16 Temmuz 2019 Salı

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma.,

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma., 



Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı
15.05.2018

Orta Doğu bölgesinin tarihsel arka planına bakıldığında pek çok iç savaşa ve bölgesel-küresel güç mücadeleye sahne olduğu görülmektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’dan sonra 1948 yılında başlayan Filistin-İsrail veya Arap-İsrail savaşının ardından 1980-1988 Irak-İran savaşı, Irak’ın 1990 yılının Ağustos ayında Kuveyt’i işgali ve 11 Eylül hadisesiyle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin önce Afganistan’ı işgal etmesi, Orta Doğu’nun güç dengelerini değiştirerek bölgemizde yeniden harita ve sınır tartışmalarına yol açmıştır. Bütün bu gelişmelere ilave olarak Orta Doğu’da Aralık 2010’da meydana gelen Arap ülkelerindeki halk gösterileri veya Arap uyanışının bölgede güç boşluğunu ve bölgesel-küresel rekabetlerin de dengesini değiştirmiştir. Arap ülkelerindeki halk gösterileri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki otoriter yönetimlerin değişmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu’da baş gösteren devlet dışı silahlı milis güçleri bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu ortamına ciddi zemin hazırlamaktadır. Söz konusu kaos ortamının ve iç savaşın en tepesindeki ülke olan Suriye’de yaşanan olaylar, ülkeyi bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin alan bulmasında önemli bir konum haline getirmiştir.

Bu bağlamda Orta Doğu’da Arap uyanışının yol açtığı kaotik süreçte Suriye iç savaşı günümüz itibarıyla artık uluslararası çapta önemli bir güvenlik sorunudur. 2011 yılının Mart ayından bu yana halk gösterileriyle başlayarak iç savaşa dönüşen Suriye krizinin çözümü konusunda gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği gerek uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin girişimlerinde atılan adımların çoğundan herhangi bir somut sonuç alınmamıştır. Suriye krizinin iç savaşa evirilmesi bölgesel ve küresel güçlerin dış politikasındaki Orta Doğu stratejileri üzerinde ciddi kırılmalara ve dengesizliklere neden olduğu da ifade edilebilir.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Ali SEMİN
BİLGESAM Orta Doğu ve Güvenlik Uzmanı



http://stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/suriye-de-b%C3%B6lgesel-ve-k%C3%BCresel-stratejik-hesapla%C5%9Fma

ÇİN ABD VE AB YE ALTERNATİF OLABİLİR Mİ,?

ÇİN ABD VE AB YE ALTERNATİF OLABİLİR Mİ., ?



Nurettin AKÇAY


15 Temmuz darbe girişimi, ABD’nin PYD’ye desteği, Türkiye’nin Rusya ile artan ilişkileri, son olarak da S-400 ve F-35 tartışmaları ile Türkiye ve ABD arasındaki gerginlik iyice tavan yapmış vaziyette. 

  Daha ilk günden yeni bir dünyanın içinde yer almaktan söz eden Türkiye, yaşananlar sonrası Avrasya cephesini Atlantik’e karşı ciddi bir alternatif olarak görmeye başladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Kasım 2016’da, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yerine Şanghay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olabileceğine dair bir açıklama yaparak bu eğilimi en yüksek perdeden dile getirmişti. ABD’nin tüm çabalarına rağmen Rusya ile yapılan S-400 anlaşmasından geri adım atmayan Türkiye, son olarak F-35 pilot eğitim programından çıkarılmıştı. Türkiye ve Atlantik arasındaki gerilim her geçen gün artarken, işin sonunun nereye varacağı tam olarak kestirilemiyor. Türkiye ile ABD arasında keskin çizgiler çizilir mi, Türkiye tam bir eksen kayması yaşayıp Rusya-Çin cephesine yaklaşır mı ve ya ABD ile orta yol bulunup gerginlik kademeli olarak düşürülür ve Türkiye eski eksenine geri döner mi? Bu sorular şimdilik cevap bekleyen ve kısa vadede çözülmesi düşünülen konular. 
Bu yazıda yeni müttefik arayışlarının Türkiye için alternatif olup olamayacağını Çin özelinden değerlendirmeye çalışacağım.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Nurettin AKÇAY
Araştırmacı, Shanghai Üniversitesi

http://stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/abd-kar%C5%9F%C4%B1t%C4%B1-s%C3%B6ylemler-artm%C4%B1%C5%9Fken-%C3%A7in-t%C3%BCrkiye-i%C3%A7in-alternatif-olabilir-mi-

***

HAVA SAVUNMA SİSTEMİ TÜRKİYE İÇİN ACİL İHTİYAÇ.,

HAVA SAVUNMA SİSTEMİ TÜRKİYE İÇİN ACİL İHTİYAÇ.,


Hava Savunma Sistemi Türkiye İçin Acil İhtiyaç 

Mustafa KİBAROĞLU 
09 Nisan 2019 


   Türkiye epeydir yerli-milli bir savunma sanayii oluşturmaya, bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Bu konuda bu kadar gecikmiş olmamızın sebeplerini eksik 
demokrasi tarihimizde aramak gerekir. Her on yılda bir askere darbe yaptırılan, bütçeden en büyük payı aldığı halde hiçbir silahını üretemeyen güdümlü bir 
NATO ülkesi iken şimdi tankını tüfeğini kendisi yapıyor. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koyduğu hedef “2023’e savunma sanayiinde tam bağımsız girebilmek”.

 Zaruretin aciliyeti hava savunma sistemleri mevzuunda görüldü son olarak. Batılı müttefiklerimiz hava savunma sistemlerini Türkiye’ye hem satmadı hem de ülkenin belli bölgeleri hava saldırılarına açık iken Çin ya da Rusya’dan alınması fikrine itiraz etti.

Tehdit artarken Türkiye de kararını verdi. PKK’yı ağır silahlarla donatan ABD, Rus yapımı S400 füzelerinin alımıyla ilgili “endişeliyiz” derken Cumhurbaşkanı 
Erdoğan imzaların atıldığını ifade etti bile.

Peki, tüm bu süreçler nasıl yaşandı, S400’lere ihtiyacımız mı, NATO sistemine entegrasyonu mümkün mü, MEF Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası 
İlişkiler Bölüm BaşkanıProf. Dr. Mustafa Kibaroğlu ile konuştum.

Kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi ve uluslararası güvenlik konularında çalışan Kibaroğlu Ocak 2006 - Ocak 2013 tarihleri arasında Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan NATO Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde danışmanlık yaptı. 2016’dan bu yana da ROKETSAN’da bilim grubu üyesi.

Türkiye’nin gerçek anlamda bir “hava savunma sistemine” ihtiyacı var mı? 

Tüm canlılarda savunma en temel içgüdülerden biridir. 
Dolayısıyla, tarih boyunca insanların topluca yaşadıkları ortamları savunmak için önlem almaları en doğal davranışlardan biri olmuştur. Günümüzde, modern ulus devlet yapılarında da savunma en öncelikli konulardan biri olmaya devam etmektedir. 
İçinde bulunduğumuz uluslararası sisteme, yani devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerine baktığımızda, birçoğunun bir ya da daha çok ülke ile sorunları  olduğunu görebiliyoruz. Uluslararası ilişkilerde yaşanan sorunların çözümü için devletlerin temel olarak iki yönteme başvurdukları gözlemlenmektedir. 

Bunlardan bir tanesi siyasi çözüm yöntemidir. Bir diğer deyişle diplomasinin ve uluslararası hukukun araç ve yöntemlerini kullanarak belli noktalarda anlaşmak suretiyle tarafların sorunun çözümü konusunda mutabık kalmasıdır. Bir diğer yöntem ise, diplomatik girişimlerden sonuç alınamaması sonrasında, ya da diplomasiye hiç başvurulmadan doğrudan, askeri güç kullanılması yoluyla tarafların amaçlarına varmak istemesidir. Dolayısıyla, her devlet, tarihin 
herhangi bir döneminde, diğer devletlerle olan ilişkilerinin herhangi bir safhasında kendisine karşı askeri güç kullanılması yoluna gidilebileceğini hesaba 
katarak önlemler alır. Bu önlemlerin bir kısmı sahip olunan değerlerin korunmasına yönelik savunma sistemlerinin kurulmasını gerektirir. 

Ülkelerin, bu sistemlerin neler olması gerektiğini doğru bir şekilde belirleyebilmeleri için de tehdit değerlendirmesi yapmaları gerekir. Tehdit değerlendirmesini yaparken dikkat edilmesi gereken en önemli husus diğer ülkelerin sahip oldukları askeri imkan ve kabiliyetler ile niyetleridir. Hangi ülkenin sizin devletinize karşı ne gibi niyetleri olabilir ve hangi imkan ve kabiliyetlere sahiptirler, bunları çeşitli istihbarat yöntemlerini kullanarak bilmek zorundasınız.

HAVA SAHAMIZI 360 DERECE SAVUNMAK ZORUNDAYIZ

Türkiye'nin savunması bakımından durum nedir? 

Türkiye’nin savunması konusunda da, yakın çevremizden başlayarak uluslararası sistemde şu ya da bu düzeyde ilişkide olduğumuz ülkelerin bizimle ilgili ne 
gibi niyetleri söz konusudur ve hangi imkan ve kabiliyetlere sahiptirler bunlara bakmak lazım. Bu tespitleri yaptığımızda, fazla uzağa gitmeye gerek yok, 
daha sınırlarımızın hemen ötesinden başlayan coğrafyada bir çok ülkenin oldukça donanımlı hava gücüne, yani uçaklara, balistik füzelere ve seyir füzelerine sahip olduklarını görebiliyoruz. Bu durum Türkiye’nin sadece doğu ve güneydoğu komşuları için değil, adeta 360 derece tüm komşularımız için geçerli dir. 

Yakın komşularımızın Türkiye ile ilgili niyetlerini de aklımıza getirdiğimizde, sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri hesaba kattığımızda, ortada dikkate alınması gereken bir tehdit olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.Devleti yönetenler, tehditler karşısında “bir şey olmaz” mantığı ile değil, “ya olursa” prensibi ile hareket etmek zorundadırlar. Dolayısıyla, karşı karşıya bulunulan tehdidin bir boyutu diğer ülkelerin sahip oldukları hava gücünden kaynaklanıyorsa, 
bu durum karşısında muhakkak önlem alınması gerekir.

