ÖZET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET BÖLÜM 2


 28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET  BÖLÜM 2


 Söz konusu psikolojik harekat faaliyetleri yoluyla bu süreçte planlı bir şekilde “toplum mühendisliği” faaliyetleri yürütülmüş; Anayasa ve yasalara aykırı 
şekilde bazı kamu kurumları adeta birer fişleme merkezi olarak kullanılmış, devletin istihbarat toplamayla görevli teşkilatında mevcut olmayan istihbarat 
bilgileri “ Batı Çalışma Grubu ”nun talimatlarıyla toplanmış ve bu bilgiler hükümeti yıpratmak amacıyla propaganda icra etmek üzere seferber edilmiştir. 
MGK kararları doğrultusunda, MGK Genel Sekreterliği tarafından, kurumun Gizli Yönetmeliği’ne dayanılarak çeşitli psikolojik harekat faaliyetleri de icra edilmiştir. 

 Bu çerçevede, en başta koalisyon hükümetinin büyük ortağı konumundaki iktidar partisinin temsil ettiği siyasi görüşün (Milli Görüş), Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası ve yasalarına aykırı olduğu öne sürülmüş, buna istinaden hükümet mensupları ve bilinen tüm sempatizanları hakkında illegal yollardan istihbarat toplanmış, “irticacı” diye fişlenen birçok devlet memuru tacize uğramış, gerekçe gösterilmeksizin mesleklerinden atılmış, imam hatip liselerinin orta kısmı kapatılmış, imamlara, gazetecilere, yargı mensuplarına, üniversite rektörlerine irtica brifingleri verilmiş, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) tarafından çok sayıda kamu görevlisi ve vatandaş fişlenmiş; dini hayatın yeniden düzenlenmesi amacıyla çeşitli bürokratik girişimlerde bulunulmuştur. 

 Ayrıca üniversitelere “irticaya taviz vermeyecek” rektörler atanmış, bazı üniversitelerde “ Türban ” olarak tarif edilen başörtüsü takan kızları “ Türban ”dan vazgeçirmek için “ İkna odaları ” kurulmuş, yurt dışında resmi bursla öğrenim gören öğrenciler takip edilmiş, yurt içinde mevcut Kur’an kurslarına baskı uygulanmış, Kur’an öğrenme yaşı on beşe çıkarılmış, İmam-Hatip Liselerinin orta kısmı kapatılmış, bazı vakıflar ve dernekler baskı altına alınmış, kapatılmış ve mallarına el konulmuş, fişlenen kişiler ceza yasalarında yeri olmadığı halde “siyasal islamcı/irticacı” kategorisi altında işkenceye varan kötü muamele görmüşlerdir. Ayrıca, Hükümetin, Bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamalar yakından takip edilmiş, yapılan personel atamaları “ İrticacı Kadrolaşma” olarak nitelenerek, yerlerine irticaya taviz vermeyecek olanların atanması sağlanmıştır.24 

 Öte yandan, TSK’nın, iç siyaset, yolsuzluklar, terörle mücadele gibi konular ile Türkiye’nin, AB Kopenhag kriterlerine ne ölçüde uyum sağlayabileceği, Kıbrıs sorunu vd. konulardaki görüş ve önerileri de yine MGK vasıtasıyla hükümete bildirilmiştir. 

 28 Şubat’ın hemen öncesinde ve sonrasında, MİT ve Genelkurmay Başkanlığınca, hükümetin onayı alınmaksızın hazırlanan ve doğrudan hükümetin hedef alındığı ve islami kesimin baskı altında tutulması ve yönlendirilmesini öngören istihbarat raporları, dönemin MİT Müsteşarının öncelikle sunumda bulunması gereken Başbakanlık makamını baypas etmek suretiyle Cumhurbaşanlığı makamına bizzat sunulmuş, hükümetin öncesinde haberdar olması gereken bir kısım bilgi ve belgelerden MGK toplantıları esnasında haberdar olduğu görülmüştür. 

Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinde oluşturulan bir çalışma grubunun, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığının üst düzey 
bürokratları ile birlikte yakın bir işbirliği ve eşgüdüm içinde hareket ederek, MGK kararlarının hazırlanmasında, takibinde ve uygulanmasında önemli bir rol 
oynadığı anlaşılmaktadır. Böylece, Milli Güvenlik Kurulu bir “danışma organı” olmaktan çıkartılıp, adeta hükümet üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmüştür. 

 MGK kararlarını imzalamak ve uygulamak istemeyen hükümet, medya ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla oluşturulan kamuoyu baskısı ve yayınladıkları 
bildiriler yoluyla işlevsiz hale getirilmiş; hükümet ortağı partinin milletvekilleri üzerinde baskı kurulmak suretiyle, azınlık çoğunluğa dönüştürülmeye çalışılmış, 
hükümet protokolüne ve sayısal çoğunluğu bulunmasına rağmen koalisyon ortakları üzerindeki baskıların yoğunlaşması sonucunda Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN, Cumhurbaşkanına istifasını sunmak zorunda kalmıştır. 

 Devamında, Türkiye’de teamüllere aykırı olarak, mecliste çoğunluğu bulunan siyasi parti genel başkanları dışında, parlamentoda çoğunluğu bulunmayan 
bir parti genel başkanına, sonrasında da bağımsız bir milletvekiline hükümet kurma görevi tevdi edilmiş, her ikisinin de başarısız olması sonrasında üye 
çoğunluğu itibarıyla dördüncü sırada olan bir parti genel başkanına hükümet olma imkanı sağlanmıştır. 

 Üçüncü farklılık, 1960, 1971 ve 1980 askeri darbesini yapanlar kendi hukuklarını yaratıp, uzun yıllar kendilerini yargı denetiminin dışında tutabilmişken, 28 Şubat süreci sonrasında, millet iradesinin meclise yansıdığı 3 Kasım 2002 genel seçimleri akabinde oluşan siyasi ve ekonomik istikrar, demokratikleşme noktasında atılan adımlar ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında oluşan demokratik bilinç, Türkiye’de bir daha demokrasiye müdahalelerinin kolaylıkla gerçekleşemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. 

 27 Nisan 2007 tarihinde meydana gelen “ E-Bildiri ” olayı, hükümetin ve kamuoyunun bu olay karşısında gösterdiği demokratik tepki sonucu askerin bir daha böyle bir girişimde bulunamayacağını göstermiştir. 

 Dördüncü farklılık, bu dönemde, kardeş kavgası ve anarşi ortamı, ülke genelinde başgösteren bir huzursuzluk ve yönetilemeyen bir devlet algısının 
oluşturulamamasıdır. Bu süreçte, toplumda ve üniversitelerde herhangi bir çatışma ortamı doğmamıştır. 25 

 Beşinci farklılık, hükümetin yürüttüğü dış politikaya doğrudan müdahele edilmesidir. 406 sayılı Kararın 10 numaralı maddesi, toplantıya ilişkin olarak 
yapılan resmi Basın Açıklamasında “Bu maddenin tam metnini Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği için yayınlayamıyoruz.” şeklinde ifade edilmişse de, bu maddenin “Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır” şeklinde olduğunu tüm Türkiye basından öğrenilmiştir. Böylece, bu karar basına sızdırılmak suretiyle, o dönemde hükümetin yürüttüğü dış politikaya doğrudan müdahale edilmiş; Başbakan Necmettin ERBAKAN’in “Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği seyehatlardan” duyulan rahatsızlık ortaya konulmuştur. 

 28 Şubat ani ve keskin bir darbe değildir. Demokrasiye işaret edilerek, devletin tüm kurumlarına sirayet ettirilmiş, ekonomi ve siyaset inceden inceden 
dizayn edilmiştir. 

 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde icracılar makam ve mevki yönünden ödüllendirildiği halde, 28 Şubat sonrasında darbe iştirakçilerinden bir kısmı ekonomik yönden ödüllendirilmiş, diğer kısmına ise kurulan hükümetlerde yer verilerek siyaseten ikbal temin edilmiştir. 

 Bu itibarla, Türkiye’de örgütlü olarak hareket edemeyen ve haksızlıklara ses çıkartmayan kesimlerin de, en az “darbe” yapanlar kadar, sorumlu olduğu 
söylenebilir.26 
Türkiye’de hatırlılar ve gönüllüler, askerin silahlı gücünü yanlarına alarak darbeleri gerçekleştirmişlerdir.27 

 Sonuç olarak, “bütün darbeler halka karşı yapılır, sınıf ayırımı yapılmaz ve halk iradesi askıya alınır”. Bu itibarla, Türkiye’de sadece devlet kurumlarının veya 
darbelere destek verenlerin değil, aynı zamanda toplumun da kendisini bir eleştiri süzgecinden geçirmesinde sayısız faydalar görülmektedir. 
Bunun için işe eğitim sisteminden başlanması, okullarda okutulan ders kitaplarında darbeci zihniyetin izlerini taşıyan unsurların çıkarılması gerektiği aşikardır. 
Türkiye tarihinde darbelerin bu kadar sık yaşanmasında ordu-siyaset ilişkilerinin bir türlü rayına oturtulamamış olmasının payı büyüktür. 

 Raporun Birinci Bölümünde, darbelere zemin teşkil eden hukuki mevzuat ele alınacak; bu kapsamda, TSK ve Milli Güvenlik Kurulu’nun mevzuatı incelenecektir. 

 İkinci Bölümde, 28 Şubat sürecine giden yolda 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de meydana gelen önemli siyasi olaylar çerçevesinde “ÖZAL’lı Yıllar” 
olarak tanımlanan 1983-1993 dönemi ele alınacak, ardından Aralık 1995 genel seçimleri sonucunda ortaya çıkan ANA-YOL Hükümeti dönemi incelenecektir. 

 Üçüncü Bölümde, REFAH-YOL Hükümetinin kuruluşu, hükümetin icraatları ve bu dönemde hükümeti sarsan siyasi olaylar ele alınacak, bu dönemde medyanın 
oynadığı rol ve REFAH-YOL Hükümetinin dış politikası irdelenecektir. 

 Dördüncü Bölümde, medyanın 28 Şubat sürecindeki rolü ele alınacak; bu dönemde basın-yayın organlarının habercilik anlayışı ve dili örnekler temelinde 
incelenecektir. 

 Beşinci bölümde, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı öncesinde ve sonrasında meydana gelen gelişmeler; 406 sayılı MGK Kararı ve bu süreçte 
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği bünyesinde yürütülen çalışmalar incelenecektir. 

 Altıncı bölümde, REFAH-YOL, ANASOL-D ve DSP azınlık hükümeti dönemlerinde 28 Şubat MGK Kararının uygulanması amacıyla yapılan yasal ve idari 
çalışmalar, yayımlanan direktifler, alınan ilave MGK kararları ortaya konulacaktır. 

 Yedinci Bölümde, 28 Şubat sonrasında yargı bünyesinde yürüütlen çalışmalar, bu dönemde yargı organları ve mahkemeler tarafından alınan kararlar örnek 
olaylar çerçevesinde incelenecektir. 

 Sekizinci Bölümde, 28 Şubat sürecinin devlet ve toplum üzerindeki yansımaları; Bakanlıklar, kurum ve kuruluşlar çerçevesinde yürütülen çalışmalar incelenecektir. 

 Dokuzuncu Bölümde, 27 Nisan 2007 tarihinde meydana gelen “E-bildiri” olayı öncesi ve sonrası sürecinde yaşanan gelişmeler, 367 kararı ve akabinde 
yaşanan olaylar ele alınacaktır. 

 Onuncu Bölümde, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararı öncesi ve sonrasında ekonomide meydana gelişmeler incelenerek, darbelerin ekonomi üzerinde etkisinin olup, olmadığı irdelenecektir. 

YAZININ VE RAPORUN DETAYLARINI OKUMAK İÇİN PDF FORMATLI WEB ADRESİ AŞAGIDADIR..

(  https://www.academia.edu/12833207/T%C3%BCrkiyede_Post-Modern_Militarizm_28_%C5%9Eubat_S%C3%BCreci_ve_27_Nisan_E-Muht%C4%B1ras%C4%B1  )

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfi idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle, Ecevit hükümeti tarafından, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 
Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, 
terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 19 Temmuz 1987 tarihinde Özal hükümeti tarafından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri 
(Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 tarihinde tamamen sona erdirilmiştir. 

2 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare 
edilmiştir. 

3 Türkiye'de Cumhuriyetin ilanından 19/07/1997 tarihine kadar geçen 63 yıl 8 ay 20 günlük sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 
25 yıl, 9 ay, 18 gündür. Diğer bir deyişle, bu dönemin yüzde 40’ında sıkıyönetim uygulanmıştır. Zafer ÜSKÜL, Siyaset ve Asker, Ankara, 1997, s.71. 

4 Osmanlı tarihinde Yeniçeri Ocağının Sultan Murad’a karşı isyanı, ordunun Saray’a yönelik ilk darbesi olarak kabul edilebilir. Harbiyeli subaylar ve İttihat ve 
Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdulaziz ve 1900’lerin başında Sultan Abdulhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe 
girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir. 

5 Komisyonumuzun görüşlerine başvurduğu gazetecilerden Mehmet BARLAS, Türkiye’de Osmanlı’dan kalma “ittihatçı” bir gelenek olduğunu ve “her subayın 
kendini halaskar görebildiğini” ifade etmiş; Rıdvan AKAR ise Atatürk’ün ölümünün ardından 1940’lı yıllardan itibaren çok sayıda subay tarafından çeşitli darbe teşebbüslerinde bulunmasına rağmen bu subaylardan hiçbirinin yargılanmadığını, 1960 askeri darbesinden sonra yeniden alevlenen darbeci geleneğin Baas’çı bir kimliğe bürünerek radikalleştiğini, sözkonusu radikalleşmenin önlenmesi için tek tip “Atatürkçülük” algısının oluşturulmaya çalışıldığını, 1990’lı yıllardan sonra Atatürkçülüğün darbelerin gerekçesi olarak kullanılabildiğini öne sürmüştür. 

6 İşkence Dosyası, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Ankara, 1996, s.19. 

7 2000’li yıllardan itibaren ortaya çıkan ve halen yargı süreçleri devam eden “Balyoz”/2003, “ Sarıkız ve Ayışığı ”/2003-2004 ve son olarak “İrtica Eylem Planı”/2009 gibi darbe planı iddiaları, Türkiye’nin, bugüne kadar, fiiliyata geçirilemeyen veya akamete uğrayan/uğratılan pek çok darbe/demokrasiye müdahale girişimleriyle burun buruna geldiğini göstermiştir. Keza, Genelkurmay Başkanlığının 27 Nisan 2007 tarihli “e-bildirisi” de, demokrasiye müdahale olarak algılanmıştır. 

8 Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı KARADAYI, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza şunları söylemiştir: “Postmodern darbe” ifadesini kullanan fevkalade aptalca bir ifade kullanmıştır. Hani bazı insanlar vardır, ileri çıkmak, önde görünmek şeyi… Bunu kim çıkarttı, nereden çıkarttılar hâlâ hayıflanırım ve üzülürüm….” 

9 Komisyonumuz tarafından 18 Ekim 2012 tarihinde görüşlerine başvurulan Prof.Doğu ERGİL’e göre, bu durumun başlıca sebebi, Türkiye’de, kökleri Osmanlı İmparatorluğuna kadar uzanan “asker millet” anlayışının varlığıdır. Bu anlayış, Türkiye’nin, devamlı suretle, darbelerle iç içe yaşayan bir ülke olmasından kaynaklanmaktadır. ERGİL’e göre; “Türkiye, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, “ulus-devlet” değil, bir “devlet-ulus”tur. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de önce devlet aygıtı kurulmuş, ardından bu aygıt kendisine uygun olan ulus modelini yaratmaya çalışmıştır.” ERGİL’e göre; toplumun orduyu sadece “korucu ve kollayıcı” olarak değil, aynı zamanda bir “kurtarıcı” olarak görmesinin sebebi de budur. ERGİL, bu nedenle, Türkiye’de toplumu darbeye hazırlamak için herhangi bir şey yapılmasına gerek olmadığını, zira toplumun, zaten, her zaman için, olası bir darbeye hazır olduğunu, ordunun yaptığının bu süreci 
tetiklemekten ibaret olduğunu öne sürmektedir. 

10 10 Haziran 1997 tarihinde Genelkurmay karargahında yüksek yargı mensuplarına sunulan brifingte ifade edilmiştir. 

11 28 Şubat 1997 tarihli MGK’da alınan 406 sayılı Kararın son cümlesidir. 

12 Geçmiş yıllarda sık şekilde gündeme getirilen bu iddiaların tarihsel bir arka planında, Osmanlı Devleti’nin “ölüm fermanı” olarak kabul edilen Sevr Anlaşması’na atıf yapıldığı bilinmektedir. 

13 Düşünce, inanç, ibadet ve ifade hürriyetlerini, devleti bölmeye veya yıkmaya yönelik suçlar kapsamında gören sözkonusu maddeler Turgut ÖZAL döneminde kaldırılmıştır. 

14 Cumhuriyetten itibaren toplam 35 siyasi parti kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarıyla toplam 24 parti kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin 
kuruluşundan önce ise 26 Ocak 1954'te Millet Partisi, 20 Haziran 1960'ta ise Demokrat Parti kapatılmıştı. Millet Partisi'ni Ankara Sulh Ceza Mahkemesi, 
DP'yi ise Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi kapatmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin kapattığı partiler ve tarihleri şöyledir: İşçi-Çiftçi Partisi (İÇP-1968), 
Milli Nizam Partisi (MNP-20 Mayıs 1971), Türkiye İleri Ülkü Partisi (TİÜP-24 Mayıs 1971), Türkiye İşçi Partisi (TİP-20 Temmuz 1971), 
Büyük Anadolu Partisi (BAP-19 Aralık 1972), Türkiye Emekçi Partisi (TEP-8 Mayıs 1980), Büyük Anadolu Partisi (24 Kasım 1992), Sosyalist Parti 
(10 Temmuz 1992), Yeşiller Partisi (10 Şubat 1994), Halk Partisi (25 Eylül 1991), Türkiye Birleşik Komünist Partisi (16 Temmuz 1991), 
Halkın Emek Partisi (14 Temmuz 1993), Özgürlük Demokrasi Partisi (30 Nisan 1993), Sosyalist Türkiye Partisi (30 Kasım 1993), Demokrasi Partisi 
(16 Haziran 1994), Demokrat Parti-2 (13 Eylül 1994), Demokrasi ve Değişim Partisi (19 Mart 1996), Diriliş Partisi (1996), Emek Partisi (1997), 
Sosyalist Birlik Partisi (7 Haziran 1994), Refah Partisi (16 Ocak 1998), Demokratik Kitle Partisi (26 Şubat 1999), Fazilet Partisi (22 Haziran 2001), 
Halkın Demokrasi Partisi (13 Mart 2003). 

15 Bu dönemde, tıpkı, 1960 darbesinde olduğu gibi, 1996-1998 yılları arasında, sayıları 1500-2000’i bulan subay ve astsubay, ordudan atılmıştır. 
Ancak bir farkla ki, 28 Şubat’ta atılan personel önce “irticacı” olarak fişlenmiş, kendileri ve aileleri birtakım fiili ve psikolojik tacizlere uğramış, ardından 
Yüksek Askeri Şura (YAŞ), müşterek kararname veya Milli Savunma Bakanı onayıyla, kiminin emekli maaşları dahi ödenmeksizin, TSK’dan ihraç edilmiştir. 
Bu personel, maddi ve manevi açıdan çöküntüye uğratılmıştır. Subay ve astsubayların yanı sıra, bazı uzman çavuş ve sivil memurların da benzeri şekilde 
ordudan atıldıkları görülmüştür. Bu operasyonlarda, bazı personelin işkence vb. kötü muameleye maruz kalması, fişleme süreçlerinde ast-üst askeri 
personelin ve de onların ailelerinin kullanılmış olması ise olayın bir başka dramatik yönünü oluşturmuştur. 28 Şubat sürecinde BÇG bünyesinde yer alan 
bazı astsubayların, irticacı diye komutanları konumundaki Albayları fişleyerek ordudan atılmalarını sağlaması, sözkonusu illegal darbe yapılanmasının temel 
karakteristiği olmuştur. 

16 İlk defa Milli Nizam Partisi’nin kurulmasından sonra, 1972 yılında, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesine eklenen “ İrtica ” tehdidi, 28 Şubat sürecinde Dz.K.K.Ora.Güven ERKAYA’nın teklifiyle, MGK’da gündeme getirildikten sonra, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde, birinci öncelikli “iç tehdit” unsuru olarak kabul edilmiştir. 

17 Komisyonumuzda dinlenen Gazeteci Rıdvan AKAR, DYP milletvekillerine yönelik baskılar hakkında şunları söylemiştir: “Yine Sayın Erbakan’la yaptığımız 
söyleşinden yine bana göre son derece çarpıcı olan bir başka boyut da, Sayın Çiller’in Sayın Erbakan’a 50 Milletvekilim tehdit ediliyor, bu milletvekilleri, 
Meclis içerisinde adeta bir ikna odası oluşturuldu, bu ikna odasına çağırılarak tek tek konuşturuluyor ve kendilerini, ‘Yassıada’daki odanız hazır’ şeklinde 
tehditte bulunuluyor.” şeklindeki beyanıydı. Sayın Erbakan özellikle 28 Şubat sürecinin başarısının bu milletvekillerinin korkutulmasından kaynaklandığının 
altını çizmişti. Ben de tabii ki, gerçekten, bir gazeteci olarak bu milletvekilleriyle konuşan ve Yassıada’daki o odalarını gösteren komutanın kim olduğunu gerçekten çok merak ediyorum….”. 

18 Bu konuda İçişleri Bakanı Meral AKŞENER için bir general tarafından söylendiği ifade edilen “ Yağlı Kazığa Oturturum ” şeklindeki tehdit çarpıcıdır. 
Meral AKŞENER, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir. “Yani o malum bir konu var. Onu İçişleri Bakanlığı Müsteşarı 
Sayın Teoman Ünüsan’la daha sonra ben öğrendim. Sayın Çetin Saner’in bir sofra esnasında konuştukları bir konu o, yani tekrarlamayı sevmediğim, istemediğim bir şey. O zaman ben İçişleri Bakanıydım. Yani ben onu bir ölüm tehdidi olarak algılamadım ama tabii, yani mesela hep merak etmişimdir: 
“Niye kurşun değil, niye asmak değil de niye öyle bir duygu ve düşünce?” 
Bu da ayrı bir psikolojik sistemi gösteriyor, yani bir kadına… Yani bir erkek olsaydım herhâlde öldürürüz yani bir kurşun sıkarız, işte bilmem ne olur denirken… çok çirkin bir hadiseydi o.” 

19 1998 yılında, Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Türkiye İlerleme Raporunda, 28 Şubat süreci hakkında herhangi bir yorum yer almamıştır. 
AB, 16 Ocak 1998 tarihinde Refah Partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı odak” olma gerekçesiyle kapatılması konusunda bir değerlendirme bulunmamaktadır. 

20 Gazeteci Mehmet Ali BİRAND, 4 Ekim 2012 tarihinde Komisyonumuzda Türkiye’de polis-asker arasındaki algılama farklılığını şu şekilde anlatmıştır: 
“Şöyle bir bakın, 1970 olaylarına, 12 Eylül olaylarına. Hep ahlaksız polis durduramadı, asker geldi alkışlarla durdurdu olayı. 

Hep ona şey yapıldı. 
Askere bu verilirken bize de bu verildi. Yani bütün bu kuşaklar, biz böyle büyütüldük. Onun için ben hep diyorum, genlerimizde var. Bizim için asker başka bir şeydir, o namuslu, o dokunulmaz, o her şeyi çok iyi bilen, her olayın üstünde vatanını koruyan insandır. Bizler işte o arada şey yapıyoruz. 
Güç, geçit törenlerinde pırıl pırıl, toplar tüfekler. O toplar doğru mudur, değil midir kimse sorgulamaz zaten. Böyle bir havada şey yaptık. 

Şunu da söyleyeyim: 
Bugün bu şey değişti mi? Hayır, o da değişmedi. Bugün Genelkurmayı yöneten kişiler hiçbir şekilde daha öncekilerden de farklı değil, onu da bilin, yani hâlâ bu böyle yetişiyor. Benim işte en çok üstünde durduğum nokta o ve bu kesim, Türkiye’yi, sahibi olan kesim, iş çevreleri, medyası, üniversitelileri, sendikası, sivil toplum örgütleri, o kesim böyle kafasında “Asker yaparsa doğrudur…” 

21 Protokol Ek-1’dedir. 

22 Bu Kurul’un, Genelkurmay bünyesinde kurulan Batı Çalışma Grubu’nun asker görüntüsüne paravan teşkil edecek bir yapılandırma olarak faaliyet gösterdiği 
öne sürülmektedir. Ezgi GÜRSES, 28 Şubat Demokrasi Ters Şeritte, Şule Yayınları, Haziran-2012, s.145. 

23  7/11/2012 tarihli Tansu ÇİLLER tutanağı. 

24 Sözkonusu mektuplar 5. Bölümde yer almaktadır. 

25 9/11/2012 tarihli Mehmet AĞAR tutanağı. 

26 Mehmet Ali BİRAND, 4 Ekim 2012 tarihinde, Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir: “…Biz bu darbeler sürecini siviliyle, iş çevresiyle, medyasıyla 
hepimiz hazırladık, askerin önünü açtık. Askere karşı bir direnme hiçbir zaman göstermedik. 
Peki, askere direnme göstermedik biz, laik kesimden söz ediyorum.  
Peki, muhafazakâr kesim ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı. Yani 28 Şubat döneminde, tamam, Erbakan rüyalarda yaşıyordu, bulutlarda yaşıyordu, hiç görmek istemedi. Çünkü Erbakan’ın amacı o kadar net ki. Askerle kavga etmek istemedi Erbakan hiçbir zaman, askerle uyuşmak istedi. Askerle uyuşayım, Başbakanlığım devam etsin, iktidar devam etsin. Ama asker o taraflı değildi, yani uyuşma taraflısı değildi….hata ettik, ne yapalım diyelim…” 

27 Gazeteci Mehmet ALTAN’ın 2 Ekim 2012 Tarihinde Komisyonumuzda yaptığı açıklama. 



***

28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET BÖLÜM 1


28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET,
BÖLÜM 1



ÖZET GİRİŞ: 

 Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihidir. Öyle ki, Doksanıncı kuruluş yıldönümü kutlanacak olan Cumhuriyetimizin 
yaklaşık kırk altı yılı,1  Fiilen, Askeri yönetimler,  Sıkıyönetim ve/veya olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir.2
Türkiye’de, 1960 yılından itibaren, neredeyse her on yılda bir darbe gerçekleştirilmiştir. 3

Demokrasinin askıya alındığı darbelerde, TBMM ve siyasi partiler kapatılmış, millet iradesi hiçe sayılmış, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla toplum baskı altında tutulmuş, başta yaşam hakkı olmak üzere, temel insan hakları çiğnenmiştir. 

 Bu itibarla, Türkiye’de demokrasinin yerleştirilememiş olmasında, sözkonusu darbeler nedeniyle olağanüstü yönetim şartlarının halkın üzerinde bir tehdit 
unsuru gibi konuşlandırıldığı ve bu süreçler içerisinde halkın fikir ve vicdan hürriyeti ile ifade özgürlüğünün kısıtlandığı açıktır. 

 Aslında, Türkiye’deki darbe geleneğinin başlangıcını, çok daha gerilere, Osmanlı Devletine kadar uzatmak mümkündür.4 
Bu geleneğin, Osmanlı Devleti’nin ardından Türkiye’ye de sirayet ettiği ve günümüze kadar ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır.5 

 27 Mayıs 1960 darbesinde TBMM kapatılarak, darbecilerden oluşan Milli Birlik Komitesi idareyi ele almış; darbeciler tarafından hazırlanan 1961 Anayasasına 
istinaden yürürlüğe konulan 211 sayılı İç Hizmet Kanunuyla, orduya “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” verilmiştir. Askeri alanda bunlar yaşanırken, siyaset ve ekonominin tek bir merkezden, (başkent Ankara’dan) “merkezi planlama” prensibi temelinde yönetilebileceği varsayımına dayalı olarak, “iç ve dış siyaseti yönlendirmek” üzere Milli Güvenlik Kurulu; iktisadi kalkınmayı planlamak üzere Devlet Planlama Teşkilatı; Anayasal çerçeveyi gözetmek için ise Anayasa Mahkemesi ihdas edilmiştir. 

 Sözkonusu kurumlar, Devlet, Anayasa, milli güvenlik, birlik ve beraberlik, rejim gibi çeşitli ulvi kavramların arkasına saklanarak, bilerek veya bilmeyerek, 
sözkonusu “ Vesayetçi ” anlayışın koruyucusu ve kollayıcısı olmuş, sivil ve seçilmiş siyasilerin manevra alanını mümkün olduğunca daraltmışlardır. 

 Çağdaş yargı sisteminde benimsendiği gibi Yüksek Hakimler ve Yüksek Savcılar Kurulu ayrı, ayrı kurulmak suretiyle yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı 
murad edilmişse de, özellikle 1960 ihtilali sorasında içtihat oluşturabilecek pek çok Yargıtay ve Danıştay üyelerinin zorunlu emekliye sevk edilmiş olması, yargıdaki içtihat birliğini sıkıntıya sokmuş; askeri yargı kurumlarının kurulmasıyla “yargıda teklik” ilkesi bozulmuştur. 

 1970’li yılların başında, “sağ-sol çatışması” bahanesiyle TSK tarafından verilen 12 Mart Muhtırasıyla, ülke bir kez daha askeri yönetim altına girmiş; 
1961 Anayasası’yla kazanılan demokratik hak ve hürriyetlerin önemli bir kısmı darbeciler tarafından geri alınmıştır. 

 12 Mart Muhtırası sürecinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kapatılmış; rejimin tehlikeye düştüğü bahane edilerek Deniz GEZMİŞ, Hüseyin İNAN ve Yusuf ASLAN, Ankara 1 No’lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin, TCK 146-1’inci maddesine istinaden verdiği 
9 Ekim 1971 tarihli kararın Askeri Yargıtay tarafından 10 Ocak 1972 tarihinde onaylanmasıyla, 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edilmiştir. 

 1970’lerin sonunda, ülke genelinde, sağ-sol gruplar arasındaki çatışmalar bahane edilerek, olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamalarıyla toplumu cendere altında tutan vesayet düzeninde, askeri ihtilalin toplum gözünde meşrulaştırılması için huzur bozucu olaylara ve çatışmalara göz yumulmuş, hatta psikolojik harekat faaliyetleriyle bu olaylar desteklenmiştir. Kendilerine Milli Güvenlik Konseyi adını koyan beş orgeneral tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesiyle, TBMM ve siyasi partilerin tamamı yeniden kapatılmış, Türkiye tarihinin en yoğun işkence ve yargısız infaz olayları yaşanmıştır. Neticede bu darbe, ülkenin onlarca yıl gerilemesine ve yüzbinlerce gencinin hayatının kararmasına ve ülke ekonomisinin çökmesine sebep olmuştur. 

Türkiye siyasi tarihinin en karanlık dönemi sayılabilecek olan 12 Eylül askeri darbesinin bilançosu şöyle özetlenebilir:6 “…siyasal nedenlerle 650 bin kişi 
gözaltına alınmış, bunlardan yaklaşık 210 bini hakkında sıkıyönetim mahkemelerinde dava açılmış; 65 bin kişi çeşitli cezalara mahkum edilmiştir. 
Açılan davalarda 6353 kişinin idamı istenmiş, verilen idam kararlarının sayısı 500’ü geçmiş, 50 kişi idam edilmiştir. Yüzbinlerce insan fişlenmiş, 388 bin 
kişiye pasaport yasağı konulmuş, sıkıyönetim komutanları tarafından 4891 kamu görevlisinin işine son verilmiştir. 4.509 kamu görevlisi sürgüne gönderilmiş, 
zorla emekli edilen, emekli olmaya zorlanan ya da istifa etmek zorunda kalan kamu görevlilerinin sayısı 20 bini geçmiştir. Yurt dışına kaçan ya da kaçmak 
zorunda kalanların sayısı 30 bin, vatandaşlıktan atılanların sayısı 15 bin olmuştur. Hazırlanan bir yasayla Kürtçe konuşmak yasaklanmıştır. 

Türkiye bu düzenlemeyle bir dili kullanmayı yasa çıkartarak yasaklayan ilk ve tek ülke olma özelliğini kazanmıştır. Gazeteler, dergiler, süreli ya da süresiz 
tüm yayınların faaliyetlerine son verilmiş, gazeteci ve yazarlar ağır hapis cezalarına mahkûm edilmiştir. On binlerce kitap yakılmış, 937 film yasaklanmış, 
bütün siyasi partiler, 23.667 dernek, sendika ve benzeri kitle örgütü kapatılmıştır.” 

12 Eylül darbesinden hemen sonra, Milli Güvenlik Konseyi tarafından hazırlanan Anayasada, mevcut sıkıyönetim ve olağanüstü halin kalıcı bir şekilde devam 
ettirilebilmesi için “milli güvenliği tesis etmek”, toplumu “Atatürk milliyetçiliği etrafında bütünleştirmek” gibi “ulvi” hedeflerin arkasına saklanılarak, bir 
“ Milli güvenlik devleti ” inşa edilmiştir. 

Anayasa ve Anayasanın 118’inci maddesine istinaden 1983 yılında çıkarılan 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği 
Kanunu’yla temelleri atılan ve başında Orgeneral düzeyinde bir askerin bulunduğu MGK Genel Sekreterliği, “Gizli” gizlilik dereceli Yönetmeliği vasıtasıyla adeta ikinci bir hükümet olarak kullanılmış; bir taraftan devlet çapında psikolojik harekat faaliyetleri planlanıp, icra edilirken, diğer taraftan da “ Devletin Gizli Anayasası ” olarak takdim edilerek hükümetlere dayatılan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi yoluyla iç ve dış siyaset cendere altında tutulmuştur. 
Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Anayasal bir organ haline getirilmiş; yargıda birlik ilkesinin bozulması pahasına, yüksek askeri yargı organları ihdas edilerek 
ordunun etkinliği artırılmıştır. 

Bir başka ifadeyle, Türkiye’de, yakın geçmişe kadar “yüksek siyaset” olarak görülen devlet yönetimi, MGK eliyle şekillendirilirken, Türk Milletinin temsilcisi olan siyasi iktidarlara ise ticaret, sanayi, imar, sağlık gibi “düşük siyaset” konuları bırakılmıştır. Bu çerçevede, “rejimi” korumak adına gerçekleştirilen tüm darbelerde, hem siyasette, hem de ekonomide bir içe kapanma yaşanmış; 

Türkiye’nin başta Avrupa Birliği olmak üzere, dış dünya ile ilişkileri dondurularak, siyasi ve ekonomik istikrarı yok edilmiştir. Ne var ki, 12 Eylül darbesinden 
sonra iktidara gelen Özal Hükümetleri döneminde, ekonomi alanında başlatılan liberalizasyon süreci, son yıllarda atılan adımlarla siyaset alanına da nüfuz 
ettirilerek, siyasi ve ekonomik istikrar yeniden tesis edilmiştir. Bir başka deyişle, eskiden “fetva” alan devlet, şimdilerde “katılımcılık, şeffaflık ve hesap 
verilebilirlik” ilkelerine uygun olarak, kamu kurumlarının ve kamuoyunun görüş ve talepleri doğrultusunda hareket etmeye başlamıştır. 

 Ancak, bütün bu yapılanlara rağmen, Türkiye’de, yakın geçmişe kadar, sözkonusu darbe süreçleriyle yüzleşilememiş; darbe failleri ve sorumluları ortaya çıkarılamamış ve yargılanamamıştır. 
Bu nedenle, yapılan her darbe, bir sonraki darbenin tohumlarını ekmiş; 27 Mayıs 1960 darbesi sorgulanamadığı için 1971 darbesi, 1971 darbesi sorgulanamadığı 
için 1980 darbesi, 1980 darbesi sorgulanamadığı için 28 Şubat 1997 süreci yaşanmış, akabinde 2000’li yıllardan itibaren yeni darbe girişimi iddiaları gündeme 
gelmiştir.7 

 Bu hesap sorulamazlığın en önemli sonucu, darbelerin her birinde, darbelere zemin oluşturan “ Vesayetçi ” anlayışın tahkim edilmesi; ordunun siyaset 
üzerindeki etkinliğinin güçlenmesi olmuştur. 

Bu nedenledir ki, bu gün bile 12 Eylül dönemine ait birçok yasada (MGK, MİT, TRT ve YÖK Kanunları gibi) sözkonusu darbeci/vesayetçi anlayışın izlerine 
rastlamak mümkündür. 

 1990’lı yıllarda darbe anlayışı yeni boyutlar kazanmış; 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan 406 Sayılı Karar’la işaret fişeği atılan 
ve tarihe “ Post Modern Darbe ”8  olarak geçen “28 Şubat” sürecinde; “durumdan vazife çıkaran” güçler, seçilmiş bir hükümet iş yapamaz hale getirerek istifaya zorlamışlardır. Bu maksatla, psikolojik harekat yöntemleri kapsamında, basın-yayın vasıtaları kullanılarak, “silahsız kuvvetler” yoluyla, iktidardaki koalisyon hükümetini oluşturan partiler itibarsızlaştırılmış, tüm topluma irtica korkusu yayılarak, demokrasiye müdahale edilmiştir. 

 Bununla birlikte, Türkiye’de, hala, 28 Şubat’ı, tıpkı 1960 ve 1971 darbeleri gibi, çeşitli gerekçelerle, darbe olarak görmeyenlerin olduğu bir vakıadır. 
Türkiye’de meydana gelen darbe/demokrasiye müdahale girişimleri içinde, sadece 12 Eylül 1980 askeri darbesinin, toplumun tüm kesimleri tarafından
 “ Darbe ” olarak görülmesi, toplumbilimciler tarafından araştırılması gereken bir husus olarak görülmektedir.9 

 Oysaki nasıl 1960 darbesinde, birtakım “genç subaylar”, en azından bir Başbakan ve iki Bakanın göstermelik bir yargılama sonucunda asılmasından sorumluysa, 28 Şubat darbesinde de, yaşları altmışın üstünde olan “genç subaylar”(!) en azından meşru bir hükümeti, 28 Şubat döneminde olduğu üzere, “ Gerekirse silah kullanma”10 ve “…Açıklanan bu esaslar aksine davranışların, toplumumuzda huzur ve güveni bozarak yeni gerginliklere ve yaptırımlara neden olacağı değerlendirilmiş”11 gibi tehditler yoluyla “hal” ederek, darbe literatürüne “ post modern darbe ” kavramını hediye etmişlerdir. 

 Türkiye’de, öteden beri, özellikle asker ve sivil bürokrasi içindeki bazı kesimlerin, devamlı suretle, ülkenin bölünmenin veya parçalanmanın eşiğinde olduğunu öne sürerek,12 çareyi sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan etmek gibi uygulamalarda aradıkları bilinmektedir. Kendisini devletin asli unsuru olarak gören sözkonusu güçler; sağ siyasi anlayışı “sağcı, gerici, yıkıcı ve irticai, siyasi islamcı, yobaz, faşist, ırkçı vb.”; sol siyasi anlayışı ise “solcu, komünist, devrimci, bölücü, yıkıcı, anarşist vb.” şekillerde tanımlayarak, her iki siyasi akımı da devlete yönelik birer tehdit olarak sunmuşlar; siyasetçileri kimi zaman açıkça 
“ Beceriksiz, iş bilmez, devleti yönetmekten aciz, çapsız, vatan haini  vb.” olmakla suçlamışlar; gerektiğinde baskı, şantaj ve ikbal vaadiyle etki altında 
tutmuşlardır. 

 Bu ve benzeri örtülü faaliyetlerin icra edilirken, Bakanlık, kamu kurum ve kuruluşlara da çeşitli görevler verilmiş; hem kamu, hem de özel basın-yayın 
kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, iş dünyası, sendikalar, sermaye çevreleri, propaganda ve psikolojik harekat vasıtası olarak kullanılmıştır. 

 Türkiye’de, Anayasanın başlangıç ilkeleri ile yakın geçmişe kadar var olan hak ve hürriyetleri kısıtlayan Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163’üncü maddeleri; Siyasi Partiler Kanununun bazı hükümleri, siyaseti kısıtlamak için yasal dayanak olarak kullanılmıştır.13 Sözkonusu mevzuat, sadece siyasetçilerin değil, aynı zamanda Anayasa’ya aykırı görüş ve eylemlerin odağı olduğu öne sürülen siyasi partilerin kapatılmasına dayanak teşkil etmiş; bugüne kadar Türkiye’de onlarca siyasi parti, Siyasi Partiler Kanunu’na aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Hatta bu partiler içinde iktidardayken dava açılan partiler (Refah Partisi ve AK Parti) ile iktidardayken hakkında kapatma davası açılıp, daha sonra kapatılan parti (Refah Partisi) de vardır. 

 Sonuçta, Türkiye, bir hukuk devletinde eşi benzeri olmayacak şekilde, adeta bir “parti mezarlığına” dönüşmüş,14 hemen hemen tüm partilerin “ Kurumsallaşma ” süreçleri sekteye uğratılmış, demokrasinin kültürünün gelişmesine ve benimsenmesine engel olunmuştur. 

 Bu Raporda; “ Ezber bozan bir darbe ” olarak tanımlanabilecek olan “ 28 Şubat ”ın, 28 Şubat 1997 tarihli 406 sayılı MGK Kararında yer alan tedbirlerden ibaret 
olmadığı; öncesi ve sonrasıyla, sebepleri, sonuçları ve yansımaları ortaya konulmaya çalışılacaktır. 

 Bu rapora geçmeden önce, 1960, 1971 ve 1980 darbe süreçleri ile 28 Şubat darbesi arasında bazı benzerlik ve farklılıkların bilinmesinde fayda görülmektedir. Zira 28 Şubat’ta, geçmişte yaşanan darbeler gibi klasik anlamıyla fiili bir darbe süreci sözkonusu olmamıştır. 

 28 Şubat’ta, birtakım sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra basın-yayın kuruluşlarının, üniversitelerin, sendikaların, sermaye çevrelerinin, sivil bürokrasinin, yargı mensuplarının desteği alınarak, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında alınan kararlar hükümete dayatılmış, koalisyon ortağı parti milletvekillerinin baskı, tehdit, şantaj ve ikbal vaadiyle istifa ettirildikleri öne sürülmüş, nihayetinde seçilmiş bir hükümet işlevsiz hale getirilerek, istifaya zorlanmıştır. 

 Bu süreçte, ilk benzerlik, tıpkı 1980 askeri darbesinde olduğu gibi, kendisini “rejimin teminatı” olarak gören TSK’nın emir-komuta zinciri içinde hareket etmesidir. 

Bir başka deyişle, 1960 darbesindeki genç subayların cunta hareketinden ders çıkarılmış; 1960 ve 1980 darbesinde olduğu gibi, Komuta Katının benimsediği 
çizgide olmadığı düşünülen çok sayıda muvazzaf asker, bu kez “ Yıkıcı, Bölücü ve İrticai faaliyetlerde bulundukları ” gerekçesiyle, hukuk kuralları zorlanarak 
tasfiye edilmiştir.15 Bu tasfiyenin, 1960 darbesindeki gibi üst düzey komutanlara yönelik değil, Albay ve alt rütbedeki askeri personele dönük olduğu gözlenmiştir. 

 İkinci benzerlik, tüm darbelerde olduğu gibi, TSK’nın, eğitim şekli itibarıyla, sadece savunma gücü olarak değil, aynı zamanda, topluma liderlik yapma 
anlayışıyla yetiriştirilmesinden kaynaklanan, “ Atatürk ilke ve inkılaplarının elden gittiği ” düşüncesidir. 28 Şubat tarihli MGK toplantısında alınan Karar’da yer alan “ Atatürk İlke ve İnkılapları ” ve “ Devrim Kanunları ” vurgusu, “ Kışla-cami Çekişmesinin ” bir yansıması olmuştur. 

 Üçüncü benzerlik, asker ve sivil bürokrasi arasındaki ittifaktır. Bu süreçte, iktidardaki Refah  Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyon hükümetini (REFAH-YOL), 
“ İrticai tehdit ”16 olarak gören bu ittifak, seçilmişlerin, bir başka deyişle hükümetin, baskı altında tutulmasında ve nihayetinde iş yapamaz konuma 
getirilmesinde başarılı olmuş; bunu yaparken, psikolojik harekat yöntemleriyle sivil toplumun, basının, sermayenin, üniversitelerin, iş dünyasının, sendikaların 
önemli bir kısmının desteğini alabilmiştir. Hükümetin iç ve dış politika icraatları nın ülkeyi yıkıma götürdüğü öne sürülerek, sivil siyaset alanı adeta yok edilmiş; 
koalisyon ortağı partiye mensup milletvekilleri istifaya zorlanarak, milli irade hiçe sayılmıştır. 17

 Dördüncü benzerlik, tüm toplum üzerinde psikolojik harekat faaliyetleri uygulanmasıdır. Bu çerçevede, tehdit, gerilim, korkutma,18 beyin yıkama, düşman algısı oluşturma vb. yollarla toplum baskı altında tutulmuş ve “laik-anti laik” şeklinde ayrıştırılmaya çalışılmıştır. 28 Şubat sürecinde, bir yandan REFAH-YOL Hükümetine, ardından ANASOL-D Hükümetine, yüksek bürokratlara, basın mensuplarına “irtica” konulu brifingler verilmiş; çeşitli dini oluşumlar yaratılmaya çalışılmış; böylece 1980 öncesindeki sözde “komünizm” korkusu gibi, sözde “irtica” tehlikesinin varlığı ispat edilmek istenmiştir. 

 Beşinci benzerlik, sürece dış destek arayışıdır. Bu kapsamda, hükümetin iç ve dış politika tercihlerinin ve icraatları Batılı ülkelere şikayet edilmiş; Başbakan ERBAKAN’ın İslam ülkeleriyle yakınlaşma çabası, Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya çevrilmesi ve hatta “anti-siyonizm” şeklinde tanımlanmıştır. 

Buna karşın, 28 Şubat döneminde, başta ABD olmak üzere, dış güçler, en azından resmi düzeyde, Türkiye’de demokrasinin sekteye uğratılmaması noktasında, yani Meclisin açık kalması koşuluyla, iktidarda bulunan REFAH-YOL’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarını, uzun süreli hükümet etmesinin kendi menfaatleri hilafına sonuçlar doğuracağı yönündeki düşüncelerini açıkça zikretmiş; ancak açık bir darbeye de ışık yakmamak suretiyle, darbe heveslisi kesimlerde hayal kırıklığı yaşatmıştır. Ancak, ABD ve AB’nin,19 28 Şubat MGK kararlarına karşı ciddi bir eleştiride bulunmadıkları görülmektedir. 

 Altıncı benzerlik, asker-polis arasında yetki çatışması yaratılmaya çalışılma sıdır.20 28 Şubat döneminde, özellikle Turgut ÖZAL’ın başbakanlığı döneminde geliştirilen Emniyet İstihbarat Teşkilatının, gerek teknolojik olarak donanımlı hale getirilmiş olması, gerekse eğitimli personeliyle güvenlik ve istihbarat alanında etkin rol oynamaya başlaması, bir kısım çevreleri rahatsız etmiş; 

Susurluk skandalı ve “Onbaşı Kadir Sarmusak olayı” olayını bahane edilerek, polisin mafya ile ilişki içinde olduğu ve yasadışı işlere bulaştığı iddia edilmiş; 
neticede, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı arasında, yetki yönünden Genelkurmayı önceleyen, 7 Temmuz 1997 tarihli Emniyet ve Asayiş 
Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü imzalanmıştır. 

 Yedinci benzerlik, ordunun vesayetçi anlayışının tahkim edilmesidir. Bu bağlamda, REFAH-YOL iktidarı döneminde 9 Ocak 1997 tarihinde çıkarılan Başbakanlık Kriz Yönetimi Merkezi Yönetmeliği’yle, MGK Genel Sekreterine, Türkiye’de ekonomik çöküntüden, nükleer kazalara, kaya düşmesinden, terör olaylarına kadar uzanan, bir dizi “kriz” durumunda Başbakanla eşit düzeyde icrai yetkiler verilebilmiş, bu çerçevede “olağanüstü hal” olarak görülebilecek şekilde, tüm il ve ilçelerde kriz merkezleri kurulmasına imkan sağlanmıştır. 

 Ayrıca, REFAH-YOL Hükümetinin sona ermesinden sadece 14 gün sonra, ANASOL-D Hükümeti döneminde, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı arasında 
Emniyet ve Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Protokolü21 imzalanarak, İl’lerde garnizon komutanlarına valiler üstünde yetkiler verilmiş; keza yine ANASOL-D 
Hükümeti döneminde, 28 Şubat 1997 tarihli 406 sayılı MGK Kararında belirtilen hususların takip ve kontrolünde “etkinliğin sağlanması” amacıyla, 
29 Aralık 1998 tarihinde alınan 440 sayılı MGK Kararı gereğince, “Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK)” kurularak, Genelkurmay 
Başkanlığı, MGK Genel Sekreterliği ve diğer kaynaklardan alınan istihbari bilgilere istinaden çok sayıda kamu görevlisi “irticacı vs.” sıfatlarla fişlenerek 
memuriyetten atılmış veya pasif görevlere getirilmiştir.22 

 Sekizinci benzerlik, yargıya müdahaledir. 1960 askeri darbesi sonrası kurulan Yassıada mahkemeleri, 1971-1972 yıllarındaki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 
idamı, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında başta Mamak olmak üzere, yurdun çeşitli yerlerinde kurulan Sıkıyönetim Mahkemelerinde, başta usul ve esas olmak kaydıyla, hukuk ve insan hakları ihlallerinin ayyuka çıktığı gibi, 28 Şubat sürecinde de, Genelkurmay karargahında irtica brifinglerine katılan yüksek yargı 
mensuplarının, Devlet Güvenlik Mahkemeleri hakim ve savcılarının yürürlükteki mevzuatı zorlayarak karar verdikleri görülmüştür. 

Bu süreçte, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından, kimi zaman hukukilikten uzak, bazı “siyasi” kararlar verildiği gözlenmiştir. 

 Yargı, “ Laiklik ” ilkesini savunmak adına “ İrticai unsurlara ” karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Kararı’nı gerekçe göstererek, mücadele yürütmüş ve neticede 
çok sayıda “yargı mağduru” yaratılmıştır. Özetle, Genelkurmay Başkanı tarafından “ Bin yıl yaşayacağı ” ifade edilen “ 28 Şubat Ruhu ”, dönemin yargı 
kurumlarının kararlarına da sirayet etmiştir. 

 Yukarıda sıralanan benzerliklere karşın, 28 Şubat süreci ile geçmiş darbeler arasında birçok farklılıklar da bulunmaktadır. 

 İlk ve en önemli farklılık, Meclis faaliyetlerinin askıya alınmamış olmasıdır. Bir komutanın da ifade ettiği gibi, tankla tüfekle değil, “ Silahsız Kuvvetler ” olarak 
tarif edilen sivil toplum kuruluşları eliyle meşru bir hükümet istifaya zorlanmıştır. 

 İkinci farklılık, özellikle dönemin “prototip refleksi”ni yansıtan basın-yayın araçlarında çıkan simgeleşmiş manşetler yoluyla, Hükümet aleyhinde planlı bir 
şekilde uygulanan psikolojik harekat faaliyetleridir. Bu kapsamda, Hükümeti oluşturan parti liderleri ve milletvekilleri üzerinde yıpratma kampanyaları 
düzenlenmiş; yanı sıra hükümete destek veren kurum ve kuruluşlar kıyasıya eleştirilmiş, bu kişiler çeşitli iftiralar yoluyla itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. 
Hükümete mensup bazı milletvekillerinin ve bazı partililerin yasadışı faaliyetlere karıştıkları öne sürülmüş, Başbakan ve Başbakan Yardımcısı özel hayatları 
üzerinden karalanmaya çalışılmış, milletvekillerinin otellerde kurulan ikna odalarında, şantaj, ikbal vaadi ve korku ile yönlendirildiği, çoğunluğun azınlığa 
dönüştürüldüğü bir süreç yaşanmıştır”23 

 Bu süreçte, sivil toplumun harekete geçirilmesi için bazı kuruluşlar, üniversite öğretim üyeleri, yüksek yargı mensupları, gazeteciler, diyanet mensupları 
çeşitli yollarla açıkça yönlendirilmiş, kendisini “sivil toplum” olarak vehmeden, “beşli çete” olarak tanımlanan ve yasal olarak “kamu kurumu niteliğindeki 
meslek örgütleri” (iki işçi sendikası olarak TÜRK-İŞ ve DİSK, iki esnaf konfederasyonu TOBB ve TESK ile bir işveren sendikası TİSK) hükümet aleyhinde harekete geçmek için açıkça cesaretlendirilmiştir. Basın açıklamaları ve gazete ilanları, mitingler yoluyla hükümetin icraatlarına karşı kampanya düzenleyerek, mesleki kaygılarından daha ziyade, 28 Şubat sürecinin ideolojik duruşunu destekler mahiyette bulunmuşlardır. 


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***