16 Kasım 2018 Cuma

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2

SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


3. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası 

Batı dünyası 20. yüzyılın sonuna, Sovyet Blokunun dağılmasının yarattığı 
bir öforya, yani aşırı bir iyimserlik ve kendinden hoşnutluk duygusu içinde 
girmişti. Artık Batı sistemi rakipsiz bir biçimde dünyaya hakim olacak ve 
çatışmaları sona erdirecekti. Oysa bunun hemen ardından, her sistemin bir 
“öteki” sayesinde ayak durması kuralına uygun olarak, komünizm biçimdeki 
eski öteki, yerini dinsel bir öteki’ye bıraktı. Artık mücadele Batı (Hıristiyan) 
medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaydı. Bu tez özellikle, 11 Eylül 2001’de 
İkiz Kulelere yapılan saldırıyla resmileşti (Ünsal, 2013: 14). Genellikle 11 Eylül 
2001, dünya düzeninin oluşumunda 1945 veya 1990’a eşdeğerde belirleyici bir 
nokta olarak ele alınır. Gerçekten de bazı yorumcular, 11 Eylül’ün, Soğuk Savaş 
sonrası dönemin gerçek doğasının ortaya çıktığı, eşi görülmemiş küresel 
karışıklıklar ve istikrarsızlıklar döneminin başlangıcı olan bir nokta olduğunu 
savunmaktadır (Heywood, 2013: 271). 

Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi, başarısız 
olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme 
iddiası ile iktidara gelmişti. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin 
özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve 
ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush 
yönetiminde etkin görevlere gelen yeni-muhafazakârların ideolojisi özellikle ilk 
döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön verdi. Amerikan 
küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan 
yeni-muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için 
gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar. Clinton yönetimi  nin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârlar “Amerika’nın küresel 
liderliğini desteklemek” amacıyla 1997’de kurdukları Yeni Amerikan Yüzyılı 
Projesi adlı düşünce kuruluşu çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin 
tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” 
politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül 
saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de 
politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen 
yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini 
ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” 
politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. Bu tür savaşlara 
girişirken de BM gibi uluslararası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu. 

Bush yönetiminin yeni dış politika ve güvenlik anlayışı ve politikaları 
açısından Ortadoğu bölgesi özel bir önem arz ediyordu. Bunun başlıca üç 
nedeni vardı: Birincisi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını 
barındıran bu bölge daha önce olduğu gibi ABD’nin küresel hegemonyası için 
kilit önemdeydi. Üstelik ABD’nin buradaki etkinliği daha önceleri özellikle 
Avrupa ve Japonya’nın Ortadoğu petrollerine olan aşırı bağımlılığı için gerekli 
idiyse, şimdi buna bir de ABD’nin bu bölgeye artan bir şekilde bağımlı olacağı 
öngörüsü eklenmişti. İkincisi, Bush yönetimi ABD’nin hegemonya projesine 
temel direnişin Arap/Müslüman dünyasından geldiğine inanıyordu. Bu 
bağlamda yeni yönetim Samuel Huntington tarafından ortaya atılan 
“Uygarlıklar Savaşı” tezinin parametreleri içinde hareket ediyor görünüyordu. 
11 Eylül saldırıları bu tezleri güçlendirmişti. Öte yandan Irak ve İran gibi 
ülkelerin politikaları ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlama projelerini 
sekteye uğratıyordu. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğinde 
kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu düzeni sorunlarla karşı karşıyaydı. Yukarıda 
anlatıldığı gibi Arap-İsrail Barış Süreci sona ermiş, Irak ve İran konularında 
ABD politikalarına meydan okumalar artmıştı. Son olarak, yeni-muhafazakârlar 
için İsrail’in güvenliği özel bir önem taşıyordu. Yeni-muhafazakârlar içindeki 
Hıristiyan sağı ve Likud yanlısı Yahudileri temsil edenler açısından bölgede 
İsrail’in güvenliğine olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin yeniden 
yapılandırılması bu açıdan da elzemdi. 