Türkiye’nin hali hazırda sahip olduğu kısıtlı sayıda ve kısıtlı kapasitede hava savunma sistemleri bulunmaktadır. Ancak, sahip olunan sistemler, güncel ve 
gelecekteki tehdidin boyutları dikkate alındığında kesinlikle yeterli olamayacağı açıktır. İşte tam da bu sebepledir ki, Türkiye aslında oldukça uzun bir süredir 
kapsamlı hava savunma sistemi kurmak çabası içindedir.

 HAVA SAVUNMA İHTİYACIMIZ ACİL 

Acil bir ihtiyaç mı bu? 

Aciliyet de sonuç itibarıyla göreceli bir kavramdır. Esas bakılması gereken, potansiyel tehdit aktüel hale geldiğinde, yani bir saldırıya uğradığınızda, 
o saldırıya karşı koyabileceğiniz savunma sistemleri yerli yerinde midir, yoksa, değil midir? Biraz önce bahsettiğim, tehdidi oluşturan iki temel unsurdan 
biri olan niyetlerin tespit edilmesi ve buna dayalı olarak bir öngörüde bulunulması son derece zordur. En gelişmiş istihbarat toplama imkanlarına sahip ülkeler dahi, kendilerine tehdit oluşturduğunu bildikleri aktörlerin ne zaman, nerede ve ne kapsamda bir saldırıda bulunacaklarını tespit etmeleri her 
zaman mümkün olmamıştır. Bu sebepledir ki, uluslararası güvenlik ve askeri tarih literatüründe “sürpriz saldırı” en önemli konu başlıklarından biri olmuştur. 

Türkiye’nin hemen güneyinde uzun yıllardır yoğun çatışmalar devam etmektedir. Bu süreçte topraklarımıza yönelik bir kısmı hava unsurlarının kullanıldığı 
saldırılar ya da tacizler olmuştur. Bundan sonra da olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünmek abartılı olmayacağına göre, Türkiye’nin hava savunma 
ihtiyacının acil bir ihtiyaç olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

1991'DEN BERİ ARAYIŞ İÇİNDEYİZ

Türkiye ilk ihaleye 2013’te çıktı. Jeopolitik açıdan, çalkalanıp duran bir coğrafyanın tam ortasında ve 90 sonrası güney sınırımız fiilen tehdit üretiyor 
olsa da vaktiyle Rusya, Yunanistan daha öncelikli olarak tehdit algısı üreten komşularımızdı. Sorum şu; güvenlik ihtiyacı bu kadar yüksek bir ülke iken
“hava savunma sistemi sahibi olmayı istemek” için neden 2013’ü bekledik? 

Az önce söylediğim gibi, Türkiye çok uzun yıllardır hava savunma sistemlerine sahip olmak için girişimlerde bulunmuştur. En azından 1991 Körfez Savaşı’na 
kadar geri gidebiliriz. O savaş sırasında Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın işgal ettiği Kuveyt’i kurtarmak için bölgeye gelen ve büyük çoğunluğunu 
Amerikan askerlerinin oluşturduğu Koalisyon Kuvvetleri’nin konuşlandırıldığı Ürdün’e, Suudi Arabistan’a ve hatta İsrail’e Irak’ın attığı SCUD füzelerine karşı 
Amerikan Patriot hava savunma sistemlerinin kullanılması tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Bu tarihten itibaren, Türkiye olarak, hem NATO içinde, hem ikili düzeyde askeri stratejik ilişkilerimizin olduğu Amerika’dan Patriot hava savunma bataryalarını almak için girişimlerde bulunduk. Türkiye ile ABD arasında süren görüşmelere, 1990’lı yılların ortalarında Türk-İsrail ilişkilerinde hızlı gelişmeler kaydedilmesi ve askeri boyutun bu ilişkilerde ön plana çıkmasıyla, İsrail de dahil oldu ve İsrail-ABD ortaklığında geliştirilen “Arrow-II” adlı hava savunma sistemi geliştirme projesine Türkiye’nin de dahil edilmesi olasılığı gündeme geldi. Ancak, bu konuda uzun yıllar süren görüşmelerden bir sonuç alınamadı.

BATI, TÜRKİYE'YE NEDEN SİLAH SATMIYOR? 

Başta ABD olmak üzere müttefikimiz olan Batılı ülkeler Türkiye’nin temel bir güvenlik ihtiyacını, -üstelik “neyse parası verilecek” olmasına ve silah sektöründeki rekabetin şiddeti ortada iken- karşılamak konusunda neden bu kadar isteksiz? ABD ve diğer müttefik Batı ülkelerinin hava savunma sistemi satmamasının, tabiri caizse ayak sürümesinin sebebi nedir? Türkiye teknoloji transferi de istediği için bir tür teknolojik kıskançlık mı? Bir süre sonra kendi hava savunma sistemini kurarak kendilerine bağımlılıktan çıkacak olmasından kaynaklı bir kar-zarar hesabı mı?

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’nin hava savunma ihtiyacını karşılamak yönünde girişimlerinde belirleyici unsur, satın alınması düşünülen 
sistemlerin fiyatından ziyade, ülkemize sağlayacağı hava savunma yeteneği ve en az onun kadar önemli olan, alınacak sistemlerin zaman içinde teknoloji 
paylaşımı ve ortak üretim yoluyla Türkiye’de de üretilmesi idi. Sanırım, girişimlerimizden sonuç alınamamasının bana göre belirleyici sebebi bu yöndeki 
ısrarlı ancak haklı talebimizdi.

TEKNOLOJİK SIR PAYLAŞMAK İSTEMİYORLAR

Nasıl? 

 Örnek vermek gerekirse, önceki sorunuza cevap verirken bahsettiğim “Arrow-II” projesinde Türkiye’nin, beklenenin aksine, yer alamamasının ardında, 
gerek İsrail’in, gerek ABD’nin Türkiye ile en ileri seviyedeki bilim ve teknolojinin kullanıldığı silah sistemine ait sırları paylaşmak istememesi olduğu söylenebilir. Bu konuda Amerikalı yetkililer, ABD’nin değil asıl İsrail’in Türkiye ile teknoloji paylaşımı konusunda çekinceleri olduğunu ifade ederken, İsrailli yetkililer de asıl ABD’nin böyle bir paylaşım konusunda çekinceleri olduğunu vurgulamaktadırlar. 

Türkiye, müttefiklerinin benzer tutumuna, 1960’lardan itibaren nükleer güç santralleri kurmak istediğinde da maruz kaldı. Türkiye’nin sivil nükleer alanda bilimsel ve teknolojik kazanımlarını, zaman içinde özellikle Pakistan ile işbirliği yaparak askeri kullanıma çevireceği endişesini Batılı dostlarımız her dönemde yaşamışlardır ve ne yapıp edip Türkiye’nin bu yöndeki girişimlerinin sonuçsuz kalmasını sağlamışlardır. Nitekim, Türkiye nükleer alanda da, Batı’dan umudunu kesince Rusya ile işbirliği yapma yoluna gitti. Bu konu muhakkak ayrıca tartışılmalı.

YUNANİSTAN'IN S300'LERİ 


Yunanistan’ın yine Rusya'dan satın aldığı S300 kullanımına izin varken Türkiye’nin S400 alımı neden sorun oluyor? 

Öncelikle bir konuyu netleştirmekte yarar var. S-300 bataryasının Yunanistan’ın askeri envanterine girmesi, 1997-98 yıllarında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Rusya’dan bu silah sistemini almakta ısrar etmesinin karşısında Türkiye’nin kararlı bir duruş sergilemesi sebebiyle, çözüm olarak bataryanın Yunanistan’ın Girit Adası’na yerleştirilmesi sonucu olmuştur. Türkiye bu konuda müttefiklerini olası bir çatışmaya tırmanabilecek bu girişim hakkında birçok kez uyardı ancak pek de sonuç alınabildiğini söylemek mümkün değil.

SİLAH SİSTEMLERİ VE ASKERİ DOKTRİNLER

Bu konuda Türkiye'de de farklı ve tartışmalı görüşler var? 

Geçenlerde, Anadolu Ajansı için yazdığım bir analizde değindiğim bu konuyla ilgili olarak bazı uzmanların eleştirilerini okudum. Şöyle deniliyor: “... 

Kıbrıs Rum Kesimi NATO’ya üye değildir, dolayısıyla, NATO’nun ittifaka üye olmayan üçüncü bir ülkenin silah alımına itiraz etmesi ... söz konusu olamazdı.” 
Burada bir konu unutulmuş. Yunanistan bir NATO üyesi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ilişki düzeyi ve aralarındaki sıkı bağlar herkesin malumu. 

Hepsinin ötesinde Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında Kıbrıs Barış Harekatı’nı takip eden dönemlerden itibaren ortak askeri doktrin 
geliştirildi ve buna bağlı olarak her yıl düzenli bir şekilde askeri manevralar gerçekleştiriliyor. Eğer S-300 bataryası Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne 
konuşlandırılmış olsaydı, Türkiye’nin Ada’ya olası askeri müdahalesi söz konusu olduğunda Yunanistan, ortak askeri doktrin çerçevesinde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ortak askeri doktrin çerçevesinde birlikte hareket etmeyecek miydi ve S-300leri kullanmayacaklar mıydı?

Aynı konuyla ilgili olarak daha vahim bazı değerlendirmeler yapılıyor ve şöyle deniliyor: “... 1990’lı yılların Rusya’sıyla günümüz Rusya’sı arasında dağlar 
kadar fark vardır ... Komünizmin ve SSCB’in çökmesi sonrasındaki dönemde kolu kanadı kırılmış, askerlerini beslemekten bile aciz o günün Rusya’sıysa, 
bırakın NATO tarafından tehdit olarak görülmeyi ... sattığı silahlar kimseyi kaygılandırmamaktadır.” Bu mantığı anlamak gerçekten güç. Rusya’nın 1990lı 
yıllar boyunca içinde bulunduğu zor şartlar herkesin malumudur. Ama yine unutulan önemli bir husus var. O da, Rusya, SSCB’nin onbinlerce nükleer 
silahını devraldı ve bunların önemli bir kısmı o “aciz” olduğu şartlarda bile operasyonel durumdaydı. Bu sebepledir ki, Rusya SSCB’nin dağılmasından 
hemen sonra “Yakın Çevre Doktrini” ile ulusal çıkarlarına karşı olabilecek en ufak girişimde dahi nükleer silahlarını kullanabileceğini tüm dünyaya duyurdu. 
Silah sistemleri hakkında teknik bilgiye sahip olmak, o sistemlerin uluslararası ilişkiler açısından etkisini değerlendirmek için yeterli olmaz!

