Aydın Doğan Grubu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aydın Doğan Grubu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2018 Salı

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU BÖLÜM 2


AK PARTİ OYUNU GÖRDÜ 

Konunun bu aşamasında şu soruyu sorulabilir; Almanları’ın alevileri kendi siyasi amaçları 
doğrultusunda kullandığını AKP bilmiyor muydu? Bu soruya rahatlıkla evet cevabı 
verilebilir. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Gezi parkı bahanesiyle hükümete karşı 30 
bin kişinin katıldığı toplu mitingleri Almanya’nın değişik kentlerinde düzenleyince AK Parti 
bu eylemlerin asıl amacının kendisini iktidardan etmek olduğunu görmüştü. Böylelikle 
hükümet Bekir Bozdağ'ın sinyalini verdiği düzenlemeler için düğmeye basarak Almanlara 
karşı erken bir hamle yapmış oldu. AK Parti Kütahya Milletvekili Hasan Fehmi Kinay da 
yine buna paralel olarak Türkiye'de yaşayan bütün mezheplerin, etnik gurupların bir ve 
beraber olarak Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarılmasını 
hedeflediklerini söylerken 'Yeni Alevi açılımı üzerinde çalışıyoruz' açıklamasını yapıyordu. 

Kınay hükümetin alevi sorunları konusunda atacağı adımlardan bahsederken adeta 
Almanların manipüle edebileceği tüm noktaların haritasının çıkarıldığı hissini veriyordu: 

"Cemevlerine mali destek paketi hazırlanacak, Alevi dedelerinin mali giderlerinin 
karşılanması gündemde. İki ayrı üniversiteye Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli ismi 
verilecek. Alevilik ders kitaplarında daha detaylı işlenecek. Türkiye'de kimse kendini 
'ötekileştirilmiş' hissetmeyecek. Bu doğrultuda, inanç ve kültür vakıfları yasa tasarısı 
hazırlanacak. Alevi dernek ve vakıflarının, Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı'yla irtibatlandırılmasına 
çalışılacak. Cemevleri bu vakıflara bağlı olarak 'inanç vekültür merkezi' 
olarak hizmet verecek’ 

ALEVİ ÇALIŞTAY RAPORU 

Alevi açılımının raporu Mart 2011'de açıklanmıştı. Rapor, Aleviliğin röntgenini çekiyor, 
devletin hafızasını yenilemeyi amaçlıyordu. Çözüm önerilerinin yanı sıra açılıma uluslararası 
ilgi de raporda kendine yer bulmuştu. 2009'da başlayan Alevi açılımının raporuna göre 
devlet Aleviler ile yeni bir dil üzerinden konuşuyordu. Alevi örgütlerinin sokaktaki 
buyurgan dili ile devletin tepeden bakan anlayışı gitmişti. Her iki kesim de bu yeni dille özel 
tarihlerinin dışına çıkmayı denediler. Bu ortamda rapor çözüm önerilerinin yanı sıra 
Aleviliğe sosyolojik bir bakış açısı getiriyor, bir bakıma bu inancın röntgenini çekiyordu. 
Çözüm önerileri fantastik değildi, ancak yer yer çözümsüz sorunlar sıralanıyordu. Bu 
öneriler çoğunlukla devrim kanunlarına takılıyordu. Raporda açıkça ülke ismi ifade edilmese 
de, Almanların Alevi açılımına ilgisine işaret ediliyordu. 

Alevi açılımının parçası olarak 7 çalıştay düzenlendi; bu çalıştayların ilki 3-4 Haziran 
2009’da, sonuncusu ise 28-30 Ocak 2010’daydı. Çalıştayların ilkine dedeler, kanaat önderleri ve örgüt yöneticileri gibi Alevi temsilciler katıldı. Diğer çalıştaylar akademisyen, ilahiyatçı, basın mensupları, politikacılar ve sivil toplum temsilcileriyle düzenlendi. Nihai Rapor, bu çalıştaylar esas alınarak hazırlandı. Çalıştaylarda devlet ile Aleviler ilk defa bu şekilde bir araya geldi, Alevilik devlet tarafından dikkate alındı. Devletin Alevilerle konuşmak istemesi, müzakereye açık olması bu diyaloğun nasıl bir zeminde ilerleyeceğinin belli olmasını zorunlu kılıyordu. 300 kadar katılımcıyla gerçekleşen çalıştayların katılımcı listeleri, örgütsel yapılardan çok belli başlı söylemlere göre seçildi. 

