31 Aralık 2019 Salı

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN; KARADENİZ.,






Yazan  
Gözde Kılıç Yaşın 
30 Aralık 2019


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkan Gözde KILIÇ YAŞIN’ın bu makalesi ilk olarak 05 Aralık 2005 tarihinde Cumhuriyet Strateji dergisinde yayımlanmıştır.

Üzerinden 14 yıl geçmesine rağmen makalenin içeriği güncelliğini korumaktadır. Makaledeki  tespit ve öngörüler Türkiye gündeminin ilk sırlarında yer alan KANAL İSTANBUL konusuyla yakından ilgilidir. Kanal İstanbul konusunu daha iyi kavranılmasında yardımcı olacağı düşüncesiyle makalenin yeniden yayımlanmasının uygun olacağı değerlendirilmiştir.

ABD ASKERİ HARİTASI YENİLENİRKEN; KARADENİZ

Ortadoğu anlayışı, bilinen Ortadoğu sınırlarını kilometrelerce aşan ABD, hamlelerini kuzeye doğru yönlendirdi. Üslerini doğuya kaydırdıkça daha da doğudaki noktalara askeri operasyonlar düzenlediği ve bu bölgelerdeki enerji kaynaklarını kontrol altına aldığı dikkate alındığında daha kuzeye kayan üslerin yeni hedefler anlamına geldiğini düşünmek kaçınılmaz oluyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ABD’nin müttefik ve düşman anlayışının ciddi bir dönüşüme girmesi, sonraki hedefinin ne/neresi olabileceği konusunu karmaşıklaştırıyor. Dünya öyle bir hal aldı ki, demokratikleşme gibi huzur da anlamını yitirdi. İnsanoğlu eskiyi özler hale geldi. Soğuk Savaş döneminin dondurduğu sorunların hızla gündeme taşınması, ABD’nin dizginleri boşalmış at misali sağa sola, doğuya kuzeye koşturması dünyayı kana bulayarak, yaşanılmaz hale getirdi. Yeni dönem eski dönemi aratıyor ve “Soğuk Savaş zamanları daha mı iyiydi?” sorusu, zihinleri kurcalıyor.

Yeni Müttefikler, Yeni Sınırlar

ABD’nin kuzey-doğu istikametindeki ilerleyişi, Rusya’yı da rahatsız eder bir biçimde oldu. Romanya ile Soğuk Savaş döneminde SSCB’nin en sadık müttefiki olan Bulgaristan, eski Doğu Bloku beş ülkeyle birlikte 29 Mart 2004’te resmen NATO üyesi olmuştu. Böylece ABD güdümündeki NATO, Doğu Avrupa’nın üç önemli noktasına yayılmıştı. Yeni hedefler için, eski hedefler şimdi müttefik konumuna getirilmiş; yeni hedeflere yakın birlikler eski düşmanlardan sağlanmıştı. Doğu’ya doğru genişleyen NATO’nun 2.8 milyonluk birleşik gücü, eski komünist ülkelerin katılımıyla 200 bin asker kazanmıştı.

Henüz NATO üyesi değilken bile, ABD’ nin Ortadoğu’daki faaliyetlerini destekleyen; bu anlamda Irak operasyonu çerçevesinde ABD’ye topraklarında üs açan, yine bu operasyonlar için hem Afganistan’da hem de Irak’ta asker bulunduran Romanya ve Bulgaristan için,1 Batı ile entegrasyonda önemli bir adım atılmış olmuştu. NATO açısından da Romanya Bulgaristan ile birlikte, Macaristan ve Türkiye arasında bir köprü oluşturarak İttifak’ın, hem güney kanadını hem de Karadeniz civarındaki varlığını güçlendirecektir. Avrupa-Asya geçiş noktasındaki en hassas yer olarak değerlendirilen bu bölgedeki işlevlerinin yanı sıra bu iki ülke, modernize edeceği ve profesyonelleştireceği askeri birlikleriyle, NATO kapsamında, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi, ABD’nin dünya üzerindeki her türlü faaliyetinde görev alacaklar. Son dönem gelişmeleri, bu iki ülkeye yüklenen misyonun Atlantik İttifakı’na bağlılıkla sınırlı olmadığını gösteriyor.

ABD’ye açılan yeni üsler/ ABD askeri haritası yeniden çiziliyor

NATO ile eş güdümlü bir şekilde Amerikan ordusu da, özellikle 11 Eylül sonrasında giriştiği yeniden yapılanma planları çerçevesinde Doğu Avrupa’daki duruşunu değiştiriyor; yeni ve esnek yapılı üsler oluşturuyor. Tıpkı NATO gibi üslerini daha da doğuya ve biraz da kuzeye kaydıran ABD, Bulgaristan ve Romanya’ya askeri anlamda yerleşmesini garantiye bağlamış durumda. ABD, bir yandan 2700’ü Bulgaristan’a olmak üzere toplam 5000 ABD askerini bu iki ülkeye yerleştirirken bir yandan da özelikle Karadeniz kıyısında üs edinmeye çalışıyor. Romanya Devlet Başkanı Traian Basescu, 24 Ekim’de Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley ile yaptığı görüşmenin ardından ABD üslerinin Karadeniz kıyısındaki Babadağ, Köstence ve Fetişi’de kurulabileceğini açıkladı. Bulgaristan’da da ABD ve NATO askeri üslerinin kurulması teklifi, zaten parlamento kararıyla 9 Aralık 2003’de onaylanmıştı. Romanya’da kurulacak ABD üslerin yerlerinin belirlenmesinin hemen ardından da Bulgaristan’da uygun üs arayışını girişildi.  Bulgaristan, Soğuk Savaş sonrası yürüttüğü dengeli dış politika anlayışına uygun olarak ABD üslerinin kalıcı olmasına ve başka ülkelere düzenlenecek askeri operasyonlarda kullanılmasına karşı çıksa da Bezmer Havaüssü’nün ABD askerlerine açılacağının işaretleri veriliyor. Hatta 21 Kasım 2005 tarihli Bulgar gazetelerinde Bezmer, Novo Selo ve Burgaz ile birlikte Aytos kentinin de ABD üssü olabileceği yer aldı. Bunların içerisinde 2003’te ciddi miktarda ABD askeri, uçağı, jetleri, hava tankerlerinin ve güvenlik sistemlerinin sevk edildiği Burgaz’ın özel bir önemi var. Burgaz, hem Karadeniz kıyısında olması bakımından hem de enerji nakil hatlarının geçiş noktası olmasından dolayı ABD için vazgeçilmez önemde.

Karadeniz’in Çevrelenmesi

1990’lara kadar, Doğu Bloku ülkesi olması nedeniyle, NATO’nun düşman olarak tanımladığı Bulgaristan ve Romanya’nın bugün NATO’nun müttefiki olarak “şer ekseni”nde görev alıyor olması, dünyanın hızla değişen yüzünü ve bu hıza ayak uydurmaya çalışan hükümetlerin durumunu gözler önüne seriyor. İki ülke daha var ki, eski bağlarından kurtulmak ve parçalanmaya dönük endişelerinden sıyrılabilmek için kendilerini ABD’nin şefkatli kollarına bırakıyorlar: Gürcistan ve Ukrayna. Şevardnadze dönemini bitirip Saakaşvili dönemini açan koşullara minnetini Gürcistan’ın yeni yönetimi, ABD ve NATO ile ilişkilerini ilerletmek suretiyle gösteriyor. Nitekim, NATO’nun Tiflis’te açılan ofisi ve ABD’nin askeri yardımları da birbirini takip eden dönemlerde gerçekleşiyor. “Turuncu Devrim” iktidarı da Ukrayna’da, ABD için aynı önemi taşıyor. Her iki ülkede de zaten var olan Rusya endişesi/gerginliği, ABD ile işbirliği karşılığında alınan ABD güvencesi ile dindirilmeye çalışılıyor. Sonuçta tarafların her biri, bu ilişkiden kendisine düşen payı “çıkar” haznesine kaydediyor.2  Ne var ki, tüm hesaplar ortaya döküldüğünde ABD’nin payının daha büyük olduğu anlaşılıyor. ABD, yaptığı askeri/sivil yardımların ve bu ülkelerin toprak bütünlüklerine verdiği –yarın vazgeçebileceği- güvencelerin karşılığını, bu ülkelerin kıyısında bulundukları Karadeniz’de söz sahibi olmak suretiyle fazlasıyla alıyor.

Küresel egemenliğe giden yolda Karadeniz

Karadeniz, tarih boyunca bir yandan büyük savaşlara konu olmuş bir yandan da savaşların sonunu belirlemiştir. Kapalı bir deniz olmasına rağmen kıyısında bulunanlar için dünyaya açılan tek kapı olma niteliğini korumuştur. Kimi zaman silah kimi zaman diplomasi yoluyla yapılan günümüz savaşları da, yine enerji ve hammadde kaynaklarına ulaşmayı hedefliyor. Enerji kaynaklarının her geçen gün azalması, günümüz koşullarında mücadeleyi kızıştırıyor ve enerji ikmal yollarının tam da merkezinde yer alan Karadeniz’in önemini tazeleyerek arttırıyor. Rus petrolünün Batı’ya ulaştırılmasında kullanılacak Odesa(Ukrayna), Samsun(Türkiye), Burgaz(Bulgaristan) –bunlara Köstence de (Romanya) eklenebilir- rotalarının kontrolünün sağlanması da önemli bir güç vurgusu olacaktır. Bu da, okyanusları aşarak bölgeye gelen ABD’nin kapalı bir denize hakim olma niyetinin gerekçesini ortaya koyuyor. Hatta enerji yollarının kontrolü değil enerji yollarını kontrol edebilecek kudreti ortaya koymak küresel egemenliği sağlamada can alıcı nokta olacaktır.

Karadeniz’in önemi, en geniş kıyıya sahip olan Türkiye’nin ve Türkiye’ye ait Boğaz geçiş yollarının önemini de kritik boyuta taşıyor. Bu da, Boğazları Türk egemenliğine bırakan 1936 Montrö Sözleşmesi’ni kimileri için tartışmalı kılıyor.

Montrö Yeniden sahnede

Montrö hükümlerinin değiştirilmesi, ilk defa Rusya’nın 1941’de gönderdiği notalarla talep edilmişti. Rusya’nın istekleri ise Rus harp gemilerine serbest geçiş ve boğazların Türkiye ile beraber müdafaası şeklindeydi.3 Talebinden vazgeçtiğini, Boğazlar hakkında saldırgan niyetinin olmadığını bildirmesi ve Montrö’deki sadakatini yenilemesi, Almanya saldırısının hedefinde olduğunu anlaması üzerine olmuş ve Almanya’nın mağlubiyetinin kesinleşmesine kadar sürmüştü. Bundan sonra Rusya’nın talebi açıkça “Boğazlarda üs edinilmesi” şeklini aldı; yani İstanbul’da. 1945 Postam Konferansı’nda Boğazlar’ın statüsünün değiştirilmesi teklifine Amerika ve İngiltere de sıcak baktıklarını bildirmişlerdi. Ne var ki II. Dünya Savaşı ertesinde Sovyetlerin yayılmacı politikası, ABD ve İngiltere’nin verdikleri desteği çekmesine sebep oldu. Konu 1947’den itibaren Sovyetler tarafından gündeme getirilmez oldu.