Bu genel çerçeve içinde oluşturulan yeni ABD politikası aşağıdaki unsurları içeriyordu: Öncelikle Ortadoğu’da zayıflamakta olduğu düşünülen Amerikan liderliğinin yeniden tesisi ve yeni Ortadoğu düzenine karşı direnişin kırılması gerekiyordu. Bush yönetimi başından itibaren Clinton yönetiminin politikalarının Amerika’yı zayıf gösterdiğini, hem Irak’ta hem de İran’da başarısız olunduğunu iddia ediyordu. Bu çerçevede yeni politika oluşturma çabalarına girişen yönetim Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü bu ülkelere karşı politikasını sertleştirmekten yanaydı. Yukarıda da belirtildiği gibi bu görüş yönetim içindeki yeni-muhafazakârlarca da zaten desteklenmekteydi. 
11 Eylül 2001 saldırıları bu görüşleri güçlendirdi, yönetim içindeki farklılıkları 
törpüledi ve kamuoyu desteği sağladı (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bu çerçevede, Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, Pentagon’a ve Pensilvanya’ya yapılan terör saldırıları Bush yönetiminin dış politikasına yeni öncelikler kazandırdı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının dış politika çıktısı “teröre karşı savaş”tı. Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 sonrası dünyadaki ilk hedefi Afganistan ve Osema Bin Ladin’i avlamaktı. Taliban yönetimindeki Afganistan “Bin Ladin’e ve Kaide teröristlerinin eğitim kamplarına güvenli bir 
liman sağlıyordu” (Ward, 2006: 79). Bu çerçeve de, ilk hareket, Ekim 2001’de 
ABD liderliğinde Afganistan’a yönelik ve Taliban rejimini haftalar içerisinde 
deviren askeri saldırı oldu. Ocak 2002’de Başkan Bush, Irak, İran ve Kuzey 
Kore’yi “şer ekseninin” bir parçası olarak tanımladı ve daha sonra bunu Küba, 
Suriye ve daha sonradan listeden çıkarılmış olsa da Libya’yı içerecek şekilde 
genişletti (Heywood, 2013: 272). 

Bush yönetimin politikasının bir diğer özelliği, yine Clinton döneminin aksine, Arap-İsrail uyuşmazlığının çözümünü bölgesel güvenlik ve istikrar açısından önemli görmemesiydi. Bush yönetimi İsrail’deki Sharon hükümetinin Filistin sorununu büyük ölçüde bir terör sorunu olarak gören yaklaşımını kabul 
etti. Bu çerçevede ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına 
verdi. Öte yandan Clinton döneminden farklı olarak Barış Süreci’nin İsrail-
Suriye ayağını yeniden canlandırmak için hiç çaba göstermedi. Tam tersine 
yukarıda da değinildiği gibi Suriye’yi izole etme politikası güttü. Suriye 
rejimini terörist örgüt olarak nitelediği Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle, 
Irak’ta direnişçilere destek olmakla suçladı. ABD Suriye’nin Lübnan’daki 
vesayetine daha önce göz yumarken, Bush döneminde Suriye’nin Lübnan’dan 
çekilmesi için baskı yaptı. 

Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının son ayağını Büyük Ortadoğu 
Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’da gerekirse askeri güç kullanarak 
demokratikleşme ve ekonomik reformları gerçekleştirme oluşturdu (Altunışık, 
2009: 76). Bu amaçla, Bush’un paradigmasında Arap yarımadasını, Kuzey 
Afrika’yı ve Pakistan’a kadar uzanan hattı bir bütün olarak ele almak ve 
mecburi demokratikleştirme sürecine sokmak bir hedef olarak belirmişti. BOP, 
GOP, GOKAP gibi kısaltılmış isimlerle tanımlanan projenin hedefi, bölgeyi 
demokratikleştirme yoluyla güvenli hale getirmek ve teröre kaynaklık eder 
durumdan çıkarmaktı (Arıboğan, 2013, s.81-82). 