NATO S300'Ü İNCELEYEBİLMEK İÇİN SES ÇIKARMAMIŞ OLABİLİR 

Peki. Sorumu hatırlatayım: S-300 bataryasının Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ya da Yunanistan’a konuşlandırılmasına NATO müttefiklerimiz neden karşı çıkmadı da Türkiye'nin alımı için "endişeliyiz" diyorlar? 

Bunun birçok sebebi var. Unutmayalım, Yunanistan’ın gerek ABD, gerek AB nezdindeki lobi yeteneği ve bağlantıları, hemen her konuda Türkiye ile olan 
ilişkilerinde kendisine avantaj sağlamıştır. Ancak, S-300 krizi özelinde bakarsak farklı bir sebep daha sayabiliriz. 
O da, başta ABD olmak üzere NATO   müttefiklerimiz S-300 sistemini her yönüyle rahatça inceleyebilmek, teknolojik özelliklerini detaylı bir şekilde anlamak istemiş olabilirler. Bu sebeple de müttefik ülke Yunanistan’a gelmesine ses çıkartmak istememiş olabilirler. Bu olasılığı da hesaba katmak gerekir.

S400 YENİ NESİL TEKNOLOJİ 

S300 ile S400 arasında nasıl bir fark var? Türkiye’nin tercihi neden S400? 

S-400’ler, S-300’lerin çok daha gelişmiş ve operasyonel etki alanı daha geniş olan bir versiyonu. Yani, bir sonraki nesil teknoloji kullanılıyor. 

Evet, S-300’lere nazaran daha az test edildiği söyleniyor ancak konunun yerli ve yabancı uzmanlarının görüşü bu yönde.

LOBİLER ÇALIŞIR, TESLİMATLAR PÜRÜZSÜZ OLMAZ

Diyelim ki süreç neticelendi, füzelerin yerleştirilmesi, entegrasyonu vesaire ne kadar zaman alır?

İran, on yıldan fazla bir süre önce, henüz S-400’lerin geliştirilmediği dönemde Rusya’dan S-300’ler almak için sipariş vermişti. İran’ın kısa sürede almayı umut ettiği bataryalar, diğer faktörlerin yanı sıra özellikle İsrail’in bu gelişmeden endişe duyarak Rusya nezdinde yaptığı lobi girişimleri sebebiyle yıllarca geciktirilerek daha geçen sene teslim edildi. Türkiye’nin bu kadar beklemesi umulmuyor tabiki. Ancak, unutmamak gerekir ki, stratejik silah sistemlerinin teslimatları pek de pürüzsüz olmaz. Bunun birçok örneği mevcuttur. Siyasi gelişmeler, silah sistemi satışından kaygı duyan çevrelerin lobisi ya da baskısı sonuç verebilir. Türk tarafında en üst düzeyde yapılan açıklamalardan Rusya’dan S-400 alımı sürecinin sonuna gelindiği anlaşılıyor. 

Bu konuda Rusya’dan benzer bir açıklamayı ben henüz görmedim. Ancak, Türk tarafının açıklamasının muhakkak bir zemini vardır diye düşünüyorum. 
Alınacak sistem sayısı, toplam maliyeti ve teslim süresi konusunda basına yansıyan resmi bir bilgi yok. Bazı tahminler mevcut ama ben bir tahminde 
bulunmak istemem. Bekleyip göreceğiz.

ENTEGRASYON İÇİN ARAYÜZ GELİŞTİRİLECEK

2013’te açılan ilk ihaleyi en düşük ücreti veren ve Türkiye’nin şartlarını kabul eden Çin kazandı ama iki-üç yıl süren tartışmalar sonrasında ihale iptal edildi. 
Şimdi malum, Rusya ile sona yaklaşılıyor. Yine Batıdan sitemler, olmazlar, hatta tehditler geliyor. Önce şunu sorayım. Bu itirazların teknik açıdan bir değeri 
var mıdır? NATO sistemiyle entegrasyon sorunu olur mu? 

 Gerek Çin, gerek Rus hava savunma sistemlerinin Türkiye’de konuşlandırılması NATO açısından elbette sorun yaratır. Çünkü her iki ülke de NATO’nun müttefiki değil ve ortak operasyonel kapasite geliştirmiş değiller. O sebeple, Türkiye’nin Çin firmasından hava savunma sistemi almak girişimi sırasında bu konu yoğun biçimde dile getirildi. Türk uzmanlar, teknik açıdan çözüm yöntemleri olduğunu ve geliştirilebilecek “arayüz” denilen bir mekanizma ile satın alınacak sistemin NATO sistemi ile entegrasyonunu sağlayabileceklerini ortaya koydular. Ancak, o dönemde benim de konu hakkında görüşlerini aldığım çok üst düzey bir NATO yetkilisi, “evet teknik açıdan bu mümkün olabilir ama biz bu fikirden hoşlanmıyoruz” şeklinde ifade kullanmıştı. 

Benzer yaklaşım bugün Rus sistemi ile bağlantılı olarak sergileniyor. Bu durumu anlamak mümkün. Tabii ki ideal olanı, Türkiye’nin önemli bir üyesi olduğu 
NATO ittifakı içindeki ülkelerden bu sistemleri makul fiyatlara satın almak, zaman içinde teknoloji paylaşımı ve ortak üretim de yaparak tüm Türkiye 
topraklarının hava savunma sistemleri ile donatılmasını sağlamak olmalı.

FÜZE KALKANI YETERSİZ 

Ancak, burada unutulmaması gereken birbiriyle bağlantılı iki husus var: Bunlardan birincisi, Batılı müttefiklerimizin bize bu sistemleri bizim arzu ettiğimiz şartlarda satmaya yanaşmamaları ve biz Çin’den ya da Rusya’dan almak gibi bir girişimde bulunduğumuzda bunu engellemek ya da süreci uzatmak için “gelin görüşelim” diye tekrar masaya dönmek istemeleri. Bu konuda Türkiye sanırım epey tecrübe kazandı.

İkinci husus ise, Türkiye, NATO’nun “Füze Kalkanı” olarak bilinen ortak hava savunma sisteminin içinde olsa dahi tamamen coğrafi ve teknik sebeplerle 
hava sahasının tümünün İttifak tarafından korunması mümkün olmayacaktır. 

Bu sebeple, bir şekilde, ek hava savunma sistemine sahip olması gerekecektir. 
Bunu da ya satın alma yoluyla, ya da kendisi geliştirmek yoluyla yapabilir. Üçüncü bir ihtimal yok. Satın almak konusundaki sıkıntıları anlattım. 

Kendi savunma sanayimiz ile geliştirmesi hedefi konulmuştur ama bu zaman alacaktır.

PATRİOTLARI EN KÜÇÜK KRİZDE GERİ ÇEKTİLER 

Tüm bunları dile getirdiğiniz zaman, “Füze Kalkanı’nın kapsama alanı dışında kalan bölgelere müttefikler tarafından Patriot veya benzeri sistemler 
yerleştirilebileceği” söyleniyor. 
Evet, bu mümkün ve örnekleri de var. Ama yine unutulmaması gereken iki husus bulunmakta. Birincisi, Haziran 2012’de Suriye tarafından askeri uçağımız düşürüldüğünde, konuyu NATO’ya taşıdığımızda, talep ettiğimiz hava savunma sistemleri Aralık 2012’de yani 6 ay sonra ancak konuşlandırılabildi. Bu, özellikle bir kriz yaşanması durumunda, oldukça uzun bir süre ve sebebi önemli ölçüde siyasidir.

Bununla bağlantılı ikinci husus ise, Suriye sınırına yakın bölgelere Patriot bataryalarını konuşlandıran Hollanda ve Almanya, Türkiye ile yaşadıkları siyasi sorunlar sebebiyle, daha iki yıl geçmeden sistemlerini geri çekme kararı aldılar. 
Dolayısıyla, ülke güvenliği açısından stratejik önem arz eden askeri sistemlerin siyasi polemikler yaşanması sonucunda kolayca geri çekilebilecek olmasını da hesaba katmak gerekir.

TÜRKİYE'NİN HAVA GÜCÜ CAYDIRICI GÜCE SAHİP 

Türkiye'nin daha fazla gecikmeden hava savunma sistemine sahip olması gerektiği açık. Ama şu da mühim: S400 ile birlikte Türkiye hava savunması 
bakımından tam bir caydırıcılığa sahip olabilecek mi? 

Hava savunma sistemlerinin caydırıcılığı her zaman için kısıtlıdır. Bu yöndeki etkisi, daha ziyade, elinde kısıtlı sayıda hava gücü olan ülkelerin etkili sonuç 
alamayabileceğini düşündürtmektir. Yani, düşmanın “uçaklarımı ya da füzelerimi kullanırsam ve bunlar hedeflerine varmadan yok edilirlerse o zaman askeri 
gücüm zayıflar” diye bir düşünceye kapılmasını sağlayabilir. Esas caydırıcı olan derin vuruş yeteneği içeren hava gücüdür. Bir başka deyişle, saldırı yapılan 
ülkenin iç bölgelerine, korunaklı olduğu düşünülen bölgelerine, yani stratejik derinliğinin ötesine erişebilecek menzile sahip uçaklar ve balistik ya da seyir 
füzeleri caydırıcılık sağlar. Bu kapasiteyi geliştirmek önemlidir. Türkiye’nin uçak kategorisinde kayda değer hava gücü mevcuttur. Bu çerçevede, F-16’ların 
uçuş sürelerini ve dolayısıyla menzillerini fazlasıyla uzatan havada yakıt ikmali yapabilen tanker uçaklar ile operasyonel alanda koordinasyonu sağlayan 
erken ihbar AWACS uçakları TSK’nın envanterinde bulunmaktadır. Bu yönüyle Türk Hava Kuvvetleri’nin caydırıcı güce sahip olduğunu düşünebiliriz.

S400 ALIMI STRATEJİK SONUÇ DOĞURMAZ

Türkiye’nin ilk nükleer santralini Ruslar yapıyor. Cenevre görüşmelerinin “dostlar çözüm arayışında görsün”den ibaret olduğunun anlaşıldığı noktada Türkiye ve Rusya Astana sürecinde garantör olup yol aldı, Suriye’de güvenli bölgeler oluşturuyor. Yani artan işbirlikleri stratejik bir sonucun kilometre taşları sayılmalı mı? 
Önce müsaadenizle bir ufak düzeltme yapayım. Akkuyu’da Ruslar tarafından kurulan nükleer santral Türkiye’ye ait değil, Rusya’ya ait. 
Türkiye topraklarında Rusların kurdukları, sahip olup işletecekleri bir santral. Türkiye üretilecek elektriği alma garantisi veriyor. Zaman içinde de belli oranda hisseye sahip olacak. 