Devlet Bakanı Faruk Çelik’in başkanlığındaki çalıştaylara ilişkin Nihai Rapor’u, Yrd. Doç. 
Necdet Subaşı kaleme aldı. Hükümetin toplumsal ve kültürel engellerin ortadan kaldırılması 
için kapalı kanalların derhal açılması yönünde adım atma kararlılığında olduğu ise Başbakan 
Tayyip Erdoğan’ın rapordaki “Bütün bu çalıştaylar, devletimizin Alevi vatandaşlarımıza 
ilişkin tarihsel hafızasını gözden geçirme, hatta yeniden oluşturma konusunda da bir 
milattır.” cümlesinde saklı. 

Aleviliğin köklerine de inen rapora göre çatışma Aleviliğin bir inanç oluşumu olarak 
yapılandırılmasını arzulayanlar ile onu büsbütün seküler bir organizasyona dönüştürmek 
isteyenler arasında cereyan ediyor. Rapor muhalif dilin Marksist-sosyalist kökenli 
ideolojiden alındığını dillendiriyor ve bu dilin temsilcilerinin ise Alevi Bektaşi Federasyonu 
çevresinde örgütlenmiş durumda olduğunu ifade ediyor. Muhafazakâr Aleviler kendi inanç 
ve uygulamalarını nasıl sürdüreceğini tartışırken, radikal Aleviler ise daha seküler yeni bir 
kimlik inşası içinde. 

Rapora göre Aleviliği dinî, kültürel, etnik ya da her üçünün karışımı bir yapılanma olarak 
görenler arasındaki ayrışma hızla çoğalıyor. Temel değerlerin hangi referanslar eşliğinde 
gelecek kuşaklara aktarılacağı belirsiz. Bu ayrışmalara rağmen Alevilikte baskın özellik Hz. 
Muhammed ile Hz. Ali ve soyuna, onların yol ve erkânlarına göre şekilleniyor. Raporda 
“Hak-Muhammed-Ali” söylemi İslam çerçevesinde kendine yer buluyor. Ancak Aleviliğin 
çeşitli inanç ve fikirlerin eriyip birbirine kaynaştığı bir anlayış, yeni bir bileşim olduğu da 
ifade ediliyor. Raporda Aleviliği ayrı bir din olarak görenlerin marjinal düzeyde kaldığı 
vurgulanıyor. 

Raporun ilk üç bölümünde Aleviliğin tarihsel geçmişi ve bugün karşı karşıya olduğu 
sorunlar ile kimlik sorunları ele alınıyor. Dördüncü ve son bölümde ise mevcut sorunlar, 
sorunların önündeki engeller ve çözüm önerileri sıralanıyor. Temmuz 2010’da tamamlanan 
rapordan önce Alevi açılımında Madımak, din dersi gibi konularda adımlar atılmaya 
başlanmıştı. Bu yüzden rapor, kamuoyu tarafından yeni olarak algılanmayabilir. 

Raporda dikkat çeken hususlardan biri de Alevilere olan uluslararası ilginin oldukça yüksek 
olması. Alevi açılımıyla ilgili özellikle Almanya, açılımın muhataplarıyla temas kurmak 
istemişti. Alevilerin tanınır isimleri bu ülkede faaliyetlerini sürdürüyor. Raporda ülke ismi 
açıkça ifade edilmiyor ancak “Uluslararası desteklerin de siyasetlerine eklenmesi söz 
konusudur.” denilerek Türkiye’deki Alevilerin Avrupa’dakilerin etkisine girdiği anlatılıyor. 
Bu ülkenin Almanya olduğunu söylemek çok zor değil. İlginin bazı ülkelerin devlet katına 
kadar yükseldiği, Alevilerinse bu ilgiyi kullanılmaya müsait bir fırsat olarak gördükleri 
belirtiliyor. 