Esasen Clinton döneminde de siyasi ve ekonomik reformların desteklenmesi fikri mevcuttu. Aslında bu politikanın temelleri 1980’lerde uluslararası sistemde başat hale gelen liberal söylemle bir devamlılık arz ediyordu. Uluslararası barış ve refah için liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşması gerektiğine inanan liberal uluslararası siyaset anlayışı özellikle SSCB’nin zayıflaması ve daha sonra iki-kutuplu dünyanın sona ermesi ile liberal müdahalecilik doktrinini de geliştirmişti. Bu dönemde uluslararası kuruluşlara da hâkim olan bu anlayış otoriter ve totaliter rejimlerin ezdiği bireyi korumak için “insani müdahalenin” meşru ve haklı olduğu fikrini ileri sürmüştü. Bush yönetimi bu söylemi daha da geliştirdi ve 11 Eylül’den sonra başlatılan “terörle savaş” stratejisinin bir parçası haline getirdi. Böylece Bush yönetiminde yeni-muhafazakârlık ve liberal müdahalecilik ideolojileri bir araya geldi. Bu doktrin Ortadoğu’da ABD’nin yıllarca istikrarı demokratikleşmenin önünde tutmasını eleştiriyor ve bu politika yüzünden bölgede güçlenen otoriter rejimlerden zarar gören halkların ve sosyal hareketlerin ABD karşıtlığının oluştuğu iddia ediliyordu. Bu görüş demokrasi ve özgürlüklerin terörizmin panzehiri olduğu fikrine inanıyor, dolayısıyla Ortadoğu’da rejim değişikliğini savunuyordu. 

Bush yönetiminin yeni Ortadoğu stratejisinin ilk ve en önemli uygulama 
alanı Irak oldu. Gerçekten Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin yukarıda 
tartışılan temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı 
görünüyordu. ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını 
onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti (Altunışık, 2009: 74-76). 

Bunun sonucunda, ABD ve “gönüllüler koalisyonu” tarafından yürütülen 
2003 Irak Savaşı çıktı. Irak Savaşı’nı tartışmalı yapan şey, Afganistan’a 
saldırının genel olarak bir meşru müdafaa şeklinde yorumlanmasına (Afganistan 
El Kaide’ye ülkesel bir üs sağlamıştı ve El Kaide’yle Taliban arasında güçlü 
siyasal ve ideolojik bağlantılar vardı) rağmen Irak’a karşı savaşın önleyici 
saldırı doktrini çerçevesinde gerçekleştirilmesiydi. Bush yönetimi, Saddam 
rejimiyle El Kaide arasında bağlantılar bulunduğunu (somutlaştırmadan) ifade 
etmesine ve (daha önceki kanıtlarla çelişen bir biçimde) Irak’ın kitle imha 
silahlarına sahip olduğunu iddia etmesine rağmen, temel gerekçe, Saddam’ınki 
gibi ‘haydut’ rejimlerin aktif bir biçimde kitle imha silahları arayışı içerisinde 
olması veya halihazırda elde etmiş olmasının 21. yüzyılda hoş görülemez 
olmasıdır. 

Başlangıçtaki etkileyici başarıya (Taliban ve Saddam’ın Baas rejiminin 
devrilmesi) rağmen ABD ve müttefikleri, hem Afganistan hem de Irak’ta, 
kendilerini beklediklerinden daha sorunlu ve uzun olduğu ortaya çıkan 
savaşların içinde buldular. Her iki savaş da, gerilla savaşı, terörizm ve intihar 
bombalaması taktikleri kullanan düşmanlara karşı karmaşık bir karşı isyan 
savaşlarına dönüştü ve üstün Amerikan gücünün sınırlarına dikkat çekti. 
“Teröre karşı savaşın” yürütülüş temelleri, taktik başarısızlıklar ve stratejik 
zorluklarla oyuldu (Heywood, 2013: 272-273). 

Bu çerçeveden bakılınca Bush yönetiminin politikalarının, Clinton dönemindeki ler gibi, ABD açısından büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir. 

Başka bir deyişle bu politikalar ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında elde edilmiştir (Altunışık, 2009: 77). Öncelikle Irak’ta savaş bittikten sonra ABD, denetimi tamamen elinden kaçırarak aciz kaldı. Başta Şiiler tarafından olmak üzere yapılan bitmez tükenmez saldırılar, ABD/Koalisyon ordusunu tam anlamıyla acizleştirdi. Bu ordu Irak’ı işgal etti, fakat Bağdat’ı bile denetim altına alamadı. Tek yapabildiği, ABD askerlerinden ziyade, “Irak sivil yönetimi” asker ve polislerinin ölmesine yol açmak oldu. Bütün bunların etkisiyle, 2004’e gelindiğinde, yani işgalden bir yıl sonra, ABD’nin koalisyon ortakları sembolik kontenjanlarını çekmeye başladılar. Ovalık Irak, ormanlık Vietnam’ın veya dağlık Afganistan’ın istisnai örnekler olmadığını göstererek, hegemon gücün prestijine büyük bir darbe indirmiş oldu. BBC’ye demeç veren BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Irak işgalini, “BM antlaşmasını ihlal eden gayrimeşru bir eylem” olarak nitelendirdi. Ayrıca, ABD, işkence yapan ve hukuku/uluslararası hukuku tanımayan bir ülke olarak tescil edildi. Ebu Gureyb cezaevinde patlayan ve seksüel aşırılıklarıyla iyice ayağa düşen işkence ortamının simgelediği, ama orada da kalmayan skandallar, ABD’nin uluslararası prestijini dibe vurdurdu. 

