AVRASYA DOSYASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AVRASYA DOSYASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2017 Çarşamba

11 EYLÜL SONRASI ABD..


11 EYLÜL SONRASI ABD..


 BİRGÜL DEMİRTAŞ COŞKUN*

Birgül DEMİRTAŞ COŞKUN* 
This study is a summary of the author’s reports of a series of meetings that she attended in America and analyses issues of 
importance in world politics after September 11. Besides shedding a light on the new US policies, it aims to discuss the 
US approach to new crisis regions such as Afghanistan and the Middle East. 
* Berlin Hür Üniversitesi (Freie Universitaet) Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi. 

  


   Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a 11 Eylül’de düzenlenen sürpriz saldırılar, ABD’yi tam anlamıyla hazırlıksız yakalamış gözükmektedir. 
ABD Dışişleri Bakanlığı, 11 Eylül öncesinde Üsame bin Ladin’in Amerikan hedeflerine yönelik büyük bir saldırı hazırlığı içinde olduğu haberini aldıklarını, 
ancak bu saldırının ne zaman ve nerede gerçekleşeceğine dair herhangi bir bilgileri olmadıklarını söylüyor. Gerçekleştirilen saldırıların, hem sivil hem de 
askerî yetkilileri o güne kadar uygulanan politikaları bir ölçüde sorgulamaya sevkettiği farkedilmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili Ladin ve El-Kaide örgütü hakkında ne kadar az şey bildiklerini anladıklarını ve bu nedenle şu anda istihbarat alanında küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyduklarını belirtiyor. ABD’li diplomatlar, saldırıların ardından iki faktör üzerinde duruyor: Biri uluslararası sistemde pekçok şeyin değiştiği gerçeği; ikincisi ise uluslararası terörizmle mücadelenin yanında NATO genişlemesi, Balkanlar ve Füze Savunma Sistemi gibi gündemdeki eski konularla ilgili çalışmaların devam etmesi gerekliliği. 

ABD’deki bir NATO üssünde görevli bir Amerikalı askerî yetkilinin “11 Eylül’de yaşananlar nedeniyle başarısız olduğunu, görevini yerine getirememiş olduğunu” hissettiğini söylemesi aslında çok sayıda Amerikalı karar alıcının görüşlerini yansıtmaktadır. Uzun yıllar aradan sonra Amerikalıların ilk kez kendi topraklarında vurulması, ABD’ye geçmiş politikalarının yetersizliği konusunda acı bir uyarı olmuş ve Washington’u yeni politikalar üzerine düşünmeye sevketmiştir. ABD Dışişleri, yeni politika arayışında olduklarını açıkça ifade etmektedir. Bu arayışın yansımaları Rusya’yla ilişkilerden “serseri devletler” politikasına kadar pek çok alanda görülebilecektir. 


11 EYLÜL SONRASI ABD: SÜPER GÜÇ YENİ POLİTİKA ARAYIŞINDA 

 BM Özel, İlkbahar 2002, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 292-298.
AVRASYA DOSYASI 

Afganistan Operasyonu, 

Uzmanların Afganistan konusunda üzerinde ısrarla durdukları görüş, askerî operasyonun nispeten kolay, ancak savaş sonrası söz konusu ülkenin yeniden yapılanmasının asıl zor iş olduğudur. Farklı etnik grupları temsil eden aşiret yapılanmasının egemen olduğu ve 20 yılı aşkın süredir savaşların yaşandığı ülkede barışın tesis edilmesinin zor olduğu belirtilmektedir. ABD resmî çevreleri, 1980’lerde Afganistan’daki mücahit grupları desteklemesinin hata olduğunu düşünmemekte, asıl hatanın Sovyet işgalinin 1989’da sona ermesinin ardından bu grupların kendi haline bırakılmasıyla yapıldığına inanmaktadır. 

Uluslararası teröre karşı mücadelede üzerinde önemle durulan konulardan biri de terör örgütlerinin malî kaynaklarının kurutulmasıdır. 

Terör örgütlerinin ayakta kalmasının ve güçlenmesinin en önemli nedenlerden biri olarak sahip oldukları malî kaynaklar görülüyor. 

Washington bunun yapılabilmesi için ise diğer ülkelerle işbirliğine ihtiyaç duyduğunun farkındadır. 

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan bir diplomat, El-Kaide örgütünün, Amerikan işletme fakültelerindeki derslerde öğretilen kuralları hayata geçirdiğine dikkat çekiyor: Örgüt içerisinde sıkı bir hiyerarşinin olmaması, El-Kaide üyelerinin merkezden bağımsız olarak hareket etmelerine izin verilmesi bu örgütün klasik terör örgütlerine oranla daha az tahmin edilebilir bir tehdit olarak ortaya çıkmasına neden oluyor. 

“11 Eylül saldırıları neden ABD’de meydana geldi?”, “ABD’ye yönelik nefretin kaynağı nedir?” sorularına Amerikalı yetkililerin verdikleri cevap, hiçbir ABD politikasının söz konusu saldırıları haklı çıkartamayacağı yönündedir. Bu tip sorulara cevap olarak saldırılarda binlerce sivilin öldüğü ve ABD’nin dış politikadaki hiçbir yanlışının bu saldırıların nedeni olamayacağı belirtiliyor. Bazı Amerikalılar ise kendilerinin zengin olmasını ve dünyada çok fakir olmasını bu saldırıların nedeni olarak görüyor ve ekliyor: “Ama biz kimsenin sırtından geçinerek değil, çok çalışarak zengin olduk.” ABD’li yetkililerin üzerinde ısrarla durdukları bir konu da 11 Eylül’deki terör saldırılarıyla dünyanın diğer bölgelerindeki etnik kökenli çatışmaların kıyaslanmaması gerektiğidir. Uzmanlar hiçbir ülkenin 11 Eylül’deki saldırıları kendi politikası için kullanmasına izin verilmemesi gerektiğini belirtiyor. 

Türkiye’ye Bakış 

11 Eylül’ün ardından ABD dış politikasında yıldızı parlayan ülkeler, Afganistan’a yönelik operasyonda oynadıkları önemli rol nedeniyle Rusya ve Pakistan olarak gözüküyor. Taliban’ın ortaya çıkmasında en önemli desteği veren ülke olan Pakistan’ın politikasını 180 derece değiştirerek, ABD operasyonunu desteklemesinin önemi vurgulanıyor. 

ABD Dışişleri Bakanlığı, Müşerref’in Pakistan’ın Atatürk’ü olmasını ümit ettiklerini, aksi takdirde anarşinin başgösterebileceğini belirtiyor. 

11 Eylül sonrası gelişmelerde Türkiye’nin doğrudan adı geçmese de, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkenin Batı yanlısı ve NATO üyesi olması “İyi ki Türkiye örneği var” şeklinde yorumlara yol açıyor. Ayrıca Türkiye’nin güvenlik konularında ABD’nin taleplerini herzaman olumlu karşılamasından övgüyle bahsediliyor. Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. John S. Micgiel, Amerika’nın güvenlik konularında bir sorunu olduğunda, Türkiye’den sadece bir kez ricada bulunmasının yeterli olduğunu belirtirken; Council on Foreign Relations adlı düşünce kuruluşunun Başkan Yardımcısı Dr. Lawrence J. Korb da, ABD’nin Türkiye’ye güvenlik konularında bir şey istemesi halinde “beş dakikada 
olumlu yanıt” aldığını vurguluyor. Dr. Korb ayrıca 11 Eylül’den sonra Bakü-Ceyhan projesinin hayata geçirilmesi ihtimalinin arttığını düşünüyor. 
Bunun yanında, Türkiye’nin İsrail’le iyi ilişkilere sahip tek Müslüman ülke olması nedeniyle Orta Doğu’da oynayabileceği potansiyel rolün önemine dikkat çekiliyor. İsrail-Filistin çatışmasının sona erdirilmesi için kurulan, üyeleri arasında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu Mitchell Komisyonu’nun raporunu hazırlayanlardan biri olan Frederic C. Hof, Ankara’nın hem Araplar hem de İsrail tarafından sözü dinlenen taraf olduğunu ifade ederek, Orta Doğu’da barışın yeniden tesisine uluslararası bir katkı olacaksa buna Türkiye’nin katılımının “kesinlikle gerekli” olduğunu kaydediyor. 