Alevileri tek yapı olarak ele almayan raporda Türkmenler, Tahtacılar, Abdallar gibi farklı dil, 
söylem ve dünya görüşüne sahip çeşitlilikten söz ediliyor. Rapor, Aleviler arasındaki 
sorunların kendi inisiyatifleriyle çözülemeyeceğini, bu grupların birbirlerine saygısının 
kalmadığını, devletin önayak olması gerektiğini belirtiyor ancak somut adımların ne olması 
gerektiği yer almıyor. Aleviliği İslam’ın dışında bir din gibi algılama konusunda ise çarpıcı 
tespitler var. Fitne ve fesat olarak değerlendirilen bu tartışmanın Aleviler arasında şaşırtıcı 
bir kırılmaya neden olduğu anlatılıyor; “Çoğu seküler ve din karşıtı eğilimlerle hareket eden 
araştırmacı yazarlar, Alevilik içinde gelişen bu yeni kanalları neredeyse ana damar bir akım 
ve çizgi olarak görmekte âdeta birbirleriyle yarış hâlindeler. Bu bağlamda Aleviliği İslam 
içinde sayan yaklaşımlar da çoğu zaman çekingen, bu eğilimlerini gizlemeye çalışmaları söz 
konusudur.” 

ACEM OYUNU 

Şener Şen'in başrolünü oynadığı "Züğürt Ağa" filminde bir sahne vardır ve bu sahne komik 
olduğu kadar olayları yorumlamada bir yöntem sunacak kadar derinliklidir. 
Sahne şöyle gelişri: Kuraklık vardır, ekin perişandır. Züğürt Ağa tarlaya çömelir ve Allah'la 
konuşur, "Yarabbi bize bunu niye reva görüyorsun" diye sorar. Ardından da hiç uslu 
durmayan çapkın babasını kastederek şunları söyler: "Valla ben babadan şüpheleniyorum." 

Bu sahnenin kitabın konusuyla olan ilgisine gelince, Gezi olayları olduğunda bir süre sonra 
bu olayların arkasındaki saikler ve dış etkiler bir bir ortaya çıkmaya, bıraktıkları parmak 
izleri tespit edilmeye başlanmıştı. Dış etkenler deyince ilk önce Almanya'dan şüphelenmeye 
başladım. Neden böyle? Çünkü hafızam bu devletle ilgili bunu yapabileceğine dair bir arşivi 
barındırıyor. Bu devletin yapısındaki o "kötü gen" hiç yok olmuyor, hep başka formlarda 
ortaya çıkıyor. 

Mesela Almanya'daki Türklere yapılan saldırıların arkasında Alman devlet istihbaratının 
olduğunu bilmek bile bu devletten kuşkulanmaya yetiyor. 
Ya da yıllar boyunca PKK'ya verdiği destek. Bugün hemen herkes PKK'nın Avrupa'da 
himaye gördüğü başlıca ülkenin Almanya olduğunu biliyor. Bir bakıma PKK, Almanya'dan 
giden paralarla bu finansal yapıya kavuşabilmiştir. 
Almanya hakkında analiz yapmaya başlamadan önce şunları bilmek gerekiyor: Bu devlet 
soğuk savaş biter bitmez bir endüstri devleti olmaktan vazgeçip emperyal devlet olmaya 
karar verdi. İlk yaptığı iş Doğu Almanya'yı Rusların elinden parayla almak olmuştur. 
Nitekim yeni dış politikasının ilk eylemi olarak Balkanları bölmüştür. Almanya bütün 
dünyanın itirazına rağmen Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıyarak Balkan faciasını 
başlatmıştır. Şimdi Hırvatları AB'ye hazırlayan Almanya Balkanlara politikasını sokmayı 
başarmıştır. 

Aynı şekilde Ortadoğu ve Orta Asya'daki enerji bölgelerine dönük yakın ilgisi de bilinen bir 
konudur. 

İşte bu ülkenin Türkiye ile problemi de burada başlamaktadır. Almanya Türkiye ile çalışmak 
istemektedir ama hangi Türkiye'yle? 

Almanya kendisine bu bölgede Macaristan ve Romanya gibi bir partner istemektedir. Oysa 
Türkiye artık bağımsız politikalar izleyen bir ülkedir ve Alman çıkarlarını korumak gibi bir 
duyarlılığı da yoktur. İşte bu noktada Türkiye, Almanya için sevimsiz ve burnu behemahal 
sürtülmesi gereken bir devlete dönüşmektedir. Merkel'in partisinin siyasi belgelerine 
yansıyan "üyeliğe hayır, imtiyazlı ortaklığa bile hayır" görüşü yukarıdaki durumun sonucudur. 

Türkiye'deki altın madenlerine dönük ilgisi ve yaptıkları, yeni İstanbul havaalanı ile ilgili 
kaygıları bilinen hususlar. Ama bazı Türk yetkililere göre Almanya öyle bir şey yapıyor ki bu 
yaptığı önümüzdeki dönem Türk-Alman ilişkilerini de Türk-AB ilişkilerini de müttefiklik 
ilişkilerini de çok etkileyecek önemdedir. 

Almanların artık açıkça Türkiye'ye karşı Alevi kartını oynadığı dile getiriliyor. Almanların 
Almanya vatandaşı olan Alevilere ve Alevi derneklerine büyük destekler verdiği neredeyse 
herkesin bildiği bir durum. Bu desteğin de özellikle Müslümanlıktan yalıtılmış, yani Alisiz 
Aleviliği savunan örgütlere verildiği biliniyor. 

Son Gezi Parkı olayına en sert tepkiyi Almanya'nın verdiğini düşünülecek olursa, ardından 
sokaklara dökülen insanların ağırlıklı olarak Alevi kökenli insanlar olduğu da hatırlanırsa 
bu durum daha da somut olarak ortaya çıkar. Daha önce yerli provakatörlere para dağıtırken kameralara yakalanan İranlı casuslar olmuştu. Son olarak Gezi Parkı Olayları'nda 
görüldü İran... Prof. Dr. Osman Özsoy Haber 7’deki yazısında Acem oyununu irdeledi. 
Gezi Parkı'ndaki eylemlerin haberini "Türk Baharı" diyerek anlatması için Tahran'dan baskı 
gören İranlı muhabir Muhammed El Abbasi, 20 yıldır Türkiye'de yaşadığını ve bu olayları 
İran'ın istediği gibi okumanın ve yansıtmanın imkansız olduğu düşüncesi ile bu ısrarlı iste-
kleri reddedince, görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı. 

İran, Türkiye'nin bir baştan bir başa isyan ve ayaklanmalarla sarsılmakta olduğunu dünyaya yansıtmak istiyor ve hükümetin devrilmek üzere olduğu havasını vererek Türkiye’yi köşeye sıkıştırmanın tüm avantajlarını yaşamak istiyordu. 

Habertürk TV'ye konuşan Abbasi, Tahran'dan kendisine yapılan tüm bağlantılarda kendisinden Türkiye'nin karıştığı, uçakların havalandığı ve göstericilere havadan ve karadan sert müdahale edildiği gibi yorumlar yaparak olayın ''Türk Baharı'' olarak yansıtmasını istediklerini, baskı gördüğünü anlattı. 

Kendisinin ise, 'Hayır, Türkiye'de demokrasi var. Burası Arap ülkeleri gibi değil, burada 
bahar olmaz'' dediğini belirten Abbasi; "Ben yalan söylemem, burada sizin dediğiniz gibi 
şeyler yaşanmıyor'' diyerek istifa ettiğini açıkladı. 

İran medyası bu süreçte Taksim Gezi Parkı eylemlerine büyük destek verdi. Hatta İran bu 
desteği pratiğe de döktü. Taksim'de polisin göstericilere müdahaleleri sırasında yaralanan 
İranlı eylemciler oldu. 

Bir başka olayda Taksim Gezi Parkı nedeniyle Ankara'da yapılan eylemlerde güvenlik 
güçlerine taşlı sopalı saldırılar yapan Saman Mohaghegh adında bir İranlı gözaltına alındı. 
İranlı'nın Facebookta Türkiye topraklarını Pers İmparatorluğu içinde gösteren bir harita 
resmini paylaştığı öğrenildi. 

Aleviler sorunu üzerinden AK parti hükümetinin köşeye sıkıştırılmasında Almanya ile 
birlikte başrol oynayan İran’ın bu tutumu Türkiye’deki bir çok alevi kanaat liderinin de 
dikkatini çekiyordu. Bu kişilerden Türkmen Alevi Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir 
Özdemir, İran'ın Türkiye'de Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için yoğun faaliyet 
içinde olduğunu, Gezi Parkı eylemlerinin de bu senaryonun bir parçası olduğunu, 
faaliyetlerin, tabelasında ‘Alevi derneği' yazan 4 kuruluşla yürütüldüğünü en önemlisi de 3 
yılda yaklaşık 700 Alevi dedesinin İran'a götürülüp dinî lider Ali Hamaney ile 
görüştürüldüğünü iddia ediyordu. 

Taksim Gezi Parkı eylemlerine açıktan ve coşkulu destek veren, hükümetin devrileceğini 
umuduna kapılan İran, Gezi Parkı'ndaki eylemcilerin dağıtılmasından ve AK Parti'nin 
yaptığı 2 mitingden sonra zor durumda kalarak söylem değişikliğine gitmek zorunda 
kalıyordu. 

Böylelikle İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi Gezi olaylarının hemen sonrasında 
yaptığı basın toplantısında, Türkiye'deki protesto olaylarının ülkenin iç meselesi olduğunu 
ve yabancıların bu olaylara karışma hakkının olmadığını söylemek zorunda kaldı. 

İran, "çözüm sürecinde" PKK'nın Türkiye sınırları dışına çekilmesinden de rahatsız olmuş, 
açıkça tepki göstermişti. Milliyet'ten Aslı Aydıntaşbaş, ‘İran'dan Kandil'e çekilmeyin 
baskısı'başlıklı yazısında bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştu. 

Yine bununla ilgili olarak hatırlancaktır, Türkiye'nin bugüne kadar karşılaştığı en ağır 
bombalı eylem olan Reyhanlı patlamasında Suriye Muhaberatı ile Acilcilerin parmak izleri 
olduğu, bunların arka planında da İran'ın varlığının bulunduğu ortaya konulmuştu. 

Yeni Şafak'ta Abdülkadir Selvi’de yazısında buna paralel iddialar dile getiriyordu: "PKK'ya, 
başta Şemdinli olmak üzere kalabalık gruplar halinde şehirlere saldırdığı ve final yılı olarak 
ilan ettiği 2012 yılında en büyük desteği İran vermişti. Sınırımızın yakınındaki Şehidan kampını yeniden açıp, kış döneminde boşalttığı sınır karakollarını PKK'ya devretmişti" 

Doç. Dr. Hüseyin Özcan, Zaman Yorum’da yayımlanan makalesinde hükümetin Alevi 
açılımını masaya şöyle yatırıyordu: ‘Yıllardır Alevilik Bektaşilik çalışmalarında bulunan bir 
akademisyen olarak projeyi heyecan verici ve tarihi bulduğumu baştan ifade etmeliyim. 
“Alevilik nedir?” sorusuna herkes farklı bir pencereden karşılık vermektedir. Öncelikle 
Aleviliğin ne olduğunu doğru tanımlamak gerekmektedir. Alevilik, İslam inancının içinde 
yer alan tasavvufi bir yorum ve yoldur. Yani Aleviler de Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e 
inanmaktadır. Kur’an’ın hükmüyle Alevi-Sünni mü’min ve kardeştirler. Aleviler, tarih 
boyunca birçok mağduriyetler yaşamıştır. Aynı mağduriyet Cumhuriyet’ten günümüze 
devam etmektedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kurumları ellerinden alınmış, harf 
inkılabıyla yolun kaynak kitaplarından uzaklaştırılmış, ulus devlet anlayışının 
uygulanmasıyla tek tipleştirme politikaları gereği inancıyla ilgili pratikleri açıkça 
uygulayamamış, inancını ve ritüellerini gerçekleştireceği mekânlar devletçe sağlanmamıştır. 
Türkiye’nin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturan Aleviler, sonuç olarak kaderine terk 
edilmiştir. Bütün bu sıkıntılara ek olarak birtakım şer güçlerce organize edilen itiraflarla 
Alevilik yıpratılmak istenmiş, provokasyonlarla yakın tarihimiz içinde bazı elim kanlı 
hadiselerle Alevi-Sünni toplum birbirine düşürülmüştür.’ 

TALEPLERİN GÖZ ARDI EDİLMEMESİ 

Gezi Parkı protestolarıyla tetiklenen eylemler göstermiştir ki küçük bir kıvılcım profesyonelce yapılmış bir müdahaleyle büyük bir kitle hareketine dönüştürülebiliyor. 
Günümüzde bunu yapabilecek bir çok güç odağının kuvve olarak mevcut olduğunu 
biliyoruz. Bilindiği gibi Selçuklu ayaklanmaları da Osmanlı’da belli başlı ayaklanmalar da 
basit bir bahane ile başlamış, kısa sürede kitleleri arkasına almıştı. Tarihimizde ayaklanmalar sonuçta hep devlet tarafından bastırılmıştır. Fakat sonuçta birçok insanın hayatına mal olmuştur. 

Hükümete düşen, muhalif halkının da makul taleplerini olabildiğince yerine getirerek 
gönüllerine girmek olmalıdır. Bugün azımsanmayacak bir grup olan Alevilerin öne çıkan 
ortak talepleri; cemevlerine inanç merkezi bağlamında statü tanınarak arsa tahsisi vb. 
imkanlar sağlanması, bütçeden makul bir pay ayrılarak aktif görev yapan dede ve zakirlerin 
desteklenmesi olarak özetlenebilir. Devlet bunu bir düzenleme ile yapabilecek güce sahiptir. 
Son günlerdeki üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verileceğinin açıklanması da 

Alevileri rencide etmiştir. Tarihte yaşanan hadiseleri o zamanki sosyal şartları bugünden 
doğru yorumlayabilmek zordur. Ama algıları yönetemediğimiz de bir gerçektir. Bugün 
Alevilerin Yavuz Selim algısı da ortadadır. Sonradan yapılan açıklamalarla Nevşehir’deki 
üniversitenin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Tunceli’deki üniversitenin Pir Sultan 
Abdal Üniversitesi olarak değiştirilmesinin gündeme gelmesi bir iyi niyet yaklaşımı olarak 
değerlendirilebilir. 

Köprünün ismi vesilesiyle yaptığı değerlendirmelerde “Bir köprü ile aramızdaki bir sürü 
köprüyü yıkmayalım.” diyerek Allah, Peygamber, Kur’an gibi güçlü ortak paydalara dikkat 
çeken muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de cami-cemevi projesinin Alevi-Sünni 
toplulukları birleştiren bir köprü olabileceğine işaret etmiştir. Onun bu sözleri birçok Alevi 
inanç önderi tarafından da takdir ve ilgiyle karşılanmış, desteklenmiştir. Gezi Parkı 
hadiselerini de kaygıyla izleyen Hocaefendi, orada toplanan vatandaşlara sıkılan gazdan 
gözleri yaşarmış, polisimize atılan taş ve molotofkokteylinden yüreği yanmış, milletinin bir 
ferdinin bile burnunun kanamasına bile gösterdiği duyarlılığıyla her zaman birlik ve 
beraberlik içinde herkesin kendi konumuna saygılı davranılması gerektiğinin altını çizmiştir. 
Cami-cemevi yan yana projesi gerçekleşirse her iki kesim bu vesileyle bir araya gelerek 
birbirlerini daha iyi tanıyacak, oluşan önyargılar kırılacaktır. (21) 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