Rusya savaş gemileri açısından Montrö’nün gözden geçirilmesini, 1999’da Ecevit hükümeti döneminde4 bir kez daha gündeme getirmişse de herhalde bunun yeni talepçileri artık başka devletler olacak. Sözleşmenin ABD’yi ilgilendiren tarafı, barış zamanında Karadeniz’le sınırı olmayan devletlerin 30 bin tonajı aşmayan savaş gemilerinin, serbest geçişine Karadeniz’de ancak 21 gün kalmak koşuluyla izin vereceğini düzenleyen maddesidir. ABD’nin Karadeniz kıyıları boyunca edineceği deniz üsleri savaş gemilerini sürekli olarak orada tutamadığı müddetçe bir anlamı kalmayacaktır. Sonuçta tehdit altında kalacak olan Rusya’nın da Montrö’nün özellikle bu hükmünün aynen korunması taraftarı olması kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye üzerindeki etkisini malum “tezkere” reddi ardından ve müttefiklik anlayışına ters düşen gelişmelerdeki rolü nedeniyle kaybetmekte olan ABD için, esasında Bush Yönetimi’nin hesapsız tutumunun bedeli ağır olacaktır. Gerçek şu ki ABD, Türkiye ile işbirliği ya da müttefiklik ilişkisinin ortadan kalkması ya da azalmasının yaratacağı boşluğu doldurmak için en az 6 devlet ve birkaç aşiretle işbirliğine gitmek durumunda kalacaktır. Sadece Türkiye ile sıcak tutulan ilişkiler Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz hatta Orta Asya’da güvenliğin sağlanması için yeterli olabilecekken Türkiye’nin hedef ülke olma psikolojisi ile uzaklaştırılması, ABD’yi yeni müttefik arayışına mecbur bırakacaktır. ABD’nin ‘çıkarları karşılığında vereceği ödünleri’ hesaplayan mantığıyla bakıldığında, herhangi biriyle işbirliğine gitmek Türkiye’yi elde tutmanın maliyetinden düşük olacaksa da bunun toplam maliyeti kesinlikle ABD’nin baş edebileceğinden daha fazla olacaktır.


1 Romanya’nın yaklaşık 93 bin olan askerinin binden fazlası uluslararası görevler için yurt dışında konuşlanmıştır. Romen askerlerin 860’ı Irak’ta, 700’ü Afganistan’da görev yapıyor. Aynı şekilde Bulgaristan’ın da 87 bin civarındaki askerinin 485’i Irak’taki koalisyona destek vermektedir.

2 ABD, Trabzon’da da üs edinmek istemişse de “tezkere” ile birlikte bu talebinin de reddedilmesi, Karadeniz’i çevreleme planını aksatmıştır.

3 Dav’er, Abidin, “Montreux ve Boğazlar Meselesi”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 1945

4 Bu talep, Sırbistan’ın Balkanlar’da giriştiği katliam zamanına yani Rusya görünürde taraf olmasa dahi bir savaş dönemine denk gelmekteydi.


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/balkanlar-ve-kibris-arastirmalari-merkezi/abd-askeri-haritasi-yenilenirken-karadeniz?fbclid=IwAR330dMPcYryOf9E4seVuBFdKC7xUXqdpAq3vCo_NwVcnBQw8aupoh9-VTk

***




29 Aralık 2019 Pazar

ABD, Türkiye'yi Libya'da savaşa itiyor.,

ABD, Türkiye'yi Libya'da savaşa itiyor.,

Yazan  Cahit Armağan Dilek 
27 Aralık 2019


İktidarın istemediği konuların gündemde öne çıkmasını önlemek için yapay gündem oluşturmada ve çok hayati bir konuyu başka bir iç/dış gündemle örtmede pek bir mahir olduğunu biliyoruz.

Örnek mi istersiniz? Bugün 27 Aralık. Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Ankara'ya gelişinin 100. Yılı. Bu öylesine sıradan bir geliş değil. Gazi Meclis burada açılmış, o Meclis, İstiklal Savaşını yönetmiş, Ankara başkent olmuştur.

Haliyle 27 Aralık'ın 100 yılı çok anlamlı. Bu vesileyle kapsamlı şekilde kutlanıp anılmalı, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden bu aşama Türk Milletine bir kez daha anlatılmalıydı.

Ama görünen o ki öyle olmayacak. Çünkü bugün İtalya'da tasarlanıp prototipi yapılan yerli-milli (!) otomobil tanıtımı var. Cumhurbaşkanının katılacağı programın tüm gün malum medyada tek gündem olacağını söylemeye gerek yok. Bunun ne anlama geldiğinin detayı için duayen gazeteci Ahmet Takan'ın Korkusuz gazetesinde dünkü yazısını okumanızı tavsiye ederim.

Başka bir örnek mi? Kanal İstanbul. Projenin Türk ekonomisinin düşebileceği en olumsuz şartlarda olduğu bir dönemde hızla gündeme sokulması manidar değil mi?

Kamuoyu, medya Kanal İstanbul'la yatıp kalkıyor. Ne oldu bizim Suriye'de oluşturmaya çalıştığımız güvenli bölge? Hani en az 2 milyon Suriyeliyi oraya gönderecektik? Böyle uluslar arası insani bir konuda bile dış ekonomik destek bulunamazken Kanal İstanbul için kredi bulunabileceğini düşünüyor musunuz? Bulunsa bile bunun bedelinin ne kadar ağır olabileceğini bilmiyor musunuz?

Bakın üçüncü köprü ve çevre yolu projesinin yüzde 51 Çinli firmaya satılmak zorunda kalındı. İyi işte Çin'den Kanal İstanbul için de para bulabiliriz diyenleri duyar gibiyim. Aslında Çin'in üçüncü köprü hamlesi bunun emaresi gibi duruyor.

Evet Çin böyle bir projeyi finanse edebilir. Ama öyle bedava ekmek yok. Sizce Çin bunun karşılığında neleri, hangi ayrıcalıklar ister? Kanal İstanbul'un yönetimini isteyebilir mi mesela? Montrö'nün göbeğine yerleşip ABD'nin Rusya ile bir çatışma alanı yapmaya çalıştığı Karadeniz'de ana aktörlerden biri olur mu? İktidar yetkililerinin sıkça söylediği gibi "nereden nereye…".

Sonra içinde boğulacağımız bu sanal ve yapay gündemle sizce aslında hangi gerçek gündemin üstü örtülüyor?

Örneğin İdlib. Aylardır yıllardır uyardığımız Suriye'de, El Kaide-IŞİD kalıntısı bütün aşırı dinci, selefi teröristlerin İdlib'te biriktiği terör cerahatının patladığı ve Türkiye'ye sızmaya başladığı konuşulmuyor. Suriye ordusunun operasyonunun da etkisiyle başlayan göç dalgasının sınıra dayandığını haber başlıkları olarak duysak da bunun Türkiye'ye yaratacağı onarılamaz bedeli konuşmuyoruz.

Yani aslında en büyük tehdit olan içimizdeki ve en yakındaki tehdit konuşulmuyor. Peki ne konuşuyoruz? Erdoğan'ın da açıkladığı kararla Libya'ya asker göndermeyi. Ve de Kanal İstanbul

Libya'ya asker göndermekle Suriye kuzeyine asker gönderme arasında dünyalar fark var. Suriye'de haklı bir şekilde terörle mücadele yaparken Libya'da iç savaşın parçası oluyorsunuz. Libya'da savaşa giriyoruz farkında mısınız?

TBMM'ye gelecek tezkere terörle mücadele için asker gönderme tezkeresinden çok daha fazlası, bir savaşa girme tezkeresi. Umarım TBMM üyeleri bunun farkındadır.

Daha önce defalarca yazdım. Libya'daki savaş bizim savaşımız değil. Türkiye ve Türk Milleti için hayati bir konu değildir. Al deniz sınırı gel savaş benim için çarpık bir denklem. Libya'da savaşa girmek Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmediği gibi aksine büyük zarar verecektir.

Bu konuda Rusya ile nasıl karşı karşıya geleceğimiz önceki gün yazdım. Peki ABD ile durum ne olacak? ABD Libya'daki pozisyonunu tarafsız(!) olarak açıkladı. Ama kamuoyuna yansıyan açıklamalar, sızdırılan bilgiler, yerel medyada yer alan haberler gösteriyor ki aslında ABD Türkiye'yi Libya'da savaşa girmeye yönlendiriyor hatta teşvik ediyor.

Suriye doğusundan gelen bilgiler ABD'nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle işbirliği içinde Suriye'de Fırat'ın doğusunda özerk bölge yönetiminin çekirdeğini kurmaya, ortak askeri ve siyasi çerçevede Fırat'ın doğusundaki tüm bileşenleri SDG temelli bir özerk yönetimde birleştirmeye başladığını, ekonomik-askeri destek bağlamda S.Arabistan ve Mısır'ın bölgeye geldiğini gösteriyor.

Türkiye'nin bu oluşumu benimsemeyeceğini düşünen ABD'nin Suriye'yi unutması adına Türkiye'yi Libya'ya daha büyük bir şekilde karışmaya ittiğini ve Doğu Akdeniz'de Rum-Yunan merkezli ittifakla karşı karşıya gelmesine neden olacak gelişmeleri tetiklediği bildiriliyor. ABD'nin Doğu Akdeniz ve Libya bağlamında Türkiye'den gelen açıklamalara tepki göstermemesi de bu tespitleri teyit ediyor.

Suriye savaşının Türkiye'ye yönelik yarattığı adeta bir kavimler göçü niteliğindeki 5.3 milyon Suriyeli sığınmacı krizinden, Suriye'de içine düşülen açmazdan ve ekonomik krizden çıkış Libya'da iç savaşın parçası olmak ve siyasi-ekonomik-askeri-çevresel bedeli çok ağır olacak Kanal İstanbul projesi değildir.

Yapay konularla gündemi değiştirip iç politika hedefli dış politika yaparken;

- Rusya ile Suriye ve Libya'da karşı karşıya gelme olasılığının arttığını,

- Libya'ya asker göndermekle sözde karşımızda olan ABD'nin bölge planlarının önünü açtığımızın ve kendi kuyumuzu kazdığımız ın farkında mısınız?

 https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/abd-turkiye-yi-libya-da-savasa-itiyor

***

27 Aralık 2019 Cuma

MONTRÖ ÖNEMSİZ DEMEK KENDİ AYAĞIMIZA SIKMAKTIR

MONTRÖ ÖNEMSİZ DEMEK KENDİ AYAĞIMIZA SIKMAKTIR


Oraj POYRAZ 
0raj.p0yraz@neomailbox.net
25 ARALIK 2019 

Montrö Sözleşmesini kaldırmak üzere masaya oturduğunuzda, masadan Boğazları kaybederek çıkma ihtimaliniz çok yüksektir.
Çünkü Türkiye ne süper güçtür, ne de bölgesel güçtür. Oturun bir kuvvet kıyaslaması yapın.

Batılıların bu işe ne kadar asıldıklarını bir hesaplayın. Lozan'da görüşmeler pek çok kez koptuğu halde, ucunda yeniden savaşmak
ihtimali olduğu halde direnmişler.
Ve bu konu ancak 2. Dünya Savaşının ikliminde çözüme kavuşturulabilmiştir.

Montrönün alternatifi Boğazlarda tam hakimiyet değildir, tam tersi yeniden Boğazlar Rejiminin ihya edilmesine sebep olabilirsiniz.

Evet, aradan yıllar geçti, Türkiye elbette eski Türkiye değil. Ama bilin ki, dünya da eski dünya değil.
Biz kaç adım ileri gittiysek, düşmanlarımız bizden misli misli fazla adım attılar.
Biz kaç km, otoyol yaptıysak onlar yine aynı şekilde misli misli fazla otoyol yaptılar.
Biz ülkemizin refahını artırmak için neler başardıysak, batılı rakiplerimiz bizden misli misli fazlasını yaptılar.

Bakmayın, batılı halklarda savaşma azmi yok.
Onlar bu günlerde daha çok sevişmekten yana.
Ama belli de olmaz, batıda yükselen ırkçı dalganın toplumlarına nasıl bir moral ve motivasyon verebileceğini bilmek imkansız.

Bu günlerde pek çok meydan okumada geri adım atmış olmalarını bizim suistimal edebileceğimiz bir zaaf olarak düşünmek hata olur.

Sürekli olarak güç kullanan bir Türkiye elbette bir gün kendisine dur demek üzere irade koyan bir koalisyon, ya da ittifak ile karşılaşır.
Şımarmanın dış politikada yeri olmaz.

Oraj POYRAZ
0raj.p0yraz@neomailbox.net 
oraj.poyraz@openmail.cc 

----

MONTRÖ ÖNEMSİZ DEMEK KENDİ AYAĞIMIZA SIKMAKTIR 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Montrö’de bize tanınan bir hak yok ifadesini emekli Büyükelçi Uluç Özülker ve Onur Öymen’e sorduk. Özülker ve Öymen Montrö’nün Türkiye için en önemli ve en başarılı anlaşmalardan biri olduğunu belirterek Montrö’nün mutlak suretle korunması gerektiğini vurguladılar.

20.12.2019 09:28

Cumhurbaşkanı Tayyip  Erdoğan Kanal İstanbul Projesi’ni anlatırken 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili Montrö’de bize tanınan bir hak yok. İstedikleri gibi gelip geçiyorlar. Düşünün sizin boğazınızı kullanıyorlar ama hiçbir şey elde edemiyorsunuz. Ama Kanal İstanbul’da böyle değil dedi. Erdoğan’nın Montrö açıklamasını emekli büyükelçiler Uluç Özülker ve Onur Öymen’e sorduk.

MONTRÖ İLE TESCİLLEDİK

Özülker Türkiye’nin iki kurucu anlaşmasından birinin Montrö olduğuna dikkat çekti: Türkiye’nin iki tane kurucu anlaşması vardır. Bunlardan biri Lozan Antlaşması diğeri Montrö Boğazlar Sözleşmesidir. Lozan’da boğazlar bölümü bütün çevresiyle birlikte uluslararası bir komisyonun emrine verilmişti. Yani buralar Türkiye’nin toprağıydı ama Türkiye’nin emrinde değildi.  Boğazlar Montrö’den sonra doğrudan doğruya Türkiye’nin emri altına sokuldu ve onun bir parçası olduğu tescil edildi. 

HİÇ BİR DEVLET MONTRÖ’ YE DOKUNMADI

   Montrö 16 Devletin imzasıyla yapıldı. Bu 16 ülkenin  bazısı şimdi yok. Yine aynı şekilde bu ülkelerin bazıları savaş galibi bazıları savaşların malubu durumunda bazılarıysa savaşa dahil bile değil ve Karadeniz’e kıyısı yok. Burada 16 ülkenin  İmzaladığı anlaşma tüm dünyayı bağlayacak bir anlaşma haline getirilmiştir. Montrö  20 yıllık olarak hazırlandı. 1956’da anlaşmanın süresi bitti. Önceden yazılı olarak müracaat edilmesi halinde revizyona tabi tutulabilir. Fakat bu yapılmamıştır. Çünkü herhangi bir şekilde buna dokunulursa altından büyük bir çapanoğlu çıkar. Ne imzacılar ne de imzası olmayan ülkeler Montrö’ye dokunmadı. 

ABD KARADENİZ  DE GÜÇ OLMAYA ÇALIŞIYOR.,

Özülker Montrö’nün esası itibariyle Karadeniz ülkelerinin lehine olduğunu belirtti. Karadeniz ülkeleri savaş gemilerini istedikleri gibi boğazlardan aşağı indirebilirler. Buna karşı Karadeniz’e giren savaş gemileri sınırlandırmalara tabidir diyen Özülker şu ifadeleri kullandı: Siz Kanal İstanbul gibi bir proje yapıp Karadeniz ülkelerinin haklarından vazgeçmesini bekleyemezsiniz.

Akdeniz’de yapılan tüm tatbikatları Karadeniz ile birlikte düşünmelisiniz.  NATO Dışişleri Bakanları toplantısında alınan kararlarda Karadeniz’e farklı bir şekilde bakılmasının önü açıldı. Alınan kararlarda Karadeniz’in güneyine -burası netice itibariyele Türkiye oluyor- elektronik harp sistemlerinin konuşlandırılması vardır. Başka bir deyişle ABD burada Rusya konusunu gündeme getirerek Karadeniz’de de bir güç haline gelmenin peşindedir. Türkiye burada Montrö’yü konuşarak  ABD’nin düşüncelerine hizmet etme konumuna gelmiş oluyoruz. 

ANLAŞMA BİTERSE SİZDE BİTERSİNİZ.,

İsmet İnönü’nün  Boğazlara çok dikkat edin orada Türkiye’nin her türlü hakkı hukuku vardır. Bunun kaybedilmemesi için her türlü
mücadeleyi verdik. Bundan sonra da teyakkuz halinde olmak gerekir sözünü hatırlatan Özülker,  Bugüne kadar verilen
mücadelelerle boğazları kendi toprağımız olarak idame ettirdik. Montrö Sözleşmesi Atatürk’ün emriyle 1933 yılında ortaya atılan bir Türk talebinin sonucudur. O zamanlarda Hitler güçlendi Stalin daha tehlikeli hale geldi. Bütün bu koşullar altında Atatürk  Bu topraklar uluslararası statüden çıkarılıp Türk toprağı haline getirilmelidir’ dedi. Bunun gereği yapılsın diye Milletler Cemiyeti’ne gidildi. Tüm anlaşma devletleri ile görüşüldü. Çok büyük mücadele ler verildi. Savaş arifesinde de olunduğu için ülkeler bize daha müzahir
davranmak zorunda kalmışlardır. Bugün aynı sonucu almak çok zordur. Şunu da aklımızdan çıkarmamak gerekir ki; ABD  Montrö’de imzacı değildir ama zımmen en büyük baskı ondan gelmektedir. Kimseye boğazlardan serbest geçiş bitmiştir. Bundan sonra para vererek geçeceksiniz’  diyemezsiniz. 

Bu anlaşma ihlali olur. Anlaşma biterse siz de bitersiniz. 

MONTRÖ ÖNEMSİZ DEMEK KENDİ AYAĞIMIZA SIKMAKTIR..,

Emekli Büyükelçi Onur Öymen Montrö ile ilgili yapılan açıklamaların doğru dürüst incelenmeden uzmanlarla konuşmadan yapıldığını belirterek  Açın Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesini ve Montrö Boğazlar Sözleşmesini yan yana koyun ne
kazandığımızı görürsünüz. dedi.

Öymen şöyle devam etti: 

Lozan’dan önce boğazlar işgal kuvvetlerinin elinde. Lozan’da bir çok şey kurtardık ama boğazlar bir komisyona teslim ediliyor. Montrö ile bu komisyon kaldırıldı Boğazlar tekrar askeri statüye açık hale geldi. Bunlar başlı başına güvenlik alanında mükemmel şeyler. Halka farklı bir düşünce yansıtılmak istenirse söylenebilir bunlar. Lozan içinde buna benzer ifadeler kullanıldı. 
Şimdi de Montrö’yü beğenmiyorlar. Montrö’süz bir yönetimin daha iyi olacağını düşünüyorlar. Halbuki bu dehşet verici bir senaryodur. 
Yeni bir anlaşmaya kadar Montrö geçerlidir. İkinci olarak Montrö dönemindeki uluslararası koşullar olmadığı için Türkiye’nin isteklerini kabul ettirme ihtimali sıfıra yakın. Montrö’nün öneminin olmadığını söylemek kendi ayağımıza ateş etmek gibi bir şey. 1936’dan beri titizlikle korumaya çalıştığımız bir anlaşma bu. 


MONTRÖ NÜN  ORTADAN KALKMASI ABD YE YARAR

Montrö’nün ortadan kalması durumunda ortaya çıkaccak tabloya bir bakın. Bu en çok ABD ’ye yarar. Çünkü kayıtsız bir şekilde
giremedikleri tek deniz Karadeniz. Kanal İstanbul devreye girer girmez bu tartışma çıkacaktır. Montrö boğazlar için hazırlanmış bir anlaşma.
Karadeniz’e giren bir gemi Kanal’ı kullandığı zaman kendini Montrö’ye bağlı sayacak mı? Saymayacak. Savaş gemilerinin durumu ne olacak? Kaza
durumunda ne olacak? Savaş durumunda ne olacak? Siyasetçilerin bunu hiç gündeme bile getirmemesi ve yabancıların oyununu bozması gerekir. 


https://www.turkishnews.com/tr/content/2019/12/25/montro-onemsiz-demek-kendi-ayagimiza-sikmaktir/

**

KANAL İSTANBUL'U BİR DE BOĞAZDAN GEÇEN GEMİLERİN KAPTANINDAN DİNLEYİN

KANAL İSTANBUL'U BİR DE BOĞAZDAN GEÇEN GEMİLERİN KAPTANINDAN DİNLEYİN


Oraj POYRAZ 
0raj.p0yraz@neomailbox.net

 26 ARALIK 2019

Kanal İstanbul projesi siyasetin gündeminde geniş yer tutuyor. Projenin
ekonomik ve uluslar arası ilişkiler boyutu tartışılırken uzmanların ise
görüşleri gündemde etkili yer bulamıyor.



25.12.2019 11:39

Kanal İstanbul projesi siyasetin gündeminde geniş yer tutuyor. Projenin
ekonomik ve uluslar arası ilişkiler boyutu tartışılırken uzmanların ise
görüşleri gündemde etkili yer bulamıyor.

Habertürk yazarı Fatih Altaylı bugünkü yazısında Kanal İstanbul’la
ilgili kaptan görüşlerine yer verdi.

Fatih Altaylı/“Kanal İstanbul ile ilgili olarak uzun yol kaptanları ile
konuştum”/ diyerek şöyle devam etti:

“Ne de olsa yapılması halinde bu kanaldan geçecek olan gemileri onlar
kullanacaktı ve fikirleri önemliydi.

Konuştuğum tüm kaptanlar benzer şeyler söylediler.

Birkaç başlıkta toplamak gerekirse Kanal İstanbul ile ilgili fikirleri
şöyle:

-*25 metrelik *derinlik çok yetersiz. Bugün tanker sınıfları kıyı
tankerleri hariç minimum*20 metre *su kesimine sahip. Daha net söylemek
gerekirse en büyük tanker sınıfı olan *ULCC*’lerin draftı*35 metre
VLCC*’lerin draftı*28 metre *Suezmax’ların*23 metre. *Bugün petrol
taşımacılığının büyük bölümü bu tankerlerle yapılıyor. Boğaz’da tehlike
yaratacak büyüklükte olan tankerler bunlar ve*25 metrelik *derinlikteki
bir kanaldan bu tankerler geçemez. Herhalde bu kanalı kum taşıyan
kosterler için yapmayacaklar.

- Kanal Karadeniz suyunu Marmara’ya taşıyacak. Yani kanaldaki su az
tuzlu Karadeniz suyu olacak. Bu suyun kaldırma kapasitesi daha düşük
olduğu için*25 metrelik *derinlik iyiden iyiye az gelecek. Çünkü bu suda
gemiler daha fazla suya gömülür.

- Bu tankerlerin boyları*245 metre *ile*415 metre *arasında değişiyor.
Kanalda tek bir tanker arıza yapsa veya kaza yapsa kıyıya çarpsa*200
metre *genişlikteki kanal tıkanır. Bu kadar dar bir kanalda tankerlerin
manevra yapması çok ama çok zor olur.

- İstanbul Boğazı’nda Karadeniz’den Marmara’ya doğru olan yüzey
akıntısının hızı genelde*3-4* knot civarındadır. Yer yer daha hızlanır
yer yer yavaşlar ve ters döner. Kuvvetli poyraz fırtınalarında*7-8*
knota kadar çıkar. Bu yüzden kaptanlar Karadeniz’den Marmara’ya doğru
olan gidişi sevmezler. Bu akıntı hızı gemiyi rotada tutmayı zorlaştırır.
Bir anlamda yokuş aşağı gidiştir ve geminin kontrolü zordur. Kanalda ise
akıntı hızı Karadeniz’den Marmara’ya doğru yaklaşık*10 knot* olacak.
Hiçbir gemi kaptanı bu süratle aşağı doğru inmek istemez. Akılalmaz
derecede zor bir seyirdir. Gemiyi kontrol altında tutamazsınız. Bunu
engellemek için kıyıdan gemileri bağlayarak aşağı doğru indirmeniz
gerekir. Bu durumda dolu gemiler bu yolu kullanmayacak Boğaz’ı tercih
edecektir. Yani tehlike arz eden gemiler yine İstanbul’un içinden
geçecektir.

- Şu anda Boğaz’ı geçmek için bekleme süresi çok uzun değil.*24 saati
*aşan pek yok. Çok büyük gemiler için hava koşulları uygun olmadığı
zaman bekleme oluyor ama bu da genelde*3-4* günü aşmıyor.

Anlayacağınız Kanal İstanbul’un olası kullanıcılarına da kulak asmak
gerek. Ve söyledikleri pek iç açıcı değil. ”

https://odatv.com/kanal-istanbulu-bir-de-bogazdan-gecen-gemilerin-kaptanindan-dinleyin-25121940.html

***

KANAL İSTANBUL NEDİR?

KANAL İSTANBUL NEDİR?




Dr. Tahir Tamer Kumkale.,
26 ARALIK 2019


    Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)




Arkadaşlar Kanal İstanbul hakkında şimdiye kadar neden yazmadığımı soruyorlar. Haklılar. Ben hayalleri değil, gerçekleri konuşup yazmayı daha fazla severim. Boş ve gerçekleşmesi mümkün olmayan projelerle insanlarımızın zamanını öldürmek istemiyorum.

Deveye boynun eğri, demişler; nerem doğru ki, demiş..

Neresini yazayım…Neyini düzelteyim ..Adı bile yanlış koyulmuş olan bir projenin nesi doğru olabilir ki?

Evet Türkçede biz ” Kanal İstanbul” demeyiz. “İstanbul Kanalı” deriz. Yani oranın ismi “Cami Selimiye “değil Selimiye Camisidir…
NOKTA

https://kumkale.wordpress.com/2019/12/26/kanal-istanbul-nedir/

***

ABD SENATOSU’NUN OYBİRLİĞİ İLE ERMENİ SOYKIRIMINI KABUL ETMESİ TÜRKİYE’YE KARŞI BİR İNSANLIK AYIBIDIR.

ABD SENATOSU’NUN OYBİRLİĞİ İLE ERMENİ SOYKIRIMINI KABUL ETMESİ TÜRKİYE’YE KARŞI BİR İNSANLIK AYIBIDIR. 

DERHAL KARŞI ATAĞA GEÇİLMELİ VE CEVABI MİSLİ İLE VERİLMELİDİR.



Dr. Tahir Tamer Kumkale.,
14 ARALIK 2019


  Ermeni Meselesi denilen ve Ermeni milletinin gerçek çıkarlarından ziyade dünya kapitalistlerinin ekonomik çıkarlarına göre halledilmek istenen mesele, Kars Antlaşması ile en doğru çözüm şeklini buldu. Asırlardan beri dostane yaşayan iki çalışkan halkın dostluk bağları memnuniyetle tekrar kuruldu. (1 Mart 1922)

Türkiye–Amerika ilişkilerinde son günlerde giderek artan gerginlik sonucunda ABD Kongresi ve Senatosu tarafından oy birliği ile kabul edilen “Ermeni Soykırımının tanınması” konusunu ciddiye almak gerekir. Bu konu yöneticilerimiz tarafından yapılan birkaç cılız kınama ve yok saydık sözleri ile geçiştirilemez.

Çünkü günümüz dünyasında küresel güçlerin emperyalist çıkarları için yaptıkları ülke işgalleri böyle başlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti tüm milli güç potansiyelini kullanarak ve tüm organları ile son yıllarda giderek artan bu tip saldırılara karşı topyekun karşı koyacak bir çalışma içine girmelidir.

1980 Askeri yönetimi döneminde Türkiye; Milli Güvenlik Konseyi koordinatörlüğünde ayni elden hazırlanan operasyon planlarını uygulayarak küresel güçlerin desteği ile tüm dünyada temsilciliklerimize saldırıya geçen ERMENİ ASALA terörünü tamamen sıfırlamayı başarmıştır. Bugünde benzeri bir çalışmanın gecikmeksizin yapılması zorunludur.

Bulunduğu hassas coğrafyada her alanda kuşatılmış olan ve psikolojik saldırılarla içeriden teslim alınmaya çalışılan kendi içinde böyle bir sorunu yoktur. Lozan Barış Antlaşmasına göre azınlık statüsünde bulunan Ermeni yurttaşlarımızın diğerlerinden farkı yoktur. Bin yıldır Türk toplumu ile kaynaşmış halde yaşayan Türkiye Ermenileri, tamamen dış kaynaklı olup küresel güçlerce canlı tutulan Ermeni sorunundan en fazla etkilenen ve tedirgin olan kesimdir.

Türkiye ilk şoku 27.1. 1973’de Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile Konsolos Bahadır DEMİR’in 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Diaspora Ermenisi Gurgen Yanikiyan tarafından şehit edilmesi ile yaşadı.



Bizim nesillerimize Ermeni Sorunu ile ilgili olarak okullarda bilgi verilmedi. Yani konu hakkında yöneticilerimiz dahil tamamen bilgisiz ve cahildik Çünkü o tarihlerde bu konuda bilgi elde edebileceğimiz tek kitap Esat Uras Bey’in “Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi” eseriydi. Ama o tarihlerde dünya kütüphanelerinde masum Ermenilerin Türkler tarafından nasıl vahşice soykırıma tabi tutulduğunu anlatan sözde bilim adamlarınca hazırlanmış on binlerce eser vardı. Bu eserlerle Osmanlının Ermeni tebaasına yaptığı mezalim ders olarak okullarda öğretiliyordu.

Bugün hala cisimleri küçük ama emelleri çok büyük olan Diaspora Ermenileri küresel güçler elinde olarak oyuncak olduklarının farkına varamamışlardır. Çünkü bugüne kadar küresel güçlerin elinde ciddi bir oyuncak olmaktan öteye geçememişlerdir. Onlara vadedilen Büyük Ermenistan Devletinin kurulması tam bir ütopyadır. “Hadi gelin alın bu toprakları size verdik. Kurun devletimizi desek” dahi bunu gerçekleştirecek güçleri yoktur.

Emellerini elde etmede kendi güçlerinin yetmeyeceğini iyi bilen Ermeniler sorunlarını dünya kamuoyuna taşıyarak yeteri kadar dış destek elde etmişlerdir. Osmanlı’dan başlamak üzere Türk tarafı da boş durmamıştır. Her türlü yola başvurarak haklılığını ispat etmeye çalışmış ve asıl soykırımın kendilerine karşı yapıldığını her platformda vurgulamaktan geri kalmamıştır.

Bugün gelinen noktada Türkiye tarafından bilimsel bütün veriler ortaya konulmasına ve batı kaynaklı belgeler de kullanılmasına rağmen Türk tezi kandırılmış ve yönlendirilmiş çevrelerde yeteri kadar kabul görmemiştir. Küresel güçler medya ve para kaynaklarını kullanarak “Soykırım yapıldığı” tezinin kabulünde başarı olmuşlardır. Bu güçler menfaatlerinin odaklandığı Kafkasya ve Ortadoğu politikaları için Ermenilerin yanında yer almaya devam etmişlerdir.

Ermeni soykırımı iddiaları bugüne kadar doğruluğu ispatlanmamış olan hatırat türü sübjektif yayına dayanmaktadır. Halbuki “Tarih belge ile yazılır” hükmü ortadadır. Arşivlere dayalı bilimsel çalışmalar ön yargıyla gelişen siyasi yaklaşımları ortadan kaldıracaktır. Bu nedenle batı ülkelerinde siyasi bir yaklaşımla ele alınan Ermeni konusunun tarihin asıl kaynaklarına inilerek değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak lazımdır..

Türkiye, Ermeni Soykırımı konusu ile çok geç karşılaşmasına rağmen bugüne kadar çok ciddi bilgi birikimi sağlayan planlı çalışmalar yürütmüştür. Devletin kontrol ve koordinasyonu altında yürütülen bu faaliyetlerden birkaçı şöyle gelişmiştir;



– DEVLET ARŞİVLERİ AÇILMIŞTIR: Osmanlı resmi devlet arşivlerinin Ermeni soykırımı iddialarının meydana geldiği farz olunan bölümleri zamanından önce tasnif edilmiş ve arşivlerin tamamı 1980 yılında bilim adamlarının kullanımına açılmıştır.

– ÜNİVERSİTELERDE ERMENİ SORUNU ARAŞTIRMA MERKEZLERİ KURULMUŞTUR: Bazı üniversitelerimizde Türk-Ermeni İlişkilerini bütün yönleri ile bilimsel ortamda ortaya çıkaracak Araştırma ve Uygulama Merkezleri kurulmuştur. Ayrıca konu doktora ve master tezleri seviyesinde incelenip pek çok bilimsel eser hazırlanmıştır. Bu eserler çeşitli dillerde bastırılarak dünyanın önemli merkezlerindeki üniversiteler ile kütüphanelere gönderilmiştir.

– BİLİMSEL TOPLANTILAR YAPILMIŞTIR: Maliyetinin tamamı devletçe karşılanan uluslararası düzeyde birçok seminer, sempozyum ve paneller gibi bilimsel çalışmalar gerçekleştirilmiştir Bu toplantıların sonuçları kitap, doküman ve broşür halinde birçok dilde basılmış, özel olarak Diaspora Ermenilerinin yoğun faaliyet içinde olduğu ülkelerde dağıtılmıştır.

– ÖRGÜT DAVALARINDA TÜRKİYE MÜDAHİL OLMUŞTUR: Özellikle PARİS-ORLY Havaalanı baskını davası başta olmak üzere yurt dışında görülen tüm ASALA davalarına Türkiye müdahil olarak katılmıştır. Konunun uzmanı bilim adamlarımızın bu mahkemelerde ifade vermesi ile faillerin affedilme umutları tamamen kırılmış ve cezalandırılmışlardır.

– ERMENİ SORUNU KONUSUNDA DOKÜMAN NOKSANLIĞI KALMAMIŞTIR: 

Özellikle Türk halkının bilgi noksanını giderecek pek çok kitap, broşür ve kitapçık hazırlanmış, en ücra noktalara kadar dağıtılmış ve halkımızın bilgilendirilmesi ilk elden sağlanmıştır.

– PSİKOLOJİK HARBE, KARŞI PSİKOLOJİK HARP UYGULANMIŞTIR: 
Bu çalışmalarla yabancı kamuoyu olayın gerçekleri doğrultusunda bilgilendirilmeye çalışılmıştır. Avrupalı tüm yönetici ve parlamenterlerin ev adreslerine konuya ilişkin Türk tezini anlatan dergi, gazete ve posta kartları ve film kasetleri gönderilmiştir. Uygulama periyodik olarak ve bıktırıncaya kadar devam ettirilmiştir.

– KONUYA AİT FİLMLER HAZIRLANMIŞTIR: Ermeni soykırımı iddialarının hayal mahsulü olduğu konusunda TRT başta olmak üzere özel sektöre pek çok film hazırlattırılmıştır. İkisini benim şahsen hazırladığım bu filmler çeşitli dillere çevrilerek video kasetleri halinde yurt dışına özellikle basın-yayın organlarına ve Diaspora Ermenilerinin çalışmalarının yoğun olduğu ülkelerdeki yabancı ülke temsilciliklerine gönderilmiştir.

Bu çalışmalar bir elden plânlanmış ve birbirleriyle koordineli olarak icra edilmiştir. Hedef kitle olarak Diaspora Ermenilerinin faaliyette bulunduğu ülkelerin üst düzey yönetim kademesi üzerinde yoğunlaşılmıştır. Doğrudan yöneticiler bilgilendirilip acilen tedbir almaları istikametinde yapılan çalışmaların başarılı olduğu alınan müspet sonuçlarla kendini göstermiştir.

1983 yılından itibaren Türkiye’nin organize ettiği bu çalışmaların yoğunluğu azalmış, üniversite araştırma merkezlerinin rutin faaliyetleri dışında önemli bir aktivite gösterilememiştir. Oysa karşı taraf boş durmamıştır. Küresel güçler ellerindeki Ermeni oyuncağından asla vazgeçmek niyetinde olmadıklarını her zaman göstermişlerdir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasını takiben bağımsız Ermenistan Devletinin kurulması ile olaylar yeni bir yön ve ivme kazanmıştır.

Sonuç olarak tarih sayfaları şahittir ki; Türk milleti bilerek, isteyerek ne Ermenilere ve ne de başka bir millete soykırım uygulamamıştır. Çünkü Türklerin milli karakter yapısında başka milletlere ve ırklara asla düşmanlık yoktur. Hiçbir zaman olmamıştır. Ayrıca dini değerlerimiz de bunu kesin olarak reddeder. Bununla beraber Birinci Dünya Harbi içerisinde dış destek ve kışkırtma ile Anadolu’da Hırvatistan tebaa Ermeniler ve Müslüman Türkler arasında pek çok hadise meydana gelmiştir. İki taraf birbiri ile adeta kıyasıya çatışmışlardır. Her iki taraftan pek çok masum insanın öldüğü bir gerçektir. Fakat bütün bunların savaş şartlarının doğal olayları olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim Ermeni soykırımı iddiaları ile suçlanarak İngilizlerin İşgal Yönetimi tarafından tutuklanıp Malta’ya sürülen Osmanlı yöneticilerinin düzmece mahkemede dahi beraat ettikleri görülmüştür.

Bugün tamamen sahte Ermeni Soykırımı iddiaları ile mücadele edecek aydınlarımız, üniversitelerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız ve her biri birer kültür elçisi olarak yurt dışında yaşayan milyonlarca Türk yurttaşımız bulunmaktadır. Ayrıca bugün konu hakkında eskiye nazaran çok yeterli bilgiye, belgeye ve tecrübeye, yani mücadele silahlarımız bakımından çok daha fazlasına sahibiz..

Geçmişte olduğu gibi plânlı ve programlı bir karşı fikir saldırısı yaptığımız takdirde, ülkemiz aleyhinde karar alan ülkeler onların küresel oyuncakları durumundaki Diaspora Ermenilerinin sesleri bıçak gibi kesilecektir.

Ben 12 Eylül döneminde yapılan Diaspora Ermenileriyle Mücadele programında fiilen görev almış bir aydın olarak konuya ilişkin tüm bilgi birikimimi ve tecrübelerimi iki kitap halinde gelecek nesillerimize bıraktım. Bu kitaplarda haklılığımızı bilimsel gerekçeleri ile ortaya koyarken devletçe neler yapılması gerektiğini de detaylı vurguladım.

Unutmayalım. Biz hem haklıyız ve hemde mağdur olan tarafız. Kazanmak zorundayız. Yeter ki devletimiz bu konuyu sahiplensin ve çare bulmayı amaç edinsin.

https://kumkale.wordpress.com/2019/12/14/abd-senatosunun-oybirligi-ile-ermeni-soykirimini-kabul-etmesi-turkiyeye-karsi-bir-insanlik-ayibidir-derhal-karsi-ataga-gecilmeli-ve-cevabi-misli-ile-verilmelidir/

***

TÜRKİYE İÇİN NASIL BİR CUMHURBAŞKANI OLMALI?

TÜRKİYE İÇİN NASIL BİR CUMHURBAŞKANI OLMALI?




Dr. Tahir Tamer Kumkale
14 NİSAN 2014

Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacı ile mütenasip olacaktır. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, milli sınırları dahilinde egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)

            Henüz yerel seçimlerin tartışması bitmeden Türkiye gündemi, Ağustos ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlendi.

          İktidar kontrolunda olan ve yandaşı durumundaki medyada sadece Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül isimleri dolaşıyor. Türkiye’nin  1 Numaralı makamı için son 12 yılımıza imzasını atan bu iki isimden başkasını dillendirmekten özellikle kaçınılıyor.

            Halkın %57’sini oluşturan muhalefet cephesinde ise henüz somut bir isim üzerinde birleşilmiş değil. Fakat bir takım temennilerde bulunuluyor ve AK Parti adaylarına karşı tüm muhalefetin destek verebileceği uygun bir isim aranmasına devam edildiği anlaşılıyor.

            Ağustos’ta Türkiye Cumhurbaşkanını halk ilk defa doğrudan kendisi seçecek. Yani beş yıl süre ile Çankaya köşkünden Türkiye’yi yönetecek kişiyi artık TBMM’deki temsilcileri değil, millet kendisi seçecek. Bu ilk seçim bundan sonraki seçimlere örnek olacağı için önem taşıyor.

            28 Ağustos 2007’de Türkiye’nin 11 inci Cumhurbaşkanı olarak AKP Kayseri milletvekili Abdullah Gül’ün seçilmesinin önünde hiç bir engel yoktu. AKP’nin %47 oy oranı elde ederek kazandığı meclis çoğunluğu ile kendi partisinin oyları ile Sayın Abdullah Gül bütün Türkleri kucaklaması gereken bir makama oturmuştur. 

            O günlerde Abdullah Gül’ün geçmişindeki tutum ve davranışlarını titizlikle değerlendiren muhalefet partileri tamamen tarafsız olması gereken bir makamda neden Gül’ün olmaması gerektiği yönünde ciddi argümanlar ortaya koydular. Muhalefet sözcüleri söylemlerinde haklı çıktılar. Çünkü geçen yedi yıl içinde Sayın Gül, AK Parti kimliğini terk edememiş, tüm milleti kucaklayamamış ve adeta AK Partinin kanun tekliflerini eksiksiz ve hızla onaylayan bir görünüm sergilemiştir.

           Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde, mevcut siyasi partiler ve seçim kanunları ile TBMM’de sayısal çoğunluğu olan AKP ve lideri Başbakan Erdoğan’ın yönetiminde demokrasilerde nadir görülen şekilde bir nevi tek parti diktatoryası tesis edilmiştir. Yani dikta rejimleri benzeri demokratik bir sistem kurulmuştur. Ağustos sonunda milletimiz Gül ve Erdoğan isimlerinden birini seçtiği takdirde mevcut tek parti diktatoryasının devam etmesi kaçınılmazdır.

         Bu coğrafyada, stratejik konuma sahip Anadolu topraklarında, cihan imparatorluğu kurmuş 76 milyonluk bir milletin yönetimi basit ve kolay bir iş değildir. Bu ülkenin zirve yöneticileri sıradan bir kişi olamaz. Olmamalıdır. 

         Şimdi Cumhurbaşkanlığı seçimini kamuoyunda dillendirilen isimlerden arındıralım ve Cumhurbaşkanı makamının nasıl bir kişi tarafından doldurulması gerektiği hususunu irdeleyelim;

–  Yüce Allah, Kur’anı Kerim En’am Suresi 123’üncü Ayetinde Meal’en; “Ve işte böylece her ülkenin önde gelenlerini, hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna sokarız; ama çevirdikleri entrikalar yalnız kendi aleyhlerine olur; ve onu da anlamazlar.” Buyurmuşlardır. Bunun tefsiri şöyledir; “ Önemli kimseler olduklarına inanmaları onları az veya çok eleştiriye kapalı hale getirdiğinden ‘ önde gelenler ’ kural olarak, kendi davranışlarının ahlâki yönlerini sorgulamakta diğer insanlardan daha az istekli olurlar; ve bunun sonucu olarak kendilerini daima haklı görmeleri, onları çoğu zaman büyük hatalar yapmaya sevkeder.” Görüldüğü ülke yönetimine gelen kişilerin seçiminde çok titiz davranılması gerektiği Allah’ın emirlerinde açıkça yer almıştır.

–   Batı Hun İmparatoru Atilla; “ Türklere liderlik eden kişiler cesur ve korkusuz olmalıdırlar. Liderler iyi zamanlarda olduğu kadar belirsiz dönemlerde ve tehlike karşısında da cesaretle hareket etmesini bilmelidir.” ifadesi ile liderin temel vasfını vurgulamıştır.

–  Vezir Nizamü’l-Mülk, iyi devlet adamlığının nasıl olması gerektiğini pek çok misalle açıkladığı SİYASETNAME kitabında özetle; “Padişah; fermanı altında bulunan kullarının idaresini başkalarına havale edemez. Halkın işinden gafil olamaz. Mümkün olduğu kadar onların durumlarını gizli ve açık sormalı, uzun elleri kısaltmalı, zalimlerin zulmünü onların üzerinden kaldırmalıdır. Padişahlar daima halkın adaleti ve refahı için, işlere şahsi menfaâtini düşünmeyen perhizkârları ve Allahtan korkanları memur etmelidirler.”diyerek çok detaylı bir tanımlama yapmaktadır. 

–  Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi ölüm döşeğinde iken oğlu Orhan Bey’e yaptığı vasiyetinde benzer temaları işlemiştir; “ ….Adaletli ol, iyi adam ol, merhametli ol. Bütün teb’anı eşitlik üzerine koru. Allahı tanımayan ,kazancını içkiye veren kimselere devlet işlerinde vazife verme; verirsen yüzü kara olarak ahirete gelesin. Zira bu tip insanlar Allahın gazabına müstehâk olduklarından, işlerinde hayır ve başarı olmaz. Bunlar millete iyi muamele etmezler ve rüşvet almaya meyyâl olurlar. Memleket ve millet bundan zarar görür. Bilmediğini bilenden sor. Sana sadık olanları hoş tut….”

–  Timur, devlet hizmeti verilecekler için; “Herkesin kıymetini, bulunduğu mevkiyi ve herşeyin ölçüsünü bilerek buna uygun görev verilmelidir” öğütünü verir. 

–  Atatürk, üst düzey devlet hizmetinde görevlendirilecek kişilerin vasıflarını büyük eseri NUTUK başta olmak üzere pek çok yerde vurgulamıştır. Bunlardan birkaçı aşağıya çıkartılmıştır;

“ Mecliste, hakim olan fırka’nın hükümet teşkilini, muhalif ve ekâlliyette bulunan bir fıkraya terk etmesi ise asla mevzuubahs olamaz. Kaideten ve usulen milletin ekseriyetini teşkil eden ve gayei mahsusası bariz olan fırka, hükümeti teşkil mes’uliyetini üzerine alır ve kendi gaye ve prensiplerini memlekette tatbik eder.” (Nutuk-S.159)

“ Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetiştirerek başının üzerine çıkartacağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri, çok iyi incelemek dikkatinden bir an vazgeçmesin” ( Nutuk-S.607)

“ Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdir edebilmede ehliyet sahibi olmak birinci şarttır.” (1927)

“ İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede meclis sizin arzularınızı yapmaya ve lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik olacaktır” (1923)

         Buraya kadar milletimize yön veren başlıca sözleri sıraladım. Bunların hepsinden alınacak çok önemli dersler vardır.

         Sonuç olarak ; Türkiye yeni cumhurbaşkanını seçecektir. Bu seçimde milletimizin öncelikli ihtiyacı; ülkemizde birlik, beraberlik, bütünlüğün sağlanması ve bunun ilelebet muhafazasıdır.

        Türk halkının Ağustos’ta, tüm milletimizi ve devletin bütün Anayasal organlarını kucaklayarak onları milli hedeflerimiz doğrultusunda yönlendirme görevini başarıyla yapabilecek ve tarafsız kalabilecek bir cumhurbaşkanı seçeceğine inanıyorum.



Dr. Tahir Tamer Kumkale

http://www.kumkale.net

https://kumkale.wordpress.com


https://kumkale.wordpress.com/2014/04/14/turkiye-icin-nasil-bir-cumhurbaskani-olmali/

***

ASLA KARAMSAR OLMAYACAĞIZ.. TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÇOK AMA ÇOK AYDINLIKTIR..

ASLA KARAMSAR OLMAYACAĞIZ.. TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÇOK AMA ÇOK AYDINLIKTIR..




















Dr. Tahir Tamer Kumkale
05 ARALIK 2019

Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1923)

Atatürk diyor ki; Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır. (1923)

17 yıldır kesintisiz süren Ak Parti iktidarının sonunda ülkemizde pek çok şey iyi gitmemektedir. Ak Partili kadrolarda devamlı iktidar olmanın yarattığı metal yorgunluğu ve yıpranmışlık sonucunda ülkemiz iyi yönetilememektedir. Bu gerçeği sadece muhalefet değil, Ak Partiyi koşulsuz destekleyen halkımızda görmektedir.

Türkiye, son derece zor bir dünya coğrafyasında yalnızlığa itilmiştir ve her alanda küresel saldırılara maruz kalmaktadır. Türk toplumu içinde gerekli birlik ve beraberlik olmadığından bu saldırılara etkili bir şekilde karşılık verilememektedir.

Demokratik kurallara dayanarak ortak akılla yönetilmesi gereken ülkemizde artık ortak akıl değil tek adam rejimi uygulanmaktadır. Uluslararası göstergelerde Türkiye her alanda son sıralarda yer almaktadır ve ülkemiz bunu asla hak etmemektedir..

Türk Halkı,ağır ekonomik koşullar altında çok zor günler geçirmektedir. Ülkemizi bu zor günlere mahkum eden 17 yıllık iktidardan ülkemizi düzlüğe çıkarması beklenemez. Çare olamamışlardır ve bundan sonra da olacakları şüphelidir.. Dünya Türklüğünün güneşi durumundaki Türkiye’nin günümüzdeki görünümü dostuna güven ve düşmanına korku verememektedir. O halde yıpranmış iktidarın yerini sür’atle genç ve dinamik kadrolara terk etmesi kaçınılmazdır. Nitekim süreç bu yönde işlemeye başlamıştır.

Ekonomik ve sosyal çaresizlikler karşısında bunalan halkımız her geçen gün daha da karamsar olmaktadır. Onlara göre güneşin ne zaman doğacağı belli değildir ve semayı karartan bulutlar her geçen gün daha da çoğalmaktadır..

25 yıldır ülkemin temel meseleleri hakkında Atatürkçü bir görüşle pratik çözümler üretmeye ve yazarak, çizerek, konuşarak halkımızı aydınlatmaya çalışıyorum. Bana göre asla karamsarlığa gerek yoktur. Görünen tüm kötü tablolara rağmen geleceğimiz çok ama çok parlaktır. Ve bu gelecek çok yakındır.

Türkiye’nin pek çok sorunu vardır. Ama bunların hiçbiri çözülemeyecek sorunlar değildir. Ülkemizde her türlü sorunu başarı ile çözecek yetişmiş ve liyakatli kadrolar mevcuttur. Bunlar görev zamanı kendilerine geldiğinde partizan kadrolardan yönetimi devralacaklar, ülkemizi ve tüm sorunlarını sırtlanacaklardır. Kısa sürede karamsar tabloyu yırtarak Türkiyeyi bölgenin ve dünyanın yıldızı durumuna yükselteceklerdir.

Peki nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorum. Ve neye güvenerek bunları söylüyorum.

Değerli dostlarım. Ben tarihçiyim. Tarihçi, geçmişi inceler ve geçmişte yaşanmış benzeri olaylardan günümüz yöneticileri için dersler çıkartır. Türk toplumunun tam 12.000 yıllık inişli-yokuşlu ama daima ileriye giden bir geçmişi vardır. Tarihin her devrinde var olan Türkler, artık bittiler denildiği tüm durumlarda yeniden ve eskisinden daha da güçlü olarak çıkarak medeniyet sahnesinde hak ettikleri müstesna yerlerini almışlardır.

Aslında tarihin çok derinliklerinde çare aramaya gerek yoktur. Yakın tarihimizde Gazi Mustafa Kemal Atatürk örneği vardır.

Osmanlı’nın her alanda yıkılmış enkazı ve külleri arasından bir avuç inanmış arkadaşı ile birlikte çıkmayı ve genç Türkiye Cumhuriyeti devletini var etmeyi başarmıştır. Bu tam bir mucizedir..

Atatürk; yokları var etmiş ve ülkemizi sağlam temeller üzerine oturtmuştur. 15 yıl içinde kendi silahını, tankını, topunu ve gökteki uçağını yapmıştır. Toplu iğne yapamayan bir ülkeyi sanayi ülkesi haline dönüştürmüştür. Ve o zaman Türkiye’den aldığı silahlarla ve gaz maskeleri ile Almanya İkinci Dünya Savaşında tüm dünyaya kafa tutmuştur.

Atatürk özgün fikirlerini uygulama alanında başarı ile tatbik etmekle kalmamış, bütün yaptıklarını kaleme almış ve NUTUK isimli eseri ile bizim nesillere armağan etmiştir. Bugün NUTUK kitabı KUR’AN’dan sonra en çok basılan ve satılan eserdir.

NUTUK’ta her türlü çaresizlikten ve zorluktan Türkün aklıyla, imkan ve kabiliyetiyle nasıl çıkıldığı en ince noktasına kadar anlatılmıştır. İşte elimizin altında böyle bir şaheser dururken bu kitap ne yazık ki yeterince okunmamıştır. Keşke okunsa idi. O zaman bugünkü karamsarlığa gerek duyulmazdı.

Biz Türkler NUTUK kitabını okumamakta direnirken günümüz dünya liderlerinin çoğunun ellerinin altında ve masalarının üzerinde her zaman yararlandıkları NUTUK kitabının olduğu bilinmektedir.

Atatürk’ün elinde eğitimli ve yetişmiş insan gücü yoktu, sermaye yoktu, alt yapı yoktu, fabrika yoktu, ziraat yoktu. Şehirler ve köyler yanmış, yıkılmış, erkekler cephelerde kırılmış, kadınlar cahil bırakılmıştı. Ve Osmanlının borcunu ödemek zorunluluğu vardı.

Özetlersek; halkımızın helva yemeğe ihtiyacı vardır. Oysa helva yapacak, un yoktur, şeker yoktur, yağ yoktur, ocak yoktur. Helva yapacak usta yoktur. Ama bir kişi çıkmış ve helvayı yapmıştır. Ve bu helvayı tüm halka eşit olarak dağıtmıştır. İşte NUTUK bu helvanın nasıl yapılıp nasıl dağıtıldığını anlatmaktadır.

Günümüze gelirsek: bugünde halkımızın helva yemeğe ihtiyacı vardır. Ama bugün dükkanlar ağzına kadar helva ile doludur. Un vardır, şeker vardır, yağ vardır. Helva yapacak adam vardır. Helva yapılmıştır. Ama bu helvayı halka eşit olarak dağıtacak sistem mevcut değildir. Yani bugün çok basit bir organizasyonla, liyakatli kişileri doğru yerlerde ve doğru zamanda istihdam edebildiğimiz takdirde mevcut helva çok kısa sürede dağıtılmış olacaktır.

Tekrar ediyorum. Yetişmiş, yetenekli, becerikli ve kendini dünyaya kanıtlamış yeterli insan gücümüz vardır ve görev almayı beklemektedir. Önümüzdeki günlerde yetişmiş insan gücümüzden hızla istifade edecek siyasi kadroların yönetime gelmesi kaçınılmazdır.

Atatürk’ün 100 yıl önce yaptığını günümüzde Rusya Devlet Başkanı Putin yapmaktadır. 1991’de önce Varşova Paktı ve arkasından da SSCB’nin dağılıp ülke kaynaklarının tümü emperyalizme peşkeş çekilerek her alanda sıfırlanmış bir Rusya vardı. Şimdi ise Rusya’nın insan kaynakları ile doğal zenginliklerini doğru yönlendiren Putin gibi bir lider elinde küllerinden yeniden doğarak tekrar bir dünya devine dönüştüğünü görüyoruz.

Peki Rusların yaptığı biz niye yapmayalım?. Niye titreyip kendimize dönmeyelim?. İktidarı ve muhalefeti ile niye tek yumruk halinde olmayalım.?

Asla bölünmeyelim, bütünleşelim. Her şeyimiz var. Atatürk’ün ışığında kısa sürede karamsarlıktan sıyrılıp yeniden bölgesel ve küresel bir güç olarak dünya milletleri ailesinde saygın yerimizi alacağımıza ben yürekten inanıyorum.

Bu yeniden doğuşta görev alacak tüm siyasi kadrolarımızın önce ellerinin altındaki NUTUK kitabını bir kere baştan sona okumaları gerektiğini tekrar vurguluyorum.

SONUÇ OLARAK UFUKLAR KIZARMIŞ VE GÜNEŞİN DOĞUŞU YAKLAŞMIŞTIR.


https://kumkale.wordpress.com/2019/12/05/asla-karamsar-olmayacagiz-turkiyenin-gelecegi-cok-ama-cok-aydinliktir/


***

STRATEJİNİN GEREĞİ MUTLAKA YAPILMALIDIR.,

STRATEJİNİN GEREĞİ MUTLAKA YAPILMALIDIR.,


STRATEJİNİN GEREĞİNİ MUTLAKA YAPALIM




















Dr. Tahir Tamer Kumkale
03 ARALIK 2019




Millet ve kahraman çocuklarından meydana gelen ordu, o derece birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada ve tarihte bunun örneği pek seyrektir. Bu milli görünüş ile daima övünebiliriz. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1931)

Dünyanın ticaret yollarını üzerinde üzerinde taşıyan ve yer altındaki çok zengin petrol rezervleri ile jeostratejik önemine paha biçilemeyen Ortadoğudaki güç dengeleri giderek Türkiye’nin aleyhine gelişmektedir.

Yüz yıldır bölge ülkelerine ağabeylik yapan Türkiye son yıllardaki yanlış dış politika adımları ile yalnızlaştırılmış ve bölgemiz emperyalist batılı güçlerin rahatça hareket ettiği bir arenaya dönüştürülmüştür.

Ortadoğu kara kıt’asındaki doğal zenginliklerin yanında son yıllarda Doğu Akdenizde bulunan çok zengin doğal gaz kaynakları küresel güçlerin doğrudan hedefi haline gelmiştir. Kıbrıs Rum Kesimi ve İsrail’in girişimleri ile dünya devleri bu zenginlikten faydalanmak için bir araya gelerek pastayı nasıl bölüşeceklerinin hesabına başlamışlardır.

Türkiye bir süredir bölgede yok sayılmış ve KKTC ile tek başına yaptığı operasyonlar dikkate dahi alınmamıştır.

Batılı emperyalistler her alanda zayıf gördükleri Türkiye’nin aslında çok güçlü bir devlet geleneğine sahip olduğunu, stratejik öngörüleri olan ve kendi milli politikalarını başarıyla uygulayabilme yetenekleri taşıdığını unutmuşlardır.

İşte bu hiç dikkate alınmayan Türkiye, şimdi Ortadoğuda tüm dengeleri değiştirecek çok önemli bir stratejik adım atmıştır. Libya ile deniz alanlarının kullanılmasına ilişkin bir anlaşma yaparak emperyalist batı ile Doğu Akdeniz’in bağlantısını kesmiştir.

Şurası unutulmamalıdır. Ortadoğu Bölgesi kara ve deniz kaynakları ile tüm Ortadoğu ülkelerinin tapulu malıdır. Buranın her türlü doğal zenginliği Ortadoğu halklarınındır. Burada küresel emperyalist güçlerin cirit atmasına ve rol dağıtmasına izin verilmemelidir. Bunu sağlayacak tek potansiyel güç ise mevcut tüm imkansızlıklarına rağmen Türkiye Cumhuriyetidir.

Bölgedeki muhtemel gelişmelere bu mantıkla bakılarak bundan sonra atılacak adımların buna göre planlanması gerekmektedir. Bunu bize jeopolitik ilmi dikte ettirmektedir.

Şimdi yapılacak işler sırasıyla şunlardır;

1. Yönetim olarak, bu bölgedeki hak ve menfaatlerimizin ne olduğunu, neler yapmamız gerektiğini, yaptıklarımızla elde edeceğimiz kazanımlarımızı, elde edeceğimiz değerlerin halkımıza nasıl yansıyacağını tüm iletişim kaynaklarını kullanarak önce parlamentoya, sonra siyasi partilere ve halka anlayacakları şekilde anlatmalı ve atılacak muhtemel adımlar için Türk halkının tam desteği arkasına alınmalıdır..

2. Türkiye tüm iletişim kaynaklarını, devlet kurumlarını, üniversitelerini, sivil toplum kuruluşlarını seferber ederek insanlığa bölgedeki milli çıkarlarını korumak için kararlı olduğunu anlatmalı ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinin desteğini kazanmaya çalışmalıdır.

3. Üçüncü olarak Libya ile yapılan anlaşmanın aynını Mısır ile yapmalı ve bu anlaşmayı Libya ile yapılan anlaşma ile birleştirerek üçlü bir güç haline gelinmelidir.

4. Dördüncü olarak ayni anlaşmayı Suriye ile yapmalı ve bunu da Mısır ve Libya ile yapılan anlaşmaya dahil ederek tüm Doğu Akdenizdeki doğal kaynakların işletilmesini bölge ülkelerinin yapacağı dünyaya ilan edilmelidir.

5. Bölge kaynaklarının çıkarılması, işletilmesi, depolanması ve pazarlanması karmaşık ve çok uzun vadeli bir faaliyet olduğundan Türkiye, Libya, Mısır, ve Suriye’nin birlikte çalıştıracağı bir çatı teşkilat kurulmalıdır..

Sonuç olarak; Ortadoğu bölgesi doğal kaynaklar açısından çok zengindir. Fakat bu zenginlik emperyalist küresel güçlerin burununu sokmasıyla bölge insanının değil, emperyalist ülkelerin insanlarını zengin etmektedir. Ortadoğu halklarına sadece savaş , kan ve gözyaşı bırakılmaktadır. Ve tüm halklar sürekli olarak birbiri ile savaştırıldığından fakir ve perişan halde bulunmaktadır.

Bugün Türkiye’nin eline stratejik bir fırsat geçmiştir. Bu fırsatı değerlendirebilecek gücü, potansiyeli ve tecrübesi vardır. Fakat bu güç sadece bugünkü iktidarın değil, 82 milyonun bir hedefte toplanması ile yaratılacak olan müşterek bir güçtür. Bu faaliyet tek adamın değil, müşterek aklın yönettiği bir sistemi gerekli kılmaktadır.

Ben yapabileceğimize inanıyorum. Yeter ki iç çatışmalara gereksiz çekişmelere son verip tek yumruk haline gelebilelim..

Ve STRATEJİNİN GEREĞİNİ MUTLAKA YAPALIM…

https://kumkale.wordpress.com/2019/12/03/stratejinin-geregi-mutlaka-yapilmalidir/


***

25 Aralık 2019 Çarşamba

Uçurumun kenarında -II

Uçurumun kenarında -II 


ERGİN YILDIZOĞLU


İlk grupta, Bush yönetiminde etkili Evanjelik Hıristiyanlardan John Hagee şu sıralarda dikkat çekiyor. Hagee'nin inisiyatifiyle, Hıristiyan-Siyonist ittifak geçen ay İsrail için Hıristiyanlar Birliği adlı bir örgüt kurarak kurumsallaşmaya başladı. Cumhuriyetçi Parti'nin muhafazakâr kanadından önemli siyasetçilerin katıldığı kuruluş yemeğinde Cumhuriyetçi Parti Ulusal Komitesi Başkanı Ken Mehlaman, ''küresel Cihat açısından hiçbir rejim, İran kadar merkezi öneme sahip değildir'' temalı bir konuşma yaptı. John Hagee'nin bu yılın başında yayımlanan ''Kudüs Geri Sayım'' başlıklı, İsa ile karşıtlarının yaklaşmakta olan nihai savaşını (Armageddon) anlatan kitabı birkaç ayda 700 binden fazla satmış. Hagee'nin Beyaz Saray'la, Tom Delay, Jack Abramof gibi neo-conlarla yakın ilişkileri var ( Sarah Pozner , Alternet, 03/08).
Pazartesi günü, halen ABD dış politikasını yönlendiren güçlerin İsrail'i kendi amaçları doğrultusunda kullanarak geleceğini tehlikeye atarken, bölgeyi büyük bir krize itmeye çalıştıklarını yazmıştım.

Bush yönetimi üzerinde etkili iki kesim var, bir taraftan İsrail dostu gibi görünürken, diğer taraftan onu kendi projelerine alet, hatta kurban etmeye niyetli... Bunlardan biri Hıristiyan-Siyonist ittifak denen akımın içinde. Diğeri de neo-con ''enteller'' .

Armageddon meraklıları

İlk grupta, Bush yönetiminde etkili Evanjelik Hıristiyanlardan John Hagee şu sıralarda dikkat çekiyor. Hagee'nin inisiyatifiyle, Hıristiyan-Siyonist ittifak geçen ay İsrail için Hıristiyanlar Birliği adlı bir örgüt kurarak kurumsallaşmaya başladı. Cumhuriyetçi Parti'nin muhafazakâr kanadından önemli siyasetçilerin katıldığı kuruluş yemeğinde Cumhuriyetçi Parti Ulusal Komitesi Başkanı Ken Mehlaman, ''küresel Cihat açısından hiçbir rejim, İran kadar merkezi öneme sahip değildir'' temalı bir konuşma yaptı. John Hagee'nin bu yılın başında yayımlanan ''Kudüs Geri Sayım'' başlıklı, İsa ile karşıtlarının yaklaşmakta olan nihai savaşını (Armageddon) anlatan kitabı birkaç ayda 700 binden fazla satmış. Hagee'nin Beyaz Saray'la, Tom Delay, Jack Abramof gibi neo-conlarla yakın ilişkileri var ( Sarah Pozner , Alternet, 03/08).

Hagee'nin kitabındaki, İncil'deki hikâyelere dayanarak oluşturulan senaryoda Yahudilere çok özel bir önem (!) atfediliyor: İsa'nın gelmesine yol açacak sürecin başlaması için önce İsrail'in İran'ın nükleer santrallarını vurması gerekiyor. O zaman Rusya devreye girerek, İsa karşıtı bir blok (herhalde Müslümanların başına geçerek) kuracak. Bu blok İsrail'i işgal edecek. Bunun üzerine Tanrı bu bloku yok edecek. Böylece oluşan boşluğu şeytan -Avrupa Birliği- doldurarak tek bir dünya devleti, tek bir para birimi, tek bir dünya dini kuracak. Ancak bu da üç buçuk yıl sürecek. Bu şeytani imparatorluk, sahte bir peygamberin (Çin) saldırısına uğrayacak. Sonra, İsa beyaz bir atın üzerinde geri dönecek, tüm kötüleri ve inanmayanları (Haaretz'den Levy 'nin de ironiyle dikkat çektiği gibi, Yahudiler dahil) yok edecek ve kendi imparatorluğunu kuracak. Bunlar deli saçması, demeden önce, Hagee'nin senaryosuyla neo-conların imparatorluk projesi, Ulusal Savunma Stratejisi'nin jeopolitik hedef ve düşman tanımları arasındaki korkutucu benzerliklere dikkat etmekte, Bush'un seçimleri Hagee gibilerin önderliğindeki kesimin oylarıyla kazandığını anımsamakta yarar var.

'Diyetini öde' mantığı

Neo-conların İsrail'in çıkarını ne kadar düşündüklerini gösteren ibret verici bir örneğe de, etkili neo-con yorumculardan Charles Krauthammer 'in Washington Post'taki haftalık yorumunda rastlıyoruz. Krauthammer'in, İsrail liderliğini düpedüz tehdit eden yazısında, ''Amerika Hizbullah'ın kesin bir biçimde yenilmesini istiyor. Amerika'nın buna gereksinimi var' . Çünkü, ''Hizbullah İran'ın bıçağının sivri ucu'' , ''Ortadoğu'da etkinlik aracı'' .

Krauthammer'e göre İsrail'in eline, yıllardır kendisini destekleyen ''patronu ABD için ne yapabileceğini göstermesi için ender bir fırsat çıktı'' . ''Bunu ziyan etmeyin'' diyor ve ekliyor: ''Eğer siz bunu başaramazsanız en yaşamsal desteği aldığınız ABD ile ilişkileriniz bozulacak, son zamanlarda 'İsrail bizim için ne kadar önemli' sorusunu giderek daha çok sormaya başlayanların eli güçlenecektir'' . Krauthammer, İsrail liderliğinin ''salt hava saldırısına güvenerek kara harekâtını geciktirmekle büyük bir hata yaptığını'' savunuyor. Kara harekâtının kaç İsrail askerinin yaşamına mal olacağıysa önemli değil. Önemli olan, İsrail'in yıllardır ABD'den aldığı desteğin diyetini ödemesi...

Sanırım yazıyı Zbigniew Brzezinski 'nin bir saptamasıyla bitirebiliriz: ''İsrail yönetiminde de karşılığı olan neo-con reçeteler, Amerika ve son tahlilde İsrail için büyük felaket olacak. Bu politikalar, Ortadoğu nüfusunun büyük çoğunluğunu tamamen ABD'ye düşman edecek. Irak iyi bir örnek. Neo-con politikalar eğer izlenmeye devam edilirse, ABD, sonunda bölgeden kovulacak, bu da İsrail için sonun başlangıcı olacak'' ... (aktaran, NPG editörü Nathan Gardels , 01/08)

Bölge hızla bir felakete sürükleniyor, barış gücüne katılmak, etkili olmak filan gibi hayallere kapılmak çok tehlikeli. Ama sınıra yığılmış yaklaşık 200 bin askerin de oraya boşuna gitmediği bir gerçek. İsrail'le çok özel savunma ve işbirliği anlaşmalarımızın olduğu da... Evet uçurumun kenarındayız. Bakalım hangi büyüğümüz ileri doğru büyük bir hamle yapacak?

http://acikistihbarat.com/HaberGoruntule.aspx?id=5706



Uçurumun Kenarında -I -

Uçurumun Kenarında -I - 

ERGİN YILDIZOĞLU


Rivayete göre, ''Türkiye Washington'un da onayı ve desteğiyle bölgede kalıcı barışın tesisi için aktif rol oynayabilir'' , ya da ''Yeni bir Ortadoğu'ya ihtiyaç var... Türkiye'nin liderlik edeceği yeni bir Ortadoğu'ya'' ... Kredi kartı borcunu ödemek için organ satmak zorunda kalanların ülkesinde, bunlar çok tehlikeli fanteziler. Göreve talip olmadan önce, ABD'de Neo-con'ların projelerine yönelik giderek yoğunlaşan eleştirilere kulak vermekte büyük fayda var. Aksi takdirde Albay Ralph Peters 'in malum haritasının gerçekleşmesine katkıda bulunmak gibi bir kader de söz konusu olabilir.

'Enteller Tımarhanenin yönetimini ele geçirdi'

ABD dış politikasının deneyimli isimlerinin, Bush yönetiminde yeniden ağırlığı artmaya başlayan Neo-con eğilimin dış politika üzerindeki etkilerine yönelik eleştirilerinin dozu geçen haftalarda aniden arttı. Örneğin, petrol lobisi (!), James Baker Institute'ün direktörü, eski İran ve Suriye büyükelçisi Edward Djercian , bu ülkelere yönelik saldırgan bir tutum almak yerine, pazarlık edilebileceğini savunuyor ( CNN 23/07). Baba Bush 'un Ulusal Güvenlik Konseyi'nde Ortadoğu danışmanlığı yapmış, halen Council on Foreign Relations Direktörü Richard Haas , ''Bush yönetiminin, Ortadoğu politikasında tüm oklarının yanlış yönü işaret ettiğini'' düşünüyor ( Washington Post , 30/07). Yine Baba Bush'un Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcrofth , aynı gün, Washington Post 'ta yayımlanan, Rice'a hitaben yazılmış yorumunda, Ortadoğu'da sorunun kökünde Filistin-İsrail çelişkisi olduğunu vurgulayarak, bir an evvel barış sürecine geri dönülmesini öneriyor. Henry Kissinger 'e göre İran ve Suriye'yi hedef almak yerine, diplomatik kanalları kullanarak bu ülkelerle İsrail arasında, tüm bölgeyi kapsayacak bir ''büyük mutabakat'' oluşturulabilir ( The Economist 03/08). Foreign Policy Studies'den Philip H. Gordon ve Saban Centre for Middle East Policy Araştırma Direktörü Kenneth Pollock Wall Street Journal 'da yayımlanan ortak yorumlarında, ''Bush yönetiminin, İsrail'e, Hizbullah'ı yok etmesi için zaman tanımasının anlaşılabilir, fakat yanlış bir politika olduğunu'' vurguladıktan sonra, Suriye'nin uluslararası topluluğa katılmak için ikna edilmesine yönelik çok yönlü bir diplomasi öneriyorlar (03/08).

Financial Times 'in Washington Bürosu eski şefi, Jurek Martin de cuma günkü ''Enteller tımarhanenin yönetimini ele geçtirdi'' başlıklı yorumunda, William Kristol, Robert Kagan gibi Neo-con entellerin ABD dış politikası üzerindeki gittikçe artmaya başlayan tehlikeli etkilerine dikkat çekiyordu. Chaney ve Rumsfeld, Condi 'nin dibini oyuyor, çok yönlü diplomasi terk ediliyor, Eliot Abrams ve J.D. Crauch gibi, Neo-con akımın önde gelen isimleri dış politikada yeniden belirleyici olmaya başlıyorlar.

Atlantiğin iki yakasında muhafazakâr kesimin, Neo-conlar'a karşı seslerini yükseltmeye başlamalarının arkasında, ABD ve İngiltere'nin Ortadoğu'da, tarihlerinin hiçbir aşamasında olmadığı kadar tecrit olmaları; Irak ve Lübnan'da hızla yükselen militan Şii etkinliği; Nasrallah 'ın, Şii ve Sünnilerin, de facto ortak lideri düzeyine yükselmeye başlaması, ABD dostu rejimlerin meşruiyetlerinin hızla zayıflaması var. İsrail'in giderek, çok tehlikeli bir maceraya sürüklenmekte olması da ayrıca kaygı verici.

Haaretz 'den Daniel Levy' nin işaret ettiği gibi, Condi son Ortadoğu ziyaretinde tek bir Arap ülkesine dahi uğrayamadı; İsrail hükümeti de adeta, kendi ulusal çıkarlarına göre değil de ABD'nin İran projesinin aracıymış gibi davranıyor.

El Cid Rumsfeld                                                              

Bush yönetiminin en üst düzeyindekilerden gelen ''saçmalıklar'' , durumun sanılandan daha da vahim olduğunu düşündürüyor. Savunma Bakanı Rumsfeld'in geçen hafta Senato Silahlı Hizmetler Komitesi'ne ifade verirken, Hillary Clinton ve McCain 'in soruları karşısında söylediklerine bakar mısınız: ''Irak'tan zamanından önce çekilirsek, düşman bize Afganistan'dan sonra da Ortadoğu'dan çekilmemizi söyler. Ve eğer Ortadoğu'dan çekilirsek bize ve militan ideolojilerini benimsemeyen herkese, İspanya'dan Filipinler'e kadar işgal edilmiş Müslüman toprağı dedikleri yerlerden çekilmemizi emrederler. Ve Nihayet o zaman, Amerika evine yakın bir yerde savaşı kabul etmek zorunda kalır'' ( The New York Times , 04/08). Kim bu düşman? Rumsfeld ne zaman kendini, İspanya'yı Müslümanlardan kurtaran El Cid Campeador sanmaya başladı? Yoksa Irak'taki artık saklanamayan iflasın faturasını, Senato Komitesi getirip önüne koyunca panikten dağılmaya mı başladı? Dünyanın en büyü k ateş gücü işte bu adamın elinde...

İsrail'in sürüklendiği maceraya dönersek, Neo-con ekip tarafından 1996'da Netanyahu için hazırlanan ''Clean Break'' adlı belgeyi tekrar anımsamakta yarar var. Bu belgenin içerdiği senaryo, bölgedeki tüm büyük Arap ve Müslüman devletlerin yıkılmasını, parçalanmasını amaçlıyordu. Ralph Peters'in haritası bir anlamda bu belgenin izdüşümü olarak görülebilir. Neo-conlar, tüm Ortadoğu'yu ABD sömürgesi haline getirme projesinde bu belge aracılığıyla yönlendirecekleri İsrail sağının militarist liderliğini, İsrail'in vurucu gücünü kullanmayı amaçlıyorlardı. Yoksa, Charles Krauthammer 'in (Çarşamba günü bu yazının ikinci kısmında aktaracağım) sinirlenince ağzından çıkardığı baklanın gösterdiği gibi, İsrail halkının iyiliğini düşündükleri filan yoktu.

Haaretz yazarlarından Deniel Levy, cuma günü tam da bu noktaya parmak bastı. ''Neo-con kâbusunu sona erdirelim'' başlıklı yazısında, kinayeli bir biçimde, ''Lübnan savaşında, Beyaz Saray'da gerçek bir dost var. 'Geri bas, stabilize et, tarafsız davranmak gerekir' diyen, diplomatik baskı yapmaya kalkmayan bir Başkan var. Harika!'' dedikten sonra devam ediyordu, ''Ancak, gerçekte İsrail'in bir erken çıkış (Lübnan krizinden- E.Y. ) stratejisine gereksinimi var. Ama, ABD'nin zaaflarından ve bölgede yalnızlaşmasından dolayı, İsrail'in diplomatik seçenekleri daraldı.. kendini, Hizbullah'ın yararına çalışan hava ve kara operasyonları içinde buldu.'' Levy yazının devamında, Irak batağına saplanan Neo-conların şimdi bu durumdan çıkmak için, Lübnan krizini ve İsrail'i kullanarak savaşı İran ve Suriye'ye doğru genişletmek istediklerine inanıyor.

Gerçekten de İsrail'in Gazze'ye saldırmasıyla başlayan süreçte, Dışişleri Bakanı Rice hızla tecrit oldu, Neo-conlar'ın, Chaney ve Rumsfeld'in etkisi yeniden arttı. Cumhuriyetçi Parti'nin aşırı dinci sağından, eski Meclis Grup Başkanı Gingrich ortalarda dolaşıp, Rumsfeld'in aktardığım hezeyanlarına paralel bir ''III. Dünya Savaşı'' masalı anlatıyor. İsrail, hızla girdiği savaşın dördüncü haftasında, Güney Lübnan'ı tümden işgal seçeneğiyle, Suriye'ye, hatta İran'a saldırma seçenekleri arasına sıkışmış durumda.. Neo-conlar tarafından askeri ve toplumsal olarak kaldırması olanaksız bir yükün altına girmeye zorlanıyor.

(Çarşamba günü: Birileri Kıyamete yatırım yapıyor, bir başkası da İsrail'den diyetini ödemesini istiyor.)

http://acikistihbarat.com/HaberGoruntule.aspx?id=5657


***

TCK ERTELEMESİ VE APO KURDU!

TCK ERTELEMESİ VE APO KURDU! 


Sadi Somuncuoğlu.


Kategori: Siyaset

2005-04-02

TCK, adeta son saniyede direkten döndü ve yürürlük tarihi ertelendi.
Adalet Bakanı Çiçek''in bile tv''den öğrendiği kararın mimarının Dışişleri Bakanı Gül olduğu söyleniyor.

İçime büyük bir kurt düştü.

Sakın bu ertelemenin sebebi, görünürde tartışılan maddeler değil de, teröristbaşı olmasın! Çünkü sadece TCK değil, Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun (CİK)''un yürürlüğü de 1 Haziran''a kaldı.
Bebek katilinin yeniden yargılanmasını sağlayacak düzenlemenin bu kanuna konması planlanmış ama gerçekleştirilememişti.
Ertelemede, yarım kalan bu işin tamamlanması isteğini sorgulamamak mümkün mü? Hazırlığı, kabulü ve yürürlüğü sürecinde TCK''nın başına gelmeyen kalmadı.
Aslında bu 17 Aralık''ta tarih alabilmek için alelacele yetiştirilmeye çalışılan, TCK''nın yanısıra CİK''le beraber toplam 5 kanunluk paketti.

Ama hep TCK ön plana çıkarıldı.

Ülke aylarca kanunda yer almayan "zina" düzenlemesi ile oyalandı.
Bu tartışmalar, AB''nin 6 Ekim''de açıkladığı raporlarla Türkiye''nin önüne konulan ağır şartları başarıyla kamufleye yaradı.
TCK''nın basın özgürlüğünden güvenlik güçlerinin çalışmalarının sınırlanmasına, soykırımdan insanlık suçlarına ilişkin çok tuhaf hükümler içerdiği ancak "17 Aralık bayramı" geçtikten sonra fark edilebildi.
Son haftalarda da tümüyle bununla yatıp, kalktık.

Ama bu arada bazı çok önemli şeyler, öylesine gündeme getirildikten sonra gözlerden kaçırıldı. Bu, teröristbaşının yeniden yargılanmasının önünün açılmasıydı.
Ve buna TCK''nın tartışıldığı ve tüm dikkatlerin 17 Aralık zirvesine odaklandığı Aralık ayında CİK değişikliği ile teşebbüs edilmiş ancak Adalet Bakanı Çiçek ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan''ın, itirazı üzerine vazgeçilmiş.
Bunu da bizzat Dışişleri Bakanı Gül istemiş.

Türkiye bu teşebbüsten daha geçtiğimiz haftalarda, üstelik de tesadüfen değil, iktidarın bilinçli sızdırması neticesinde haberdar oldu.
Böylece konunun kısa süreli de olsa tartışılması sağlanıp, kamuoyu ve TBMM''nin tepkisi ölçüldü.
Başbakan Erdoğan da geçen hafta yaptığı açıklamada, AİHM''in teröristbaşıyla ilgili verilmiş bir kararı olmadığını, zaten partisinin MYK''sı ve Bakanlar Kurulu''nun yeniden yargılamaya sıcak bakmadığını söyledikten sonra, olmadığını iddia ettiği karar için "Ama biz buna rağmen bir eğilim yoklayalım dedik." itirafında bulunmuştu.
Anayasa''nın 90.maddesine göre Türkiye''nin AİHM kararını uygulamak zorunda olup, olmadığı sorusuna da "90''ıncı Madde bağlıyor.
O bağlıyor da Türkiye''de siyaset yapanlar ''Anayasa''nın o maddesine rağmen nasıl bunu yaptınız'' der." şeklinde ilginç bir cevap vermişti.Devamında, "Yabancılara mülk satışı konusunu siyasete alet ettiler...Ben medyadan bu konuda destek beklerdim." siteminde bulunmuş, bu desteğin verildiği hatırlatılınca da, " Gümbür gümbür olması lazım." demişti.
Bu açıklamaları, hiç olmazsa teröristbaşının yeniden yargılanmasında, 90.maddenin uygulanması ya da erteleme kararından sonra CİK''te değişiklik yapılmasına "gümbür gümbür destek" talebi olarak değerlendirmemek mümkün mü? Hele de basın TCK ile bu kadar sıkıştırılmışken! Önceki gün Fas''tan gelen haber şüpheleri iyice arttırdı.
Türk gazetecilerle kahvaltılı basın toplantısı düzenleyip, gündemdeki sıcak konuları değerlendiren Başbakan Erdoğan''a, bölücü başıyla ilgili bir soru da yöneltilmiş.
Bunun üzerine birden bire çevresindekilere " Canlı yayında mıyız? " diye sormuş, "evet" cevabını alınca, " Biz sizinle sohbet ediyoruz, birlikte kahvaltı yapacağız.
Kameraları kapatın o zaman" demiş.

Acaba Başbakanımızın, teröristbaşıyla ilgili basın mensuplarıyla paylaşıp da, milletimizden gizleyeceği ne görüşleri olabilir ki? Şimdi bunların tümünü toplayalım.
Teröristbaşı için CİK''de yapılacak değişiklik teklifi Dışişleri Bakanı Gül''den geliyor.

TCK, beraberinde CİK''in yürürlük tarihinin ertelenmesi için en büyük çabayı da Gül gösteriyor.
Ve "Bu, AB sürecinde bizi daha kuvvetli kılacak.

Bir yavaşlama değil, tersine daha da kuvvetlenerek ilerleme söz konusu" teminatını veriyor.
Bir gün öncesinde ise Doğan Yayın Holding''in üst düzey yöneticileri, grubun köşe yazarları, yazı işleri müdürleri ve diğer yetkililerine, yazılmamak kaydıyla ve özellikle AB ile ilişkiler hakkında "brifing" veriyor.
Basın, yargı ve güvenlik birimlerinin tüm itirazlarına rağmen direnen Başbakan Erdoğan, birden bire 7 saat kala, hem de Fas''tan verdiği emirle, kanunların yürürlük tarihini erteletiyor.
Basın toplantısında, nedense söz bölücübaşına gelince kameraları kapattırıyor.
Ve gazetelerde bununla ilgili tek satır bir bilgi yer almıyor.

TCK ve diğer kanunların yürürlük tarihinin ertelendiğini, neredeyse en son öğrenen, bu konuda adeta tüm kariyerini ortaya koyan Adalet Bakanı Çiçek oluyor.
Terörist başı ile ilgili CİK''te yapılmak istenen değişikliğe karşı çıktığı hatırlandığında, Çiçek''in by-pass edilmesi daha da ilginç hale geliyor.
Evet anlaşılan perde gerisinde yeni senaryolar yazılıyor.

AİHM''in yeniden yargılama kararı verdiğini artık cümle alem biliyor.

En geç Mart sonunda da açıklanacaktı.

Ama AİHM''in isteğiyle yeniden yargılama yapmak milletimizi "rencide edeceğinden, onlar demeden yapmamız" gerekiyordu.
Takvim örtüşmediğine göre, AİHM''in açıklaması da ertelenecek demektir.
Ne de olsa Haziran''a kadar daha 2 ay var.

Kıbrıs''ta, Irak''ta, Ermenistan sınır kapısının açılmasında, Ruhban Okulu ve Patrikhane konularında nasılsa yavaş yavaş haşlanan kurbağa muamelesi görmeye alıştık.
Anlaşılan listeye bebek katili de eklenecek… 

El insaf!..

http://acikistihbarat.com/Haberler/688-Haberler-TCK%20ERTELEMES%C4%B0%20VE%20APO%20KURDU!%20-%20Sadi%20Somuncuo%C4%9Flu

***