Küba’daki ABD askeri üssü Guantanamo’da yapılanlar, Ebu Gureyb’i fazlasıyla 
aştı. Diğer taraftan işgal özellikle ham petrol fiyatlarının hiç hesapta olmayan 
bir biçimde 77 Dolar’ı aşmasıyla, ABD’ye ekonomik olarak da yansıdı. 

Amerikan bütçe açığı baş edilemez bir hal aldı. İlaveten, belki de en önemlisi, 
anti-Amerikanizm bütün dünyada, özellikle Arap ve Müslüman ülkelerinde bir 
tsunami gibi yükseldi ve muhtemelen, terörün gelecek kuşaklarda artarak devam etmesinin beşiğini hazırladı. İşgalden en kazançlı çıkan taraf Iraklı Kürtler oldu. 

ABD’ye dayanan bir Kürdistan, hukuken olmasa bile fiilen kuruldu. Kürtlerin 
yanı sıra İran da kazançlı çıktı. Şii İran dünyası ile Sünni Arap dünyası arasında 
tampon görev yapan Irak üzerinde İran etkisi arttı, ülke, İran ve molla etkisine 
açık hale geldi. Sonuçta, Şii-Sünni gerginliği ve Şiiliğin genel yükselişi 
hızlandı. Arap ülkelerinde Filistin sorununda yaşanan çıkmaz nedeniyle 
tırmanan ABD düşmanlığı körüklendi (Ünsal, 2013: 25-26). 

Yukarıda bahsi geçen nedenlerle, demokratikleşme projesi kısa sürede 
rafa kaldırıldı. Irak’ta yaşanan sorunlar bu ülkenin Bush yönetiminin iddia ettiği 
gibi demokratikleşmesinin önündeki zorlukları ortaya koyarken, bir kez daha 
istikrarın öncelenmesine yol açtı. Diğer Arap ülkelerindeki bir demokratik 
açılımın siyasi İslamcı partileri iktidara taşıyacağının bir kez daha anlaşılması 
ile Bush yönetimi özellikle ikinci döneminde demokratikleşme söyleminden 
tamamen uzaklaştı (Altunışık, 2009: 77-78). 

4. Obama Dönemi ve Arap Baharı 

ABD son derece farklı etnik gruplardan oluşan bir halka sahip olmasına 
rağmen, demokratikleşmenin dünya genelinde desteklenmesi konusunda ülke 
içinde bir konsensüs mevcuttur. Bunun nedeni, dünyada demokrasinin 
yayılması düşüncesinin Amerikan ulusal kimliğinin şekillenme aşamalarına 
kadar geri gitmesi ve Amerikan dış politikasında yerine getirilmesi gereken bir 
misyon olarak görülmesidir. Kapitalizm, bireysel özgürlük ve insan ilerlemesi 
bu siyasal kültürün temel özelliklerini oluşturmaktadır. Amerikalılar bu 
değerleri evrensel olarak görmekte ve tüm dünyanın benimsemesi gerektiğine 
inanmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin yayılması misyonu, Amerikan halkının 
tüm insanlık için iyi olduğuna inanılan liberal demokratik ilkeleri ve insanlık 
tarihi boyunca denenmiş en iyi yönetim biçimi olan liberal demokrasiyi tüm 
dünyaya yaymak ve böylece dünyadaki diğer ulusları kurtarmak için Tanrı 
tarafından seçilmiş bir ulus olduğu yönündeki güçlü inanca dayanmaktadır. 
Bu inanç günümüze kadar varlığını korumuş ve Amerikan dış politikası üzerinde 
etkili olmuştur (Telatar, 2012: 55). 