Türkiye’nin geleceği konusunda da Amerikalı uzmanlar arasında farklı görüşler mevcut. Örneğin, Columbia Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Micgiel, 11 Eylül sonrasında Türkiye’nin AB’ye üyelik şansının arttığını ve Türkiye’yi içine almasının AB için de faydalı olacağını düşünürken, aynı üniversiteden Gordon Bardos, Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorunu ve İslamcılar gibi tehdit unsurları olduğunu, buna bir de son zamanlarda ekonomik krizin eklendiğini belirterek, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini çok da olumlu görmediğini anlatıyor. 
Council on Foreign Relations’dan Dr. Korb ise 11 Eylül’den sonra ABD’nin AB’ye Türkiye’yi alması için daha fazla baskı yapacağını söylüyor. 

Center for Strategic and International Studies’de Avrupa Programı Başkanı Dr. Simon Serfaty ise, ABD’nin jeopolitiğin önemini Avrupa’dan öğrenmesine rağmen şu anda AB’nin kültürel açıdan düşündüğünü, jeoopolitik açıdan Türkiye’yi değerlendirmediğini belirtmektedir. Dr.Serfaty, Kıbrıs sorunu nedeniyle Türkiye’yle AB arasındaki ilişkilerin zorlaşabileceğini belirterek, Türkiye’nin AB’ye üyeliğin alternatiflerini düşünebileceğini dile getiriyor. 

Eski “Düşmanlar”, Yeni “Dostlar” 

11 Eylül olayları, ABD dış politikasında daha önce başlayan Rusya’yla yakınlaşma ve İran ve Suriye’yle diyalog yolu arama süreçlerini hızlandırmış gözükmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, Putin’in 11 Eylül saldırılarının ardından “yüksek riskli bir fırsat” algılayarak ABD’yle yakınlaşmaya yeşil ışık yaktığı kaydediliyor. Rusya- ABD ilişkilerinde görülen iyileşmenin uzun vadeli olduğu konusunda hem resmî yetkililer hem de uzmanlar arasında fikir birliği oluşmuş gözükmektedir. Söz konusu işbirliğinden her iki tarafın da kazançlı çıkacağı düşünülmektedir: Rusya bu yakınlaşma sayesinde Batı’nın bir parçası olma yolunda önemli adımlar atacak, ayrıca dış borçlarından kaynaklanan sorunlarını kısmen çözme imkanına sahip olacak, Çeçenistan’daki sorunla mücadele konusunda da eskisi kadar eleştiri almaktan kurtulacaktır. Washington ise Moskova’yla bağlarını sıkılaştırarak, bu ülkenin Afganistan operasyonu sırasında Orta Asya ülkeleri üzerindeki etkinliğinden yararlanmaktadır. ABD ayrıca bu yakınlaşma nedeniyle Rusya’nın NATO’nun genişlemesine olan muhalefetini 
ortadan kaldırma şansına sahip olabilecektir. Öte yandan, ABD-Çin münasebetlerinde Rusya’yla yaşanan yakınlaşma benzeri bir gelişme beklenmezken, sorunların devam edeceği tahmin ediliyor. Çin’in yükselen ekonomik performansına dikkat çekilirken, bu ülkeyle iyi ekonomik ilişkilerin devam edeceği tahmin ediliyor, ancak siyasi sorunların süreceği gündeme getiriliyor. ABD yeni dönemde dünyadaki düşmanlarını azaltmak ve uluslararası terörle mücadeleye odaklanabilmek için “serseri devletler” olarak adlandırdığı İran ve Suriye’yle diyaloga girmek için çabalarını artırmaya kararlı gözüküyor. ABD’nin normalleşme kapısını aralamaya başlaması her iki ülkede iktidarların değişmesiyle başlamışsa da, Washington’ın yeni politikalar arayışına girdiği bu dönemde bu yöndeki çabalar yeni bir ivme kazanacak gibi gözükmektedir. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, ilişkilerde iyileşme sağlanabilmesi için bu ülkelerden de sinyaller gelmesi gerektiğini belirtmekte, bu sinyallerin gelmesi halinde ABD’nin buna karşılık vereceğini kaydetmektedir. 

Columbia Üniversitesi’nden Dr. Barbos da uzun vadede “serseri devletler” politikasının gözden geçirileceğini belirtmektedir.

Irak ,

ABD dış politika çevrelerinde Irak politikasının gelecek dönemde nasıl şekilleneceği konusunda farklı görüşler mevcuttur. Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, “ABD, Irak’a karşı operasyon düzenlemeyi planlıyor mu?” şeklindeki bir soruyu, bir yandan Başkan Bush’un terörist grupları destekleyen ülkelere karşı tüm önlemlerin alınacağını söylediğini hatırlatarak, öte yandan da teröre karşı oluşturulan koalisyonu devam ettirmenin ABD açısından çok önemli olduğunu vurgulayarak cevaplıyor. Bu da ABD’nin terör karşıtı koalisyonun devam 
etmesini dış politika önceliklerinden biri olarak kabul ettiğini gösteriyor . 

Uluslararası İlişkiler uzmanları ABD’nin Irak politikasının gelecek dönemde nasıl olacağı konusunda çok farklı görüşler ileri sürüyor. Center for Strategic and International Studies’den Dr. Serfaty, Irak’a karşı bir operasyonun mutlaka düzenleneceğini, tek sorunun zamanlamayla ilgili olduğunu söylerken, diğer bazı uzmanlar ABD’yi Irak’ta operasyonu yarım bırakmakla suçluyor. “ABD ya Irak’a hiç müdahale etmemeliydi ya da Saddam devrilinceye kadar müdahaleyi 
sürdürmeliydi” diyor. Houston’da (Teksas) bulunan Rice Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Richard Stoll, Saddam sonrası bir senaryo geliştirilmeden böyle bir operasyon düzenlenmesinin Washington yönetimini Saddam’dan daha büyük tehlikelerle yüzyüze bırakabileceği ihtimalîni gündeme getiriyor. Prof. Stoll, Saddam’ın göreceli de olsa “mantıklı” bir lider olduğunu, Irak liderinden gelebilecek tehlikelerin tahmin edilebildiğini; ancak Saddam düşürüldükten sonra yerine oğullarından birinin gelmesi halinde Irak’ın tahmin edilemez bir yöne gidebileceğini ve ABD için daha büyük bir tehdit unsuru haline gelebileceğini ifade ediyor. 

Avrupa Birliği, NATO, Balkanlar 

ABD’li yetkililer, Avrupa’nın ortak bir dış politika ve güvelik politikası oluşturma; aynı zamanda Acil Müdahale Gücü kurma çabalarından memnuniyet duyuyor, ancak NATO’daki yapıların tekrarının (“duplication”) olmamasını istiyor. Örneğin Avrupa ülkelerinin NATO’ya ve Avrupa Acil Müdahale Gücü’ne ayrı ayrı asker tahsis etmeleri ihtimalîne karşı çıkıyor. 

Washington gelecekte özellikle Balkanlar’da ortaya çıkabilecek “küçük çaplı krizler”de artık Avrupa’nın tek başına etkin olmasını ve bu sorunları çözmede başat güç haline gelmesini istiyor. ABD’nin enerjisini bundan sonra Avrupa’nın yakın çevresinde başgösterebilecek sorunlara vermek istemediği, bu sorunlarla Avrupa’nın başa çıkması gerektiğini düşündüğü anlaşılıyor. Ancak, ABD Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkili, Avrupa kıtasında önemli bir problem ortaya çıkması halinde buna Avrupa Acil Müdahale Gücü’nün değil, mutlaka NATO’nun 
müdahil olacağını vurguluyor. 

ABD’nin dış politika önceliklerinin değişmesi nedeniyle Balkanlar’daki askerlerinin önemli bir kısmını çekmek istediği anlaşılıyor. ABD, bu askerlerin Afganistan’daki operasyonlarda kullanılabileceğini belirtirken, Balkanlar’da doğacak askerî boşluğu Avrupa ülkelerinin tamamlamasını istiyor. 

Füze Savunma Sistemi 

ABD Savunma Bakanlığı’ndan bir yetkili, 11 Eylül olaylarının çok çeşitli tehditlerle aynı zamanda mücadele edilmesi gerektiğini gösterdiğini 
belirterek, en önemli üç tehdidi şu şekilde sıralıyor: 

1) Terörizm, 
2) Kitle imha silâhları, 
3) Uzun menzilli füzeler. 

Mevcut durumda teröre karşı mücadelenin dünyanın gündeminde olmasına rağmen, diğer tehditlerin de küçümsenmemesi gerektiği ifade ediliyor. 

ABD’nin hem kendisini hem de müttefiklerini füze tehdidinden korumak için Füze Savunma Sistemi’ni geliştirmeye devam edeceğini belirten bir Pentagon yetkilisi, “11 Eylül saldırılarından sonra Füze Savunma Sistemi’ne gerek kalmadığı” şeklindeki sözlere katılmadıklarını belirterek, uzun menzilli füzelerin varlığının kendileri için tehdit olmaya devam ettiğini ifade ediyor. 

Sonuç 

Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar, ABD’yi şu ana kadar alışık olmadığı bir terör çeşidiyle yüzyüze bırakırken, hem Amerikan resmî çevreleri hem düşünce kuruluşları hem de uluslararası ilişkiler uzmanları yeni dönemde uygulanabilecek yeni politikalar üzerine çalışmaya devam ediyor. ABD’nin önümüzdeki dönemde dış politika uygulamalarına egemen olacak eğilimler şu şekilde sıralanabilir: 

- Bush, hem seçim kampanyasında hem de iktidarının ilk 8 ayında vurguladığı tek taraflı politikalardan vazgeçmek zorunda kalacak. 

Teröre karşı etkili bir mücadele yürütülmesi gereği ABD’yi diğer ülkelerle işbirliğine mecbur kılacak. Amerikan dış politikası önümüzdeki dönemde muhtemelen çok taraflı olacak. 

- ABD, Rusya’yla sağladığı işbirliğini geçici değil, uzun vadeli düşünüyor. Bu sayede hem Afganistan’da istikrarın sağlanması daha kolay olacak hem de Rusya Batı sisteminin içine çekilebilecek. 

- Washington yönetimi, Suriye ve İran’la ilişkilerini normalleştirme yolunda adımlar atmaya hazır gözükmektedir. Ancak bunun  gerçekleşmesi için Şam ve Tahran’ın da ilişkilerin iyileşmesini istemesi gerektiği belirtilmektedir. 

- Türkiye’nin Müslüman bir nüfusa sahip lâik bir ülke olması nedeniyle önemi vurgulanmaktadır. Ayrıca ABD’nin Türkiye-AB  ilişkilerinin gelişmesini destekleyeceği tahmin edilmektedir. 


***

6 Haziran 2016 Pazartesi

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI  
BÖLÜM 2




III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 
Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır.


   Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 

40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 
Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. 

Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum.

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. 
İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 
İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. ”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

KAYNAKLARA..,

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, İsrael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların Şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nasıl çökerttiğini anlatan 
" Zafer " adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık Afgan gerillaları-nın nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. 
Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü 
anlatıyor. Bkz.: Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East İnternational, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 New York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 


ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI 

***

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1






ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI  
BÖLÜM 1



Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI 

Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 


1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. 

Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 
Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyal Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir 
gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu 
Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 
Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme 
karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç 
olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. Fuller raporunda: “... 

İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, 
İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 
Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için güç” sloganına dayanmasıdır. 

Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. 
Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. 

Kendi yarattığı Frankestein Patronunu ısırmaya başlamıştır. 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..,



****

28 Ekim 2015 Çarşamba

KAZAKİSTAN-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN DİNAMİZMİ: ON YILLIK DENEYİM*





KAZAKİSTAN-TÜRKİYE İLİŞKİLERİNİN DİNAMİZMİ:  ON YILLIK DENEYİM* 



AVRASYA DOSYASI 
Dr. Dosım SATPAYEV** 
* Makale Rusça’dan Türkçe’ye Saule Baycaun tarafından çevrilmiştir. 
** Orta Asya Siyasî Araştırmalar Enstitüsü Başkan Yardımcısı. 
Avrasya Dosyası, Kazakistanın Kırgızistan Özel, Kış  2001-2002, Cilt: 7, Sayı: 4, s. 113-126. 


Yakın tarihte (16 Aralık 2001) Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletler den olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu girişimi onuncu yılını dolduracaktır. Dünya tarihi açısından bu pek de uzun bir süre değildir. Fakat Kazakistan gibi her genç egemen devlet için on yıl, iç ve dış siyasette kimlik kazanma bakımından önemli bir süredir. 

Diğer Sovyet sonrası devletler gibi Kazakistan da bağımsızlığına ve uluslararası hukukî statüsüne kavuşmakla birçok ciddî sorunla karşılaşmıştır ki, bunların en önemlileri aşağıdaki şekilde sıralanabilir: 

• ulusal yapılanma; 
• uluslararası ilişkiler sisteminde yer alma; 
• jeopolitik strateji belirleme; 
• bölgede ve uluslararası sistemde konum ve rolün belirlenmesi; 
• ulusal güvenlik konseptinin belirlenmesi. 

Ulusal çıkarları belirlerken, Kazakistan’ın jeopolitik durumunun, jeoekonomik, sosyo-kültürel ve etnik-dinsel niteliklerinin, bölge içinde/dışında güç dağılımının özelliklerini hesaba katmak gerekiyordu. 

Kazakistan’ın jeopolitik durumu ağırlıklı olarak, ülkenin güç ve dinîideolojik bakımdan etkin Rusya, Çin ve İslâm dünyası arasında bulunmasıyla belirlenmektedir. Bununla beraber, askerî-stratejik açıdan devletler arası çatışma durumunda Kazakistan kendisini muhtemel savaş üssü olarak görebilecek iki nükleer devlet (“Rus ayısı” ve “Çin ejderhası”) arasında sıkışmış durumdadır. Ülkenin bu durumu sürekli göz önünde bulundurması gerekmekte dir. 

Böylece, Kazakistan’ın sınır bütünlüğü, egemenlik ve dış güvenliği için dış kuşaktaki istikrarın sağlanmasının ülkenin ulusal çıkar alanına girdiği iddiası normal karşılanmalıdır. 

Bu süre içerisinde Kazakistan’ın çok yönlü dış politikasının temelini attığını ve aynı tutumu sürdürdüğünü belirtebiliriz. Bu tür bir siyaset, çevredeki nüfuzlu bölgesel oyuncularla istikrarlı ve sorunsuz ilişkileri koruma amacını gütmektedir. Kazakistan’ın on yıllık çok yönlü dış  siyaseti çerçevesinde Türkiye’nin de yeri tek parça olmamıştır. Bu zaman zarfındaki Kazakistan-Türkiye ilişkilerini en azından iki döneme ayırabiliriz. 

Dış Siyasette Romantizm Dönemi 

İlk dönemin Kazakistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından başlayarak 90’lı yılların ortalarına kadar sürdüğü söylenebilir. Bu aşama Sovyet sonrası bölgelerde merkezkaç yönelimlerin en yoğun olduğu dönemdi. 
Bu zaman diliminde hem Rusya’nın hem de eski Sovyet cumhuriyetlerinin birbirinden ekonomik ve politik anlamda uzaklaşma süreci yaşanmaktaydı. 
Tanınmış Amerikan Sovyetoloğu Zbigniew Brzezinski’nin yazdığı gibi, o sıralarda Boris Yeltsin başkanlığındaki Rusya yönetimi, Rusya’nın Batı dünyasına ait ve Batı’nın bir parçası olması gereği gelişimi sırasında Batı’yı daha fazla taklit etmesi gerektiği hususunda emindi. 

Diğer Sovyet sonrası devletler de, çoğu zaman Batı ülkeleriyle ekonomik ve siyasî ilişkilerin gelişimine yatırımda bulunarak, kendi jeopolitik önceliklerini belirleme çabasındaydılar. Buna paralel olarak, Orta Asya ülkelerinde egemen gelişim sürecinin ilk aşamasında, Türk dünyası birliği fikriyle birleştirilmeye çalışılan ulusal kimliği teşhis süreci de aktif olarak başlamıştı. Bazı gözlemcilere göre, ülkenin zayıflığının bilincinde olan Kazakistan’ın ileri gelenleri, bağımsızlığın ilk günlerinden itibaren “İmparatorluk Rusyası” yerine yeni “patron” bulma çabalarına girişmişlerdi. Etno-kültürel ve tarihî bağlardan dolayı bu role ısrarla Türkiye Cumhuriyeti hak iddiasında bulunmaktaydı.1 

1 K.F. Zatulin, A.V. Grozin, V.N. Hlyupin, Natsionalnaya Bezopasnost Kazahstana: Problemi perspektivı, Moskova, 1998, s. 37. 


Yukarıda değinildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Kazakistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan devletlerden biri olarak ülkeye uluslararası toplulukla bütünleşme konusunda yardımda bulunmaya başlamıştır. 
Öte yandan, henüz Sovyetler Birliği’nde iken Mart 1991’de Kazakistan, Türkiye ile iki tarafın “politik, ticarî-ekonomik, bilimsel-teknik, ekolojik, kültürel, sosyal, haberleşme ve diğer alanlarda uzun vadeli karşılıklı yararı genişletme ve derinleştirme isteklerini ifade ettikleri İşbirliği Anlaşması’nı imzalamıştır. Bu anlaşma Ekim 1994’te “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”yla geliştirilmiştir.2 

Eylül 1991’de Kazakistan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanları karşılıklı ilişkilerin prensip ve amaçlarını içeren beyannameyi imzalamışlardır. Bu çerçeve de uluslararası belgelerin amaçları ve prensiplerinden hareketle dostluk ilişkileri nin gerekliliği vurgulanmıştır. 


Kazakistanlı analistlerin çoğuna göre, Türkiye’nin genel olarak Orta Asya bölgesinde ve kısmen Kazakistan’daki bu faaliyeti, SSCB’nin parçalanmasından sonra bölgede oluşan otoriter, ideolojik ve ekonomik boşluğu doldurma politikasıyla ilgilidir. Aynı politikayla Pantürkizm projesi olan “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Turan”ın yaratılması girişiminde de bulunulmuştur. Yeni bağımsız devletler ilk adımlarını atarlarken Türkiye’nin böyle bir girişimde bulunması herhangi bir tepki çekmemiştir. Bu durum, Orta Asya devletlerinin uluslararası arenada politik ve ekonomik çıkarlarını desteklemesi muhtemel taraf olara Türkiye’nin öneminden kaynaklanmaktaydı. 

Gözlemcilerin bir kısmına göre, Türkiye’nin Kazakistan’a ve diğer Orta Asya devletlerine etkisi, söz konusu ülkelerin Ekonomik İş Birliği Teşkilâtı (EİT) ve İslâm Konferansı Teşkilâtı’na (İKT) üye olmalarıyla doruk noktasına ulaşmıştır. Bu şekilde Ankara yeni Türk devletleri “aile”sini yönetecek “büyük kardeş” rolünü üstlenmek istemiştir. Böyle bir çabanın söz konusu olduğunu, İstanbul’da gerçekleşen ve Türk devlet başkanlarının katıldıkları zirve toplântısında tüm Türk devletlerinin çok yönlü ekonomik ve politik işbirliği yapmalarının gerekliliğini vurgulayan beyanlar da onaylamaktaydı. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in belirttiği gibi, “daha önce yapmacık sınırlarla bölünmüş olan Türk dünyası kendi tarihî köklerine geri dönmekteydi.”3 

İstanbul’daki buluşmadan önce Nisan 1993’te Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Kazakistan’a resmî ziyarette bulun duğunu belirtmek gerekiyor. Ziyaretle ilgili resmî kaynaklara göre, bu olay iki devletin ekonomi, siyaset, kültür ve diğer alanlarda ilişkileri mümkün olduğu kadar geliştirme ve genişletme çabalarını onaylamıştır. 


2 K.K. Tokayev, Pod Styagom Nezawisimosti, Oçerki O Vneflney, Almat›, 1997, s. 509. 
3 A. Sergeyev, “Turetskiy Mars”, 28 Ekim 1994. 


Eğitim alanında Türkiye ve Kazakistan’ın işbirliğine, 1992’den şimdiye kadar 2500 Kazakistanlı öğrencinin Türkiye’de eğitim almış olması örnek olarak verilebilir. Bunun yanısıra, iki ülkenin desteğiyle Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi ve 30 kadar Türk-Kazak lisesi açılmıştır. 

1994’te Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in Türkiye’ye iade ziyareti gerçekleşmiş ve yukarıda adı geçen “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” imzalanmıştır. Bu sırada Kazakistan Devlet Başkanı’nın Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkileri Kazakistan dış siyasetinin öncelikli istikametlerinden biri olarak değerlendirmesi ilgi çekmekteydi. 


O dönemin bazı Kazakistanlı analistlerine göre, “...büyük Türk devleti olan Türkiye ile müttefik ilişkilerin geliştirilmesi Rusya’nın Kazakistan üzerindeki etkisini zayıflatacaktı. 
Türk ve Kazak halklarının din, dil ve kültür ortaklıklarının dışında Türkiye’nin stratejik partner seçilerek Orta Asya’da Rusya’nın üstünlük çabasını önleme rolünü üstlenmesinde önemi azımsanmayacak diğer bir faktör de vardı. Bu, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslar’da daha önemli rol oynama çabalarının arkasındaki Amerikan desteğiydi”.4 

O dönem Kazakistan’ın da çoğunluğun görüşü, Rusya ve ABD arasındaki uyumsuzluktan yararlanarak ülkenin jeo ekonomik ve jeopolitik konumunu güçlendirmeye engel olabilecek bazı durumların giderebileceği idi. Bu tür engellerden biri Kazakistan ekonomisine önemli katkı sağlayacak petrolün dünya pazarına en uygun taşıma yolunun hâlen belirlenememiş olmasıydı. 

Türkiye ve Kazakistan’ın Hazar Oyunu 

Rusya’nın Hazar bölgesinde etkisinin zayıflamasıyla, 90’lı yılların başından itibaren oluşan boşluğu ABD, Türkiye ve İran doldurma girişiminde bulunmuştur. Washington için gerekli olan alternatif enerji kaynaklarına ulaşmaktı. Aynı şey 1991 yılında Körfez Savaşı nedeniyle kesilen Irak petrolüne alternatif arayan Türkiye için de önemli idi. 

Ankara ve Washington’un, İran’ı etkisiz hale getirerek ve Rusya’nın yerini almaya çalışarak onları geride bırakmak istemelerinin jeopolitik gerekçeleri de vardı. “Washington, Orta Asya ülkelerinde ve Azerbaycan’da İran’ın etkisiyle Amerikan karşıtı ortamın oluşacağının, Türkiye’nin etkisiyle ise yerli köktenciliğin ortadan kaldırılarak Batıcı gelişim modelin söz konusu olacağının farkındaydı”.5 


4 E. Abenov, M. Spanov, S. Permetov, “K Probleme Natsionalny Bezopasnosti Kazahstana”, Evraziyskoye Soobflestuo: Ekonomika, Politika, Bezopasnost, S 4 (20), 1997, s. 175. 
5 O. Arin, Rossiya Na Oboçine Mira, Moskova, 1999, s: 157 
6 Frank Gerold, Berliner Zeitung, 6 Haziran 2001. 


Bunları gerçekleştirmek için Kazakistan ve Azerbaycan’a çok istedikleri milyonlarca Doları kazandıracak petrol taşıma yollarını teklif etmek yeterliydi. Böylece, hâlen tartışılmakta olan Bakü-Ceyhan boru hattı projesi 1991’de ortaya çıkmıştı. Batılı gazeteci Fank Herold’ın yazdığı gibi, “Azerbaycan ve Gürcistan Sovyetler Birliği’nin parçalanmasını Rus enerji şirketlerinden kurtulmaları için önemli fırsat olarak görüyorlardı... ABD ve Türkiye onlara bölgesel etkilerini artıracakları sözünü vererek bu plânları şevkle desteklemişlerdir”.6 

Kazakistan’a gelince, bu ülke çok yönlü siyasetinden hareketle boru hatları seçiminde daha esnek olmuştur ve bu tutumunu sürdürecektir. Kazakistan için, kısa sürede sıcak para geleceği sürece petrolünün nereye gideceği hiç önemli değildir. 

Böylece 90’lı yılların başında ABD, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın ekonomik ve jeopolitik çıkarları örtüşmekteydi. Fakat birçok analizci Washington ve Ankara’nın bu pahalı projeyi ekonomik olmaktan ziyade stratejik nedenlerle desteklediği görüşündeydi. 

Bunun yanında, ABD 1999’da faaliyete başlayan ve yine Rusya’yı bypass edecek Bakü-Supsa boru hattını da oldukça aktif olarak desteklemiştir. 


Ancak 1995 yılının sonuna doğru Kremlin, Batı’ya yönelerek zaten bir hayalden ibaret olan “ABD ve Batı Avrupa ile global eşitlik sağlama çabasının başarısızlığı nın bilincine varmaya başlamıştır. Böylece Sovyet sonrası romantizm devri sona ermiş ve Yeltsin Batıcı Dış İşleri Bakanı Kozıyrev’in yerine Doğu yönelimli Yevgeni Primakov’u getirmiştir. 

1996’da gerçekleşen bu değişimle beraber, Rusya Sovyet sonrası bölgelerde etkisini geri getirme girişimlerinde bulunmaya başlamıştır. Fakat aynı Brzezinski ’nin yazdığı gibi, “Rusya ne kendi isteğini zorla kabul ettirecek politik güce ne de yeni devletleri kendisine çekebilecek ekonomik yeterliğe sahipti... Rusya’nın baskısı bu devletleri başta Batı, bazen Çin ve güneyde İslam devletleri olmak üzere yurt dışında daha çok bağ aramaya itmiştir”. 

Bu sıralarda Batılı petrol şirketlerinin aktif olarak çalıştıkları Hazar’a kıyıdaş devletleri Rusya’nın etkileme araçları fazla değildi. Bu devletlere uygulanabilecek tek olası baskı Hazar’ın hukukî statüsünün belirsizliği ve Kazakistan, Azerbaycan petrolü ile Türkmen gazını taşıma tekelinin Rusya’da bulunmasıydı. 

Uzun süre Rusya’nın pozisyonu, Hazar’ın kapalı su birikintisinden ibaret olup ulusal bölgelere ayrılmasının imkânsız olduğu ve dolayısıyla Hazar Denizi’nin Birleşmiş Milletler (BM) Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin (DHS) yargı alanının kapsamına girmeyeceği üzerine kurulmuştur. Aynı tutumu Hazar Denizi’nde ortak egemenlik (condominium) taraftarı İran da sergilemiş ve hâlen sergilemektedir. 

Kazakistan ise 1994 yılından beri Hazar’ın deniz olduğunu ve kıyıdaş her ülkeye 12 millik karasuları verilmesini savunuyordu. Bu görüşe göre, denizin kalan kısmı münhasır ekonomik bölge olarak, kıyıdaş devletler arasında ulusal sektörlere bölüştürülmelidir. Bununla birlikte, Kazakistan, Hazar denizinin biyolojik kaynakları, su ve hava sahasının ortak kullanılmasının ve sadece deniz dibinin paylaşılmasından yana idi. 


Hazar’ın hukukî statüsünün tamamen belirlenmesi için Azerbaycan ve Kazakistan’ın yabancı petrol şirketlerini aktif olarak arkalarına alma çabalarına rağmen, Rusya ve İran’ın sorunun çözüm sürecini yavaşlatması yeni belirsizlik durumu ve ABD ile Türkiye için sıkıntı yaratmıştır. 

ABD ve Türkiye, Hazar’ın bir an önce ulusal sektörlere bölünmesinden yanaydı ve bununla ilgili ABD’nin Türkmenistan Büyükelçisi Michael Cottor’a göre, “Hazar ortak deniz olduğu takdirde yabancı şirketlerin tüm kıyıdaş devlet hükümetleri ile görüşmeler yürütmesi gerekirdi. Bu ise gerçek dışıdır.” Tabiî ki Washington, Hazar’ın hukukî statüsünün oluşum sürecini hızlandırmak için Moskova ve Tahran’ın ayağına düşecek değildi. Böylece Hazar’ın geleceği ile ilgili farklı görüşlere sahip iki blok oluşmuş oldu: 

1) ABD, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan; 
2) İran ve Rusya. Türkmenistan’a gelince bu ülke her zaman olduğu gibi gözlemci-tarafsız pozisyonunu sürdürmekteydi. 

Durumun kesin dönüm noktası olarak Haziran 1998’de Rusya ve Kazakistan arasında Hazar’ın kuzey kısmının bölüştürülmesi ile ilgili imzalanmış anlaşma gösterilebilir. Anlaşma Kazakistan’ın savunduğu model üzerine kurulmuştur. Rusya’nın geri çekilmesi muhtemelen ülke hakkında oluşan olumsuz durumun objektif değerlendirmesi sonucu gerçekleşmiştir. Moskova’nın, Azerbaycan başta olmakla Hazar sahili komşularının “petrol ihtirasları”nı yatıştırma çabaları zaten bir sonuç vermemekteydi. Bunun yanında, Rusya esas koz olarak tekelinde bulundurduğu Bakü-Novorossiyisk hattının kontrolünü kaybetme tehlikesiyle de karşılaşmıştır. 

Moskova’nın, denizin hukukî statüsünü petrol çıkarma ve taşımaya endeksleyen katı tutumu ilk olarak kendisine zarar vermiş oluyordu. Azerbaycan ve Kazakistan petrolünün taşınması ile ilgili sorunun çözümünün Moskova tarafından sürüncemede bırakılması, ABD ve Türkiye’nin Bakü-Ceyhan önerisini desteklemesine uygun şartlar oluşturmuştur. Bu önerinin Astana ve Bakü tarafından aktif bir şekilde destek bulması, sonuçta Moskova’nın bölgedeki etkisini tamamen kaybedeceği konusunda gözlerini açabilmiştir. 

Rusya’nın gözü, 1999 Balkan savaşı sırasında çıkarları Batı ile ciddî bir şekilde çatıştığı zaman tamamen açılmış oldu. Moskova ikinci darbeyi İstanbul’da gerçekleşen ve tüm Hazar sahili devletlerle Gürcistan ve Türkiye’nin Bakü-Ceyhan’ın yapımını öngören anlaşmayı imzaladıkları AGİT’in Kasım zirve toplântısında almış oldu. O zaman ABD Enerji Bakanı Bill Richardson açıklamasında bunun, “…Amerikan ulusal çıkarlarının ilerlemesine yardımcı olacak stratejik bir anlaşma” olduğunu belirtmekteydi. 

Rusya’daki Çeçenistan savaşı da Washington’un yararına olmuştur. Çünkü bu durum Moskova’nın Bakü ve Tiflis ile ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur. Ünlü Orta Asya ve Kafkasya uzmanı Marta Brill Olcott’un imzalanan anlaşmayla ilgili dedikleri gerçekten kehanet gibiydi: “Bu önemli bir ilk adımdır. Ancak Çeçenistan, bölgedeki gelecek karşı durmanın sadece başlangıcıdır. Rusya, ABD’nin hayati öneme sahip stratejik çıkarlarını baltalama peşinde olduğu görüşündeyken boş duracak değildir.” 

Olcott’un sözleri Yeltsin’in gitmesiyle Çeçenistan’daki savaş kampanyasıyla otoritesi oldukça büyüyen Vladimir Putin’in ortaya çıkmasıyla açık bir şekilde onaylanmış oldu. Yeni Rusya Devlet Başkanı’nın gelmesiyle Hazar bölgesi için yeni jeopolitik mücadele safhası fiilen başlamaktadır. Daha 25 Şubat 2000’de seçmenlere açık mektubunda Putin, Rusya’nın ulusal çıkarlarını ve tekrar yönelmek gereken hayati öneme sahip bölgeleri hatırlama çağrısında bulunmuştur. Kremlin’e göre, bu “bölgeler”e Hazar Havzası da kesinlikle dâhildi. 

Kremlin’in yeni yönetiminin Sovyet sonrası bölgelerde etkinliğini yeniden oluşturmayla ilgili niyetinin ciddîyetini, kabul edilen yeni dış politika doktrini ortaya koymaktadır. Bu doktrine anahtar kelime olarak “sağlam pragmatizm” anlayışı eklenmiştir. Putin’in önünde sadece Hazar’da daha iyi bir statü kazanma değil, kıyı devletleri üzerinde etkinliği geri getirme gibi zor bir görev de vardı. Bunun için Rusya bölgedeki asıl jeopolitik rakibi ABD’nin yöntemlerinden yararlanma yoluna giderek kendi amaçlarını gerçekleştirmek için petrol ve gaz kozunu kullanmaya başlamıştır. 

Putin, 21 Nisan 2000’de daha önce geleneksel olarak Rusya’nın üstün olduğu petrol zengini Hazar bölgesinde, yabancı rakiplerin aktif faaliyette bulunduklarını açık bir şekilde dile getirmiş ve Rus şirketlerine burada faaliyetlerini arttırma çağrısında bulunmuştur. Rus lidere göre, “bu sorunun çözümü için devlet ve şirketlerin çıkar dengesini sağlamak çok önemlidir. Sadece devletin güçleriyle bu amaca ulaşmak mümkün değildi”. 

Bu sözleri somut önlemler takip etmeye başlamıştır; Rusya Devlet Başkanı nezdinde Hazar’ın statüsünü belirlemekle ilgili özel temsilcilik resmen açılmıştır. Kurumun başkanlığına 30 Mayıs 2000’de Rusya Yakıt ve Enerji eski bakanı Viktor Kalyujnıy atanmıştır. Bu atamanın Hazar pastasının bölüştürülmesinde yer alan Rus petrol şirketi “LUKoil” tarafından aktif olarak desteklenmesi ilgi çekicidir. Rusya petrol uzmanlarına göre bu gelişme Hazar bölgesinde Rusya’ya kendi çıkarlarını daha etkili bir şekilde gerçekleştirme olanağı sunmaktadır. Aslında Putin’in iktidara gelmesiyle Rusya’nın Hazar politikası temelinden değişmiş, devlet ve şirketler arasında bir uzlaşma sağlanmaya çalışılmıştır. Sonuçta Kremlin Beyaz Saray gibi ekonomik aracını jeopolitik rövanş için kullanma yoluna gitmiştir. 

Öte yandan, bu girişimler için uygun şartlar da oluşmuştur. 

İlk olarak ABD ve Türkiye’nin aktif olarak destekledikleri Bakü-Ceyhan boru hattı projesinin gerçekleştirilmesiyle ilgili sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu projenin gerçekleşmesinde ekonomiden ziyade politik nedenin varlığı başından belliydi. Bu hattın başta pahalılık olmak üzere birkaç önemli yetersizliği vardı. Resmî verilere göre maliyet 2,4 milyar Dolar olarak ifade edilse de, gerçekte yapım 3,3-3,5 milyar Dolara mal olacaktır. Daha İstanbul zirve toplântısında projenin başındaki İngiliz-Amerikan enerji şirketi “BP Amoco”, politik değil ticarî faktörleri temel alacağını açıklamıştır. Ancak bu ilkeden hareket edilecekse İran geçişli 
Neka-Rey (400 milyon Dolara mal olacak ve günlük 370 bin varil kapasitesine sahip) veya Tengiz-Novorossiyisk boru hatları (2,3 milyon Dolara mal olacak ve günlük 1,3 milyon varil kapasiteli) daha tercih edilir alternatifler olacaktır. 

Bakü-Ceyhan boru hattının diğer yetersizliği ise çok yüklü olmasıdır. London City Analitic Institution’ın değerlendirmesine göre Bakü-Ceyhan boru hattı en az 6 milyar varil petrolün varlığı koşuluyla kârlı olacaktır. Fakat Azerbaycan’ın petrol yatakları henüz bu miktarı karşılamaktan uzaktır. Kazakistan ise petrol taşımacılı ğı konusunda çok yönlü yönelimlerin taraftarıydı ve buna Rus boru hatları da dâhildi. 


“…Türkiye’nin tarihi-kültürel yakınlık stratejisini etkili ekonomik mekanizmalarla tamamlamadığı taktirde, bölgeye jeopolitik anlamda yabancı kalacağı” 


Bu yetersizlikler Bakü-Ceyhan ortaya çıktığı andan itibaren projenin çoğunluk tarafından tereddütlü değerlendirmesine neden olmuştur. 

Böylece, Bakü-Ceyhan’la ilgili sorunlar ve Rusya’nın politikalarının hız kazanmasıyla jeopolitik konumun değişikliğe uğraması, Kazakistan’ın hayal kırıklığına uğramasına neden olmuştur. Astana’nın beklediği Türkiye ve ABD’nin petrolü jeopolitik oyunlarında kullanma arzusundan kaynaklanan vaatleri değil sıcak paraydı. 

Petrol ve doğal gazın Kazakistan ekonomisi için en öncelikli sektör olageldiği ve olacağı unutulmamalıdır. Kazakistan bağımsızlığının başından beri Hazar’da büyük yatırımlarda bulunmuş ve Türkiye dâhil dıştan gelen yatırımlara büyük önem vermiştir. Sonuç itibarıyla, Kazakistan yönetiminin ekonomik canlanmayı Türkiye’nin bölgede yürüteceği siyasete bağlı olarak değerlendirmesi kendisini doğrultmamıştır. 
Bundan kaynaklanan hayal kırıklığı sadece Türkiye’ye karşı değil Batı’ya da yönelikti. SSCB’nin parçalanmasıyla Sovyet sonrası devletlerin hemen hemen tümünün tutulduğu Batıcı romantizmi dönemi böylece sona ermiş oluyordu. 

Gerçekçi olmak gerekirse, diğer ülkelere kıyasla Türkiye, Kazakistan’ın önde gelen ticarî ortaklarından biridir ve bu durum devam edecektir. Türkiye açısından ise Kazakistan ticarî ortak olarak BDT ülkeleri arasında üçüncü, Orta Asya ve Kafkas ülkeleri arasında ise birinci sırada yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kazakistan Büyükelçisi Kurtuluş Taşkent’in verilerine göre, iki ülke arsında 1992 yıl itibarıyla ticaret hacmi 30 milyon Dolarken, 1998 yılı itibarıyla bu rakam 420 milyon Dolara ulaşmıştır. Şu anda Türkiye ve Kazakistan arasındaki ticaret 500 milyon Dolaradır. Son on yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti Kazakistan’ın ekonomisine 1,5 milyar Dolarlık yatırımda bulunmuştur. Ama yine de ticaret hacmi bakımından Türkiye, Kazakistan’a ithali % 60’a varan Rusya’nın rakibi olmaktan uzaktır. 

Söz konusu dönemde, Kazakistan’ın Türkiye’den ekonomik ve yatırım olarak daha aktif olmasını beklediği söylenebilir. 90’lı yılların ortalarına doğru ise “…Türkiye’nin tarihi-kültürel yakınlık stratejisini etkili ekonomik mekanizmalarla tamamlamadığı taktirde, bölgeye jeopolitik anlamda yabancı kalacağı”7 görüşü ortaya çıkmıştır. 


  '' Dil, din ve kültürel ortaklıklar, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Kazakistan tarafından da politik ve ekonomik alanlarda mutlak bütünleşmeye yeterli 
dayanak olarak görülmemiştir. ''


Bunların hepsi tüm Sovyet sonrası bölgede olduğu gibi Kazakistan’da da siyasî etkinin ekonomiye önemli katkıda bulunmadan meydana gelmeyeceği 
gerçeğini anlatıyor gibi. “Uzun sürmeyen flörtten sonra bu ülkeler Türkiye’nin politik ve ekonomik değişimlere sadece sınırlı ölçüde yardım edebileceği kanaatine varmıştır. İlk başta “Türk modeli”yle uğraşılardan sonra bugün onlar kendi gelişim yollarına yatırımda bulunmaktadırlar”8 

Böylece, Kazakistan’la beraber diğer Orta Asya ülkeleri bugün de devam eden pragmatik dış politika dönemine girmişlerdir. 

Dış Politikada Pragmatizm Dönemi 

Kazakistan 90’lı yılların ortalarına doğru çok yönlü dış politikasını daha net bir şekilde büyük jeopolitik oyuncuların uyumsuzlukları üzerine kurmaya başlamıştır. Çünkü kaynakları ve jeostratejik konumu sayesinde Kazakistan kendisini hem Batı’nın hem de Doğu’nun çıkarları için cazip durumda bulmaktay dı. 

Bu dönemdeki Kazakistan-Türkiye ilişkilerine gelince, “…her iki taraf pragmatik yaklaşım benimsemiştir… Türkiye, artık Kazakistan’ın kendi çıkarlarından Rusya veya başka merciler uğruna vazgeçmeyeceğini görmüştür. Dil, din ve kültürel ortaklıklar, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Kazakistan tarafından da politik ve ekonomik alanlarda mutlak bütünleşmeye yeterli dayanak olarak görülmemiş tir. Türkiye ise ABD ve Avrupa ülkeleri ile ilişkilere kardeş Türk devletleriyle dostluğu güçlendirmekken daha çok önem verdiğini birkaç defa ortaya koymuştur.9 

Bir ölçüde, Türkiye’nin Orta Asya’da etkin olma çabalarıyla ilgili olumsuz görüşlerin oluşması sübjektif faktörlerle ilgiliydi. Bu açıdan, yeni bir “büyük kardeş” görmek istemeyen Kazakistan ve Özbekistan başta olmak üzere Orta Asya devlet başkanlarının büyümekte olan siyasî ihtiraslarından söz edilmektedir. 


7 S. K. Kuflkumbayev, “Isentralnaya Aziya: Postsovetskayu Geopolitiçeskogo Prostranstva”, Konfiguratsiyo, Sayasat, Sayı 2, 1999, s. 64. 
8 V. Gumpel, Natsionalnaya Elektronnaya Biblioteka, http://www.nns.ru 
9 K. K. Tokayev, Pod Styagom Nezavisimosti: Oçerki O Vneflney Politik Kazahsrana, Almatı, 1997, s. 512. 


Onların dış politika yöntemleri artık değişik jeopolitik çıkarları dengeleme mekanizmasına ve Orta Asya bölgesinde liderlik mücadelesine dayanmış durumdadır. Böylece “…iki taraflı ilişkilerde herhangi bir anlaşmazlık ve ciddî sorunların bulunmamasına ve birçok önemli uluslararası sorunla ilgili görüşlerin uygunluğuna rağmen Türkiye’ye yönelim hiçbir Orta Asya ülkesinin dış 
politikasında baskın duruma gelmemiştir. Bu tespiti Bişkek’te (1995) ve Taşkent’te (1996) Türk devlet başkanlarının görüşmelerinin sonuç belgeleri de onaylamıştır”.10 



Aynı zamanda, Kazakistan yönetimi, pragmatik mülahazalardan hareketle, Türkiye ile sıkı bağlara, (Ankara NATO dâhil birçok önde gelen uluslararası ve bölgesel teşkilâta üye olduğundan dolayı) ülkenin uluslararası politik ve ekonomik kuruluşlarla bütünleşmesi açısından önemli görmektedir. 

Son zamanlarda, siyasî aşırılık tehlikesiyle ilgili bölgesel güvenliği sağlama sorunu Orta Asya’da etkinliğin artmasını gerektirecek tamamlayıcı faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu faktör, 1999 yılından itibaren Özbekistan ve Kırgızistan yönetimi ile İslamın yeşil simgesiyle maskelenen siyasî radikaller arasındaki direnmede kendisini ilk kez açıkça göstermiştir. Ancak Türkiye’nin Kazakistan ve diğer Orta Asya devletleriyle sağlam askerî-teknik işbirliğini düzene sokmaya uzun süredir çaba göstermesine rağmen bu ülkeler Ankara’nın militanlara karşı direnmede önemli yardımda bulunabileceğinden şüphelidirler. 

Böylece, uluslararası işbirliği konusunda çok yönlü politika izleyen Kazakistan, dış kaynaklı İslâmcı militanların yerel güçlerin desteğiyle ülkeye saldırması durumunda Batı’dan hiçbir yardım alamama riskine girmiş oluyor. Bu sorunu çözmede gereken yardım Rusya ve Çin tarafından sağlanabilir. Ancak onlardan gelecek yardım, İslâm köktencilerinin topraklarına nüfuz etmelerini önlemek için Kazakistan’la aralarına set çekmekle sınırlı olacaktır. Bunun dışında, gösterilen yardım karşılığında şu veya bu ülke kesinlikle açıkça veya diplomatik olarak politik-ekonomik kazanç sağlamaya çalışacaktır. 

Her halükarda ulusal güvenliği gerçek anlamda tehdit edilen Kazakistan bir şekilde, aynı amacı öncelik haline getirmiş aktörlerle bir araya gelmek isteyecektir. Sonuç olarak da, Astana otomatik olarak destek alınan ülkenin etki alanına girecektir. Kazakistan için bölgesel güvenlik alanında öncelikli ortak büyük ihtimalle ABD ve Türkiye değil, Rusya olacaktır. 

10 K.K. Tokayev, s. 512. 

Bu durum zaten iki devletin ortak güvenlik ve “Şangay Beşlisi” anlaşması çerçevesinde aktif işbirliğiyle onaylanmaktadır. 

Daha Sovyetler zamanından kalma üstünlükten dolayı özellikle askerî ve askerî-teknik alanlarda Ortak Asya ülkeleri için Rusya tüm açılardan ulusal güvenliği sağlamak için gerekli yardımı verme konusunda tek stratejik partner olarak ortaya çıkmaktadır. 

Öte yandan bu devletler haklı olarak kendi çıkarları pahasına, Rusya Federasyonu’nun bölgesel etkisinin artmasından ve iç işlerine müdahale edebileceğinden endişe ediyorlar. Bunu dikkate alan Rusya’nın Orta Asya devletlerine ılımlı davrandığı ortada olsa da, imkânları ve potansiyeli ile katı tavırlar takınabileceği imkânsız değildir. Rusya’nın Orta Asya’daki süreçlerin dışında kalacağını varsaymak bile gerçekçi olmayacaktır. Bunların hepsi göz önünde bulundurulduğunda, Rusya’nın Orta Asya’da belirli amaç doğrultusundaki çabalara daha sonra bunlardan vazgeçmek için girişmediği anlaşılabilir. 

Rusya için Orta Asya’da bulunmak çok önemlidir. Çünkü tüm Orta Asya bölgesi onun için kendi güney sınırlarını koruyan bir çeşit tampon olarak görülmektedir. Bu bölgenin zayıflaması ilk önce Rusya’nın güneydeki istikrarının tehdit altına düşmesi anlamına gelmektedir. Bu konu özellikle Çeçenistan’da uzayan savaş, tüm Kuzey Kafkasya, Volga ve Volga boyu Müslümanlarının yaşadıkları bölgelerdeki aşırıcılık ve ayrılıkçılık ışığında güncelliğini korumaktadır. Gerçi aynı şartlar ve özellikle de Çeçenistan’daki durum, Rusya’nın Özbekistan ve Kırgızistan ’daki askerî-politik anlaşmazlıklara bu ülkelerdeki iktidarı desteklemek için aktif olarak katılmasını belli ölçüde engellemektedir. 

Bunların dışında, Rusya’nın Orta Asya devletlerini etkilemek için yeterli araçları mevcuttur. Örneğin, Rusya özellikle bu devletlerin kendi aralarında ve diğer komşu ülkelerle mevcut uyumsuzluklarından yararlanabilir. Orta Asya devletleri Rusya’ya ithalat/ihracat partneri ve transit ülke olarak ekonomik anlamda da ihtiyaç duymaktadırlar. Kazakistan’a gelince, Rusya ile oldukça uzun ortak sınır ve önemli Rus diasporasının varlığı, Rus baskı araçlarını daha daha güçlendirmekte  dir. 

Ancak özellikle Orta Asya ülkelerinin kendilerine akın edebilecek İslamcıları yenilgiye uğratacak güçte askerî potansiyellerinin bulunmaması Rusya konumunu sağlamlaştırmaktadır. Bu şartlarda söz konusu devletleri yöneten tabakaların iktidarları büyük tehlike altında girmektedir. 

Yine de Kazakistan “herkesle dostluk” prensibine dayalı çok yönlü politika yürütmeye devam etmektedir. Bu çok yönlülüğe bağlılık bir süre daha devam edecektir. 

 ''  Kazakistan yönetiminin Rusya’nın güçlenmesinde bir çıkarı olmadığı, onun Hazar havzası başta olmak üzere bölgede büyük jeopolitik oyuncuların 
uyumsuzluğundan yararlanmaya çalışmasıyla teyit edilmektedir. '' 


 '' Böyle bir siyasetin her şeyden önce Kazakistan’ın ekonomik çıkarlarıyla bağlı olduğu muhakkaktır; ürünlerini satacak yeni pazar arayışı, ekonomiye yeni yatırımlar çekme vs. Ancak aynı çok yönlü politikadan dolayı günümüzde dünyayı paylaşma adına yürütülen bitmez mücadele şartları altında, Kazakistan’ı etkisi alanına almaya çalışan ülkelerin çıkarlarının çatışacağı da tabiidir. Dolayısıyla Kazakistan onlardan gelecek baskılara maruz kalacaktır. ''


Kazakistan yönetiminin Rusya’nın güçlenmesinde bir çıkarı olmadığı, onun Hazar havzası başta olmak üzere bölgede büyük jeopolitik oyuncuların uyumsuzluğun dan yararlanmaya çalışmasıyla teyit edilmektedir. Türkiye de bu oyunun bir parçası halindedir. Bunu destekleyen bir olgu da, Tengiz- Novorossiyisk’e rağmen Astana’nın “tüm yumurtaları aynı sepete koymak” istememesi gösterilebilir. Bu çerçevede, 1 Mart 2001’de Astana’da Aktau-Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol taşıma projesiyle ilgili karşılıklı anlayış memorandumu imzalanmıştır. Bu belgeyi Kazakistan tarafından “KazTransOil” ulusal petrol taşıma şirketi Başkan Yardımcısı Kayırgeldi Kabıldin, Türkiye tarafından Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakan Yardımcısı Yurdakul İyigüden, Azerbaycan tarafından Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi Yabancı Yatırımlar Yönetim Başkanı Valeh Aleskerov, Gürcistan tarafında Gürcistan Ulusal Petrol Şirketi Başkanı Georgi Çanturya, ABD tarafından Hazar Havzası enerji ilişkileri diplomasisini yürüten ABD Başkanı Özel Danışmanı Elisabeth Johns imzalamıştır. 

Kazakistanlı analist Adil Kojihov’a göre Kazakistan’ın Bakü-Ceyhan projesine katılması Rusya’nın Hazar bölgesindeki politikasına ciddî bir darbe indirmiştir. ABD’nin daha sert ve pragmatik olduğu sanılan yeni yönetimi, kendi prestiji konusunda hassasiyet göstermiş ve Türkiye ile beraber Hazar sorununa girişmiş ve ilk adımda başarılı olmuştur. Amerikan yönetimi Hazar bölgesinde en sadık müttefik oldukları sanılan Kazakistan ve Rusya arasına ihtilâf tohumlarını atabilmiştir. Bununla Batı ve Türkiye, Rusya’nın bölgedeki etkisinin artmasına duydukları endişeyi ifade etmiş, Kazakistan ise Moskova’ya muhtemel alternatif bulunduğunu göstermiştir. 


Bunlar Kazakistan ve tüm Orta Asya bölgesi için Türkiye’nin de katılacağı yeni jeopolitik mücadelenin başlangıcını anlatmaktadır. Bununla ilgili İstanbul’da Mart 2001’de gerçekleşen 7. Türk Devlet Başkanları zirve toplântısı önemli olmuştur. Bazı Kazakistanlı analistlere göre, bu zirve sırasında Türkiye “…gelecekte de kendi etrafındaki dost komşu ülkeleri birlik haline getirmede lider konumu alma 
niyetinde olduğunu göstermiştir.”11 Diğer ülkeler gibi Kazakistan da bu görüşmelerle çok yönlü dış siyasetini vurgulamak istemiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le görüşmesi sırasında Kazakistan 
Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, “ülkelerimiz arasında hiçbir sorun yoktur” açıklamasında bulunmuştur. Kazak lider, toplântıda tüm Türk devletlerinin katılacakları ve Asya’da özel barış ve istikrar anlaşmasını içeren Türk inisiyatifini ileri sürmüştür. Bazı kimseler bunda Türkleri bütünleştirecek yeni bir dürtünün belirdiğini görmüş olabilir. Yine de böyle bir birlik, Türk dünyasında dinî-kültürel aynılık duygusundan daha ağır basan konjoktürel tutumlar nedeniyle ortaya çıkan fikir ayrılıklarının söz konusu olmadığı anlamına gelmemektedir. 

11 A. Noyan, “Lubov S ‹nteresom”, 4 May›s 2001. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/113-126%20Dosim%20Satpayev.pdf

..