Rusya ile, sizin de bahsettiğiniz önemli konularda stratejik seviyede işbirliği yapılıyor. Şimdi de S-400 alımı söz konusu. Ancak, bütün bunlar Türkiye ile 
Rusya’nın bir ittifak ya da benzeri bir yapı içinde, her konuda birlikte hareket edecekleri anlamına gelmez. Bunun sebebi, hem uzun tarihsel ilişkilerin halen 
daha zihinlerde yarattığı karşılıklı güven eksikliği, hem de, günümüzde, her ülkenin diğer her ülke ile belli sürelerle sorunlar yaşaması ama yine belli 
sürelerle ortaklıklar geliştirmesine imkan verecek, hatta bunu zorunlu kılabilecek, bir konjonktürden geçiyor olmamız şeklinde özetlenebilir.
Kaldı ki, bazı ülkelerle işbirliği yapmaktan dolayı diğer bazı ülkelerle işbirliği yapılmayacağı anlamına da gelmez. Bunun somut bir örneğini verebilirim. 

Hindistan sivil nükleer enerji alanında 2003 yılından itibaren ABD ile çok yoğun ilişki içinde ve bu alandaki kazanımlarının askeri alana yansıtılmayacağının 
garantisi yok. Pakistan da bu durumdan son derece rahatsız. Hindistan, ayrıca, askeri alanda İsrail ile nükleer başlıklı füze fırlatabilen denizaltı ve uzay 
sistemleri geliştirilmesi ve benzeri ileri teknoloji gerektiren konularda işbirliği yapıyor. Aynı Hindistan, Rusya ile üstün yeteneklere sahip savaş uçağı da 
geliştiriyor. Ama, ABD ya da İsrail Hindistan’ın bu girişiminden endişe duyduğunu dile getirmiyor. Türkiye’nin girişimlerini, içinde bulunduğumuz konjonktürü de dikkate alarak, “şu sistemi savunuyor o zaman bu Transatlantik çidir”, ya da “bu sistemi savunuyor o zaman bu Avrasyacıdır” gibi klişe ve anlamsız yaftalamalar kullanmadan analiz etmek gerekir.

2023 HEDEFİ: TAM BAĞIMSIZ SAVUNMA SANAYİ 

 Türkiye epeydir yerli-milli bir savunma sanayii oluşturmaya, bağımlılıktan kurtulmaya çalışıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koyduğu hedef “2023’e savunma sanayiinde tam bağımsız olarak girebilmek”. Sivil alandan bir uzman isim olarak değerlendirir misiniz; şu an nitelik ve nicelik açısından ne durumdayız?  

Savunma sanayii, bilim ve teknolojinin sınırlarının zorlandığı oldukça gelişmiş altyapı, insan gücü ve tabii ki mali kaynak gerektiren bir alan. Dolayısıyla 
bu alanda tam bağımsızlık hedefine varmak için devletin, özel sektörün ve üniversitelerin tam bir koordinasyon içinde uzun vadeli projelerle çok sıkı 
çalışmasının sağlanması gerekir. Bu yönde atılacak bütün adımların muhakkak her bakımdan fazlasıyla geri dönüşleri ve kazanımları olacaktır. 

Ne kadar erken bu yönde koordineli çabalar arttırılırsa o kadar fazla yol alınır ve daha kısa sürede hedefe yaklaşılır. Şu an, eskiye nazaran çok daha 
ileri safhalarda olduğumuzu söylememiz mümkün. Ancak, ülkemizin karşı karşıya olduğu tehditler değerlendirildiğinde daha yapılacak çok iş olduğunu 
söylemek yanlış olmaz. Unutmayalım, başlamak bitirmenin yarısıdır.

FETÖ'NÜN TEMİZLENMESİYLE TSK DAHA GÜÇLÜ

Türkiye karşı karşıya olduğu tehditler; FETÖ’nün devletimize-TSK’ya verdiği zarar ve PKK’nın güney sınırımızda ABD eliyle devletleştiriliyor olması 
bakımından değerlendirirsek; Türkiye askeri açıdan yeterli donanım ve operasyon gücüne sahip mi gerçekten? 

Geçen yıl yaşadığımız darbe girişiminin yarattığı travmanın toplumumuzun hemen her kesiminde halen hissedilmekte olduğunu düşünüyorum. 

İnsan ister istemez kendine hep şu soruyu soruyor: darbe girişimi başarılı olsaydı ülkemiz bugün nasıl bir durumda olacaktı? Türk Silahlı Kuvvetleri yaşanan darbe girişiminden muhakkak ki sayısal anlamda en fazla etkilenen kurumumuz olarak öne çıkıyor. Ancak, askeri kurumlar açısından asker sayısı, silah kapasitesi ve teknik donanım ne kadar önemli ise, disiplin, inanç ve moral de en az o kadar önemlidir. Ben, Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi iken, 
Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulan NATO Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde Ocak 2006 ile Ocak 2013 yılları arasında Akademik Danışman statüsünde yarı zamanlı olarak 7 yıl görev yaptım. Çok sayıda değerli TSK mensubu ile birlikte çalışma fırsatım oldu. 

Haklarında kumpas kurularak yıllarca hapis yatmalarına sebep olan suçlamalarla karşılaştıklarında dahi “bunu da bir görev olarak görürüz, vatan ve millet için ne gerekiyorsa yaparız” dediklerini hep hatırlıyorum. Gerçek bir Türk askeri, başka orduların 5 hatta 10 askerine bedeldir demek fazla abartılı olmaz. 

Bunu sağlayan, disiplin, inanç ve vatan sevgisidir. İçlerinde yuvalanmış yapının bertaraf edilmesinden sonra silahlı kuvvetlerimizin çok daha güçlü bir konuma geldiğine inanıyorum. 

Bu sebeple, hiç bir ülkenin ülkemizin şu an içinden geçmekte olduğu zorluklar dan istifade etmek gibi büyük bir hataya düşmeyeceğini umarım. 
Ağır bedel öderler!

Bu Yazı 7 Ağustos 2017 Tarihinde Star Gazetesi'nde Yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/8918/-hava-savunma-sistemi-turkiye-icin-acil-ihtiyac/#.XS2q9FKP7IU

***


13 Temmuz 2019 Cumartesi

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 5

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 5



Gökalp, Türk halkının milliyetini “dili dilime uyan, dini dinime uyan” ifadesiyle tanımlamakta ve Türk halkının kendi diliyle konuşan, kendi dinine mensup her ferdi Türk saydığını söylemektedir. Diğer bir ifadeyle halka göre Türk demek Türkçe konuşan Müslüman demektir. Yani Türk halkı, Türk olmak için dil ve din birliğini kâfi görüyordu (Gökalp, 1973: 22). Gökalp, Türklük için “kan” ve “soy” birliğine lüzum görülmediğini ve “kanı kanıma uyan” şartını yukarıdaki şartlara ilave etmediğini açıkça belirtmektedir (Gökalp, 1980: 33-34). 

Dolayısıyla Gökalp Türkleri ortak soy ve aynı kandan gelen etnik (etnos) bir grup olarak tanımlamamaktadır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, Gökalp’in Türk tanımı etnogenez olarak tanımlanabilecek bir yaklaşım değildir; 

Yeni Türkiye’ye gelecek gayr-i Türkler ancak Türkleşmek ve Türklüğe temessül etmek arzusu ile gelebilirler... Milliyet de, din gibi <tastik ve lisanen ikrar>> şartlarına bağlıdır. Lisaniyle <> deyen ve samimi olarak kalbinde bu kanaati taşıyan her fert Türktür... Türk olmak için Türk doğmak kâfi değildir. Türk gibi duymak, Türk gibi düşünmek, bilhassa Türk gibi irade edip Türk gibi çalışmak ta lâzımdır. 
Kimin ve ne dereceye kadar Türk olduğunu ancak içtimaî sireti gösterecektir. O halde <fedakârlıklarda bulunandır>> diyebiliriz (Gökalp, 1980: 35, 37). 
Gökalp, “Eskinin Mukavemeti” isimli makalesinde ulus (millet) kavramının “kavim” anlamında kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Bu tartışma ulus kavramının devletle ilişkisine açıklık getirmektedir. Ona göre; <> tâbîrinden bazı lisan bilmez gazetecilerin, politikacıların anladığı mânâyı murad etmiyorum. Onlar millet kelimesini <> mânâsında kullanıyorlar... 
Bizce millet siyâsi bir nüfûza, yani bir 

<>ne mâlik bir cemaattır. Binaenaleyh <> mutlaka bir millettir. 
Fakat Türk, Rum, Kürt, Arnavut, Bulgar, Ermeni unsurları gibi Osmanlı milletinin içtimaî bünyesine dâhil olunan hey’etler birer millet değil, bir <>den 
ibarettir.... Lisan ve edebiyata gelince bunlar ancak <> olabilirler. Osmanlı lisanı <>dır. Osmanlı Edebiyatı <>dır. 
Fakat Osmanlı milleti <> değildir. Osmanlı milleti Türk milleti de dâhil olduğu halde birçok kavimleri müştemildir. Bir Türk siyasi hayat itibârıyla Osmanlıdır; fakat içtimaî hayat itibarıyla Rumdur, Arnavuttur, Araptır, Ermenidir (Gökalp, 1982b: 25-26). 

Ulusalcılık mefkûresinin (ideal/ülkü) gelişmesi için bir cemaatin, diğer bir ifadeyle ortak bir ulusalcılık vicdanının/şuurunun olması gerekmektedir. 
Durkheim’in kullandığı kollektif/sosyal vicdan (İng. collective conscience) kavramının yerine Gökalp mefkûre kavramını kullanmıştır. Mefkûrelerin tüm 
bireyleri birleştirici gücü vardır ve bir cemaatin üyeleri arasında maşeri vicdanyaratır. Maşeri vicdan şimdiyi ve geleceği şekillendirir (Gökalp, 1976: 68). 
Gökalp, mefkûreyi ulusa eşitlemekte ve böylece ulusal vicdan onun en merkezi kavramı haline dönüşmektedir (Gökalp, 1976: 67). 