Özellikle 11 Eylül sonrası Bush Yönetimi altında demokrasi promosyonu 
özel bir şekil almıştır. Demokrasi promosyonu geleneğindeki bu tarzı Bush 
yönetimi “Özgürlük Gündemi” olarak adlandırmış ve ABD’nin büyük 
stratejisini yeniden şekillendirmiştir. Demokrasiyi getirmek için askeri 
müdahalenin gerektiğinde agresif olarak kullanılabileceği tezine dayanan bir 
“zorlayıcı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımın neden ve nasıl geliştiği konusunda 
tartışmalar olsa da, Bush yönetiminin iktidara gelmesinden 11 Eylül 
saldırılarına kadar olan dönemde bu tarz bir zorlayıcı demokrasi promosyonu 
görülmez. Bush’un zorlayıcı politikaya geçmesi bir yandan 11 Eylül saldırıları 
ile bir yandan da ABD’nin maddi kabiliyetlerinin gelişmesi ve içeride yeni-
muhafazakar bir milliyetçi politikanın hakim olmasıyla ilişkilidir. Buna göre, 
eğer Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılır da yerine demokrasiler kurulursa, 
bölgedeki ABD karşıtlığı sona erer, El Kaide gibi örgütlerle de köklü bir 
mücadele mümkün olabilirdi. Bu şekilde ortaya çıkan Bush doktrini 
çerçevesinde ABD Ortadoğu’daki demokrasi projelerine eşi görülmemiş 
miktarlarda kaynak ayırarak, otoriter rejimleri devirmek için yola koyuldu. İki 
temel eksene dayanan bu yaklaşıma göre, liberal/seküler ya da Bush 
yönetiminin deyimiyle demokrasi-yanlısı unsurlar desteklenecekti. Böylece 
kurulacak yeni yönetimle İslamcılar marjinal konuma düşürülüp tasfiye edilecek 
ve ABD’ye tehdit oluşturan İslamcı hareketler de sona erecekti (Duran ve 
Yılmaz, 2012: 28). Bu amaçla, aktif bir politika izleyen ve pek çok resmi 
insiyatife girişen Bush yönetimi, Irak’ta askeri müdahale yoluyla Saddam 
Hüseyin rejimini devirmiş, İran ve Suriye gibi devletler üzerinde büyük bir 
baskı uygulamaya başlamış, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk 
ayaklanmaları sonucu gerçekleşen rejim değişikliklerine dolaylı olarak destek 
vermiştir. 

Ancak bu amaçla gerçekleştirilen rejim değişiklikleri, özellikle de 2003 
yılındaki Irak Savaşı, uluslararası toplumun büyük tepkisini çekmiş, bu 
misyonun imajı üzerinde derin hasarlara neden olmuştur. Bu durumu telafi etme görevi ise yeni başkana, yani Barack Obama’ya kalmıştır. Selefinden oldukça olumsuz bir miras devralan Obama, dış politikasını ABD’nin uluslararası 
imajını düzeltmek ve Bush yönetiminin politikalarının neden olduğu sorunları 
çözmek üzerine oturtmuştur (Telatar, 2012: 56-57). 

ABD’nin küresel liderliğini yeniden canlandırmak amacıyla aktif bir dış 
politika izlenmesinden yana olan Obama’ya göre, bu amaçla yapılması gereken, 
dünyanın ortak güvenliği paylaştığı anlayışına dayalı bir küresel liderlik 
sergilenmesiydi. Obama, Amerikan liderliğini yenilemek için Irak savaşının 
sonlandırılması ve dikkatlerin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki diğer sorunlar 
üzerine yoğunlaştırılması, nükleer silahların yayılmasının engellenmesi, 
terörizme karşı daha etkili bir küresel strateji geliştirilmesi, ortak tehditlerle 
mücadele etmek ve ortak güvenliği sağlamak için ittifakların, işbirliklerinin ve 
kurumların yeniden inşa edilmesi, adil, güvenli ve demokratik toplumların 
desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Obama yönetiminin dış 
politika gündeminde çoğunluğu Bush döneminden miras kalan pek çok sorun ve 
konu vardı. Dolayısıyla Obama, göreve gelir gelmez bu konularla meşgul 
olmaya başladı (Telatar, 2012: 58-59). 

