngiliz hükümetleri bu hususta en az Amerika Birleşik Devletleri kadar sorumludur. Nitekim Irak savaşında elde ettikleri yanlış istihbarat ve verdikleri yanlış kararlar yüzünden özür dileyen İngiltere eski Başbakanı Tony Blair yıllar sonra yaptığı itirafında şu sözleri söylemiştir: 'IŞİD'in yükselişinde Irak savaşının etkisi oldu.'  Blair’ın bu itirafından yıllar önce Dışişleri eski bakanlarından Robin Cook, “İngiliz istihbaratı Saddam’ın elinde kimyasal silah bulunmadığını biliyor. Başbakanın savaşın gerekliliği için Saddam'ın İngiliz çıkarları konusunda açık bir tehdit olduğu gerekçesini kullandığı göz önüne alınırsa, tehdidin gerçekten ne olduğunu öğrenmeye yönelik şaşırtıcı bir ilgisizlik gösterdiğini söyleyebiliriz, diyordu.”  Robin Cook, Irak savaşı nedeniyle bakanlıktan istifa etti ve bir dağ gezisinde şüpheli bir şekilde öldü.  Ayrıca İngiltere’nin dış istihbarat servisi MI6nın Başkanı Sir John Sawers, 2001 yılında Irak’ta rejim değişikliği planlarının yapılmaya başlandığını, ancak askeri müdahalenin düşünülmediğini söylemişti.  Bu bağlamda baktığımızda İngiliz istihbaratı ve yönetimi her ne pahasına olursa olsun Irak’a müdahale etmeyi kafasına koymuştu. Yapılan hataların ileride nasıl bir kaos yaratacağı da planlı bir şekilde belirlenmişti. Blair’in günah çıkartması bu düzlemde hiçbir şey ifade etmediği gibi önümüzdeki dönemde yapılacak yeni “hataların” habercisi niteliğindeydi! 

Emperyalizmin en büyük problemi, bir diktatörü yıktıktan sonra sistemi nasıl devam ettireceğine karar verememesidir. Saddam’ı Irak’ın başından alan Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere onun yerine güçlü bir motif koyamadığı ya da bizzatkoymak istemediği için IŞİD benzeri irili ufaklı örgütler meydana çıktı ve ortalığı kana buladı. Bu örgütlerin bazıları işgalcilerle mücadele ettiğini düşünürken onların ekmeğine yağ sürdü. Bazıları da bizzat katalizör olarak görev yaptı ve bölgenin şekillenmesine hız kazandırdı. Dün bu dersi Irak savaşında gören bizler, bugün Suriye’de de aynı şeyin tekrarına şahit oluyoruz. 
Irak’ta bir Kürt devleti kurdurmak için ABD ile sonsuza dek müttefik olan ve Irak’ı parçalayan İngiltere bölge ülkelerini bu kukla devlet üzerinden kontrol etmek ve İsrail’in güvenliğini sağlamak istemektedir. Koridorun ilk ayağı, Irak’ın kuzeyinde Amerikan müdahalesi sonunda şekillenmiş, Kürtler Irak’ın kuzeyinde kuvvetlenmişlerdir. Sıradaki amaç, Suriye’nin kuzeyinde de Irak’ın kuzeyindeki gibi benzer bir oluşum yaratarak bölge petrolünü Akdeniz’e ulaştırmak, İsrail’in önündeki tek engel olan Suriye’yi iç karışıklıklarla oyalayıp İsrail’in güvenliğini sağlamak ve Büyük Ortadoğu Projesini adım adım hayata geçirmektir. Bu plan doğrultusunda her şeyi yapmak haktır ve önünde engel olan herkes ve her şey bir şekilde bertaraf edilecektir.  

1.4.İngiltere’nin Suriye Politikası

 Irak savaşı sonrası doğrudan müdahalelere karşı olan İngiltere, Suriye’yi diplomatik adımlarla hizaya getirme amacı içindeydi. Yaşanan istihbarat fiyaskoları sonrası geri adım atan İngiliz hükümetlerinin başlıca hedefi bölgede gelecekte kurulması planlanan “Kürt” devletinin yani “ikinci İsrail’in” temellerini sağlam atmaktı. Bu sebeple İngiltere bölgede sıcak çatışmalara girmekten kaçındı ve Suriye’deki rejim karşıtı unsurları destekleyerek Arap Baharına kadar bir alt yapı oluşturmaya çalıştı. İsrail için bölgede en büyük tehdit olan Suriye’nin teslim alınması sadece bölge için değil dünya için de bir mesaj olacaktı. Yıllarca Suriye’de kardeşçe ve barış içinde yaşayan etnik ve dini grupları birbirlerine düşürmek için İngiltere ve ABD, “barış, demokrasi ve özgürlük” gibi kavramları kullandı. Arap Baharının başlamasıyla beraber Ortadoğu “halklarının” yanında yer aldığını belirten Batı dünyası, rejime karşı savaşan her unsuru meşru görerek rejimin değiştirilmesini ve yerine Batıya daha ılımlı bakan “seküler” bir Suriye kurulmasını destekledi.

1.4.1.Arap Baharına Kadar Olan Dönem

Soğuk savaş sonrası İngiltere ve AB üyesi ülkeler Suriye’yi Bölgesel istikrar ve demokratikleşme sürecine dahil etmişlerdir. Avrupa Birliği ve Suriye ilişkileri bu cihette ekonomik, siyasi ve kültürel alanları da ihtiva eden bir ortaklık antlaşmasını da imzalamayı öngörmekteydi. Irak savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri, Suriye’yi hedef alan bir dizi yaptırım kararı alarak İngiltere ve diğer AB ülkelerine Suriye ile ortaklık antlaşmaları imzalamamaları gerektiğini telkin etti. Özellikle 2005 yılında Refik Hariri’nin suikasta kurban gitmesi manidardı. Suikast sonrası ABD ve Fransa apar topar Suriye’yi suçlamış ve AB-Suriye ilişkileri olumsuz bir hal almıştı. İngiltere Başbakanı Tony Blair Refik Hariri suikastı konusunda Suriye’ye yaptırım uygulanabileceğini ima etmişti.  Lübnan Hizbullah’ı lideri Nasrallah da saldırıyla ilgili ortaya koyduğu belgelerde İsrail’i suçlarken Beşar Esad da saldırıyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “En önemli soru, bundan kimi çıkarı olduğu.” Bu saldırının sonucunda müzakereler askıya alınmış, Suriye’ye verilmesi planlanan imtiyazlar iptal edilmiş ve Suriye fonları da durdurulmuştu. 

İngiltere, bölgede ABD’ye bağımlı haldeydi. ABD’nin Suriye’yi sıkıştırması ve kitle imha silahlarının yayılması konusundaki endişeleri sebebiyle İngiltere ve AB politikalarını Amerikan eksenine kaydırdı ve ABD ile dirsek temasında bulunmayı stratejik olarak tercih etti.  İngiltere, Arap Baharına kadar geçen dönemde özellikle Irak savaşı sonrası herhangi bir ülkeye karşı müdahalede hassastı. Suriye diplomatik sopayla adam edilmeye çalışılan bir hedef haline gelmişti ve batılı ülkeler aldıkları yaptırım kararlarıyla Suriye’yi diplomatik açıdan zorladılar. Arap Baharına kadar inişli çıkışlı seyreden İngiltere- Suriye ilişkilerinde Arap Baharı köprülerin atılması konusunda bir başlangıç tarihi olarak hafızalarda kaldı. 

1.4.2.Arap Baharı Ekseninde Suriye- İngiltere İlişkileri

Suriye’de başlayan karışıklıklarla beraber İngiltere, batılı müttefikleriyle beraber Suriye yönetimini kınamış ve Esad rejiminin meşruiyetini kaybettiğini açıklamıştır. Karışıklıkların şiddetlenmesi ve karşılığında rejimin tedbirlerini arttırması nedeniyle İngiltere’de dozunu yükseltmiş ve Suriye krizi Atlantik bloğuyla Avrasya bloğu arasında mücadele meselesi haline gelmiştir. İngiltere, Esad karşıtı tutumunu uluslararası platformlarda defalarca dile getirmiş ve bu platformlarda Esad yönetimine karşı girişimlere girmiştir, fakat bu girişimler Esad’ı destekleyen Çin ve Rusya sayesinde bir netice alamamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Rusya ve Çin vetosuna takılan bu önerilerden sonra Suriye’nin Dostları adlı bir grup kurulmuş ve İngiltere bu grubun çekirdek kadrosunda yer almıştır. Londra 11’lisi olarak da geçen bu grupta Esad rejiminin Suriye’nin geleceğinde bir rolü olmadığına karar verilmiş ve bu kararın Esad’ın arkasında olan İran, Rusya ve Çin’e benimsetilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca İngiltere, Esad’ın geçiş hükümetinde yerinin olmadığını Haziran 2012’de Cenevre’de düzenlenen konferansta belirtmiş ve konferansa katılan ülkelerle Cenevre bildirisini imzalamıştır. 

Esad rejiminin kimyasal silah kullanmasıyla ilgili ortaya atılan iddialar eşliğinde Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri Suriye’ye bir hava operasyonu olabileceğini beyan etmişlerdir. Özellikle Cameron askeri müdahaleyi isteyen bir tavır içindeydi. İngiliz parlamentosunda yapılan oylamada ret kararı çıkmasıyla Cameron ve müdahale isteyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşamış ve Cameron Suriye’de Esad rejimine karşı olası bir müdahaleye katılmama kararı alan İngiliz parlamentosuna saygı duyduğunu açıklamıştı. 

Ayrıca David Cameron’un isteğiyle İngiliz Genelkurmay başkanı David Richard tarafından Suriye’ye karşı yapılacak olası bir müdahale için gizli bir toplantı yapıldığı gündeme düşmüştü, bu toplantıda Suriyeli isyancılara askeri eğitim, hava ve deniz desteği sunmak üzere planlar yapılmıştı. Yapılan iddialara göre toplantıda asker gönderme konusu gündeme gelmemiş fakat Türkiye’de bir askeri eğitim kampı kurulabileceği belirtilmişti. 

Parlamentoda çıkan ret kararı İngiltere ve ABD arasındaki ilişkilerin sorgulanmasına neden olduysa da İngiltere bölgede Esad sonrası dönemi tasarlamak için ABD ve müttefikleriyle birlikte hareket etmeye devam etti. Suriye’deki kimyasal silahların imhası konusunda girişimlerde bulunan İngiltere, Güvenlik Konseyinde hazırlanan taslağa destek vermiş ve taslak Rusya’nın istediği değişiklikler yapılarak kabul edilmişti. İngiltere, Cenevre konferansında ABD ve Suriyeli muhalifleri Esad yönetimiyle görüşme konusunda teşvik etmişti. Suriye ve Irak sınırında palazlanan IŞİD terör örgütünün gücünü her geçen gün arttırması İngiltere’nin Suriye politikalarında değişikliklere sebep oldu. IŞİD terörünün bitirilmesi İngiltere’de öncelikli hedef oldu. İngiltere, Esad rejimine karşı sert tutumunu değiştirmek zorunda kaldı ve Esad’ın geçiş dönemi hükümetinde yer alabileceğini belirtti. Fakat yine de Esad’ın Suriye’nin geleceğinde bir yeri olmadığını deklare etmekten de geri durmadı. İngiltere Dışişleri Bakanı Philip Hammond, Esad’ın geçiş dönemi hükümetinde yer alabileceğini, fakat bir noktada Esad’ın muhakkak gitmesi gerektiğini, Esad gibi suç işlemiş birinin Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olamayacağını belirtti.   Gelinen nokta gösteriyor ki Esad rejimi ve Avrasyacı olarak niteleyebileceğimiz Rusya-Çin- İran hattı batılıları Esad muhakkak gidecek noktasından “Esadlı geçiş” sürecine ikna ederek diplomatik bir zafer kazandılar. Batı kamuoyunda bu mesele çok dillendirilmese de “Esadlı geçişin” kabulü batı için bir yenilgidir. Esad cephesinden baktığımızdaysa şunu görebiliyoruz ki İngilizlerin sunduğu “geçiş dönemi” planı Esad rejimi için kabul edilebilir değil. Esad verdiği röportajda İngiliz Dışişleri bakanının Suriyeliler yerine Suriye başkanının görev süresini tayin etmeye nereden hak bulduğunu sorguluyor. 

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi batı kamuoyunda kaygıyla karşılanmıştır. Rusya, IŞİDle mücadele için girdiği Suriye topraklarında batının “ılımlı muhalifler” olarak nitelediği hedefleri de yok etmeye başladı. Batıyı ve İngiltere’yi rahatsız eden bu tabloda esasen uluslararası hukuka göre aykırı hiçbir şey yoktu. Rusya, Esad yönetiminin daveti üzerine Suriye’ye girerek uluslararası hukuka uygun hareket etmiş ve Esad’a karşı yani meşru yönetime karşı savaşan tüm kuvvetleri terörist olarak nitelemişti. Rusya’nın bölgeye müdahalesi sonucu denklem karışmıştı. Fransa, Paris’te yaşanan terör saldırıları nedeniyle Rusya’ya yaklaşırken, İngiltere Rusya’nın müdahalesinden rahatsız olduğunu açık bir şekilde göstermişti.  Paris’te yaşanan saldırılar ve İngiltere’nin tutumunu IŞİD başlığı altında daha detaylı inceleyeceğimiz için şimdilik üzerinde fazla durmuyoruz. 
Paris saldırıları sonrası hızlanan diplomatik süreçte taraflar Viyana görüşmelerinde “geçiş hükümeti için anlaşırken Esad’ın geleceği konusunda bir anlaşma sağlanamamıştır. İngiltere ve batılı müttefikleri geçiş hükümeti sonrası Esad’ın mutlaka gitmesi gerektiğini vurgularken İran, Rusya ve Çin cephesi geçiş hükümeti sonrası Esad’ın olup olmayacağına Suriye halkının karar vermesi gerektiğini belirtmişlerdir. Görüldüğü üzere Suriye büyük güçlerin kapışma sahası haline gelmiş ve mücadele Esad yönetiminin varlığı üzerinden sürdürülmüştür. İngiltere, Irak savaşında olduğu gibi yönetimdeki herkesi topyekun tasfiyesini değil sadece Esad ve savaş suçlularının olmadığı ve “ılımlı muhaliflerin” olduğu bir hükümetin kurulması gerektiğini deklare etmişlerdir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder