ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 2


HERŞEYİN BAŞLANGICI: EFSANEVİ İSTİHBARATÇI TÜRK ÖZEL HARP’E EL ATIYOR 

Yukarıda anlatılan ve Almanların Türkler üzerinden uyguladığı politikalar ne anlama geliyordu? Aşağıdaki hikayede birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların aslında ne kadar bağlantılı olduğu anlatılacak. Hikayedeki adli olay gibi gözüken bazı olayların uluslararası güç çekişmelerinin konusu olması ise işin ilginç tarafı. Almanya’da yaşanan Türk ailelerinin kundaklanması olaylarının bu gün hangi politik çekişmelerin sonucu olduğu daha da açıklıklaortaya çıkıyor. Dahası bunlarda Alman derin devletinin parmağı olduğu da artık aşikar. Biz şimdi hikayeyi baştan alalım ve işe ‘efsane’ bir Alman istihbaratçıdan başlayalım. 

Almanların BND’sini ve derin devletini 1952’de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladyoları örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000’de açılan CIA’nın gizli belgelerinde Gehlen ve eski Nazi subaylarının hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Yazılan bilgiler artık açık bilgi olduğundan kolaylıkla ulaşılabilir. Yıllarca kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgilerin yazılmasının gazetecinin çok önemli bir kamu görevi olduğunu düşünüyorum. 

Peki Alman derin devleti Türkiye’ye nasıl girdi ve hangi metodlarla çalıştı ? Aşağıda anlatacağımız öykü Türkiye Özel Harp Dairesi’nin nasıl CIA güdümüne girdiğini anlatıyor. İşin içersinde CIA hizmetine giren bir Alman istihbaratçı bir de Rus kızıl ordu firarisi var. Biz en iyisi hikayeye yine baştan başlayalım. Hikaye Reinhard Gehlen’in CIA’ya sığınmasıyla başlıyor. Henüz 60 yıl once Reinhard Gehlen, Nazi Almanyasının ve Hitler’in Doğu cephesinden ve komünist Sovyetlerden sorumlu casus şefi, 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun CIC(Counter Intelligence Corps: Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar herhalde hiç kimse Nazilerin bu efsanevi istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmını düşman örgüt CIA ve onun evsahipliğini yapan ülke ABD ile işbirliğine sarf edeceğini tahmin edemezdi. Bu konuya önümüzdeki bölümlerde derinlemesine gireceğiz. Biz şimdi Gehlen’in Türkiye bağlantısı neydi bu konuya eğilelim… 

80 darbesi öncesi Türkiye’de komünist-ülkücü kavgasında ülkücü saflarında dikkati çeken birisi vardı. Bu isim Murat Bayrak’tı. Ülkücüleri galeyana getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye’deki tüm faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürütmüştü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. 
Onun gibi serbest bırakılan diğer isimler de Özel Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak, CIA ajanları olan ve gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ve Frank Terpil’le de bağlantılı idi. Bayrak MHP’den önce Adalet Partisi’nde de milletvekilliği yapmıştı. Diğer yandan, Türkeş’e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği üzerine ‘Ergenekon’ kod adını aldı. Bütün bu bağlantıların öncesine gidecek olursak; 2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi. 

Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliği’ne kadar yükseldi. Nazar Enver Altaylı gibi Özbek kökenlileri MİT’de kritik görevlere getirdi. Ruzi Nazar’ın dikey yükselişi gerçekten de incelemeye değer. Nazar İkinci Dünya savaşında Kızılorduda savaşırken Almanlara esir düşen bir Özbekti. Almanların safına geçerek Türkistan taburlarında Kızılorduya karşı savaştı, savaşın sonunda içinde yeraldığı Gehlen Organizasyonu sayesinde kesin ölüm demek olan Ruslara teslim edilmek yerine Gehlen ile birlikte ABD’ye sığındı. Amerikan vatandaşı oldu ve kararlı bir antikomünist olarak CIA'de görev aldı. 1950 sonrası kontrgerilla eğitimi almak üzere ABD’ye gönderildi. Alparslan Türkeş'in de dahil olduğu, Özel harpci seçilmiş Türk subaylarla bizzat ilgilenen eğitimcilerden birisiydi. 1960'larda Türkiye'de görev aldı. 

Türki kökeni sayesinde Ankara'da CIA ajanı gibi değil, Türk bir vatanperver gibi görüldü. 
Bu ekstra güvenle tüm yöneticilerle dost oldu. Türkeş, kendi evinden çok onun evinde kalırdı. Beraber dokuz ışıkçılık oynarlardı. Bu sıkı fıkı ilişki o kadar çok dikkat çekerdi ki, MHP içinden bile itirazlar yükselirdi. Türk antikomünist örgütlenmesi kendisine müteşekkirdi. 
Hatta Türk medyasından bir yazar, kızı `Sylvia Nasar`, filmi oscar ödülü alan `a beatiful mind` romanı ile ünlü olduğunda kızını tanıtma bahanesiyle Ruzi amcaya ve onun Türkiye faaliyetlerine dair, içimizden biri temalı övgü yazıları yazdı. Yazan gazeteci Ergenekon davasında suçlu bulunarak hüküm giyen `Güler Kömürcü`'dür. Ruzi nazar ve kızı Sylvia, Türk gençliğinin ünlü çizgi romanı Yüzbaşı Volkan’da da karşımıza çıkarlar. Çocuk yaşta kadın memesi ile tanıştırarak inkar edilemez bir hizmette bulunan `Yüzbaşı Volkan`'ın bir macerasına konuk olurlar. Bu macerada pos bıyıklı Ruzi ve kızı, Ruzi'nin Kızılordu yılllarından başlayarak yaptığı işleri okuyanı kararlı bir antikomünist yapacak duyarlıkta anlatırlar. Ruzi Nazar'ın CIA ajanı olarak görev yaptığı bir ülkede gençlere meme ve millet bilinci kazandırmak için uğraşan bir çizgi romana konuk oyuncu olarak girmesi onun Türkiye'de ne kadar içselleştirildiğinin komik bir göstergesidir. Bu arada Ruzi Nazar ve Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar. (32) 

ALMAN VAKIFLARI VELİ KÜÇÜK’E VELİ KÜÇÜK KİME ? 

Görüldüğü üzere Alman istihbaratçıların CIA adına çalışmaya başlamasının bir çok sonucu olmuştu. Bu sonuçların Türkiye’ye etkisi ise epey fazlaydı. Bu ajanlar sayesinde Türkiye politikalarını rahatlıkla etkileyebiliyorlardı. Aşağıda göreceğimiz gibi ABD etkisinden kurtulma çabaları ise daha sert cezalandırılıyordu. Alman istihbaratı ülkemizde altı vakfı, şirketleri ve 
diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışıyordu. 

Türkiye’de Alman vakıfları ve Alman derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi kaos ortamına sürüklemeyi amaç eden Ergenekon’ın tam ortasında, yönetici kısmında yer alıyorlardı. 
Kürt sorununun  siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam’dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerine özellikle yoğunlaştılar. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefi de Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemekti. Alman vakıflarının istihbarat faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu’nu öldürtmesi için Veli Küçük’e kimin emir verdiği ortadaydı! Küçük artık, Almanların sırlarına sahip kilit öneme sahip bir Silivri sanığıydı... 

Peki Alman BND’si nasıl çalışıyordu? 1970 ile 2005 arasında Almanya’da 42 bin 664 kişi, Alman derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman sayısı 9 bin 822’dir. Yine BND’nini Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri bulunuyordu. Kadın kullanma, zenginleştirme 
ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları yöntemlerdi. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyordu. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyordu. Türkiye’de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap isimler, “ Baron ”, “ Kumarbaz ” ve “ Tilki ” idi. 


SELAHADDİN DEMİRTAŞ’IN MOSSAD’DAN PARA ALDIĞI BELGELENDİ 

Alman derin devleti Türkiye’nin önemli meselelerini karıştırmak için olmadık şeyler yapıyordu. Jürgen Elsasser adında bir Alman yazar sonrasında tüm bu faaliyetlerin CIA güdümündeki Alman derin devletinin işi olduğunu söyleyecekti. Elsasser’in açıklamalarına geçmeden once bu faaliyetlere kısa bir göz atalım. Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren yabancı ajan sayısı beş bini geçiyordu. Almanlar doğu illerimize su arıtma tesisi, küçük baraj-
lar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi. Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyordu. İstihbarat organlarımız, bu 
ajanların çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve sınırdışı etmiyor veya edemiyordu. 5 Haziran 2011’de rutin dışına çıkılarak 10 yılı Diyarbakır merkezde olmak üzere doğu illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı, askeri istihbarat ve polis ortak operasyonu ile yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında 
okunamadı çünkü kimseye servis yapılmadı! Özel kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak görüyorum. Mossad ajanı, ana dili gibi Türkçe ve Kürtçe biliyordu. Sabaha kadar süren sorgu sonrası çözülmüştü. Anlattığı bilgileri hemen yazsaydım 12 Haziran 2011 seçimi yapılamazdı. Konu sadece Yüksek Seçim Kurulu’nun adaylığını iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı adaylardan ibaret değildi. Bölgede milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli milletvekillerinden bazıları yabancı istihbarat örgütlerine çalışıyordu. Mesela BDP Lideri Selahattin Demirtaş’ın MOSSAD’dan aldığı paralar belgelenmişti. 
Bu bağımsız milletvekili adaylarının kimi sempatizan, kimi etki ajanı, kimi ise kadrolu ajandı. En fazla milletvekili adayı devşiren istihbaratlar Alman BND, CIA ve Mossad idi. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girdi ve çalıştıkları yabancı ülkenin politikalarını ülke gündemine taşıdılar. 

Alman derin devleti üzerine yazdığı kitaplarla tanınan yazar Jürgen Elsasser, Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo/kontrgerilla hücreleri' bulunduğunu ve Türklere yönelik cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğunu savunuyor du. Neo Nazi katillerin daha büyük örgütleri saklamak için kılıf olarak kullanıldığını söyleyen Elsasser net konuşuyordu: 'Hatta hiç Nazi bile olmayabilirler.' Elsässer, “Dönerci cinayetleri”nde ölen Türklerden sorumlu tutulan Neo Nazilerin, gizli servis operasyonları için sahte bir kılıf olduğunu vurguluyordu.. 

Gurbetçi cinayetlerinden sorumlu tutulan iki Alman’ın belki de Nazilikle hiçbir ilgisi bile olmayabileceğini savunan Elsässer, Almanya ve Türkiye’de “uyuyan Gladyo hücreleri” olduğunu ve cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğundan emindi. Elsässer, bu konuda şunları söylüyordu: ‘8 Türk ve bir Yunan’ın öldüğü Almanya’daki olaylar bir Neo Nazi üçlüsü ile bağıntılıdır. Burada Anayasayı Koruma Örgütü (BfV) adındaki gizli servisin elemanlarını bulmak mümkün. Çılgın Neo Naziler, amacı belli olmayan gizli servis operasyonları için sahte bir kılıftır. Bu seri cinayetlerde elimizde 3 olgu var: Nazi Bağlantısı, Gizli Servis Bağlantısı, Türklerin bağlantısı. 2001 yılının Ağustos ayında bir Türk tanık Alman polisine seri cinayetlerde kullanılan silahı teslim edeceğine dair söz verdi. Anlaşma iptal oldu. 2007 
yılında bu cinayetlerin ardında Diyarbakırlı bir aşireti de içeren bir uyuşturucu meselesi olduğuna dair bir dosya olduğu da yazıldı. Belki Nazi bile olmadılar. Belki de bu üçlünün dönerci cinayetleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Karavanlarında öldürüldüler (karavandan bir adamın çıktığını gören tanıklar var), sonra da ne kadar kanıt varsa bunların bulundukları 
yerlere bırakıldı. Ama bir başka faraziye de mümkün: Bu üçlü hiç Nazi olmadı. Devletin ajanlarıydılar ve sonuna kadar da öyle kaldılar. O nedenle profesyonelce hazırlanmış, devlet istihbaratının kendilerine verdiği sahte kimlik belgeleri bulundu. Bunlar 90’larda sağ çevrelere sızdırıldılar. Ancak hiçbir şey çıkmayınca buradan çekildiler. O zamandan beri de çok başka bir iş üzerinde çalışıyorlardı ve öldürülmeleri bu olaydan kaynaklanıyor olabilir. Bu iş üzerinde hiç konuşulmuyor. Gladyo, Amerikan kontrolünden çıkmak üzere olan ülkeleri ve devletleri istikrarsızlaştırmayı amaçlar. 1970 ve 80’lerde İtalya’daki sahte bayrak operasyonlarıyla Gladio sağ ve sol terör örgütlerini bir kılıf olarak kullandı. (Brigate Rosse) Türkiye ve Almanya kendi yollarını bulmayı amaçladılar. Almanya, Libya savaşında geri durdu. Türkiye ise İran’a karşı saldırıyı engelledi. Gladyo'nun bir çok uyuyan hücresi var. Bence Almanya ve Türkiye’de de mevcutlar. Alman ve Türk gizli servislerindeki Amerikan hücrelerini araştırmalı. Gladio ulusal değildir. Angloamerikan aracıdır. (33) 

Bu gözaçıcı ifşaatdan sonra Alman Kılıç’ı ile Türk Ergenekon’un paslaşması kimseyi şaşırtmayacaktır. 

TÜRK VE ALMAN ERGENEKONLARI ARASINDA İRTİBATLAR 

1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalıyla tüm NATO üyesi ülkelerde örgütlendiği ortaya çıkan Kontrgerilla örgütlerinin Batı'yı komünizmden korumak amaçlı hareket ettikleri ve bu amaçla her ülkedeki sağcı-faşist grupların birbiriyle yardımlaştığı anlaşılmıştı. Alman Ergenekonu 1952’de kuruldu, Kuranlar eski Naziler ve General Gehlen’di. 1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalı tüm NATO üyeleri gibi Almanya'yı da sarstı. İtalya'daki örgütün adı Gladyo iken Almanya'dakinin adı 'Gehlen Harekatı' idi. Tüm NATO üyeleri gibi Almanya da Sovyet işgaline karşı NATO anlaşmaları çerçevesinde ABD'nin CIA istihbarat servisi öncülüğünde ülkesinde bu gizli örgütlenmeye gitti. Bu örgütün ülke siyasetini yönlendir mek için yürüttüğü illegal faaliyetler aslında ilk kez 1960 yılında faşist özellikli Alman gençlik yapılanması BVJ'ye karşı yapılan bir operasyonla ortaya çıkarılmıştı. Bu örgüt tarafından Alman Komünist Partisi (KPD) ve Alman Sosyalist Partisi’ne (SPD) karşı, aynen Türkiye’de 12 Eylül öncesini hatırlatan şekilde tezgahlar kurulmuştu. Alman Gladyosu bunun için 17 bin üyeli BVJ'yi (Bundes Vaterländischer Jugend / Alman Gençlik Federasyonu) 
kullanmıştı. BVJ aslında paravandı bir yapılanmaydı; arkasında Technischer Dienst (TD-Teknik Hizmetler Birim) vardı. Bu TD, paramiliter bir örgüttü. Ancak Alman muhafazakar CDU Partisi, Amerikalılarla uzun süren görüşmeler sonucu, açılan soruşturmaları durdurdu, herşey örtbas edildi. 12 yıl sonra, 1972’de, ülkenin çeşitli yerlerinde toprağa gömülü silahlar 
bulunmaya başladı. Hükümet panikle, Sovyet işgali gerçekleşirse geriye kalanların bunları kullanacağını ama artık tümünün imha edildiğini açıkladı. Gelin görün ki, 6 Ekim 1981’de Uelzen Kasabası yakınlarında müthiş bir yeraltı silah deposu bulundu. Bunun üzerine BVJ'yi kuran aşırı sağcı Heinz Lembke tutuklandı. Soruşturma Alman polisini 33 ayrı yer altı silah 
deposuna daha götürdü. 13 bin 520 mermi, 50 roketatar, 156 kg patlayıcı ve 258 el bombası ele geçirildi. Soruşturma daha ileriye gitmedi. 9 yıl sonra ise Gladio skandalının patlamasıyla tüm Nato ülkelerinde olduğu gibi örgütün Almanya'daki varlığı da resmen ortaya çıkarıldı. 
Gladyo'nun Alman koluna dair en geniş araştırmaları yapmış olan ünlü Alman araştırmacıgazeteci Leo Müller, "Avrupa’da, şeffaflıktan en uzak, gladyoya en büyük destek veren, başka ülkelerdeki uzantılarıyla bağlantı içinde çalışan tek ülke Almanya’dır" diyor, çok ağır bir suçlama yöneltiyordu. 

Alman İç İstihbarat Servisi (BFV)'nin 2001-2002 raporlarında 'Ergenekon Türk Sağcı Grubu' adıyla yer alan Almanya'da da örgütlenmiş Ergenekon oluşumunun, yapısal olarak Alman faşist gruplarının oluşturduğu derin devlet yapısıyla aynı özellikte olduğu belirtiliyordu. Alman istihbarat raporlarında Ergenekon oluşumu ile ilgili olarak 2001 yılındaki değerlendir-
mede; "Baden Württemmberg'in Mannheim Şehrinde 23-25 kişilik bir oluşumun, Bavyera'nın Nürnberg şehrinde ise 30-35 kişilik yeni bir Türk Milliyetçi oluşumun belirlendiği ve bu oluşumun Ergenekon adında olduğu tespit edilmiştir. 
Bu gurubun siyasi ideolojisi olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Ama genellikle Türk Ülkü Ocakları'ndan ayrılan şahıslar bu oluşumun içinde yer almaktadır. Biz muhtemelen bu oluşumdaki şahısların Ülkü Ocakları ile olan ideolojik tartışmalarından ve farklılıklardan ötürü ayrıldıklarını ve böyle yeni bir oluşum kurduklarını düşünmekteyiz" deniliyordu.Azerbaycan-Alman Dostluk Derneği çatısı altında bir araya gelen Almanya'daki Ergenekon oluşumunun Almanya'da da kaos eylemleri planladığı da iddialar arasındaydı. İddiaya göre, Köln şehrindeki Kürt Kültür Merkezi havaya uçurularak olay Türk istihbarat birimlerinin üzerine yıkılmak ve İstanbul Ermeni Patrikhanesi'ne canlı bomba gönderilerek kaos çıkarmak isteniyordu. 

Türkiye’deki Ergenekon davası sürecinde savcılar Almanya’daki bu durumu da göz önüne aldılar. Ergenekon soruşturması sürecinde ortaya çıkan bulgular, örgütün, Kıbrıs ve Azerbaycan'dan sonra Almanya'da da örgütlendiğini gösteriyordu. Sanıkların Almanya'daki güçlü bağlantıları olduğuna dair bulgular savcıların ve mahkeme heyetinin de dikkatini 
çekmişti. Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon davası sanıklarının Almanya'daki finans kaynaklarını mercek altına aldı. Bu girişim, dikkatleri bir kez daha Alman ve Türk Kontrgerilla örgütlerinin işbirliği iddialarına çevirdi. 2001-2007 yılları arasında, Türk Ortodoks Kilisesi'ne, Noel Baba Barış Derneği'ne, Vatansever Kuvvetler 
Güç Birliği Hareketi'ne veya başkanı Taner Ünal'a, sanıklardan Ümit SayınKemal Kerinçsiz, Sevgi Erenerol ve Veli Küçük'e Almanya'dan herhangi bir ödeme yapılıp yapılmadığının sorulmasına karar veren mahkeme heyeti, ödeme yapılmışsa ödenen meblağ ile ödeme tarihleri 
ve ne şekilde ödeme yapıldığının sorulmasına hükmetmişti. 

Ergenekoncuların 2001'den 2007 yılına kadar Almanya'daki oluşumlardan 1 milyon Euro para yardımı aldığı iddia ediliyordu. Ergenekon sanıklarının banka hesaplarını inceleme altına alan savcılık, Almanya'dan ciddi miktarda para transferi yapıldığı, bazı sanıkların bu ülkeden paravan şirket ve sahte belgeyle para transfer ettiğini belirledi. Ergenekon tutukluları 

Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz'in Almanya'daki Türk düşmanı Nazilerle kurduğu yakın ilişkiler neticesinde, Ergenekoncuların en önemli merkezlerin den Türk Ortodoks Kilisesi'ne 380 bin, Noel Baba Derneği'ne 90 bin, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel Başkanı Taner Ünal'a 15 bin Avro yardımın yanı sıra, Veli Küçük'e de Hollanda ve Almanya gezileri için para ödendiği ortaya çıkarıldı. Vakit gazetesi, Veli Küçük'e ödenen paraların dekontunu yayınladı. Bu belgelerle, Ergenekoncuların Almanya'dan para aldığına dair iddialar doğruluk kazandı. 

Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'in Almanya bağlantıları da gündeme geldi. Büyük Hukukçular Birliği Derneği Başkanı Kemal Kerinçsiz'in bu birliği kurarken Alman NPD Partisi Genel Başkanı Günter Deckert'le internet ortamında tercüman vasıtasıyla irtibata geçtiği ve aynı oluşumu Türkiye'de kurduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiaya göre, Günter Deckert, Almanya'da 1994 yılında Türkleri kundaklayan Nazi gençleri mahkemelerde savunmak için Alman Ulusal Hukuk Birliği adında bir dernek kurdu. Bu dernek 1998 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Kerinçsiz de Büyük Hukukçular Birliği'ni kurarken 2001 yılında Deckert'le mail ortamında iletişim kurdu ve Almanya'daki oluşumun aynısını Türkiye'de kurdu. Ergenekon sanığı Veli Küçük'ün, Alman gladyosunun subaylarıyla buluşup istişarelerde bulunduğu da iddia edildi. Veli Küçük'ün sık sık gittiği Hollanda ve Almanya'da Alman, Hollanda ve Danimarka'dan gelen aşırı milliyetçi kişilerle buluştuğu iddia edilerek, "Bunlardan en ilginç buluşma Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi Genel Başkanı Dr. Gerhard Frey ile buluşmasıdır" deniliyordu. Bu buluşmada, Alman Özel Harp Dairesi'nde (ÖHD) uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'in de olduğu ifade edilerek "Hillek, Türklerin hepsini karantinaya alalım, Türklerin olmadığı bir Almanya temiz bir Almanya olacaktır sözleriyle tanınıyor" ifadeleri mahkeme kayıtlarına geçti. 

2003 yılında aşırı sağcı bir Alman gazetesinde emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün çarpıcı bir açıklaması yayınlandı: "Türkiye'de En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir." Küçük, 2007'de başlatılan Ergenekon soruşturmasında tutuklandı. Halen de Ergenekon davasının en önemli sanıkları arasında yer alıyor. Veli Küçük, Alman gazetesine verdiği iddia edilen bu 'darbe yapılmalı' açıklamasını duruşmalarda reddetti ve gazeteye böyle bir demeç vermediğini iddia etti. Ancak Ergenekon davasına bakan mahkemenin yaptırdığı bilirkişi incelemesi haberin yayınlandığını doğruladı. Veli Küçük'ün Alman faşistlerinin önde gelen gazetesi 'National Zeitung'a verdiği ve Veli Küçük tarafından şiddetle yalanlanan “En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir” beyanını araştıran bilirkişi, ifadelerin gazetede aynen yer aldığını bildirdi. Bilirkişi, 20 Kasım 2003 tarihli Alman National Zeitung gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Dr. Gerhard Frey imzalı makalenin orijinalini temin ederek inceledi. 

Vakit'in ele geçirdiği 1.5 sayfalık inceleme yazısının başlığı ise “Almanları şimdi ne tehdit etmektedir” şeklindeydi. Makalenin sonunda şu ifadeler yer alıyordu: “Biz emekli bir general ile Türkiye'nin durumu hakkında konuştuk. Emekli General Veli Küçük, ‘Türkiye'de 25 yıldır hiçbir askeri el koyma olmamıştır. Bu büyük bir yanlıştır. Fakat gelecek en kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir. Çünkü politik konjonktür bu yöne zorlamaktadır' dedi.” 

Veli Küçük’ün darbe yapılmalıdır ifadelerini yayımlayan National Zeitung, 1951'de Alman Askerleri Gazetesi adıyla kuruldu. 1958'de Gerhard Frey tarafından satın alınan gazete, 1963'te bugünkü adına kavuştu. Aşırı sağ
yayın politikasıyla bilinen gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Gerhard Frey. Aynı zamanda aşırı sağcı Alman Halk Birliği Partisi'nin kurucusu ve lideri olan Frey, yine aşırı sağcı Almanya Milliyetçi Demokratik Partisi ile 2005 seçimlerinde ittifak yapmış, ancak her iki parti yüzde 5'lik ülke barajının altında kaldığı için parlamentoda koltuk sahibi olamamıştı. Veli Küçük ile Alman Kılıç’ın ilişkisi araştırmacı Necip Hablemitoğlu ölümünde belirginleşti. Ölümüne yakın süreçte, Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı inceleyen Hablemitoğlu, Kılıç’ın ölüm listesinde ilk sıraya yükseldi. Ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Necip Hablemitoğlu sağ gözüne kurşun sıkılarak 2002'de öldürüldü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaştıysa da bir süre sonra bundan vazgeçildi. Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan'ın, Alman vakıflarının Türkiye'de iç siyaseti dizayn etmek ve teröre destek vermek amacıyla bazı belediyelere, siyasi partilere ve STK'lara yaptığı hibelere dikkat çekmesi, Necip Hablemitoğlu cinayetini yeniden Türkiye gündemine getirdi. 

Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, Türk altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı biçimde deşifre eden Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi, Ergenekon kapsamında da soruşturulmaya başlandı. Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 18 Aralık 2002’de suikasta kurban giden Ankara Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün azmettirmesiyle Osman Gürbüz tarafından öldürüldüğü iddiasına ilişkin dosyayı Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekilliği’ne göndermişti. Hablemitoğlu dosyasına girecek olan yeni belgeler, ikinci Ergenekon iddianamesinin 124. sayfasında şöyle yer aldı: “Şüpheli Osman Gürbüz’ün, 2002 yılında Necip Habemitoğlu’nun öldürülmesi işini Veli Küçük’ün huzurunda ‘ Gizli Tanık 9’a teklif ettiği, tanığın kabul etmemesi sebebiyle şüpheli Veli Küçük’ün Osman Gürbüz’e hitaben ‘bu iş yine sana kaldı’ dediği, aradan geçen zaman sonucunda şüpheli Osman Gürbüz’ün aynı tanığa ‘Necip Hablemitoğlu’nun paralarını kumar masalarında bitirdik’ diyerek kendisinin bu cinayeti işlediğini itiraf ettiği, bu husustaki evrakın tefrik edilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği anlaşılmıştır.” 

HABLEMİTOĞLU’NA ÖZEL ALMAN TİM 

Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin ardından, Ankara’da polise başvuran bir kişi, cinayeti üstlenmiş, azmettirenin İbrahim Çiftçi olduğunu iddia etmişti. İfadesi alınan Çiftçi, kanıt elde edilemeyince serbest kalmıştı. Hablemitoğlu'nun katil zanlısı olduğu iddia edilen İbrahim Çiftçi, İzmir'deki kafesine atılan el bombasıyla öldürülmüş ve bu el bombasının da  Ümraniye' de ele geçirilen 27 adet bombayla aynı kafile numarasına sahip olduğu ortaya çıkmıştı. Bu cinayet üzerine, Çiftçi'nin Hablemitoğlu'nu çetenin talimatıyla vurduğu, ancak parasını alamadığı için itirafta bulunduğu, bu nedenle de çetenin Çiftçi'yi el bombası atarak ortadan kaldırdığı iddia edilmişti. 

Öte yandan Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız infazların bir benzerinin yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cinayetinden 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi. Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu vakıflar tarafından maaşa bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin birtakım sivil toplum kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz, Veli Küçük'ün ifadesini aldıktan sonra İstanbul'da bulunan Almanya Başkonsolosluğu'ndan bir kişi tarafından tehdit edilmişti. 
Başsavcılığı telefonla arayan konsolosluk görevlisi, Öz ile görüşmek istediğini bildirmiş ancak görüşme gerçekleş meyince santral görevlilerine Savcı Öz'ü hedef alan tehditler yağdırmıştı. Telefonda Zekeriya Öz'ü ölümle tehdit eden kişinin Almanya Başkonsolosluğu'ndan aradığı resmi kayıtlarca belirlenmişti. Başsavcılık, konsolosluktan kimin aradığını bulunmak için soruşturma açmıştı. Tüm bu gelişmeler doğrultusunda, Başsavcı Zekeriya Öz'ü Alman istihbaratçıları yada onların görevlendirdiği bir kişinin tehdit etmiş olabileceği üzerinde duruluyordu. (34) 

Gazeteci ve Yazar İbrahim Karagül, Yenişafak’ta Alman Ergenekonu’na ilk dikkati çeken isimlerdendi. Şunları yazdı: Almanya'da Türkler'in oturduğu evler ateşe verildiği günlerde "Alman Ergenekonu"na dikkat çekmiş, bir derin devlet yapılanmasının, sistemik bir odağın, Alman ulusal iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yaptığını, bu operasyonları 
da aşırı sağ çetelerle kamufle ettiğini ifade etmiştim. 
Evlerin kundaklanmasına ses çıkarmayanlar, "Alman Ergenekonu" ifadesinden son derece rahatsız oldular. Yıllardır dikkatimi çekerdi, izlerdim ama bu olaylardan sonra Alman istihbaratının Türkiye operasyonlarına daha bir dikkatle bakar oldum. (35) Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkileri ve bu ülkede yaşayan 3 milyondan fazla gurbetçinin durumu politikacıların ağzını bağlıyordu. Herkes susuyordu. Oysa Türkiye’deki her ekonomik krizde Alman parmağı dikkat çekiyordu. Her fırsatta karamsar Türkiye raporları açıklayarak krizi tetikleyen, yada kriz ortamı hazırlayan 
Deutsche Bank, 1994 ve 2001 krizini de tetikledi. Alman Axel Springer’la (AS) ortaklığı bulunan Aydın Doğan’a ait gazete ve TV’lerinin, Almanya’nın Türk ekonomisini hedef alan operasyonlarıyla paralel yayın yapması dikkatlerden kaçmıyordu. ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin başlarında, Türk ekonomisi için sürekli felaket senaryoları çizen Doğan Grubu’na bağlı gazete ve TV’ler Deutsche Bank’ın felaket raporlarını büyüterek verdi. 
Doğan Grubu’nun Türkiye’deki krizi tetikleyici açıklamalarıyla eleştirilerin hedefi olan Deutsche Bank’la ortak bir şirketi de bulunuyordu. Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun ortaklığında kurulan Türkiye’nin ‘ilk’ konut finansmanı şirketi DD (Deutsche & Doğan) Haziran 2008'de faaliyete başlamıştı. 

Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde de yer alan Aydın Doğan’ın Alman istihbaratı ile olan sıkı işbirliği gözden kaçmadı. İddianamede SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın, emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’e, “ Aydın Doğan, Alman istihbaratıyla olan ilişkisinin deşifre edildiğini düşündüğü için zor durumda” şeklinde ifadeler kullandığı yer aldı. 3 Nisan 2009’da Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı ’na gönderilen, “Türk Medyası” başlıklı yazıda, Alman Axel Springer’in ortağı olan Doğan Yayın Grubu’na övgüler dizilirken, ‘dinci’ olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için “Deniz Feneri e.V davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır” şeklinde ifadeler kullanılıyordu. Almanya, hem kendi milletiyle bizim aramızı açan politikalar üretiyor, hem de bizi iç savaşa sürüklemek isteyen İsrail´e en büyük desteği sağlıyordu. 

Almanların pek çok mağduru var ama en meşhuru şüphesiz bir suikata kurban giden Necip Hablemitoğlu’dur. Bir sonraki bölümde Kılıç’ın derin gücü, akıncıları Alman vakıflarının Türkiye’nin iç meselelerine nasıl karıştığını masaya yatıracağız. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

22 Bahse konu görmek amacıyla 2008 yılı şubat ayında Lice’nin Fis köyüne giderek incelemeler yaptım, halkla yaptığım görüşmede, köy halkının Ermeni asıllı olduğu ve sonradan İslam dinin seçtiklerini müşahede ettim. 
23 Alperener M., PKK terörünün Belçika boyutu, s.18. 
24 Demirkıran S., PKK, İstanbul ,2001, s.103. 
25 Bazı kaynaklara göre ise 7 Temmuz 1979’dır. 
26 Demirkıran, a.g.k., s.103. 
27 Naif Havatme, 17 Kasım 1935 yılında Ürdün’ün Salt şehrinde doğmuş Filistinli politikacıdır. Havatme Grek Ortodoks bir bedevi kabilesinden gelmektedir. 1954 yılında yüksek eğitimine Kahire’de devam ederken, Arap 
Ulusal Hareketi örgütüne katılarak partinin sol kanadında yer almıştır. 1967’de tekrar bu ülkeye dönüp, Filistin Halk Kurtuluş Cephesine katılmıştır. Kurucularından biri olduğu FHKC’den koparak 1969 yılında Filistin'in 
Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe’yi (FKDC) oluşturarak, bu Marksist hareketin genel sekreteri olmuştur. 
28 Kotan M., Yenilginin İzdüşümleri, Atina, 2003, s.78.. 
29 http://www.internethaber.com/kemalistlerden-esada-buyuk-destek-381188h.htm 
30 Akçora, a.g.m., s.268. 
31 Alperener, a.g.k, s.26. 
32 Akçora, a.g.m., s.268 
33 Altuğ Y., Terörün Anatomisi, İstanbul, s.100-101. 
34 Kotan, a.g.k., s.81 
35 Berkan İ, “PKK Tarihinden”, Hürriyet, 4-5 Mart 1999 



***

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


DÜNYAYI ELİTLER Mİ YÖNETİYOR? 

Buraya kadar olan bölümde Türkiye’nin hassas sorunlarının bölgesel ve küresel güce sahip devletler tarafından nasıl kullanıldığını gördük. Tabiiki bu devletler bunu elle tutulur gözle görülür bir şekilde yapmıyorlar. Fakat unutmamak gerekir ki her devlette o devletin politikalarını etkileyen elit bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal olarak çok az olsa da etkileri bununla ters orantılı olarak çok büyük. Bu aynı zamanda onlara karşı neden kolayca 
önlem alınamadığını da gösteriyor. 

Türkiye, bölgesel güç olmaya doğru ilerlerken, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve İsrail’in bazı baronları bundan rahatsızlık duydular. Her ne kadar Obama’nın arkasındaki lobi gücü AK Parti’nin yanında olsa da Cumhuriyetçi Amerika derin devleti ve Londra’nın gücünü Kraliçe’den alan derin yapısı bu partiye karşı. Dolayısıyla da “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir şekilde gitsin de Türkiye’yi durduralım” görüşündeler. Altın, döviz kuru ve borsalar  daki oyunlar bu isteğin delili olarak gösterilebilir. Diğer yandan, şurası bir gerçek ki son bir yılda Avrupa’dan 300 milyar dolar çalan faiz çetesi gözünü ekonomik darbelerin yıkamadığı Türkiyeye çevirdi. Bu anlamda Gezi olayları aslında Türkiye’nin öngörülemeyecek biçimde büyümesinden rahatsız olan devlerin apolitik Y gençleri üzerinden teşebbüs ettiği sosyal bir darbe girişimi. Olayların arkasındaki güç ise küçümsenecek gibi değil. 2001 ekonomik krizini kasten çıkardığı bilinen Bilderberg seviyesindeki yerli mason baronları Gezi olaylarına finansör olarak perde arkasından destek 
verdiler. 

Bu grup Türkiye’nin Ortadoğu’nun yükselen yıldızı olmasını Osmanlı’nın yeniden dönüşü olarak algıladığından Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor. Bu sebeple Gezi olayları yoluyla imaj yıkma operasyonun hedefi sadece Türkiye değil aynı zamanda Başbakan Erdoğandı. Bu imaj zedeleme girişimi bilindiği gibi büyük oranda sosyal medya üzerinden yürümüştü. Peki sosyal medyayı organize edenler kimlerdi? 

Derin Almanya’nın Türkiye medyasının yüzde 60’ını elinde bulundurduğu gerçeğini görmeden sosyal medya devriminin aktörlerini görmek mümkün değil. Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Alman vakıflarının Gezi eylemcilerini desteklemelerini ve Alman medyasının olaylara daha once görülmedik bir biçimde sahip çıkmasını neye bağlamak gerekir? Aslında cevap İstanbul’un son senelerde şahit olunan yükselişinde gizli. Berlin, 
Paris, Londra ve Washington’dan gelen ve İstanbul’un finans merkezi olmasını çıkarlarına aykırı gören baronlar yerli çıkar ortaklarıyla bir yıl boyunca boğazda bir çok plan yaptılar. Tam bağımsız bir Türkiye’nin baronları korkutuyor olması ise planların odak noktası. 

Hatırlanacaktır Gezi’de üç sosyoloğun düşünceleri ön plana çıkmıştı. İtalyan yazar Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ kitabının bu konuda önemli bir kitap olarak ele alınabilecğini düşünüyorum. Tam da onun dediği tarzda hegemonik amaçlar taşıyan güçler ekonomik işgal ve kültür emperyalizmi için hedef seçilen kapitalizmin odak noktası Taksim’de sosyal patlama oyunu kurguladılar. Fakat bu kadarı, yani sol görüşlü olanla olmayanı aynı çatı altında birleştiren söylem Gramsci’nin bile aklına gelmemişti  muhtemelen! Türkiye’de birbiri ile yakınlaşan bir çok farklı görüşü ortak düşman veya dost etrafında birleştiren Gezi olayları sırf bu yüzden bile fenomen olmayı hak ediyor. 

Farklı grupların bir eylem etrafında birleşmesi tabii ki tesadüfi olamazdı. Bu durumun teorik yapısı titizlikle hazırlanmıştı. Böylelikle Gezi’de aktif sivil toplum örgütlerinin organize ettiği hareketlerin teorik alt yapısı, Avusturyalı düşünür Karl Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabındaki düşünce lere dayandırıldı. Uygulanan yöntemler ise dünyaca ünlü siyaset bilimci Gene Sharp’ın yazdığı “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve 
“Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından alındı. Kendisini savaş karşıtı olarak tanımlayan Sharp kitaplarında etkili bir sivil itaatsizlik hareketi için 189 farklı eylem metodu öneriyor. Dolayısıyla Geziciler, duranadam ve soyunan kadın eylemleri ile akıl hocalarını ilan etmiş oldular. 

Gezi olaylarının bu kadar etkili olmasında NATO’ya bağlı gladyoların halen aktif olmasının da büyük rolü bulunuyor. Bilindiği üzere soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü olarak ise Rockfeller ve Rothchild Grubları başı çekiyor. Bu gladyoların en güçlüsü Almanya’dadır. O kadar ki eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa 
Birliği dağılır. Daha ilginç olan bilgi ise uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verilmesiydi. Bu nedenle Türkiye’de en fazla ajana sahip ülke Almanya’dır. Fakat Alman gladyosuna bağlılık Türk galdyosu için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Yıllardır etkisi altında kaldığı CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’unu da bu yola sürükleyerek onları da hedef haline getirmiş oldu. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Türkiye’deki Ergenekon’un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapse girerken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı. 

Alman ve Türk gladyoları arasındaki ilişkinin ortaya çıkması ise Türkiye’de başlatılan Ergenekon operasyonu sırasında su yüzüne çıkmıştı. Ankara’da Ergenekon operasyonu soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel Müdürlüğü Alman istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Her şey işte bu bilgi isteme neticesinde başladı. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon örgütüyle ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Alman İstihbarat Teşkilatı (BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etmesi ortalığı karıştırmıştı. Önce yanıt gelmedi. Ancak Türk emniyeti Almanya’dan Ergenekon’un uyuşturucu ticareti konusunda telefon dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına 
belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ‘in uyuşturucu kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu . 
PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir tercüman Türk makamlarına verilen belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin hem Almanca hem de Türkçe çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22) 

BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde Tavukçuoğlu ile Tekin arasında geçen 14 dakikalık telefon görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer Tekin, kendisine "dikkat et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz 
burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu, Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz, 2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. 

ERGENEKONUN GÖLGESİ ALMANYA’YA DÜŞÜYOR 

İlgnçtir, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-İç İstihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon örgütüne de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve Münih şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı kuruluşlar arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ teşkilatlar yer alıyordu. (23) 

Ergenekon’un izlerine Almanya’da da rastlanması gösteriyordu ki, elbette Ergenekon kolay çökecek bir yapılanma değildi. Türkiye’deki dava sürecine dahil edilenler örgütün çökmesi için yeterli değildi. Ergenekon siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini yürütüyordu. 

Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı. 
Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu. Türkiye'de Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi bankasıydı. İngiltere, İsrail ve ABD'nin adı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Eğer Ergenekon sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacağı kesindi. Bu yüzden de ikide bir Deniz Feneri dosyasını çıkarmaları şantaj içindi. Yaptıklarında şu ana kadar başarılı da oldular, 
Almanya, Ergenekon ilişkisi ve Kürt-Alman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı. 

Ergenekon’un Almanya’da da çıkması tesadüfi değildi. Sistem kurma dehası Almanlar’ın bu oluşumlarla ilgisini tesadüfe bağlamak gerçekçi değildi. Bir çok olayda bu çok açık görülüyordu. Mesela, Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı olan Selim Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa Çürükkaya'yı yurtdışına Veli Küçük’ün yardımıyla Almanlar çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi. 
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın Ortadoğu'da halen ekonomik bir savaşı vardı ve bu savaşı Kürtler gibi etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Fakat sadece etnik gruplar değil Cemalettin Kaplan gibi gruplar, sol gruplar da bu iş için kullanılıyordu. Oyunun genelini yöneten ise Almanlardı. Sadece Türkiye üzerinde değil, İran üzerinde de aynı 
şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri ihale söz konusu olunca Metin Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim etmekten çekinmedi. Vermeden öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın 
intihar etmesini sağlamaya çalıştı. 

CEMALETTİN KAPLAN ASKERİ İHALEYE KURBAN 

Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgiler çarpıcıydı: ‘Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist' kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok 
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında verilen kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan suçlu muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var. 

Bir insan 'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse buna dokunmaz. Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor. 
Metin Kaplan'ın, 12 Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir karar" dı. Kaplan Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın suçlu olduğuna dair mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk çerçevesinden baktığımız zaman Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi mümkün görünmüyor du. Ama ilginç bir şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly, Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly, 
Metin Kaplan'ın iade edilmesi için Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek intihar edip etmediğine baktıklarını söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme süreci devam ederken bile polislerin sürekli 
kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar kimseyle konuşmadım. Ama bu olay yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya başladım. Kaplan'a yapılanlar dan sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin Kaplan davasını üstlendiğim için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor davası oldu. Bu davadan dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli telefon açarak 'Niye Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı dinliyorlardı. Şimdiye 
kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan Kaplan davası oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına cevap vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti. 

Müslümanların aleyhine birçok yasa çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii de namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor’ (26) 

Almanya Alman avukatın anlattığı gibi müslüman olanlara bu türden baskılar uyguluyordu. Diğer yandan Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade önemseyen Almanya, PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca eurosunu görmezden geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon ve Balyoz davalarının çürük olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth Jenkins'e 
destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki liberal Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın, darbeci zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak görüyorlardı herhalde! 

AYDIN DOĞAN’A ALMAN LİYAKAT ÖDÜLÜ 

Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm medya organları aracılığıyla Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a, Temmuz 2009'da Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Alman Axel Springer Grubu arasındaki ilişkiler de ilginç. Mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesiydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık 
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27) 

LEOPAR TANKLARI VE KUNDAKLANAN TÜRK AİLE 

Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya’daki Türk toplumu, zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı olarak kullanıyorlardı. Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki Türk toplumunu zaman zaman hem Almanya’nın hem de Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekilendirmek için kullandı. Ankara ise sadece tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve 
Türkiye çatışmalarında her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar tanklarının güneydoğu da PKK terör örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda diplomatik alanda tartışmalar devam edip giderken, Almanlar tankların satış sözleşmelerine göre kendilerinin istemediği yerlerde bu tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu. 
Türkiye ise parası verilip alınmış tankları ve silahları istediği her yerde kullanabileceğini iddia etmekteydi. 

Diplomatik alanda bu tartışmalar devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya sürmeye karar verdi. Bir ‘yerler’ tarafından organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde Almanya’yı protesto gösterileri yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen şehrinde Türklere ait Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi. Almanya ile 

Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman zaman AB-Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu v.s gibi her konuda çatışan iki devlet hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle bir örnek verecek olursak Bergama’da ki altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine ‘müttefik’ Almanya’nın işiydi. O madenin Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de sonra dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Almanya‘nın, Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar  dolarlık bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28) 

BİR AÇIKLAMAYA BİR KUNDAKLAMA 

Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanyayı kast ederek “Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla (Frederic Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar” dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini faaliyetlerinin kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok zaman 
geçmeden 3 Şubat 2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı ve 9 kişi yakılarak öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında Alman makamları tarafından doğru düzgün bir soruşturma yapılmadı, olay bir iki alkolik sokak serserisinin üzerine yıkıldı ve onlar da zaten kısa bir süre sonra salıverildiler. 2000’li yıllara kadar hep savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve 
özelliklede dışişleri bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı. 

Sınır komşularıyla olan birçok problem ortadan kaldırılırken Türkiye Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde büyük söz sahibi oldu. Bİr başka deyimle yönetilen-yönlendirilen konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarını da derinden etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck, 
Karlsruhe, Friedrichshafen, Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama eylemi ve dokuz masum vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir hükümetin de verdiği özgüvenle olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli makamlarını da katarak daha önceki yıllarda sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk ettiğini ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının arkasında olduğunu o ana kadar konuyla ilgili umursamaz hatta kibirli 
yaklaşan Alman politikacılara göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından AK parti kabinesinden bakanların ve sonrasında da bizatihi başbakanın olay yerine gelerek Alman makamlarına hesap sorar bir şekilde konuşması ve davranması Türkiye’nin bu konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını 
bir anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale soktu. Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. (29) 


Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık olduğunu belirtelim) “Asimilasyon bir insanlık suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona evet ama asimilasyona kesinlikle hayır” şeklinde konuşması, Alman siyasiler ve medya tarafından günlerce tartışıldı. Konuşma hep bir ağızdan “paralel toplum istemiyoruz” 
şeklinde karşılık bulmuştu. Başbakan Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf yine aynı söylemleri tekrarlaması ve Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve bu ülkede siyaset yapıp söz sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk başbakanının Almanya’nın iç işlerine karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi. Başbakanın verdiği mesajlar, sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Erdoğan’ın, 12 Nisan 2011 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine Türklere yönelik yaptığı miting de “Şunu açık açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz, kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir kültür var” demesi Avrupa Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü ülke üzerinden tüm Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir mesaj verilmişti. Senelerce Türkiye’yi ‘hasta adam’ sınıfına koyan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’ korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar. 
(30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranının Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha fazla bir orana erişmiş olması bu korkuyu daha da körüklüyordu. Bazı AB ülkelerinde ki Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir: 

ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon 

 HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin 

 İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin. 

 İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin. 

 AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin. 

 İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 70 bin. 

 Balkan ülkelerinde kalan birkaç milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Türklerin Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk beş milletten birisi olduğunu söylersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne yapmaktadır diye sorduğumuzda ise rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir hiçtir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***