Obama, Haziran 2009’daki Kahire’deki bir açılış konuşmasında, “hiçbir 
yönetim sisteminin, başkaları tarafından bir ulusa dayatılmaması gerektiği ve 
dayatılamayacağına” dikkat çekerek, ABD ve dünya Müslümanları arasında 
“yeni bir başlangıç” çağrısı yaptı. Mart ayında, İran yılbaşına denk gelen bir 
tarihte Farsça altyazılı bir video yayınlayarak ABD’nin İran ile ilişkilerinde 
(özellikle nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiaları doğrultusunda neo-con’lar 
İran’a bilhassa düşmanca davrandı) onlarca yıldır süren gerilimlerin sona 
erdirilmesini istediğini ilan etti ve Tahran’ı saldırgan anti-Amerikan söylemlerini yumuşatmaya çağırdı. Müslüman dünyaya ulaşmak ve daha kapsamlı bir kültürler arasında anlayış oluşturma yönündeki bu çabalar, ABD’nin “teröre karşı savaşı” yürütme biçimini değiştirmeye yönelik diğer girişimlerle bağlantılıydı. Özellikle işkenceye başvurulmasını yasaklayan bir düzenleme imzalandı ve Guantanamo’daki gözaltı kampının kapatılması (fakat Obama’nın görevdeki ilk yılında yerine getirmeyi vaat ettiği bu sözden kısa sürede vazgeçildi) sözü verildi. Filistin sorununda ilerleme kaydedilmesi konusuna da daha fazla vurgu yapıldı (Heywood, 2013: 274). Böylece Obama pragmatik bir dış politika izlemeye çalıştı. 

Böyle bir pragmatist dış politikada demokrasinin yayılmasının yerinin 
Bush dönemi ile benzerlik arz etmesi beklenemezdi. Nitekim Obama, Bush 
yönetiminin iddialı özgürlük gündemini benimsemekten kaçınmıştır. Bush 11 
Eylül sonrası dönemden itibaren dış politikasını dünyada, özellikle de 
Ortadoğu’da, zorba yönetimleri sona erdirmek üzerine oturtmuştu. Ancak Irak 
savaşı demokrasinin yayılması misyonunu hem ülke içinde hem de uluslararası 
alanda tartışmalı hale getirmişti. Dış politikaya bakışını pragmatist olarak 
nitelendiren Obama ise, ideoloji tarafından yönlendirilen bir dış politika izlemek 
istemediğini, İslam dünyasına yönelik Amerikan ulusal çıkarlarını temel alan 
realist bir politika izlenmesi gerektiğini belirtmiştir. 
Dolayısıyla Obama’nın başkanlığı devralmasıyla artık terörizmin kaynağının kurutulması için toplumların dönüştürülmesi ve demokratik ulusların inşa edilmesi yerine, El-Kaide’nin ve diğer radikal ve terörist örgütlerin bu ülkelerde yeniden güç kazanmasının ve ABD’ye karşı yeni saldırılar düzenlemesinin önlenmesine ağırlık verilmiştir (Telatar, 2012: 59). 

Demokrasinin yayılmasının Amerikan dış politikasındaki yerini yeniden 
tanımlayan Obama’nın bu konudaki yaklaşımının temel unsurları dört noktada 
özetlenebilir. Öncelikle, Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına ilişkin 
politikasını genel olarak dış politikasında benimsediği dünya ile yeniden 
angajman ve işbirliği çabaları çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. 
Anti-demokratik rejimlere karşı “sınırlı angajman” politikası izlemeye başlayan 
ve Bush yönetiminin bu devletleri nitelendirmek için sık sık kullandığı “haydut 
devlet” ya da “şer ekseni” gibi uluslararası toplumun tepkisini çeken kavramları 
terk eden Obama yönetimine göre, bir yandan terörizmle mücadele, kitle imha 
silahlarının yayılmasının engellenmesi ya da ekonomik bağların güçlendirilmesi 
gibi çıkarlar üzerinde yoğunlaşılırken bir yandan da bireysel hakların ve 
fırsatların genişletilmesine çalışılacak, yani bu rejimlerle bu çıkarlar konusunda 
yürütülen siyasi diyalog insan haklarını geliştirmek için de kullanılacaktı. 
Dolayısıyla Obama yönetimi demokrasinin yayılması çerçevesindeki 
politikaların bu sorunların çözümüne yönelik insiyatiflere ve küresel işbirliği 
çabalarına zarar vermemesine çalışmıştır. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder