APO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
APO etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2016 Çarşamba

ÜÇGENDEKİ TEZGAH..


 '' ÜÇGENDEKİ TEZGÂH,''



 Ahmet Cem ERSEVER 

1993 ANKARA   (2. BASKI) 
Necatibey Cad. 18/12 Sıhhiye/ANKARA Tel: 230 13 69 
Ocak Yayınları
Necatibey Cad. 18/12 Sıhhiye/ANKARATel: (0312)2301369
ISBN: 975-422-033-6 


ÖNSÖZ

ÜÇGENDEKİ TEZGÂH'ın ilk baskısı 5.000 adet basıldı ve iki ay gibi kısa bir sürede tükendi.Kitabın hazırlanışından ikinci baskıya kadar geçen sürede 
APO şarlatanı ve işportacı CelalTALABANİ'nin ateşkes soytarılığı ile ilgili olarak meydana gelen gelişmeler, bu konulardakiyaklaşımımızın doğru olduğunu birkez daha ortaya koymuştur.

Özetleyecek olursak;

1. T.C. kendi kendine, Olmayan bir Kürt sorununu dert edinmektedir.

2. Halen PKK ile mücadeleye ilişkin bir strateji oluşturamamıştır.
3. T.C.'yi yönetenler, Celal TALABANİ'nin tezgâhladığı ateşkes soytarılığından medetummaktadırlar ve bu sayede APO iti artık devlet yöneticileri 
tarafından Abdullah ÖCALANolarak telafuz edilmektedir.
4. 1993 yılı itibariyle Türkiye'de bir Kürt siyasi cephesi oluşturulmaya başlanmıştır. Terörle mücadelede başarılı olduklarını iddia edenler uykularına devam ededursunlar bakalım... Bir gün Kemal BURKAY uçağa atlayıp Ankara'ya 
indiğinde ve bu siyasi cephenin başına geçtiğinde belki uyanıverir ler.
5. T.C. yöneticileri Kuzey Iraklı Kürtler'in SİMSARI ve bizim işportacı olarak nitelediğimizCelal TALABA-Nİ'yi neredeyse resmi temsilci ilan edecekler.
Yöneticiler;Lütfen Kuzey Irak'a yani Kürdistan Özerk Bölgesi denen yere 2-3 tane (tabii varsa) iş bilen adam göndererek Kürt halkının Celal TALABANİ'yi isteyip istemediğini bir öğreniverir.

6. TALABANİ'nin şerrinden kurtulmak için; Kuzey Iraklı Kürt Partileri, önce YEKGIRTIN (Kürdistan Birlik Partisi) adı altında birleştiler ve şimdi de bu partiler, Mesut BARZANİ'nin I-KDP'si ile birleşme çabaları içindeler. Nisan-1993'deki 
Kürt hükümeti değişikliğiyle CelalTALABANİ, Başbakan Fuat MASUM'u görevden aldı ve yerine T.C.'nin Kuzey Irak harekâtısırasında HAKURK cephesinde PKK ile anlaşan Peşmerge komutanı KÖSRAT'ı Başbakan yaptı.Bu T.C.'ye birşey ifade ediyor mu?

7. Bütün bu gelişmeler olurken, T.C. Kuzey Irak'taki Türkmenlerin ezilmesine daha ne kadar göz yumacaktır? Irak Milli Türkmen Partisi, Mayıs 1993'te Irak Muhalefet Cephesi'nden çekildiğini açıkladı. Kerkük, Irak ordusu ve Peşmerge lerin kuşatması altındadır. Çıkacak bir çatışmada yüzbinlerce Türkmen ölecektir.

8. Bu arada; Kürt liderlerini kabul eden T.C.'nin Celal TALABANİ, Mesut BARZANİ veyaSami ABDURRAHMAN'a "git, yanına Irak Milli Türkmen Partisi Genel Başkanı Dr. Muzaffer ASLAN'ı da al öyle gel" diyeceğini hiç sanmıyoruz. Çünkü; o zaman sefalet içindeki Irak Türkmenleri güç ve prestij kazanacaktır.

9. Sonuç olarak; PKK konusunda bu kafada devam edilirse, 'Allah, encamımızı hayır eylesin " demekten başka bir söz kalmamıştır.MAYIS 1993 



İÇİNDEKİLER 

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM 

PKK IV. KONGRESİ 

PKK-SADDAM HÜSEYİN İTTİFAKI 
  
b. İKİ KONGRE ARASI DÖNEMİN FATURASI / 66
c. PKK VE GEÇİCİ KÖY KORUCULUĞU / 69- 

IV. KONGRE SONRASI GELİŞMELER / 77- M. CAHİT ŞENER'İN MUSTAFA KARASU'YA YAZDIĞI MEKTUP/82

- PKK KONGRELERİ KARARLARI / 93İKİNCİ BÖLÜM- KÖRFEZ KRİZİNİN KÜRT SORUNUNA ETKİLERİ / 95 
(KUZEY IRAKTA KÜRT AYAKLANMASI VE LİDERLİĞİ)a. AYAKLANMA ESNASINDA PKK VURGUNU /99 h. 

VURGUN SONRASIFAALİYETLER /104-PKK'NIN YENİ DÖNEM TAKTİKLERİ /109a. 1991 TÜRKİYE GENEL SEÇİMLERİNDE PKK'NIN UYGULADIĞI
TAKTIK/111

- APO'NUN  TERÖRÜ  TÜRKİYE'NİN  BATISINA YAYMA TEORİSİ/116ÜÇÜNCÜ BÖLÜM- PKK'NIN 1992 YILI HEDEFLERİ / 149 a. 
KARAKOL BASKINLAR! VE GÜDÜLEN AMAÇ 159- 1992 YILI 19 AĞUSTOS OLAYLARI /166

- BOTAN- BEHDİNAN BÖLGESİNİN YENİDEN HEDEFLENMESİ /176

- KUZEY IRAK HAREKATI- EKİM 1992 / 181

- APO

-TALABANİ İKİLİSİNİN ÜÇGENDEKİ SON TEZGAHI APO'NUN SİLAHBIRAKMASI (!) / 191

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


- ABDULLAH ÖCALAN'DAN İNCİLER / 201

BEŞİNCİ BÖLÜM

- PKK TERÖRÜNE KARŞI TEDBİRLER (TASLAK) 

GİRİŞ

Ortadoğu'nun Kont Drakula'sı 

APO'nun yönetimindeki PKK isimli kukla cinayet şebekesini anlatan "KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN" isimlikitabımız yoğun bir ilgi gördü ve bir yıl içinde dört baskı yaptı.Bu sıcak ilginin yanında Yeni Ülke Gazetesi'nin iltifatlarına da mazhar olabildik.(!) 8-14 Kasım1992 tarihli adı geçen gazete, eseri " MİT'İN KÜLTÜR HİZMETİ " başlığıyla tanıtıyor ve kitaptanpasajlar alarak okuyucuya yorumlar getiriyor."Kitapta özetlenen Kürt tarihi bir yana PKK'nın ayrıntılı olarak incelenmesi, kitabın PKK uzmanı veya uzmanları tarafından yazıldığını ortaya koyuyor" diyen YENİ ÜLKE, ithaf edilenleri de " ilginç " bulmuş ve " Güneydoğu da şehit düşen, asker ve polislere ithaf edilen kitapta.." diyerek eser ile güvenlik kuvvetleri arasında bağlantı kurmaya çalışmış. Baylar! sizlere birkaç sözüm olacak.. 

1. İthaf kısmının; " Bu kitap, Türkiye Cumhuriyeti'nin birliği için Türk ile Kürt  kardeşliği uğrunda her türlü ihanete karşı dövüşerek şehit düşen tüm asker, polis ve hainlerce katledilen masum sivillere ithaf edilmiştir " olduğunu tam olarak yazmayı unutmuş olacaksınız.

2. Milliyetçi. Çalışma Partisi Trabzon Milletvekili Koray Aydın' ın 10 Şubat 1992 tarihinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyo-nu'nda yaptığı konuşma, anladığımız kadarıyla kitabın Ocak 1992 Birinci baskısından alınmıştır, isteyen herkes eserden alıntılar yapabilir. Kitabın Mayıs 1992 tarihini taşıyan son söz bölümü bütün baskılarda kullanılmıştır. Şimdi merakınız zail oldu mu?..Bu konuda fantazi ler üretmekten vazgeçin.

3. Biz, kitabımızda "korku filmi" falan anlatmadık. Senaryosunu emperyalizmin yazdığı, gerizekalı Abdullah ÖCALAN'ın başrolü oynadığı, figüranlığını yönetim hataları ve yasadışıörgütlerin baskıları altında ne yapacağını şaşırıp ezilen Türk ile Kürt insanının yaptığı, 9 yıldır PKK adı altında; Kürt Ulusal Hareketi ismiyle de 65 yıldır oynanan "traji-komik" bir filmi dahaiyi anlamaları için kamuoyuna yardımcı olduk.

4. "Anlaşılan MİT kültür hizmetlerine bundan sonra da devam edecek" diyorsun uz.

Nerede o günler?..Başlangıçtan bugüne kadar MİT bu tür çalışma ile kamuoyunu aydınlatsaydı Türkiye'de bölücümasallarını kimse dinlemez, bunca insan ölmez, T.C. bütçesinin çok önemli bir bölümü PKK terörü ile mücadeleye ayrılmaz, yatırımlar gecikmezdi.

5. " Sayfa 132'de ise ÖCALAN'ın lıalkı topyekün savaşa çağıran sözlerinden duyulan korkuhisterik çığlıklara dönüşüyor." buyurmuşsunuz.. Geri zekalı Abdullah ÖCALAN hangi halkı hangi savaşa çağırıyor muş?..Üslubunuza dikkat ediniz! Biz, o kitabı milli birlik ve beraberliğe her türlü küfürün edildiği, alkışlandığı bir ortamda hiç kimseden korkmadan yazdık, basmaya ve dağıtmaya korktular!Yılma-dık inatla direndik.. Korkak olan ve ağzından kan damlayarak histerik çığlıkları atanlarınkimler olduğunu insanlarımız artık iyice anlamış durumdadır.Savaşa davet ediyormuş!Ne savaşı?Irza geçme becerisi çok gelişmiş Abdullah ÖCALAN isimli bu sefil ve alçak yaratık savaşa davet ediyorum diye; Pazarcık'lı (E-vin) Kod, Ankara'lı (Zehra) Kod, Tunceli'li (Delal) Kod,Lübnan Kültlerinden (Roza) Kod, Suriye'li (Canda) Kod, yine Lübnanlı (Adife-Saadet) Kodbayanlara ve PKK Merkez Komite Üyesi (Sarı Hüseyin) Kod'un karısı Elazığlı Nafiye'ye tecavüz etmedi mi?Bilmiyorsanız öğrenin.Kod adı (Medya) olan Suriye'li Kürdi Abdullah'a tecavüz etmedi mi?Bu bayanların bir bölümü şu anda Kuzey Irak'ta Zaho ve Donuk kentlerinde yaşıyorlar. Çaresizkızlara, kadınlara tecavüz etmekte uzmanlaşan ve gün geçtikçe ahlaksız ilişkilerde pervasız-laşanAPO gençleri savaşa değil, yatağına davet etmektedir. Biz bu bayanları bulduk ve konuştuk,ilgilisi adreslerini bulur gider ve konuşur.Yıllardır PKK isimli terör örgütünün patronu olan bu vampirin  iki-üç ayda bir "Kadın ve AileSorunları" adıyla broşürler yayınlayıp bazı 
kadın militanların ajanlıklarını(!) ders konusuyapmasının sebepleri artık açığa çıkmış durumdadır. Suriye'nin Şam ve Lazkiye kentlerindeki 
APO'nun saraylarında haremden geçen kadın militanların öldürülme pahasına, tüm tehditlere rağmen konuşmalı APO'nun ağzından düşürmediği 

" Sosyalist Ahlak "ın ne anlama geldiğini göstermiştir. 


1970'li yıllarda Kesire Yıldırım ile başlayan sapık ilişkileri son dönemlerde su yüzüne çıktı.APO sefili, bugüne kadar tecavüz ettiği kadınların bir çoğunu öldürtmüştür. Cinsel ilişkiyi kabuletmeyenler tecavüze uğradıktan sonra anlaşılmaması için ajanlık suçlamalarıyla katledılmiştir. Kurtulmayı becerip kaçabilenler konuşunca: " Parti önderliğine komplo kuruyorlar, zayıf düşürmeye çalışıyorlar" diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmıştır.
Şimdi APO isimli alçağın tecavüz ettiği kadın militanlara bir göz atalım;EVİN:Bu militan Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesindendir. 

1986 yılının başlarında APO, bu bayanacinsel ilişkide bulunmayı dayatır. Baskı sonucunda ilişki kurulur ancak bu sapık ilişkiyedayanamayan Evin. mevcut ahlaksızlığı yanındaki diğer kadın militanlara anlatır. APO'nunkendisine tecavüz ettiğini söyler. Olayın ortaya çıkmasıyla Bekaa vadisi'nde ki Mahsum Korkmaz Akademisi / Hel-vi Kampı bu skandalla sarsılır. APO hemen komplo yöntemlerini devreye sokarak Evin'in ajan olduğunu ilan eder ve "Parti önderliğini yıpratma çabası içindedir" diyerek derhal tutuklatır. Ölüm cezası verilir ve hemen infaz edilir. Olayın kadrolar üzerinde yaratacağı etkiyi bilen APO. Evin'in öldürülmesini süslemeye çalışır ancak başaramaz. Kadrolar içerisindeki dedikoduları sonuçlandırmak için Evin'in nasıl ajanlaştırıldığını yalan ve demagojiler- le kendisinin lehine olacak şekilde herkese kabul ettirir ve olayın gerçek yönünü gizler.
ZEHRA:APO, uzun süre Ankara'lı (Zehra) ile uğraşıp onu özel ilişkilerinin esiri haline getirmek veahlaksızlığa sürüklemek ister. APO'nun ahlaksız dayatmalarına direnen Zehra, sonuçta bir yandançaresizlik, bir yandan kendisine verdiği vaadler sonucunda böylesi bir kirli ilişkiyi kabullenir. Builişkiyi duyan 
APO'nun "devrim nikahlı" karısı Kesire Yıldırım, sorunu sert bir biçimde tartışmakonusu haline getirir. APO'yu ahlaksızlık ve kendini bil-memezlikle 
suçlayarak ayrılmak ister.Ayrılmayı kabul etmeyen APO, Kesire'yi Kuzey Irak'ta kamplardaki mevcut yönetim boşluğunudoldurmak adı altında yarı 
tehdit ve yarı zorla gönderir. Kesire'nin Şam'da olmayışını fırsat bilerek Zehra ile olan ilişkisini devam ettirir. Irak alanına giden Kesire kendisine oyun oynandığının farkına varır ve derhal Şam'a dönmek istediğini bildirir. Bir an önce dönebilmek için de Irak alanında bir çok sorun yaratır. 

Irak-PKK yönetimi Kesire'yi Şam'a gönderir ve telefonile APO'ya bilgi verilir. Kesire, Şam'a ulaşmadan APO, Zehra'yı PKK Avrupa faaliyetlerine
sorumlu olarak tayın eder ve Almanya'ya gönderir. APO ve Zehra arasındaki ilişki 1986 yılınakadar devam eder. Aynı yıl Kesire'nin tutuklanması 
üzerine Zehra, " Bu ilişki böyle devam edemez, ya evlenelim ya da bitirelim" önerisini getirir. APO. Zehra'yı bu düşüncelerden uzaklaştırıp kendisine 
bağlayabilmek için onu PKK 3. Kongresi'nde Merkez Komite Üyesi olarak atar. Bütün bunlara rağmen Zehra, kararından vazgeçmez. O güne kadar 
PKK'nın en gözdekadını. APO'nun aşk macerasının ortağı, hayat arkadaşı Zehra, bir anda tasfiyeci-provokatör olmakla suçlanır ve APO, çeşitli 
oyunlar sahneliyerek Zehra'yı Merkez Komite Üyeliği'nden düşürüp soruşturma altına alır. Belli bir tecrit ve teşhir dönemindengeçirildikten sonra 
Almanya'ya gönderilir. Olayı kapatabilmek için de bir komplo kurarak Almanpolisine yakalattırır.

MEDYA: Suriye'nin Kamışlı kentinde oturur. 

Lise öğretmenidir. Gerçek adı Kürdi Abdullah olupbölgenin ileri gelen aşiret reislerinden Abdullah Bedro'nun kızıdır. 1986 yılında PKK isimlimelanet 
örgütüne katılır. Bir süre Şam'da kaldıktan sonra Lübnan'daki Helvi Kampı'na gönderilir.Burada siyasi ve askeri eğitimden geçirildikten sonra tekrar
 APO tarafından 1987 yılında Şam'açağrılır. Çeşitli yöntemlerle kandırılmaya çalışılır. APO; "isteğimi kabul etmen durumunda senitüm Suriye 
Kürdistan'ındaki faaliyetlere sorumlu olarak atayacağım" der ve kendisini sevdiğimsöyler. Med-ya'nın göstereceği tepkiyi ve o andaki atmosferi 
yumuşatmak için sosyalist ahlaktandem vurarak kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkiler üzerinde konuşmaya başlar;"Dolayısıyla bu sosyalist 
ahlakın parti edebiyatına yerleştirilebilmesi için doğal olarak meseleyikavrayan benim ve senin gibi insanlarla başlayıp adım adım ilerlemek gerekir" 
der.Medya'dan;"Ben buraya şerefim ve namusum için geldim. Halkımın namusunu korumak ve ona bekçilik yapmak için bu mücadeleyi veriyorum. 
Dolayısıyla hiç bir vaad karşılığında senin gibi namussuz,halkın namusuna göz diken ırz düşmanlarıyla namus ve şerefimi pazarlık konusu  yapmayacağım" cevabım alır. 

Bu cevap üzerine saldırganlaşan APO, Medya'ya tecavüz etmeye çalışır. Kadın bağırınca buahlaksız adam tecavüzden vazgeçer   Sol başta (CANDA), sağ başta Kürdi Abdullah (MEDYA)ve onu Helvi Kampı'na gönderir. Mahsum Korkmaz Akademisi isimli kampa gelen Medya, grupgrup dolaşarak olayı arkadaşlarına anlatır. Meseleyi duyan APO, Medya'nın tutuklanmasını emreder. Ailevi durumu ve özel konumundan dolayı APO, Medya'yı öldürtmeyi göze alamaz.Uzun soruşturmalardan sonra kendisinden öz eleştiri istenir. Medya, kimseye verilecek öz eleştirisi olmadığını söyler. Bu biçimde uzun süre devam eden sorun, pazarlığa dönüşür. " Eğer Meseleyi kapatıp kimseyle konuşmazsan ve söylenenleri yalanlar san seni serbest bırakırım" denir, ve Medya serbest bırakılarak Türkiye'ye gitmesi istenir. Kadın, Türkiye'ye gitmez ve Suriye' de kalarak gördüğü herkese  APO'nun ahlaksızlıklarını anlatır. Olay Suriye'de tam bir skandala dönüşür. 

1991 kışında yakalanarak tekrar Mahsum Korkmaz Akademi-si'ne getirilir. DevrimMahkemesince ölümle cezalandırılır. Med-ya'nın ailesi aşiret olarak toplanır ve infazın yapılmasıdurumunda aşiretin PKK'ya karşı savaşacağını ve kızın intikamını da mutlaka APO'yu vurarak alacaklarını söylerler. APO efendi çaresizlik içinde ölüm kararını iptal eder ve Medya'yı serbestbırakır. Medya, ailesinin yanına gelir ve bir ekip kurarak APO ve PKK'nın teşhirini kapsayan bir faaliyet geliştirir. Bu olayın faturası APO'ya ağır patlar ve APO bunları susturmak için aileceimha kararı alır. 

Ancak bu imhayı bugüne kadar becerebilmiş değildir.

ZELAL: Tuncelilidir. Önceleri Avrupa'da kalmış ve Şam'a 1988 yılında gitmiştir. APO kendisine cinsel ilişki teklif eder. Bu teklife direnen Zelal, bir süre sonra kendisini APO'dan kurtaramaz. Anlatımlarına göre Şam'daki evde kalan kadın 
militanların tümü tecavüze uğrar. Zelal. tecavüz sonucunda bunalıma girer ve intihara kalkışır. 

Yanındaki arkadaşları son anda kurtarırlar. 

Daha sonra APO kendisini örgüt içi muhbirlik te görevlendirir ve özellikle kadın militanların kendisi hakkındaki fikirlerini öğrenmesini tembihler. 
"Eğer bu ilişkiyi öğrenen olursa seni ajan diyevuracağım" tehdidini de unutmaz. "Bu parti bütünlüğünü tehlikeye koyar ve devrimin, halkın
kaderiyle oynamak olur" diyerek Zelal'i baskı altına alır.

ROZA:Lübnan Kürtlerinden dir. Roza da diğer kadın militanlar gibi APO'nun cinsel gazabına uğrar venamusu, haysiyeti APO'nun seks manyaklığının kurbanı olarak harcanır. APO'nun Lazkiye'dekievini tam bir seks yuvası biçiminde tanıtmak sadece gerçeğin bir  kesimini söylemek olur. Roza da buraya çağrılır ve tecavüze uğrar. Bu alçaklığa tahammüledemeyen Roza. çareyi kaçmakta bulur ve Lazkiye'den Şam'a kaçarak oradan da Helvi Kampı'nagider. Durumu iki arkadaşına anlatır. Devrimciliği bırakarak evine dönmek istediğini söyler.Helvi Kampı yönetimindeki APO'nun uşakları, kadını soruşturmaya alırlar ve kendisinin ajanolduğunu söyleyerek özeleştiri isterler. 

Çeşitli baskılar sonucu Roza'nın bütün günahları (!) kabulettirildikten sonra serbest bırakılır ve Türkiye'ce gönderilir.Roza'nın herhangi bir faaliyet 
yürütecek konumda olmadığı bilinmesine rağmen Türkiye'yegönderilmesi tamamıyla komplo ve tasfiyeyi amaçlamaktadır.Roza. Türkiye'ye geldikten
 sonra da meseleyi arkadaşlarına anlatır ve bir süre sonra BotanEyaleti denen bölgede gene PKK tarafından vurularak öldürülür. Olayın yaratacağı 
tepkiyi iyibilen APO ve uşakları. Roza'ya çatışmada " Şehit oldu " görünümü vere rek postundan yararlanıpçevresini örgütün hizmetinde tutmak 
istediler.

NAFİYE:Elazığlıdır. PKK Merkez Komite Üyesi Sarı Hüseyin isimli şahsın karısıdır. Bu militan 1989yılında APO'nun cağrısı üzerine Almanya'dan Helvi'deki Mahsum Korkmaz Akademisinegetirilir. Güzel bir kadın olan Nafiye, APO'nun gözünden kaçmaz. Şam'a çağırır ve cinselsapıklığını dayatır. Nafiye, cinsel ilişki teklifini şiddetli bir tepkiyle karşılayarak: "Benim kocamvar, ben evli bir kadınım. Kocam savaşın ortasındayken bana nasıl böyle bir ah-laksızlığıdayatıyorsun" deyip direnmeye kalkışır. Bundan son-rasını Nafiye'nin ağızından dinleyelim: 
" Ben direnince, bana; " aptal sen anlamazsın bu işlerden. Cinsel ilişki insan denen yaratığın yaşamının zaruri bir parçasıdır. Ayrıca sosyal ahlakın da 
bir gereğidir, sen halen feodal çağda mıyaşıyorsun? Koskocaman Avrupa gibi gelişmiş yerlerde yaşamış olmana rağmen kendinifeodalizmin 
etkisinden kurtaramamışsın, dedi ve devam etti; zaten sen parti karşısında suçlusun,provokatör Avukat Hüseyin YILDIRIM, üzerinde çok oyunlar 
oynadı. Onların etkisinde kaldın,provokatörlerin durumunu bilmene rağmen partiye bilgi vermedin, buna rağmen ben seniherhangi bir uygulamaya 
tabii tutmadım. Bu durumda olmana rağmen halen parti önderininisteklerini yerine getirmekten kaçınıyorsun, direniyorsun. Önderliğe bağlılık bu 
mudur? Siz önderliğe böyle mi bağlısınız? Kendinizi bağladığınızı kanıtlamanız gerekiyor, yoksa karışmam ve tüm geçmişin hesabını sormak 
zorunda kalırım" dedi. Bende çok korktum ve adeta şok geçirdim. Ellerini omuzlarıma ko-yarak; " gel, gel nazlanmana gerek yoktur" dedi ve bana
 zorlatecavüz etti. Israrla Akademiye gönderilmek istedim fakat kabul etmedi, bir süre sonra bendenbıkmış olacak ki, 
Mahsum Korkmaz Akademisine gönderildim. Birkaç gün sonra baktım ki,bayanlar arasında APO'nıın bayanlara yaklaşımı tartışılıyor, onlara yanaştım
 fakat benden korkarak konuşmadılar. Israrım üzerine bana da anlattılar. Ben de kendi durumumu anlatınca herkes şaşırdı. Çok utanıyordum, 
benim durumum farklıydı , evliydim ve on yaşında bir de kızım vardı. Bir süre sonra Türkiye'ye gönderildim, burada kocamın vurularak öldürüldüğünü öğrendim. Oturup bazı arkadaşlara meseleyi anlattım. APO bunu duyunca benim hakkımda ölüm kararı aldı. 

Bulunduğum yere karar ulaşmadan PKK'dan kaçtım..." Nafiye, halen Kuzey IRAK'ta oturmaktadır.  Sol başta (CANDA), Sağ başta (NAFİYE)

CANDA: SURİYE Kürtlerinden dir. AMUDE Kasabasında oturmakta iken 1988 yılında PKK'ya katılır. PKK-HASEKİ Komitesi tarafından ŞAM'a APO'nun 
yanına gönderilir. Güzelliği ırz düşmanıAPO'nun dikkatinden kaçmaz. Eğitim görmesi için Mahsum Korkmaz Akademisine gönderilmesigerekirken 
bilinçli olarak  ŞAM'da alıkonulur ve bir süre sonra APO çeşitli yöntemler kullanarak (CANDA) ile cinsel ilişkikurmaya çalışır. Bundan sonraki 
gelişmeleri bu kirli uygulamaya maruz kalan (CANDA)'dandinleyelim:

DEVAMI  KİTAPTADIR..

http://tr.scribd.com/doc/48153505/A-Cem-Ersever-Ucgendeki-Tezgah


**

4 Ocak 2016 Pazartesi

3 CÜ MEŞRUTİYETTE SARAY ENTRİKALARI






    3 CÜ  MEŞRUTİYETTE  SARAY  ENTRİKALARI




Güneş Ayas
26.08.2002


Üçüncü Meşrutiyet’in Saray Entrikaları


Seçim değil,darbe dönemindeyiz,

Geçtiğimiz hafta siyasi pazarlık trafiği en yoğun günlerini yaşadı. Derviş’in YTP ile CHP arasındaki turları, DTP’nin Demirel aracılığıyla ikna edildiği YTP ittifakı, DYP ile ANAP’ı barıştırma amaçlı ‘Rodos ittifakı’ bu trafiğin önemli durakları oldular.
Siyasi pazarlıkların bu derece yoğunlaşması çoğu insana göre yaklaşan seçim için girişilen hazırlıkları ifade ediyor. Aydın Doğan’ın gazeteleri ‘seçim havası’nı yansıtmak için ellerinden geleni yapıyor. Her şey bizi bir seçim döneminde olduğumuza inandırmak için düzenlenmekte.
Yapay bir seçim havası yaratılma çabalarının ardında iki amaç bulunuyor. Birincisi, Üçüncü Meşrutiyet’in bir darbeyle ilan edildiğini gözden kaçırmak ve böylece olağanüstü bir döneme girildiğinin üzerini örtmek. İkincisi, darbeyi ve Üçüncü Meşrutiyet sürecini ilerletmek için girişilen entrikaların anlaşılmasını önlemek. Seçim hazırlığı etiketi altında normalleştirilen entrikaların ne anlama geldiğini kavramak için bir seçim döneminde olduğumuz yanılsamasını ortadan kaldırmak gerekiyor.
Gerçekten de yaşanan süreç bir seçim öncesine değil, bir darbe sonrasına denk düşüyor. Hem de Üçüncü Meşrutiyet’i ilan etmeyi başarmış, muzaffer ama yarım kalmış bir darbe sonrasına. Seçim, Türkiye’nin gündemine TÜSİAD ve Aydın Doğan’ın yönettiği bu darbe ile birlikte gelmişti. Ama bu, darbecilerin ne geçmişte ne de şimdi bir seçim istediği anlamına gelmiyor.
Darbenin hedefi seçim değil, MHP’siz ve Ecevit’siz bir hükümetin kurulmasıydı. Bu amaçla Ecevit’in çekilmesi sağlanacak; Derviş, Özkan ve Cem piyon olarak kullanılıp DSP ele geçirilecekti. Ardından da DYP, ANAP ve DSP’nin de bulunduğu bir AB’ci hükümet kurulacaktı.
Seçim, bu darbe sürecine karşı MHP’nin restiydi. MHP’nin restinin darbeyi önleyemediği 3 Ağustos’ta tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Darbenin ilk adımı başarıya ulaştı, AB yasaları kabul ettirilerek Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. İşin garip yanı Meşrutiyet, saray darbesinin devirmek istediği hükümetin yönetimi altında ilan edildi. Birincisi, ‘hürriyet düşmanı’ Abdülhamit’e ilan ettirilen Meşrutiyet’in üçüncüsü ‘millici’ Ecevit’e ve Bahçeli’ye ilan ettirildi. Darbe, programını düşmanına uygulatacak kadar güçlüydü. Dolayısıyla MHP’nin seçim resti etkisiz kaldı. Şimdi ise darbeciler darbeyi tamamlayarak iktidarı almaya çalışıyorlar. Seçimle alacak halk desteği de olmadığından yeni entrikalar devreye giriyor.


Seçim hazırlığı değil, saray entrikaları

Darbecilerin hiçbir halk desteğine sahip olmaması hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden önceki iki Meşrutiyet gibi Üçüncü Meşrutiyet’in de temel özelliği, halkın bütünüyle safdışı edilmesi ve sürecin darbelerle ilerletilmesi. Darbeyle ilan edilen Üçüncü Meşrutiyet’in seçimlerle süreceğini beklemek de bu yüzden boş bir hayal.
Meşrutiyet döneminde seçim hazırlığı değil, ancak saray entrikaları olur. Seçim ise ancak bu entrikaların birbiriyle hesaplaştığı bir zemindir. MHP’nin seçim resti bu hesaplaşmanın ipuçlarını ortaya serdi ama darbecilerin seçime hiç de hazırlıklı olmadıkları görülüyor.
Darbecilerin baş oyuncusu ve Üçüncü Meşrutiyet’in en güvenilir sadrazamı Mesut Yılmaz barajın altında, İsmail Cem ve Mehmet Ali Bayar da öyle. Bunları ittifaklarla kurtarmaya yönelik çabalar da bir türlü başarı kazanamıyor. Bu durumda Aydın Doğan’ın ‘C Planı’ devreye giriyor.
Gazetelerinde bol bol Türkiye’nin ‘seçim havasını soluduğumuz’ Aydın Doğan’ın planı, seçimi erteletmek üzerine kurulmuş durumda. Rodos Adası’nda Özer Çiller’le yapılan görüşme de, muhtemelen, bir seçim ittifakından çok seçimi erteletme amacıyla gerçekleşen bir görüşmeydi. Bodrum’da buluşan iki yakın dost (Aydın Doğan ve Mesut Yılmaz) kararı aldılar. Daha sonra da Rodos’ta Özer Çiller ve İsmail Cem ile pazarlıklarda planı görüştüler.

Darbeyle kurulamayan MHP’siz hükümet bu sefer başka yollarla kurulmaya çalışılıyor. MHP’nin seçim resti de bu adımla karşılanmış oluyor. ANAP ‘önce AB yasaları sonra seçim’ formülüyle bir süredir seçim istemediğini duyurmuştu. TÜSİAD ve TOBB gibi patron örgütleri seçim istemediklerini açık bir dille ortaya koydular. Hatta patronlara göre seçim o kadar anlamsız ki, seçimden sonra bir seçim daha yapmak gerekecek. DSP ve SP’nin seçim istemediği de biliniyor. YTP ise geçtiğimiz günlerde Meclis Grup Başkanvekilleri Oğuz Aygün’ün ağzından ‘seçime hayır’ dediğini duyurdu. Bu partilere, bir sonraki seçimlerde aday gösterilmeyen küskün milletvekilleri de katıldığında seçimin ertelenmesi imkan dahiline girmiş oluyor.
Bu noktada DYP’nin ikna edilmesi önem kazanıyor. Bu ikna süreci ise iki aşamalı. Birincisi; DYP’nin seçimi ertelemek ve kurulacak yeni ANAP’lı YTP’li hükümete katılmak üzere ikna edilmesi. İkincisi ise, ANAP’ı baraj altından kurtaracak bir seçim ittifakının kapısını aralaması.

Aydın Doğan’ın seçim hazırlığı kılığındaki bütün çabaları aslında saray darbeleri ve siyasi entrikalar yoluyla Türkiye siyasetinin ele geçirilmesi üzerine kurulu. Bir saray darbesiyle ilan edilen Meşrutiyet halkın tümüyle devre dışı bırakıldığı yeni entrikalarla ilerliyor.
Meşrutiyet: emperyalistlerin ülkeye çullandığı bir kargaşa dönemi
Üçüncü Meşrutiyet’in perde arkasındaki yerli komutanlar TÜSİAD ve Aydın Doğan. Türkiye’de siyaset bu iki aktörün kararları tarafından belirleniyor. Bununla beraber bu iki komutan da dış merkezlerin ülkedeki bir uzantısı niteliğinde. Üçüncü Meşrutiyet bu anlamda siyasetin de yabancı elçiliklerin eline teslim edilmesi anlamına geliyor.
Darbelerle ilerlemesi siyasetin halktan bütünüyle koparılıp emperyalistlere bağlanmasından kaynaklanıyor. Meşrutiyet bir otorite boşluğu yaratıyor ve bu boşluk Batılı elçilikler tarafından dolduruluyor. İlk iki Meşrutiyet’in sürekli değişen sadrazamları gibi bir gidip bir gelen siyasetçiler de Batı devletlerinin ülkeye tüm güçleriyle çullanmalarının bir göstergesi.
Türkiye’nin bir seçim döneminde bulunduğunu söyleyenlere neyin seçiminin yapıldığını sormak lazım. Seçim sandıklarda değil, Türkiye’nin kilometrelerce uzağındaki Batı başkentlerinde yapılıyor.

Meşrutiyet’in sonucunun parçalanma olduğunu hatırlayalım. Seçim Türkiye’yi kimin parçalayacağı veya başka bir deyişle Türkiye’nin kimin planı uyarınca parçalanacağını seçmek anlamına geliyor.

Türkiye ya Amerikancıların planı çerçevesinde Kuzey Irak üzerinden parçalanacak ya AB’cilerin planı uyarınca Güneydoğu üzerinden parçalanacak. Ya da iki süreç beraber işleyecek. Seçim yarışının ardına gizlenen kavga işte tam da Türkiye’yi hangi emperyalistin yöneteceği üzerinde düğümlenmiş durumda. Seçim yarışı içindeki, medyadaki ve sermaye kesimlerindeki her kavga, Türk siyasetine yön veren her aktör emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşma planları üzerindeki kapışmasının bir yansıması.
Emperyalistlerin Türkiye için öngördükleri son aynı olduğundan seçim Türkiye’nin kaderi açısından bir şey değiştirmiyor. Ama seçime taraf olanlar açısından çok şey ifade ediyor. Seçim iki kutup arasındaki kapışmanın zemini haline gelmiş durumda.

AB’ciler şu anda inisiyatifi ellerinde bulundurdukları için elbette ki seçim istemeyecekler. Konumlarının sarsılması durumunda başlarına ne geleceğini çok iyi tahmin ettikleri için entrikalar yoluyla Türkiye’nin kontrolünü bütünüyle ellerine almak istiyorlar.

Üçüncü Meşrutiyet’in komutanları: Aydın Doğan ve TÜSİAD Sadrazam: Mesut Yılmaz

Türkiye’de hakim konumda olan emperyalist güç AB. Türkiye ticaretinin büyük kısmı AB ülkeleriyle yapılıyor. Dış ticarette kambiyo rejiminin dolardan euroya çevrilmesi de bu tezi doğruluyor. Türk sermayesi büyük oranda Avrupa sermayesine bağımlı. Türkiye’nin en büyük patron örgütü TÜSİAD, Avrupa sermayesinin ülke içindeki acentası konumunda.
3 Ağustos’ta bölünme yasalarının çıkarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi Avrupa’nın parçalama senaryosunun yürürlüğe girdiğini gösteriyor. Avrupa’nın Türkiye’de üstünlüğü son 20 yılın ürünü ve bu üstünlüğün sağlanmasında iki aktör öne çıkıyor: Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan.
Yılmaz’ın da Doğan’ın da bükülmez bileği dış bağlantılarının sağlam olmasından kaynaklanıyor. Koç’un distrübütörlüğünden dördüncü büyük holdingliğe yükselen Doğan ile 20 yıldır iktidardan uzaklaşmayan Yılmaz bu bağlantılarla ayakta duruyor.
Yılmaz’ın gücünü küçümsememek gerek. ABD’nin tam destek verdiği Özal bile Yılmaz’ı ANAP’tan atamamıştı. Özal’ın adamı Yıldırım Akbulut, Yılmaz’ın gücüne karşı koyamayarak partiyi terketmişti. Yolsuzluk soruşturmalarının ucu Yılmaz’a dokununca Tantan ‘Cumhuriyet tarihinin en başarılı İçişleri Bakanı’ ilan edilmişken bir anda harcanmıştı. Yılmaz’ın orduya karşı cürretinin kaynağını da ancak dış bağlantıları ile beraber anlayabiliriz.
Doğan ise en büyük medya patronu olmanın çok ötesine geçmiş durumda. Enerjiden bankacılığa, iletişimden turizme ekonominin kilit sektörlerini eline geçiren büyük bir tekel. Yılmaz ve Doğan’ı Avrupa’ya bağlayan bağlar aynı zamanda bu ikiliyi de birbirine bağlıyor. Yılmaz ile Doğan arasında o denli samimi bir ilişki var ki, Doğan dönemin Başbakanı Yılmaz’ın karşısına pijamayla çıkabiliyor. Enerji ihaleleri Yılmaz döneminde Doğan’a veriliyor. Doğan’ın gazeteleri de doğal olarak Yılmaz’ın yayın organı haline dönüşüyor. Türkiye’de AB’ci kanat bu ikili tarafından yönetiliyor. Türk siyasetinin bütünüyle elçiliklerinin denetimine girdiği bu yeni Meşrutiyet’te Avrupa’nın Türkiye’deki en güvenilir iki dostu Yılmaz ve Doğan.

Büyük İttifak: Yılmaz’ı kurtarma formülü

Aydın Doğan 57. hükümette Mesut Yılmaz eliyle temsil edildi. Mesut Yılmaz hükümet içinde darbecilerin Truva atı olarak darbeciler hükümete saldırırken bile darbecilerin yanında yer almaktan çekinmedi. Herkes Yılmaz’ın çevirdiği dolapların farkında olmasına karşın kimse ona dokunmaya cesaret edemedi. İş artık bir darbe tezgahlamaya döküldüğünde Bahçeli isyan etti ve koalisyon ortağının ‘entrikalar içinde rol aldığını’ açıkladı.
Yılmaz koalisyon içinde darbeyi örgütleyen esas güç olmasına karşın beklenmeyen gelişmeler nedeniyle Cem, darbenin lideriymişçesine öne çıktı ve Yılmaz’ın rolü unutturuldu. Esas amaç ANAP’ın merkezinde bulunduğu AB’ci bir hükümetti. Bu hükümet 2004’e kadar sürecek, hem AB yasaları kolayca geçirilmiş olacak hem de baraj altındaki Mesut Yılmaz kurtarılmış olacaktı. Ama olmadı. İkinci senaryo uygulandı.
Cem’in önderliğindeki Yeni Türkiye, DSP’yi ele geçirme operasyonundaki başarısızlığın bir ürünüydü ve ANAP’a rakip olarak kurulmamıştı. Tersine kuruluşundan itibaren ortaya atılan geniş ittifak çağrıları ANAP’ı kurtarma planının parçasıydı. Amaçlanan geniş bir AB ittifakıydı ve halen de bu amaç devam ediyor. 3 Ağustos bu büyük AB ittifakının ilk denemesiydi. Derviş’in ‘sosyal liberal sentezi’, Cem’in ‘çağdaş çoğunluk’u, İstemihan Talay’ın ‘biz sol parti değiliz’ açıklaması ve Doğan Grubu gazetelerinin ‘Uygarlık İttifakı’ manşetleri bu ‘geniş cepheci’ ANAP’ı kurtarma planının bir parçası olarak selamlandı.
Cem’in partisi darbeyi başarıya ulaştırmak ve Meşrutiyet’i ilan etmek için ilk önce şişirildi. Sonra ise kasıtlı olarak gözden düşürüldü ve esas görevi hatırlatıldı. Cem’in partisinin görevi Yılmaz’ı kurtarmaktı. Cem’in partisi “Yılmaz’ı Kurtarma Partisi”ne dönüştürüldü. Cem, sol söylemini terketmeli, solu birleştirmek yerine ‘demokrasi’ güçlerini birleştirmeliydi. ANAP ancak böyle bir programla kurtarılabilirdi. ANAP’ı kurtaracak ittifak YTP, DTP ve ANAP arasında kurulacak, Derviş’in de bu hükümet içinde yer almasıyla birlikte ekonomik program da sağlama alınmış olacaktı. Cem tüm bu süreçte Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planlarında rol aldı.
Cem’in şimdiki durumuna bakarak basit bir piyon olduğunu öne sürmek doğru olmaz. Sonuçta Meşrutiyet sürecinde bütün siyasi aktörler Batının piyonudur ama bazıları dış bağlantılarının niteliğiyle diğerlerinden ayrılır ve öne çıkar. 

Örneğin Mesut Yılmaz böyle birisidir.

Cem’in dış bağlantıları da gitgide açığa çıkıyor. Schröder’in Baykal’a randevu vermeyip Cem’e vermesi ve 15 AB dışişleri bakanının eski meslektaşlarını destekleyecekleri yönündeki haberler bu bağlantıları ortaya koyuyor. Ülke içinde de sermayenin Sabancı’nın ağzından Cem’i destekleyeceğini söylemesi önemli bir olgu. TÜSİAD ve AB dışişlerinin birlikte Cem’i desteklemesi gözardı edilecek bir durum değil. Bu durumda Cem ya şu an gözüktüğü gibi Meşrutiyet’in sadrazam adayı olarak parlatılıp kullanılacak ve sonradan çöpe atılacaktır ya da gerçekten sadrazamlığa getirilecektir. Meşrutiyet’in darbelerle ilerlediği gibi tek bir sadrazam eliyle işlemediği de gözden kaçırılmamalıdır.
Cem’in şu an çok güçsüz olduğu gerçektir. Ama halk nezdinde hangi Meşrutiyet aktörünün gücü vardır ki. Üçüncü Meşrutiyet’in aktörleri güçlerini halktan değil, bağlı bulundukları emperyalist kuvvetten alırlar.
Bu yüzden Türkiye’de en Avrupacı olanlar halk arasında en zayıf olanlardır. Halk, arkasındaki güce ve medyanın kampanyalarına karşın AB’cilere güvenmez. Bugün Türkiye siyasetindeki en Avrupacı iki siyasetçi Yılmaz ve Cem’in seçim çalışmalarına Türkiye’de değil de Avrupa’da başlamaları bundandır. Cem seçim kampanyasına Berlin’de başlarken, Yılmaz ise Kopenhag’da başlamayı tercih etti. Cem’in moral bozucu Kayseri macerasından sonra böyle yapması doğal karşılanabilir. Ama seçim kampanyasında alışıldığı gibi il il Türkiye’yi gezmek yerine ülke ülke Avrupa’yı gezen ilk lider İsmail Cem olacak ve bu her iki Meşrutiyet’te bile rastlanamayan siyasetçi tipi Üçüncü Meşrutiyet’in Türk siyasi hayatına önemli bir katkısıdır.

Derviş Oyunu niye Bozdu?

Derviş, Yılmaz’ı kurtarmak için kurulacak ‘Büyük İttifak’ın mimarı olarak öne çıktı. Medya da Derviş’e bu rolü uygun görmüş gibiydi. Derviş Türkiye’de siyasetin ve sermayenin üstünde anlaştığı tek isim ve bu niteliğiyle de bir joker olarak oradan oraya sürüldü.
Bunun ilk nedeni Derviş programının birbiriyle mücadele eden tüm partilerin uygulama taahhüdü verdiği bir program olması. Tüm partiler IMF’ci oldukları için IMF’nin has adamı Derviş, ekonomi programının değişmez uygulayıcısı. Ama dikkat edilirse Derviş’e verilen rol de bununla sınırlı. IMF’nin ve ABD’nin sağladığı gücün de yardımıyla ittifakların harcı olması uygun görülen Derviş’e verilen yönetsel görev tüm senaryolarda ekonomiyle sınırlı.
Doğan Grubu’nun Ertuğrul Özkök’ün ağzından 24 saat içinde Derviş’e sırt çevirmesi Derviş’in hiç de bu siyasi senaryoların değişmez adamı sayılamayacağını gösteriyor. YTP’den ve dolayısıyla ‘büyük ittifak’ projesinden vazgeçip CHP’ye katılmasıyla birlikte medyanın %70’inin olumsuz bir tavır aldığı Derviş’in tek avantajı ve aynı zamanda dezavantajı ABD’nin adamı olması. ABD’nin adamı olması bir avantaj, çünkü ekonomi IMF’ye bağlı, IMF ise ABD’ye. Türkiye’yi yönetecek işbirlikçi iktidarların ekonomik geleceği ise oradan gelecek paraya bağlı. Derviş’in kilit rolü bu dış bağlantıdan kaynaklanıyor.
Ama aynı zamanda bu dış bağlantı AB’ci cephenin Derviş’e, Derviş’in ise AB’cilere güven duymamasına yol açıyor. Murat Yetkin bu durumu Derin Kulis’in (kastedilen herhalde Aydın Doğan ve TÜSİAD’dır) dış bağlantılarının şüpheli olmasından dolayı Derviş’e güvenememesi olarak yorumluyordu ve haksız da sayılmaz. Derviş de muhtemelen aynı güvensizliği onlara karşı duyuyor, çünkü ABD’nin adamı. Cem’i sağla işbirliği yapmakla suçlayıp terketmesi ve Baykal’a katılması da ABD’nin bir adımı olarak görülmeli. Sağla işbirliği suçlamasından Arı Hareketi ve Bayar’ın kastedilmesi düşünülemez çünkü bunlar zaten Derviş’in başından beri desteklediği ittifaklar. Kastettiği herhalde AB’cilerin esas adamı Mesut Yılmaz’la kurulacak bir ittifak ve bu ittifakın tüm tartışmanın merkezinde yer alması da doğal.

DTP’nin Rolü ve Demirel’in devreye sokulması

Demirel’in Derviş’le ilgili “Türkiye’ye görünür bir faydası olmadı” açıklamaları Türkiye’deki yerleşik siyaset geleneğinin tavrını yansıtması açısından önemli. Derviş ABD’den gelmiş bir IMF görevlisi olarak ne medyaya ne de yerli siyasetçilere güven verebiliyor. AB’ci cephe ile Derviş siyasal paylaşım sözkonusu olduğunda karşı karşıya gelebiliyor. Demirel’in bile Aydın Doğan’ın AB’ci senaryolarında roller üstlenebilmesi Türkiye’de siyasetin daha çok AB’nin yönlendirdiği bir kurum haline gelmeye başladığını gösteriyor.
DTP-YTP yakınlaşmasının mimarının Demirel olduğu ortada. DTP’nin ne bir halk desteği var ne de dış bağlantıları diğer rakipleri kadar kuvvetli. Ama Bayar’ın önemli bir görevi yerine getirmek üzere Türkiye’ye, DTP’nin başına getirildiği anlaşılıyor. Bu görev, DYP’yi AB’ci ittifaka çekme ve Yılmaz’ı kurtarma görevi. Bayar’ın da tamamen Doğan Grubu tarafından parlatıldığını düşündüğümüzde Yılmaz’ın Doğan için ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Yılmaz’ı dolaylı yoldan barajın altından kurtarmak için ABD’den bile adam getirtebiliyorlar. ABD’den getirilen bu adam Demirel tarafından himaye ediliyor, AB ittifakının baş aktörlerinden biri haline getiriliyor ve belki de hükümete sokulması düşünülüyor. Ama her nasılsa Bayar’ın kim olduğunu kimse bilmiyor! Partisinin oy oranı %1’i bile bulmuyor!!
Aydın Doğan uzunca bir süredir DTP üzerinden DYP’yi teslim almak ve ANAP’la ittifaka razı etmek için uğraştı. Ama bu entrikanın da sonu hüsran oldu. Doğan’ın oyunu Derviş’in yeni oluşumu terk etmesi ve Çiller’in ittifakı reddetmesi ile yine bozulmuş oldu. Ama oyun bitmiş değil, Aydın Doğan amacına ulaşmak için bütün kombinasyonları deniyor. Siyasi partilerin geleceğini geçmişini düşünmeden hepsini entrikalarında kobay olarak kullanıyor. Tüm siyasi partiler Aydın Doğan’ın darbe tezgahından bir bir geçiyor ve geçmeye devam edecek. Bir çuval inciri berbat etmek istemiyorsa Aydın Doğan her şeyi denemek zorunda.

ABD’de Yetişen Çiller’le Aydın Doğan’ın alıp veremediği

Aydın Doğan’ın planı bu sefer de Çiller tarafından bozuluyor. Bu, Çiller’in Aydın Doğan’ın oyununu ilk bozuşu değil. Ne 8 sene önce Aydın Doğan’ın Çiller’in ABD vatandaşlığıyla ilgili yürüttüğü kampanya kişisel gerekçelerle açıklanabilir ne de şimdi Çiller’in ısrarla ittifak planını reddetmesi O’nun liderlik hırsıyla. Sorun çok daha derindedir. Derviş gibi Çiller de ABD’de yetişmiştir ve ABD’nin adamıdır. Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan ise AB’ye bağlı bir siyaset geleneğini temsil ederler. Mesut Yılmaz’la Tansu Çiller’in aynı şeyleri savundukları halde niye bir türlü birleşemediğini ‘safça’ merak eden köşe yazarları elbette ki durumun farkında. Ama buna karşın Aydın Doğan’ın Yılmaz’ı kurtarma planının propagandasını yapıyorlar.
Yılmaz ile Çiller arasındaki ayrım hangi parçalama planının piyonu olunacağı ile ilgili. Yılmaz AB’cilerin önderi olarak Türkiye’yi Güneydoğu’dan bölmeye çalışan AB planının bir piyonu olarak görev üstleniyor. Kürtçe eğitimi ve idamın kaldırılmasını bu kadar militanca savunması bunun için. ABD planına ise sıcak bakmıyor. Irak’a müdahaleye karşı çıkanlar arasında TÜSİAD, TOBB ve Mesut Yılmaz’ın da bulunması elbette onların emperyalist müdahale karşıtı olmasından ileri gelmiyor. AB’ci cephe ve sermayenin çok büyük bir kısmı komprador faaliyetlerini bugün AB planları üzerinden yürütüyor. Yılmaz’ın kendisine yönelen her yolsuzluk operasyonunun ardından ABD karşıtı açıklamalar yapması boşuna değil.

Çiller ise tersine Irak operasyonu başladığında komutan olmak istiyor.
Özal’ın bir koyup üç alma geleneğini sahipleniyor. Kürtçe eğitime ve idamın kaldırılmasına hep mesafeli durdu. Bunun da vatanseverlikle bir ilgisi yok. PKK’nın arkasında bugün ABD değil AB duruyor, bu yüzden de Türk siyasetindeki roller buna bağlı olarak dağılıyor. Türk siyaseti Üçüncü Meşrutiyet döneminde öylesine kompradorlaştı ki göreceli bir bağımsızlığa bile sahip değil. Çiller ve Yılmaz bağlı bulundukları emperyalistlerin çeliştiği ölçüde çelişir, uzlaştığı ölçüde uzlaşabilirler. AB’nin askeri gücünün zayıflığından dolayı izlediği uzlaşmacı politika bizi yanıltmasın. Emperyalistler arası çelişki esas, uzlaşma ikincildir. Bu yüzden uzun vadede AB’ciler ile Amerikancılar bir kapışmaya girişeceklerdir. Bu yüzden de Aydın Doğan boşa kürek çekmektedir.
Ya tüm entrikalar başarısız olursa Aydın Doğan’ın başına neler gelecek?
AB yasaları çıkar çıkmaz AB İttifakı’nın dağılmasının ve Doğan’ın kara kara düşünmeye başlamasının nedeni de budur işte. Üçüncü Meşrutiyet bir kargaşa dönemidir ve seçim borusunun çalınması bütün emperyalist güçleri ve piyonlarını açığa çıkartmıştır. Çünkü seçim kimin yöneteceğinin belirleneceği yerdir. Seçim halk için yapılmaz. Seçimli veya seçimsiz Türkiye’nin geleceği aynı emperyalist planlarla karartılacaktır. Bu yüzden seçimin halk açısından hiçbir önemi yoktur. Ama bir Aydın Doğan için, bir Mesut Yılmaz için son derece önemlidir.

Mesut Yılmaz’ın barajın altında kalması sonrası oluşacak Türkiye’de Yılmaz’lı 20 yılın hesabı sorulacaktır. Yılmaz’ın 20 yıllık iktidar hayatı yolsuzluklarla ve emperyalistlerle kurulan kirli ilişkilerle doludur. Sorulacak hesap sadece Yılmaz’dan değil onun iktidarından beslenen tüm güçlerden sorulacaktır. Bu hesaba ANAP’ın kadrolarının ve ANAP’ın atadığı bürokratların çok büyük bir kısmı dahildir, ANAP iktidarlarında ihale alan sermayedarlar dahildir, banka hortumlayanlar dahildir, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan ve nihayet Aydın Doğan da dahildir. Örümcek Ağı operasyonunun ilerlemesi bugün ancak ANAP’ın iktidardaki gücü ile engellenebiliyor. Örümcek Ağı dosyasında sadece Turgut Yılmaz ve ANAP’lılar değil, TÜSİAD Başkanı Tuncay Özilhan da var. Enerji ihalelerinin arkasından Yılmaz-Doğan ittifakı çıkıyor, usülsüz krediler ve VakıfBank’taki yolsuzlukların arkasından yine Doğan. ANAP’ın gücü Tantan’ı azledebiliyor, Savcı Şalk’ı susturabiliyor. Ama Meclis dışında kalmış bir ANAP’ın kendini ve beslediklerini koruyacak hiçbir gücü kalmayacağı da ortada.

ANAP’ın alternatiflerine baktığımızda Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD için durumun ne kadar ciddi olduğu daha da net bir şekilde ortaya çıkıyor. Derviş’in CHP’ye katıldıktan sonra Doğan’ın gazetecilerinin aldığı tavra bakarak onlar açısından Baykal’ın hiç de güvenilemeyecek biri olduğunu anlayabiliriz. Önemli olan Baykal’ın AB’yi veya TÜSİAD politikalarını ne kadar benimsediği değil; Doğan, Yılmaz ve TÜSİAD tarafından kurulan çeteye güven verip vermeyeceği. Tayyip için de aynı şey söz konusu. Tayyip, Doğan’ın her dediğini yapabilir ama 20 yılın hesabını sormayacağını kim garanti edebilir? DYP ise işin en ironik kısmını oluşturuyor. Doğan’ın ANAP’la birleştirmeye çalıştığı DYP’ye katılan yeni bir isim Yılmaz’ı çıldırtacak cinsten: Savcı Şalk. Şalk neredeyse hayatını ANAP’ın yolsuzluk davalarına adamış bir isim. Şalk’ın DYP’ye katılması ANAP’a ve Doğan’a verilen açık bir mesaj. Bu mesajı aldıktan sonra ittifakı kur kurabilirsen.
AB ittifakı için siyasette durum bu kadar kritik. Ekonomide, sermaye kesimlerinde ve medya sektöründe de durum pek farklı değil. Doğan’ın bitirmeye çalıştığı iki önemli sermaye grubu Karamehmet ve Uzan bir türlü yıkılmıyor. Karamehmet üzerinde tedbir kararı kaldırıldı. Uzan ise Doğan’ın karşısına her zamankinden daha bilenmiş bir şekilde ve bu sefer partisini de kurarak çıkmış durumda. ANAP’ın baraj altında kalması ekonomide de Doğan’ın durumunu sarsacak olaylara gebe olacak.

ANAP’ın baraj altında kaldığı ve Meclis’e giremediği bir Türkiye’de Aydın Doğan’ı ellerinde kelepçeyle hapise tıkılırken görmek hiç de şaşırtıcı bir gelişme olmaz. Böyle bir Türkiye’de tüm eski defterlerin açılacağı, klasörlerin bir bir ortaya çıkacağı açıktır.

Demirel döneminin nasıl sona erdiğini hatırlayalım. 35 yıl Türk siyasetinin en tepesinde bulunmuş Demirel Güniz Sokak’taki evine döndükten sonra Türkiye’de olup bitenleri hatırladıkça; Yılmaz, Doğan ve TÜSİAD’ın uykuları nasıl kaçıyordur kimbilir. Demirel’in en yakın çevresinden başlayalım ve gözümüzün ucuna Yılmaz’ın en yakın çevresini getirelim. Demirel iktidardan ayrılır ayrılmaz; kardeşi Yahya Demirel, yeğeni Murat Demirel ve yakın çevresinden Cavit Çağlar ile Dinç Bilgin kelepçelenerek hapse tıkıldılar. Bir dönemin hesabı bu kadar basitçe soruldu. Ama bu sefer durum daha ciddi. Türkiye’de tüm siyasetler, sermaye grupları, emperyalist devletler büyük bir kavga için kolları sıvamış durumda. Üçüncü Meşrutiyet’in anlamı da bu. Türkiye kısa bir zaman içinde parçalanacak ve parçalanmış Türkiye’yi birileri yönetecek. Aydın Doğan’ın böyle telaş içinde oraya buraya saldırması, Rodos’ta siyasi entrikaların peşine düşmesi sebepsiz değil.

Aydın Doğan durumun gayet iyi farkında. Bu Meşrutiyet oyunu içinde ya kazanacak ya yokolacak. Ama Türkiye için sonuç değişmiyor. Kim kazanırsa kazansın, kim yok olursa yok olsun... ( BUGÜN YIL 2015  AYDIN DOĞAN HALA  AYAKTA BAGIMSIZ BASIN DEDİKLERİ DIŞ DÜNYANIN MAŞALARI GİDEN TANSU ÇİLLER OLDU )  İŞTE  BU 3 LÜ  DSP & ANAVATAN & MHP KRİZİ  AKP  NİN  ÖNÜNÜ AÇMIŞTIR

Türkiye Meşrutiyet oyunu içinde kaldığı sürece sonu parçalanmadır, yok oluştur. Halkın içinde olmadığı bu oyun emperyalist uşaklarının kimisini güldürecek, kimisini ağlatacak. Onlarla beraber ağlamak ve gülmek zorunda değiliz. Halkı safdışı bırakıp vatanı satanlarla ortak bir yanımız olamaz. Çünkü onların vatanı ayrı bizimkisi ayrı. Üçüncü Meşrutiyet döneminde siyasetin anlamı vatanın parçalanması üzerinden yapılan pazarlık ve entrikalardır. Halkı aldatmaya yarayan ‘demokratik’ kılıfın altında böylesine satılık bir oyun dönmektedir. Seçimler de dahil olmak üzere bu oyunun hiçbir parçasına katılmamak bugün en devrimci görevdir.

http://www.turksolu.com.tr/11/ayas11.htm


..


5 Nisan 2013 Cuma

Kafeste Son Tango


Kafeste son tango




5 Haziran 1999 / ERHAN BAŞYURT

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarıldığı, İtalya ile sıcak günlerin yaşandığı dönemde, Arap dünyasının saygın gazetelerinden al—Hayat'da ilginç bir makale dikkat çekiyordu.
Gazetenin Suriye muhabiri İbrahim Hamidi tarafından kaleme alınan yazıda, Abdullah Öcalan'ın daha önce Suriye'nin iddialarının aksine Şam'da ikamet ettiğini ima etmek için 1 Eylül 1998 tarihinde tek taraflı ateşkes ilanı ile ilgili basın mensuplarıyla yaptığı toplantı anlatılıyordu. Hamidi, toplantıdan bir de ilginç anekdot sunuyordu okurlarına: Öcalan'a, kendi geleceği ile Fransa'da yargılanmakta olan meşhur terörist Çakal Carlos arasında bir benzerlik kurup kurmadığını soruyor Hamidi. Öcalan ilk önce bu soruyu anlamıyor, PKK ile Çakal Carlos arasında bir ilişki bulunmadığını belirtiyor. Hamidi soruyu tekrarlayınca, bu defa neyin kastedildiğini anlıyor ve kesinlik ifade eden bir üslûpla "Türk yargıçları bizi asla yargılayamayacaklar" cevabını veriyor.

Öcalan, 31 Mayıs'tan beri "Bizi asla yargılayamayacaklar" dediği Türk yargıçlarının önünde, üstelik yargılanma metodu da en çok, Çakal Carlos'un yargılanmasına oranla daha özgür olduğu için takdir topluyor. Üstelik Sudan tarafından Hartum'da Fransız güvenlik güçlerine teslim edilen ve uçakla Paris'e getirilen Carlos ile Kenya'da Türk yetkililerine teslim edilen ve uçakla Bandırma'ya getirilen Öcalan'ın yakalanma süreçleri de garip bir şekilde birbirine benziyor.

Öcalan ve sempatizanları yakalanmanın şokunu yaşarken, bizler de Öcalan'ın daha uçaktayken başlayan rahat ve net açıklamalarının şaşkınlığını yaşıyoruz. 15 yılda 30 bin insanın ölümüne sebep olan Öcalan'ın adeta dili çözülmüş, uçakta söylediklerinin benzerini kurşun geçirmez cam kafesin ardından da pek farksız sözlerle tekrarlıyor: Pişmanım... Özür dilerim... Hizmete hazırım...

Aslında Öcalan duruşmanın ikinci gününden itibaren, ilk tutuklandığı günlerde İmralı'da sivil DGM savcılarına yaptığı açıklamalardan pek de farklı açıklamalar yapmıyor. O zaman da örgütün kurucusunun kendisi olduğunu, dolayısıyla bütün eylemlerin sorumluluğunu üstlendiğini söylemişti, duruşma salonunda da bunu tekrarladı. O zaman da her eylemin sorumluluğunu üstlenirken, örgüte tam hakim olamadığını, bir çok eylemin bölge sorumlularının kendi inisiyatifi tarafından gerçekleştirildiğini, aslında kendisinin buna karşı çıktığını, ama engelleyemediğini iddia etmişti, şimdi de.

Öcalan, örgütün yurt dışı bağlantıları ile ilgili olarak da DGM savcılarına verdiği ifadeden pek farklı bir şey söylemedi, duruşmalarda. Suriye ve Yunanistan PKK'nın baş hamileri arasında yer alırken, İran ve Ermenistan'ın örgütle ilişkilerinin sanıldığı kadar ileri olmadığını, buna karşılık bir çok Avrupa ülkesinin pasif destek sağlamakta bu ülkelerin çok ilerisinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Örgütün finans ve silah desteğinin nasıl sağlandığını da anlatan Öcalan, devletle aralarında kurulan temaslar hakkında da geniş bilgileri tekrarladı...

Bütün bunlara rağmen, Öcalan'ın duruşmada dile getirdiği ama basına tam yansımadığı için pek irdelenmeyen çok daha önemli bir şey vardı duruşmalarda: Öcalan'ın yazılı savunması. Öcalan, ilk gün duruşmasının öğleden sonraki kısmında vermek istediği siyasal mesajı, bu yazılı savunmada toplamış. Ağır psikolojik durumu sebebiyle hafıza değişikliğinin olduğunu ve bu nedenle ifadelerinde bazı kopukluklar bulunabileceğini söyleyen Öcalan'ın, yazılı savunması bu sebeple daha da önem kazanıyor. İrticalen yaptığı sözlü savunması ile karşılaştırıldığında da daha oturaklı olduğu görülüyor.

"İsyan dönemi bitmiştir"

"Varılan en önemli sonuç; artık tarihi olarak isyanlar dönemi sona ermiştir ve ermek zorundadır... Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir" diyen Öcalan, "Demokratik bir toplumda yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle isyan olur muydu? Kendini bile yasaklanmış bulan, ağzından çıkan sözü ana dilinden suçluluk telaşı ile gizlemeye çalışan bir insandan her şey beklenir... Yaşadığım halk gerçekliği bu. Hatta bir alternatif olarak ezici bir kısmı Türkleşmişse bu halkın suçu olamaz. Kaldı ki bu yöntemin de çağdaş olmadığı, böyle zorla yürümeyeceği de ortaya çıkmıştır. O halde hatalar karşılıklı büyümüş..."

Öcalan, kendince başvurdukları yolun sebeplerini ve hata oluşunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, "İki halkın tarihini, siyasi, ekonomik durumunu anlayanlar, parçalanmanın olmayacağını bilirler. Etle—tırnak gibi iç—içe geçmişlerdir" yorumunda bulunuyor. Başlangıçta "Bağımsız Kürdistan" hayalinde olan Öcalan, bu görüşten çark etmesinde 1993 yılına kadar TSK'nın PKK'ya karşı yürüttüğü etkili mücadelenin de rol oynadığını ifade ediyor bir başka yerde. Israrla vurguladığı bölünmenin bir çözüm olmadığını ise, şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor :

"Bağımsızlık aleyhimize"

"Bağımsızlık ve özgürlüğün hem birey için hem de halk için koşullar gereği, ancak Türkiye'nin bütünselliği ve Cumhuriyet'in demokratik yapılanması içinde gerçekleşebileceğini belirttim... Bilimsel ölçüler içinde bakıldığında dört taraftan kabul edilmeyecek komşularla çevrili, ağırlıklı olarak dağlık bir coğrafyada, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak çok bölünmüş, ağır feodal değer yargılarıyla ve daha bir alfabeye bile sahip olmayan, nüfusun daha büyük kısmı metropollerde çalışan Kürt toplumu için devlet iddiasında bulunmak bu nedenlerle gerçekçi olamaz. Kaldı ki gerek son iki yüzyıllık tarih tecrübesi ve en son PKK isyanı mevcut askeri güç dengesi altında da ayrılık yönünde sorunun daha da ağırlaşacağını ortaya koymuştur. Bu yöntemle taraflar zorlanır, büyük acı ve kayıp yaşarlar. Ama ne ayrılma gerçekleşebilir ne de sorun yok edilebilir. Hastalık daha da ağırlaşarak devam eder. Hastalığı ne hastayı yok ederek tedavi etmek mümkündür, ne de ana öğesi olduğu bütünden yani devletten ayrılmakla parça, tedavi şansına sahiptir."

Öcalan savunmasında "Bu bilince 1973'te sahip olmak isterdim. O zaman bu yöntem izlenmezdi" diyerek, "Tüm isyanlar içerisinde acımasızlıklar vardır, bastırmada da vardır. Ama, en büyük tesellimiz bunu gerçekten Cumhuriyetimizin sürekli ağrıyan bir hastalığı olmaktan çıkarmak, sağlıklı bir parçası ve barış gücü haline getirmektir. Halkımızın buna ekmek, su kadar ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cumhuriyete karşı borcu, demokratik birlik dışında ödeme yolu yoktur" sözlerine de yer veriyor. Öcalan, yazılı savunmasını bu şekilde yaptıktan sonra da, özürle başladığı sözlü savunmasında, sorunun çözümü için de kendince bir formül öneriyor. Başka bir deyişle, kendi canının kurtarılması karşılığında, terörü bitirmeyi masaya yatırıyor ve yıllardır uğrunda verdikleri mücadelenin hedeflerini minimize ederek, şöyle formüle ediyor: "Bana bir kanal açın, PKK'yı üç ayda dağdan indireyim."

"Devletin de duyarlılığının bu yönde olduğunu biliyorum. PKK'nın dağdan indirilmesini istiyorum ve bu amaçla çalışmak istiyorum" diyen Öcalan, bunu yapmanın şartı olarak da "PKK'nın devlete karşı olmamasını, yasal bir konuma girmesini istiyorum. Bir af yasası, bir izin gibi şeylerin düşünülmesini istiyorum" şeklinde konuşuyor. Bunu da kendince, "PKK'ya sesleniyorum. Sizi yanıltan ben, hiçbir baskı altında kalmadan söylüyorum. Bizi koruyacak olan demokratik devletin çatısıdır. Ben bunu gördüm. Bu döneklik yaptığım anlamını taşımaz. PKK'lılara diyorum ki, niye silahla savaşıyorsun, düşünce varken" sözleriyle yorumluyor. Başka bir deyişle Öcalan'ın PKK'yı dağdan indirmesinin ilk şartı, bir af yasasının —pişmanlık yasası gibi— çıkarılması ve PKK'nın legalite kazanması.

Dil de önemli değil

Öcalan'ın pazarlık masasına sürdüğü ikinci şart ise, "kültür ve dil özgürlüğünün sağlanması". Türkiye'de düşünce ve siyasal özgürlüğün mevcut olduğunu belirten Öcalan, "Olan bir şeyi niye isteyeyim. Sadece dil ve kültürel varlık problemdir. Türkiye'nin bütünlüğü önemlidir" diyor. Bir uzman, Öcalan'ın kültürel varlık ile tv, radyo gibi şeyleri kastettiğini, dilin eğitim dili olması gibi hususlardan rahatlıkla taviz verebileceğini belirtiyor. Kaldı ki Öcalan, üçüncü gün sorgulamasında Kürtçe'nin yasaklanmasının yanlışlığının görülüp, bu yasağın kaldırıldığının hatırlatılması üzerine, "Doğru. Mesele çözüm yoluna girmiştir. Bundan sonra isyan yanlıştır" diyerek bu tavrı ortaya koymuştur.

Öcalan'ın bu teklifleri, değerlendirilir ya da değerlendirilmez. Ancak yıllardır bölgeyi kan gölüne çeviren bir örgüt liderinin tespit ve önerileri olması ve Öcalan'ın bilgi ve beyin arkaplanını göstermesi açısından önemli. Konuşurken karizmatik olmasa da, aslında istediği şeyleri formüle edebilmiş, savunmasını bir nevi siyasi platforma çekebilmiş durumda. Peki, Öcalan gerçekten de örgüt üzerinde hakim mi? İstese tüm örgütü üç ayda dağdan indirebilir mi? Kaldı ki, Öcalan bizzat kendisi bir taraftan örgüt üzerinde halen hakim olduğunu söylerken, diğer taraftan örgütün tüm faaliyetlerine hakim olmadığını söylüyor.

PKK'yı yakından takip eden akademisyen Doç. Dr. Ümit Özdağ, Öcalan'ın halen örgütte tek lider olduğunu belirtiyor. Özdağ, Öcalan'dan sonra PKK'nın Başkanlık Konseyi'nin toplandığını, yeni bir lider çıkarmak yerine, Öcalan döneminde aktif olmayan konseyi hayata geçirdiklerini, ancak Öcalan'ın "esir lider" olarak konumunu koruduğu iddia ediyor. Özdağ, Öcalan'ın ilk tutuklandığı dönemlerde yaşanan şiddet eylemlerini, avukatları aracılığıyla durdurmayı başardığını da belirtiyor. Avrupa kanadının Öcalan'dan gelen "şiddeti durdurun" direktiflerini hemen uygulamaya soktuğunu, Konsey'in ise buna başlangıçta ayak dirediğini, ancak gelen direktifler sebebiyle onların da uyduğunu belirtiyor.

Özdağ, Öcalan'ın yokluğunda toplanan 6'ncı PKK Kongresi'nde eyalet sisteminden, yeniden 13 kişilik timlerden oluşan saha komutanlıkları sistemine dönüldüğünü, bunun da örgüt içerisinde karizmatik bir lider alternatifinin bulunmamasından kaynaklandığını söylüyor. Konsey'in Öcalan'ın direktifleri doğrultusunda, saldırı tipi eylemlerini durdurduğuna dikkat çeken Özdağ, halihazırda "aktif savunma" olarak adlandırılan yöntemle ancak sıcak temaslarda çatışmaya girildiğini kaydediyor.

Öcalan'ın yaptığı bu silah bırakma çağrılarını da içeren savunma hakkında Konsey'in avukatlar sayesinde önceden haberdar olduğu, ancak şiddetle karşı çıkmalarına rağmen bunu Öcalan'a kabul ettiremediklerini vurguluyor, Özdağ. Devletlerin uzun vadeli yüksek çıkarlarının dikkate alınması halinde, Öcalan'ın kendi canı karşılığında ortaya sürdüğü bu pazarlığın, terörün bitirilmesi için "Berzenci Hadisesi"nde olduğu gibi kullanılabileceğini belirtiyor.

Özdağ'ın bu tespitlerini, PKK Başkanlık Konseyi'nin 3 Haziran'da örgütün yayın organı Özgür Gündem'de çıkan açıklaması da destekliyor. Konsey açıklamasında şöyle diyor: "Genel Başkanımızın büyük bir özveriyi yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti devletine sunduğu bu çözüm imkanı Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yoludur ve tüm dünya halklarının çıkarına olan da budur. Tüm parti örgütümüz yüksek bir birlik ve örgütlülük içinde Genel Başkanımızın yürüttüğü bu tarihsel çabalara bağlıdır ve bütün gücüyle desteklemektedir."

Bu durumda, "Bana bir kanal açın bütün bunları başarayım, ancak bunları yapabilmem için hayatta olmam lazım" diyerek, idamı halinde akan kanın durmayıp, daha da artacağı tehdidinde bulunan Öcalan'ın ortaya attığı bu "can pazarlığı" daha çok tartışılacak gibi. Ancak, bazı uzmanlar böyle bir pazarlığın hayata geçirilebilmesi için, mevcut hükûmetten daha iyi bir alternatifin olmayacağını belirtiyorlar. 28 Şubat kararlarının ancak RP'nin bulunduğu bir hükûmet döneminde çıkartılabileceğine atıfta bulunan uzmanlar, böylesi bir tarihi imkanın da ancak DSP ve MHP gibi milliyetçi partilerin yer aldığı bir hükümet döneminde hayata geçirilebileceğini belirtiyorlar. Bakalım "asrın davası" olarak nitelenen Öcalan duruşması, Öcalan'ın can pazarlığında "asrın dönemeci" haline getirilebilecek mi? Belki de Öcalan uçakta iken söylediği: "...devlete hizmete hazırım... büyük hizmetler göreceğimi hissediyorum" şeklindeki sözleri ile de daha baştan itibaren bunu kastediyordu!



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5143-kafeste-son-tango.html

..