Bu fikir Durkheim’in kutsal-dünyevi ayrımından alınmadır. Durkheim, bir klanın bayrağı/sembolü olan totemin bu klanın tüm üyelerini birleştirdiğini söylemektedir. 
Gökalp, bu yaklaşımdan etkilenerek mefkûrenin, yani ulusal mefkûrenin, bireyleri birleştirdiğini söylemektedir. Bu noktada mefkûre toplum ile aynı anlama gelmektedir. Mefkûre hem çekicidir (kutsal bir yapısı vardır) hem de korkutur (cezalandırılma korkusu). Bu ikinci özellikten dolayı birleştiricidir. 
Gökalp, Meşrutiyet’ten önce bir Türk ulusunun olmadığını, çünkü böyle bir fikrin farkında bile olunmadığını söylemektedir. 
Toplumun bir Türk ulusu  oluşturduğunun farkında olabilmesi için toplumsal olgular hakkında bilinçli olması gerekmektedir. Bu bilinçli algılar maşeri tere’ilerdir (ma’şeri vicdandaki şuurlu idrakler/toplumsal tasavvur) (İng. collective representations). Gökalp, mefkûreyi maşeri tere’ilere eşitlemektedir. Mefkûrelerin hepsi önemli olmakla beraber, aralarında kıymetleri açısından fark vardır ve vatan mefkûresi diğer mefkûrelere esastır (Gökalp, 1982a: 52, 60-61). Gökalp’in sözünü ettiği ortak vicdan bir kez oluştuktan sonra kısa zamanda toplumun tamamına yayılır. Milli tesanüdün (toplumsal dayanışma) kaynağı milli ahlaktır. Milli ahlak, milli mefkûre ve milli vazifelerin toplamı demektir. Bu durumda millet hem bir cemaatin üzerinde yaşadığı toprak parçası hem de o cemaatin harsı demektir. 
Millet, milli hars demektir. Milli harsın özellikleri ve detayları iyi anlaşıldığında vatan sevgisi doğmaktadır. Vatan da milli hars olarak tanımlanan oluşumdur. Bunun yanısıra medeniyet ahlakı da milli tesanüdün etkili olması açısından önemlidir. Milli ahlak tek bir milletle sınırlı iken, medeniyet ahlakı milletin ve ümmetin sınırlarını aşarak beynelmilel bir boyuta ulaşır. Milli tesanüdün gelişebilmesi için milli ahlak ve medeniyet ahlakı birlikte geliştirilmelidir. 
Bu sürece mesleki vicdanın geliştirilmesi de eşlik etmelidir (Gökalp, 1973: 80-81, 84-85). 

Türkler için millet mefkûresi Türkçülüktür ve bunun kökleri milli harstır. Eğer Türkler milli mefkûreden yoksun olurlarsa, milli iktisattan da yoksun olurlar 
(Gökalp, 1973: 72). 

Yukarıda değinildiği gibi bir diğer önemli mefkûre devlet mefkûresidir. Devlet kendi başına bir güç kaynağı oluşturamaz. Devletin gücü millet ve ümmetten gelmektedir. Millet, devlet ve ümmet mefkûrelerinin her biri farklıdır ve hepsi kutsaldır. Özet olarak, “Cemiyet, harsî bir zümre olarak nazara alınırsa millet adını alır. Siyasi bir zümre itibar olunursa devlet adıyla anılır. Âhlaki bir zümre mahiyetinde görülürse vatan diye anılır” (Gökalp, 1982a: 59). Bu fikirler temelinde Gökalp’in mefkûre kavramı genişlemektedir; masallar ve dini inançlardan, âhlaki, yasal, hatta iktisadi kavramlara kadar toplumun ruhunun ifadesi olan herşey mefkûreyi oluşturabilir. Gerekli olan tek koşul bunların hepsinin maşeri tere’ilere dayanmasıdır. Ma’şeri tere’iler, ma’şeri vicdandaki şuurlu idraklerdir. Yani toplumsal olguların topluluğun ma’şeri vicdanında şuurlu idrakler halinde bulunmasıdır. Bunlar bazen iyi, güzel, doğru gibi kıymet duygularıyla karışık olabililer (Gökalp, 1973: 67, 69). 

Gökalp’in sözleriyle özetleyecek olursak, “Cemiyet... vatan, millet, devlet, halk adlarını verdiğimiz müşterek vicdanlı heyetten ibarettir” (Gökalp, 1982a: 60). 
Gökalp’in mefkûreyi bir topluluğa/cemiyete, buradan da milli mefkûreye bağlaması onun kuramının özgün yanını ve milliyetçiliğinin temelini oluşturmaktadır. 
Durkheim’in yaklaşımında objektif (şe’ni) ve ulusal olmak üzere iki tür tarih olduğunu söyleyen Gökalp, objektif tarihin vakaları olduğu gibi görmeye 
çalıştığını, tamamıyla bilimsel bir niteliğinin olduğunu ve bunun sosyolojiyle birleştiğini söylemektedir. Ulusal tarih ise farklıdır ve amacı pedagojiktir. 
Çocukların kendi uluslarını sevmesini sağlar. Bu anlamda bir sanat kolu gibidir ve eğitim boyutu vardır. Özet olarak, ulusal tarih bir ulusun vicdanı/şuurudur. 
Objektif tarih insaniyetin hafızasıdır, ulusal tarih ise ait olduğu milletin vicdanıdır (Gökalp, 1982a: 195-196). 

Berkes, Gökalp’in fikirlerinin dayanağının ırk veya halk, hatta ulus bile olmadığını, “devlet” olduğunu yazmaktadır (Berkes, 1985: 211). İnalcık’a göre 
de Gökalp’in görüşünde tarihi gelişmelerin gerçek ünitesi medeniyetler değil, ulus ve(ya) devlettir. Tarih, zamanla ortadan kalkmayacak olan milli tarihler 
şeklinde bölünür. Devletler, geçici değil, sürekli ve kalıcı kuruluşlardır (İnalcık, 2000: 25, 28). İnalcık’ın sözleriye ifade edecek olursak, Gökalp, “Kanunla (emirle) yapılan devrimlerin, sosyal realitenin direnci karşısında kalacağını, kültürün devamlılığını savunmuş, değişmenin bir sosyolojik sürece bağımlı olduğu noktası üzerinde daima ısrarla durmuştur” (İnalcık, 2000: 30). 

Konuyu bu açıklıkla tartışmayan Gökalp şöyle demektedir; “Devlet ve yurt kurumları ulusal ülküye dayanırsa, hayatları sonsuzdur. Bireylere dayanırlarsa, 
yıkılmaya mahkûmdur... Devletler kesinlikle ulusal ülkülere dayanmalı ve her yurt, ne olursa olsun, bir ulusun yurdu olmalıdır ki, yaşayabilsin...O hâlde, 
görüyoruz ki dil topluluğu, aynı zamanda ‘devlet’ ve ‘yurt’ kavramlarını da kapsar” (Gökalp, 2005: 102-103). 

Sonuç;

Gökalp’in Türkçülük, İslam ve muâsırlaşma (medeniyet) sorunu etrafında geliştirdiği çözümlemeler onun özgün toplum modelinin ve bu modele göre geliştirdiği siyasi programın temelinde yatmaktadır. Öz Türk kültüründen beslenen Türkçülük, insanın iradi eseri olan ve kozmopolit değerler barındıran medeniyetten ayrılmaktadır. Gökalp’e göre Türk kültürünü koruyarak Avrupa medeniyeti içinde yer almak mümkündür. Benzer şekilde, Türkçülük Osmanlı mirasını da reddetmektedir çünkü Osmanlı medeniyeti birçok medeniyetin etkisi altında oluşmuş suni bir oluşumdur ve kozmopolit değerler barındırmaktadır. Gökalp, Türk ulusunu hem kavmi köklerinden hem de ümmet çevresinden kopararak ortak bir dil, din ve milli ahlak/terbiye temelinde tanımlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp’in görüşlerini Turancılık ya da etnik milliyetçilik olarak tanımlamak bir yanılgıdır. Gökalp’e göre Türk ulusunun tanımı “ortak soy” ya da “aynı kanı taşıyan” şartını içermemektedir. 

Bu makalede tartışıldığı gibi, Gökalp’in Türkçülük üzerine yazdıkları bir bütün olarak ele alındığında, geliştirdiği ulus tanımının köklerinin kavmi olmadığı, 
bunun yerine millet ve vatan mefkûrelerinin yüceltildiğini görmekteyiz. Gökalp, yaşadığı dönemde etkili olan Pantürkçülük (Turan), (Pan)Osmanlıcılık (imparatorluk) ve Panislamcılık (ümmet) ideolojilerini reddetmektedir. 
Bu ideolojiler geniş kapsamlıdır ve ona göre, zamanın gerçeklerine uymamaktadır. Aynı zamanda bu üç ideolojinin sınırlarının ve birleştirici öğelerinin net olmaması, (ana)vatan kavramının gelişimini engelleyen bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir. Gökalp’in görüşlerinin temelinde kültür üzerinden tanımlanan ulus ve vatanseverlik kavramları vardır. 

Batı’da yaşanan devlet ve ulus inşası sürecine paralel düşünen Gökalp için devlete aidiyet ve bağlılık esastır. 


Kaynakça;

Atabaki, Touraj (2000), Azerbaijan: Ethnicity and the Struggle for Power in Iran (London: I.B. Tauris Publishers). 
Balayev, Aydın (2004), “Sosyo-Politik Örgütlenme (1988-1997)”, Ersanlı, Büşra ve Hüsamettin Mehmedov (Der.), Sözün, Sazın, Ateşin Ülkesi: Azerbaycan (İstanbul: Da Yayınları): 87- 95. 
Bayat, Ali Haydar (1998), Hüseyinzâde Ali Bey (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını). 
Berkes, Niyazi (1954), “Ziya Gökalp: His contribution to Turkish nationalism”, Middle East Journal, 8 (4): 375-390. 
Berkes, Niyazi (1985), Felsefe ve Toplumbilim Yazıları (İstanbul: Adam Yayınları). 
Connor, Walker (1978), “A nation is a nation, is a state, is an ethnic group is a”, Ethnic and Racial Studies, 1 (4): 377-400. 
Deniz, Faruk (2006), “İmparatorluktan Ulus Devlete Geçişte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Arayışları”, DÎVÂN İlmi Araştırmalar, 21 (2): 35-62. 
Durkheim, Emile (1960), The Division of Labor in Society (New York: The Free Press of Glencoe). 
Durkheim, Emile (1972), Giddens, Anthony (Der.), Selected Writings (Cambridge: Cambridge University Press). 
Durkheim, Emile (1973), Bellah, Robert N. (Der.), On Morality and Society (London: The Universtiy of Chicago Press). 
Georgeon, François (2002), “Yusuf Akçura”, Bora, Tanıl (Der.), Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, 
Milliyetçilik, Cilt 4 (İstanbul: İletişim Yayınları): 505-514. 
Gökalp, Ziya (1973), Türkçülüğün Esasları (İstanbul: Varlık Yayınları). 
Gökalp, Ziya (1976), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol (Ankara: İnkılap ve Aka Yayınevi). 
Gökalp, Ziya (1977), Makaleler III: Milli Tetebbular Mecmuası’ndaki Makaleler (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 283, Ziya Gökalp Serisi II, 13). 
Gökalp, Ziya (1980), Makaleler IX: Yeni Gün-Yeni Türkiye-Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar 
(Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 359, Ziya Gökalp Serisi, 15). 
Gökalp, Ziya (1981a), Makaleler VIII (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 388, Ziya Gökalp Dizisi, 18). 
Gökalp, Ziya (1981b), Makaleler V (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 337, Ziya Gökalp Dizisi, 16). 
Gökalp, Ziya (1982a), Makaleler VII: Küçük Mecmua’daki Yazılar (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 387, Ziya Gökalp Dizisi, 17). 
Gökalp, Ziya (1982b), Makaleler II (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 361, Ziya Gökalp Dizisi, 21). 
Gökalp, Ziya (2005), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak (İstanbul: Bordo-Siyah, Türk Klasikleri-İnceleme). 
Hanioğlu, Şükrü M. (2005), “II. Meşrutiyet Dönemi ‘Garbcılığı’nın Kavramsallaştırılmasındaki Üç Temel Sorun Üzerine Not”, Doğu Batı, 31: 55-64. 
Heyd, Uriel (1950), Foundations of Turkish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp (London: Lusac and Company Ltd.). 
Hostler, Charles Warren (1957), Turkism and the Soviets (London: George Allen & Union Ltd.). 
İnalcık, Halil (1964), “Social change, Gökalp and Toynbee”, Cultura Turcica, 1 (2): 209-223. 
İnalcık, Halil (2000), “Ziya Gökalp: Yüzyıla Damgasını Vuran Düşünür”, Doğu Batı, 3 (12): 9-33. 
Karakaş, Mehmet (2008), “Ziya Gökalp’e Yeniden Bakmak: Literatür ve Yeniden Değerlendirme”, 
Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 11: 435-476. 
Kırımlı, Hakan (2005), “İsmail Bey Gaspıralı, Türklük ve İslam”, Dogu Batı, 8 (31): 147-176. 
Landau, Jacob M. (1995), Pan-Turkism: From Irredentism to Cooperation (London: Hurst & 
Company). Landau, Jacob M. (2004), Exploring Ottoman and Turkish History (London: Hurst & Company, London). 
Mardin, Şerif (1983), Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1985-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları). 
Özyurt, Cevat (2005), “Milletleşme sürecinde Ziya Gökalp’in Medeniyet Arayışı”, Dogu Batı, 8 (31): 179-198. 
Parla, Taha (1989), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (İstanbul: İletişim Yayınları). 
Sezer, Baykan (1988), “Ziya Gökalp Üzerine İki Değerlendirme”, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllığı 1): 226-240. 
Spencer, Robert F. (1958), “Culture process and intellectual currents: Durkheim and Atatürk”, 
American Anthropologist, 60 (4): 640- 657. 
Swietochowski, Tadeusz (1985), Russian Azerbaijan 1905-1920: The Shaping of National Identity 
in a Muslim Community (Cambridge: Cambridge University Press). 
Swietochowski, Tadeusz (1996), “National Consciousness and Political Orientations in Azerbaijan, 
1905-1920”, Suny, Ronald Grigor (Der.), Transcaucasia, Nationalism, and Social 
Change: Essays in the History of Armenia, Azerbaijan, and Georgia (Ann Arbor: The University of Michigan Press): 209-238. 
Tokluoğlu, Ceylan (1985), “The Durkheimian Influence on Gökalp's Sociology and Nationalism”, 
Yayımlanmamış Master Tezi, ODTÜ, Sosyoloji Bölümü, Ankara, Türkiye. 
Tokluoğlu, Ceylan (baskıda), “Ziya Gökalp: Turancılıktan Türkçülüğe”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 84. 
Uzunel, Nurgül (2010), “Azerbaycan Türklüğünün Kahramanı Mehmet Emin Resulzâde (1884- 1955)”, 
Turan-Sam, Turan Stratejik Araştırmaları Merkezi Dergisi, 2 (7): 69-75. 
Vakkasoğlu, Ziya (1984), Tarih Aynasında Ziya Gökalp (İstanbul: Cihan Yayınları), Sayı 68. 
Zenkovsky, Serge A. (1960), Pan-Turkism and Islam in Russia (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press). 

DİPNOTLAR;

1-Bu yazıda nation kelimesinin karşılığı olarak ulus kullanılmıştır. Başka yazarlara referans verildiğinde bu yazarlar millet kelimesini kullanmışlarsa, 
orijinal metne sadık kalınmıştır. 
2-Yazarın bu konu üzerine yazılmış yayımlanmamış yüksek lisans tezi bulunmaktadır. 
Gökalp-Durkheim ilişkisine dair yapılan tartışma sözü geçen yüksek lisans tezindeki bazı genel fikirlerin kısa bir özetidir. Bk. Tokluoğlu, 1985. 
3- Bk. Tokluoğlu, baskıda. 
4- Resulzâde’nin hayatı ve eserleri hakkında bk. Uzunel, 2010: 69-75. 
5- Heyd, Ülken’e referans vererek Gökalp’in Durkheim’le 1912’den sonra ilgilenmeye başladığını ve bu konuda arkadaşı Hüseyinzade Ali Bey’in etkisi olduğunu 
söylemektedir (Heyd, 1950: 32). 
6- Gökalp’e göre şuur ve vicdan kelimelerinin ikisi de Fransızca’daki conscience kelimesinin karşılığıdır (maşeri vicdan/umumi vicdan). Ona göre Fransızlar şuur 
kelimesini psikolojide, vicdan kelimesini ise sosyolojide kullanmaktadır, fakat her ikisi de conscience demektir. Gökalp vicdan kelimesini tercih etmektedir. 
Gökalp’in kuramında vicdan, bir konunun dini, âhlaki, siyasi, hukuki, lisani, bedii, iktisadi, mantıki olarak değerlendirilmesi, kıymetler demektir. 
Vicdan, bu kıymetleri ruhumuzda yaşamamız demektir. Kıymetler, içtimai şe’niyetin (toplumsal gerçekliğin) oluşmasını sağlar ve objektif değil, subjektifdirler. 
Bireyler, farkında olmadan ve kendi kişisel hislerinden ve yargılarından bağımsız olarak kıymetleri dışsal ve bağımsız bir gerçeklik olarak içselleştirirler 
(Gökalp, 1981a: 130). 
Kıymetlerin kaynağı cemiyetin kendisidir (Gökalp, 1981a: 130-131) ve “her milletin kıymet duyguları kendisine mahsustur” (Gökalp, 1981b: 41). 
İçtimai şe’niyet bir milletin vicdanında yaşayan tüm kurum ve itikatlardan oluşmaktadır (Gökalp, 1981a: 26, 131, 136). 
7- Heyd, Gökalp’in İstanbul’da olduğu dönemden itibaren “kıymet” terimi yerine “mefkûre” terimini kullanmayı tercih etttiğini belirtmektedir 
(Heyd, 1950: 48, bir numaralı dipnot). 
8- Atabaki’nin belirttiğine göre Osmanlı idaresi millet tanımının bu yeni anlamını benimsemiş ve kullanmaya başlamıştır, fakat bu kullanım sürgündeki genç 
Osmanlılar arasında tepkilere yol açmıştır. Mesela Namık Kemal millet teriminin ulus olarak kullanılmasını eleştirmiş ve millet terimini sadece dini cemaat 
anlamında kullanmıştır. 
Atabaki, Osmanlı İmparatorluğu’nda ümmet ve millet terimlerinin genellikle sırasıyla Müslümanları ve Hristiyanları tanımlamak için kullanıldığını; 
fakat İranlıların, Osmanlı toplumunun Müslüman kesimini ümmet (ommat) olarak değil de, millet (mellat) (mellat-e Osmaniyeh) olarak gördüklerini 
belirtmektedir. Atabaki bunun Osmanlıların kendilerinin ümmet ve millet kavramlarına yükledikleri anlamlar arasındaki önemli farkın gözardı edilmesi olarak 
yorumlamaktadır (Atabaki, 2000: 17, 19). 
9- Heyd’e göre Gökalp hars kavramını Arapça kökenden türetmiştir ve bu Fransızcadaki karşılığına tam olarak uymamaktadır. Hars kelimesi kısa zamanda 
Türkçeye geçmiştir, fakat daha sonradan kültür kelimesi harsın yerini almıştır. 
Önceleri Gökalp harsı milli değerlerin toplamı olarak tanımlamış ve irfan veya medeniyet kavramlarını, kültür ve medeniyeti birbirinden ayrıştırmadan, 
aynı anlamda kullanmıştır. Fakat 1918’den itibaren hars, irfan (genel anlamda bilgi veya eğitim anlamında) ve medeniyet kavramlarını net olarak 
ayırmıştır (Heyd, 1950: 63). 
Yine Heyd’e göre Gökalp hars ve medeniyet ayrımını dolaylı olarak Alman sosyolojisinden (Tönnies’in Gemeinschaft ve Gesellschaft ayrımı) almış görünmektedir 
(Heyd, 1950: 66). Gökalp, kültür kelimesinin Fransızcadaki karşılığının irfan, Almancadaki karşılığının ise hars olduğunu söylemektedir 
(Gökalp, 1981b: 37, 2 numaralı dipnot). Yine Gökalp, “Türkçülerin hars dedikleri şey, ne Fransızların culture’ü, ne de Almanların kültürü’dür” demektedir 
(Gökalp, 1973: 97). 
10- Gökalp’e göre dinler gibi imparatorluklar da medeniyetlerin oluşmasında rol oynamışlardır. Harslar bir medeniyet çerçevesinde çözülüp, ortadan kalkabilse 
bile, ekseriye halk arasında dil ve örfler saklanır, imparatorluklar parçalandığı zaman bu harslar yeniden hayat bulur. Böylece hars birliğine dayanan milletler ortaya çıkar (İnalcık, 2000: 24). Yine Gökalp’e göre aslında medeniyetler de kültürlerin karşılaşmasından ve karışmasından meydana gelerek yükselir. Dolayısıyla Gökalp’e göre milletler zaman içinde Batılılaşacaktır ve öyle olmalıdır (İnalcık, 2000: 29). 
11- Özyurt, Gökalp’in önceleri an’ane (gelenek) kavramına yüklediği işlevi 1917 yılından itibaren örf kavramına yüklediğini söylemektedir. Bu noktadan sonra an’ane kavramı belli bir medeniyet dairesindeki milletlerin ortak düşünme ve davranış tarzını ifade etmek için kullanılmıştır (milletlerarası). Örf ise toplumun vicdanını temsil etmektedir (milli) (Özyurt, 2005: 192). 
12- Gökalp, ruh-ı âmme veya ruh-ı umumi kavramını bir cemiyetin vicdanı, efkâr-ı âmme kavramını ise cemiyetin yalnızca sesi olarak tanımlamakta 
ve “değişici”, “yanılmaya maruz” olduğunu söylemektedir. Ruh-ı âmme bir milletin bizzat vicdanıdır. Ruh-ı âmme daima sâkit ve sakindir, efkâr-ı âmme ise her zaman faal ve nâtıktır. Bazı efkâr-ı âmme hareketleri, ruh-ı efkâr-ı âmmenin hareketlerine benzeyecek kadar ona yaklaşabilmektedir, ancak onların hareketlerinden doğan neticelere yol vermezler. Gökalp, Montegut’nün ruh-ı âmme adını verdiği içtimai vicdana örf demektedir (Gökalp, 1981b: 126-129,132).

***

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 4

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK. BÖLÜM 4



Benzer şekilde millet aynı ırk ve kavmiyet demek de değildir, çünkü cemiyetler ırkan saf ve kavmiyetçe halis değildirler. Gökalp’e göre “Kavim, aynı anadan, 
aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir. 
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Halbuki, cemiyetler kablettarih (tarihten önceki) 
zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildir” (Gökalp, 1973: 18). Dolayısıyla saf bir kavmi Türkçülükten bahsetmek mümkün değildir. Yalnız terbiye yoluyla 
geçen sosyal özellikler önemlidir (Gökalp, 1973: 18-19). Millet, aynı imparatorluk dâhilinde ortak bir siyasi hayat yaşayanların oluşturduğu bir yapı 
da değildir. Mesela, Osmanlı İmparatorluğu’nda değişik milletlerin aynı çatı altında birleşmiş olmalarından hareketle, Osmanlı İmparatorluğu’nun umum 
tebaasına “Osmanlı milleti” demek hatalıdır. Ayrıca, millet, bireylerin kendi keyiflerine ve menfaatlerine uygun olarak seçtikleri bir cemiyet de değildir 
(Gökalp, 1982a: 226-227; Gökalp, 1973: 17-23). 

Özetle Gökalp’e göre ne ırki, ne kavmi, ne de coğrafi Türkçülük vardır. 

Gökalp’in Türkçülüğün temelini oluşturan hars ve ulus kavramları, medeniyet ve ümmet kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Aşağıda önce hars ve medeniyet arasındaki farklar, ikinci olarak da ümmetten ulusa geçiş tartışılacaktır. 

3. Ümmet-Medeniyet ve Türk ulusu-Türk harsı 

Gökalp’in Türkçülük ve ulus kavramları, hars ve medeniyet arasındaki karşıtlıktan hareketle tanımlanmaktadır. Yukarıda değinildiği gibi Gökalp 
önceleri hars ve medeniyeti birbirine zıt bir ilişki içerisinde ele almıştır. Hars ve medeniyet birbirini içermeyen, birarada var olması imkânsız iki alan olarak 
tanımlanmıştır. İnalcık, Gökalp’in “Hars ve Medeniyetin Münasebetleri” (1918) başlıklı makalesine dayanarak, daha sonraları medeniyet tanımının sınırlarını genişlettiğini ve muhtelif harsların karışımından oluşan medeniyete kültüre yakın özellikler tanıdığını belirtmektedir. Medeniyetlerin de kültür gibi dini, âhlaki, hukuki, muakalevi, bedii (estetik), iktisadi, lisani ve teknik hayatı vardır. Son geldiği noktada bir medeniyet, belirli coğrafi sınırlar içinde birçok kavim ve devletleri içine alabildiği gibi, bir ulus zamanla medeniyet değiştirebilir. Orta Asya’da iken Uzak Şark medeniyet dairesine, İslâmi Sultanlık döneminde Orta Doğu medeniyet dairesine dâhil olan Türkler, hars birliğine dayanan ulus olunca Batı medeniyeti dairesine girmişlerdir. Gökalp’e göre birbirine zıt medeniyetler, aynı cemiyet içinde yanyana yaşayamazlar (İnalcık, 2000: 23). 
Sezer de, Gökalp’in hars ve medeniyeti ayrı alanlar olarak gördüğünü ve medeniyetin, uluslararası niteliği nedeniyle kültür alanına zarar verilmeden alınıp değiştirilebildiği ni düşündüğünü söylemektedir. 
Dolayısıyla Doğu medeniyet alanından Batı medeniyet alanına kolayca geçmek mümkündür (Sezer, 1988: 230). 

Genel hatlarıyla bakılacak olursa, hars milli, medeniyet ise milletlerarasıdır. Hars, bir milletin dini, âhlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisani, iktisadi ve fenni hayatlarının toplamıyken, medeniyet birden fazla ülkenin benzer ögelerini içermektedir. Hars doğal bir gelişmenin sonucudur ve toplumsaldır. Medeniyet ise sunidir ve fertlerin iradesiyle meydana gelmiştir. 

Dolayısıyla Batı medeniyetini taklit etmek tehlikelidir ve Türkiye’ye özgü Türk harsı bilinmeli ve korunmalıdır. Batı medeniyeti ikincil, Türk harsı ise birincil 
olmalıdır. Buradan hareketle Gökalp Osmanlı medeniyetinin Türk, Acem, Arap harsları üzerinden İslam dinine, Şark medeniyetine ve zamanla Garp 
medeniyetine ait kurumları bünyesine alarak oluştuğunu söylemektedir.10 

Ayrıca medeniyetler tarihsel olarak belli harsların ürünü olmuştur, fakat medeniyetler harstan doğduğu halde komşu milletlerin medeniyetlerinden 
birçok kurum almıştır. Dolayısıyla, bir medeniyet ancak bir harsa “aşılandığı” zaman uyumludur. Sonuç olarak güçlü bir millet olmak için harsi bilincin 
geliştirilmesi şart olur (Gökalp, 1973: 29-40). 
Bu tartışma bir başka açıdan da önemlidir. 
Gökalp’in “Hars ve Medeniyetin Münasebetleri” (1918) 
makalesinde belirttiği gibi, “bir kavmin bütün şubeleri aynı dinin ve aynı devletin velâyeti altında birleşerek umumî bir tesanüde tâbi olunca, hars da kısmîlikten kurtularak tamamiyle kavmî bir mahiyet alır” (İnalcık, 2000: 23). 


Bu noktada Gökalp’in kavim ve ulus arasındaki çözemediği gerilim bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Gökalp bir yandan ulus aynı ırk ve kavmiyet demek değildir derken, öte yandan harsın kavmi özü üzerinden ulus fikrini işlemekte dir. 

Bu çerçevede Gökalp, Türkiye’de canlı ve cansız an’anleri birbirinden tefrik (ayırt etmek) etmenin çok kolay olduğunu söylemekte ve bunun nedenini aşağıdaki gibi açıklamaktadır; 

      ...bizde <> dediğimiz bir mecmua vardır ki, bütün unsurları cansız an’anelerden ibarettir. Yine bizde <> adını 
verdiğimiz başka bir manzûme vardır ki bu da baştan başa canlı an’anelerden mürekkeptir... Bugün inkılâpçı Türkiye inkılâp yaparken yalnız Osmanlı medeniyetini değiştiriyor. Osmanlı medeniyeti Şark medeniyetidir. Şark medeniyeti de İslâm medeniyeti değil, Şarkî Roma medeniyetinin devamıdır... Türklüğümüze ve İslâmlığımıza gelince bunların mecmuuna <> nâmı verilir... <> hayatı yaşayan bir Türk halkı vardı. Osmanlı medeniyeti bunun üzerine çökmüş, şimdiye kadar görünmesine mâni olmuştu. Şimdi o, yeni bir Bozkurt’un rehberliği ile, bu ergenokondan, sağlam, dâhi bir millet olarak meydana çıkıyor (Gökalp, 1980: 39-40, 42). 

Yukarıdaki fikirden anlaşıldığı gibi Gökalp Türk halkının ve onun harsının bastırılmış olduğunu söylemektedir. Bu noktada hars ve medeniyet ayrımı Gökalp için son derece önemlidir. Berkes, çoğu insanın kültür ve medeniyet ayrımı veya ırk ve nationality ayrımı üzerinde Gökalp’in ısrarla yaptığı vurguyu anlamadıklarını söyledikten sonra, yazdıklarından Batı karşıtı aşırı milliyetçilik (şovenizm) ve ırçılık doktrinini çıkarsamanın hayretle karşılanacak birşey olduğunu söylemektedir (Berkes, 1954: 377). Berkes, Gökalp’e göre medeniyet, farklı etnik grupların oluşturduğu ve birbirlerine aktardığı geleneklerden oluşan etki biçimleridir demektedir. Kültür ise belli bir ulusun örf11 ve adetlerinden (İng. mores) oluşmaktadır ve bu anlamda kendine mahsustur. Bu anlamda gelenekler ortak medeniyetin bireylere empoze ettiği rasyonel davranış biçimleri, örf ve adetler ise belli bir ulusun kendine has değer yargılarıdır (Berkes, 1954: 384). İnalcık da Gökalp’e göre harsın esas unsurunu örf ve geleneklerin tümünün oluşturduğunu söylemektedir. Toplumun örflerinin tümünü organik bir bütün halinde tutan ma’şeri vicdandır (içtimai vicdan/toplumsal tasavvur) (İng. collective representations). Özetle örf, içtimai vicdana mal olmuş davranış biçimidir. Diğer bir ifadeyle kültüre ait toplumsal tasavvurlar örftür (İnalcık, 2000: 22). 

Gökalp’in Türkçülüğü asıl olarak harsi bir temel üzerine kurulmuştur. 

Gökalp, Türkçülügün Esasları kitabında Türkçülüğün programını tartışırken eski Türk harsını temel almaktadır. Bu kitapta Türkçülüğü lisani, bedii (estetik), âhlaki, hukuki, dini, iktisadi, siyasi ve felsefi Türkçülük olmak üzere çeşitli alanlara ayırmakta, bu alanların her birinin eski Türk değerleri üzerine 
temellendirilerek asrileştirilmesi gerektiğini söylemektedir. Gökalp’e göre, “Türkçülük, herşeyden ziyade, millet ve vatan mefkûrelerine kıymet vermektir” 
(Gökalp, 1973: 141). Harsın subjektif, medeniyetin ise objektif bir boyutu vardır. Gerçek bir medeniyet her zaman milli harsa dayanmaktadır. Bu 
çerçevede harsın birey üzerinde yaptırım gücü vardır. Hars dayanışma yaratırken, medeniyet anominin kaynağıdır. Gökalp için hars milli değerler, 
norm, dil, müzik, sanat, din, ahlak ve ekonomiden oluşmaktadır. Bunlar harsın özüdür ve yaratıcıları halk olduğundan, hars aynı zamanda demokratiktir. 
Medeniyet ise üniversitelerde okumuş ve nitelikli bir sosyalizasyon sürecinden geçmiş bireylere aittir. 
Dolayısıyla medeniyet bireylere özeldir ve belli bir düşünce, hissediş ve yaşam tarzını yansıtmaktadır. Gökalp’in bu kavramsallaştırmasının temelinde Durkheim’den aldığı akılcılık ve duygusallık karşıtlığı yatmaktadır. Bireyler akılla, toplumlar ise duygularla (kıymet hükümleri veya vicdan) hareket etmektedirler. Hars, duyguların toplamıdır, çünkü diğer harsların ve medeniyetlerin taklit edilmesiyle oluşmamıştır (Gökalp, 1973: 32). 

Gökalp’e göre üniversite mezunu bireyler diğerlerinden farkı düşünür, inanır ve yaşar. Kendilerininkinden farklı medeniyetlerin farkında olan eğitimli bireyler, kendi medeniyetlerini geliştiren veya dışarıdan medeniyet ithal eden grubu oluşturmaktadır. Bu anlamda medeniyet uluslararası bir olguyken, hars 
milli ve doğaldır. Bu ayrımdan dolayı milliyetçilik ve beynelmilelcilik iki farklı tema oluşturmaktadır. Nitelikli eğitim alan bireyler, ulusal eğilimleri zayıflatan 
ve tehdit eden beynelmilelci eğilimler geliştirirler. Çünkü başka medeniyetlere duyulan hayranlık, bireylerin milli değerlerini unutmalarına neden olarak, 
toplumsal dayanışmayı tehdit eder. Bu nedenle başka medeniyetlerden ancak fayda sağladıkları oranda ve sınırlı olarak yararlanmak gerekmektedir. 
Özet olarak hars milli ve doğaldır, medeniyet ise bireysel ve sunidir. Hars milli iş bölümünün, medeniyet ise beynelmilel iş bölümünün sonucudur (Gökalp, 
1973: 95-96). Türkçülük ve beynelmilelcilik birbirini dışlayan iki ayrı oluşum olarak kavramsallaştırılmış olsa da, Gökalp’e göre yanyana durmaları 
mümkündür. 

Bu tartışmaya paralel olarak ve yine Durkeheim’den hareketle Gökalp birey ve toplumu birbirinden ayırmaktadır. Birey suni, toplum ise doğaldır. 
Gökalp’e göre medeniyet bireylerin aklı ve özgür iradesiyle ortaya çıkan toplumsal olguların toplamıdır. Harsi olgular ise dil gibi doğaldır ve bireylerin 
iradesiyle oluşmazlar. Yani doğal olarak ve kendi kendine gelişirler ve bu nedenle doğal ve millidirler. 
Dolayısıyla toplum da doğaldır (Gökalp, 1973: 29- 30; Gökalp, 1982a: 32-33). 
Buradan hareketle Gökalp Osmanlıcılığı suni, Türkçülüğü ise doğal oluşumlar olarak tanımlamaktadır. Osmanlıcılığın suni olması, Osmanlı toplumunun farklı 
milletlerden oluşmasından kaynaklanmaktadır. İçinde birçok dil barındıran Osmanlı dili de Gökalp tarafından suni bir dil olarak kabul edilmektedir. 
Tek bir dilden oluşan Türkçe ise doğal bir dildir. 

Gökalp’in bu tartışması onun ulus ve ümmet kavramlarıyla doğrudan bağlantılı dır. Genel olarak dini efkâr-ı âmme12 (kamuoyu) ümmeti, siyasi efkâr-ı âmme devleti ve harsi efkâr-ı âmme ulusu oluşturur. Gökalp, “O halde iptidai cemiyetler yalnız ümmet mahiyetindedir, devlet ve millet mahiyetleri onlara, henüz tezahür etmemiştir” demektedir (Gökalp, 1981a: 43). 

Aynı şekilde, “mutaazzi bir cemiyette ise ümmet, devlet, millet mahiyetlerinden her üçü de –birbirinden ayrı olmak üzere- mevcuttur” demektedir (Gökalp, 1981a: 43). 

Kısaca devlet ümmetten, ulus da devletten doğmaktadır; fakat “ilkel toplumların” ayrışmış siyasi ve harsi örgütleri olmadığı için tüm fonksiyonlar 
dini fonksiyon altında birleşmiştir. Yani ümmet devlet olmaktadır ve bir ölçüye kadar da ulus olmaktadır. Yine Gökalp’e göre; Mutaazzi cemiyetlerde dini efkâr-ı âmme yine mevcuttur. Fakat yalnız, ruhâni ve kudsi bir mahiyette kalması lâzım gelen fikirlere ve duygulara taalluk eder. Dünyevi ve nâsuti mahiyeti haiz olan müeseselere artık dokunmaz. Bu gibi müesseseler nüfuz ve kıymetlerini ya siyasi efkâr-ı âmmeden, yahut harsi efkâr-ı âmmeden alırlar ve hayatın icabâtına göre tahavvul edebilirler (Gökalp, 1981a: 45). 

Gelişmiş toplumlarda dinin bir işlevi de siyasi, hukuki, iktisadi, bedii, lisani ve ilmi kurumları kendi dairelerinde serbest bırakmasıdır (Gökalp, 1981a: 50). 

Gökalp milletleri dört gruba ayırmaktadır. Bunlar sırasıyla imami milletter, teşriî milletler, harsi milletler ve son olarak istiklâlini kaybetmiş milletlerdir. İmami milletler, dini bir hukuk-u âmmenin oluştuğu milletlerdir. 

Teşriî milletler, kavimlerde, iptida şehirler derebeylerin hâkimiyetinden kurtularak, belediye meclisi vasıtasıyla kendi kendini idareye başlamış ve 
derebeylerine karşı hükümdar kuvvetiyle birleşmiş milletlerdir. Harsi milletler, bir kavmin beynelmilel medeniyetin müesseselerine kendi lisan ve vicdanının 
rengini vererek onları kendi ruhuna uydurmaya başlamasıyla müstakil ve milli bir medeniyete, yani harsa mâlik olmaya başlayan milletlerdir. Millet türleri 
arasında en önemli olan harsi milletlerdir (Gökalp, 1977: 12-15). Gökalp şöyle devam etmektedir; 

Millet, imamî cemiyetlerde kendini imâmda, teşriî cemiyetlerde kendini kuvve-i teşriîyede mütecelli görünüyordu. Harsi cemiyetlerde ise kendini harsının mümessilleri tarafından temsîl edilmiş görür. Çünkü hars millî vicdanın muhtelif müesseseler suretinde tezahür etmiş mütaayyin şeklinden ibarettir. Mamaafih hars maddi bir teşkilât suretinde de tecelli eder... Mamafih bir kavim aşağıdaki nevi’lerden yukarıdaki nevi’lere geçerken eski müesseselerini tamamiyle kaybetmez... Harsî milletin teşekkülü kavmin tekâmül merhaleleri olan Aile, Ümmet, Devlet teşkilâtlarına ‘Hars’ teşkilâtının inzimam etmesiyle başlar (Gökalp, 1977: 14-15). 

Gökalp’e göre Türkler herhangi bir Avrupa ulusuna kıyasla ırk açısından en çok karışmış olanlardır. Buna rağmen bütün Türklerin, en azından potansiyel olarak, tek bir ulus oluşturduğunu ileri sürmektedir. Gökalp’e göre milliyetin temelini siyasi bir birlik oluşturamaz. Dolayısıyla ulus tanımı, ortak bir gelecek kurulabilmesi adına, siyasi bir iradeyi değil, ortak bir harsi mirası gerekli kılmaktadır. Gökalp’in tanımlamasına göre sosyolojik açıdan millet, “terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir” (Gökalp, 1982a: 227). Yine Gökalp’in sözleriyle ifade edecek olursak, “millet ne coğrafi, ne ırki, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsi bir zümredir” (Gökalp, 1982a: 228). 

Bu noktada Gökalp’in ulus kavramını ümmet kavramından nasıl ayrıştırdığı daha da belirginleşmektedir. Gökalp şöyle demektedir; 

Cemiyet namını verdiğimiz (bütün içtimai hayatları müşterek olan) zümre, ümmet değil, millettir. Ümmet, ekseriya birçok cemiyetleri yâni birçok milletleri muhtevî olan bir camiadır. Bundan dolayıdır ki ekseriya <<ümmet>> beynelmileldir. Zaten beynelmilliyet ibtida, ümmet halinde başlar... O zaman Avrupa’da millete ait teşkilâtlarla ümmete ait teşkilâtlar birbirinden tamamıyla ayrılmamıştı… Bizde de yakın bir zamana kadar bu iki nev’i teşkilâtlar birbirine karışıktı... Bizde de millet teşkilâtıyla ümmet teşkilâtı birbirinden ayrılmaya başladı (Gökalp, 1982a: 176). 

Gökalp ulus kavramını ümmet kavramından ayrıştırdıktan sonra “Türk kimdir?” sorusunun cevabını tartışmaktadır. Bu tanım onun (harsi) milliyetçilik 
ideolojisinin temelini oluşturmaktadır. Yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi Gökalp’in Türkçülüğü geniş çevreler tarafından etnik temelli bir Türkçülük 
olarak kabul görmektedir. Gökalp, Türk olmayı ve Türk kültürünü çoğu zaman romantize ederek anlatmaktadır. Öte yandan “Türk kimdir?” sorusuna şu yanıtı 
vermektedir; 

Görülüyor ki Türk olmak için, yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca ve ırkça Türk olsalar bile <> unvanı veremeyiz... Madem ki Türk olmanın esas şartları Türk harsıyla terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmaktır, kanca ve ırkça başka bir ırka mensup olduğu halde, bu iki şartı haiz bulunanlar da Türk sayılmak lâzım gelmez mi? Filhakika, milliyet için kabul ettiğimiz esasî şartlara göre, bu gibi kimseleri de Türk addetmek iktiza eder (Gökalp, 1980: 33). 


5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***