1 Burkay K., Kürtler ve Kürdistan, 1992, İstanbul, s.454. 
2 Çay, A., Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1996, s,13 
3 Ömer Özüyılmaz’ın Gurmanc ve Kürtlerin kökeni adlı eserine göre, Kürtler ve Gurmanclar iki ayrı halk olup, Bu iki topluluk yeni bir millet oluşturma amacıyla Batılılarca birleştirilmeye çalışılmış ve önemli oranda da başarılmıştır. 
4 Çay, a.g.k. ,s,17 
5 Çay, a.g.k., s.119,120 
6 http://zozanozgokce.blogcu.com/1833224/ 
7 Ulubelen, E., İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye , İstanbul, 2006, s.177-247 
8 Ulubelen, a.g.k., s.113 
9 Ulubelen, a.g.k., s.188 
10 Turan yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, İstanbul, 1993, s.54-70. 
11 Marcus A., Kan ve İnaç, İletişim Yayınları, 2009 
12 Sakık Ş., Apo, Ankara, Ankara, 2005, s.51 
13 Necdet Pekmezci, PKK’nın MİT’tolojik Tarihi, Silüet Yayınları. 
14 Bu kişinin içinde bulunduğu yapılanma Türk Milli Ülküsü dışında etnik-kafatasçı bir yapıdır. 
15 Öcalan A,. Devrimin Dili ve Eylemi, s. 110, 117, 122, 155. 
16 Öcalan A., Bir Halkı Savunmak, İstanbul, 2004, s.255 
17 Yalçın Küçük bu dönemde Cumhuriyet Gazetesinde Yöneticilik yapmaktadır. 
18 Sakık, a.g.k., s.52 
19 Öcalan, Bir Halkı Savunmak,… s.255 
20 Akçora E., ” Tarihi Gelişimi İçerisinde Terör Örgütlerinin Türkiye Üzerindeki Emelleri Ve İşbirlikleri” Doğu Anadolu Güvenlik Ve Huzur Sempozyumu, Elazığ, 2000 , s.266. 
21 Stratejik savunma (1984-1989), Stratejik Denge (1989-1991) ve Stratejik saldırı (1991-1996) 


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU BÖLÜM 1



FARUK ASLAN,

Şimdi de başlangışta yerel bir hareketmiş gibi gözüken ama gün geçtikçe öyle olmadığı 
ortaya çıkan Gezi eylemlerinin arka planına biraz daha göz atalım. Almanlar, Gezi 
olaylarında Kılıç’ın tüm hatlarıyla savaşa girmişti, keza İran’da tüm hatlarıyla savaşa girdi, Suriye destek verdi, İngiltere eylemlerin büyümesi ve duyurulması için elinden geleni yaptı. Aydın Doğan Grubu, medyasıyla-ki asıl sahip Almanlar olduğu için başka türlü yapma şansı yoktu- Alman vakıfları ilaç ve yemek temin etmesiyle, Migros, katılımcıların insani ihtiyaçlarını karşılamasıyla, Doğuş grubu ve birçok diğer banka -İş Bankası zaten CHP'nin olduğu için onların da başka türlü yapması mümkün değildi- orada birikmiş insanlara hizmet ettiler. 

Başlangıçta tüm amaç ağaçların kurtarılmasıyken kısa bir süre sonra sloganlar değişti. Artık tüm eleştiriler yalnız ve yalnızca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı işaret etmeye başlamıştı. Tüm bunlara paralel olarak Almanya’da Aleviler ayağa kaldırıldı ve 2007’de Cumhuriyet mitinglerini düzenleten el yine sahne aldı. 

Burada Yeni Şafak gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül'ün literatürümüze 
kazandırdığı bir kavramdan bahsetmek istiyorum: Alman Ergenekonu! Bu kavramı ilk 
olarak Ergenekon soruşturması döneminde Almanya'da başlayan gurbetçi evlerinin 
kundaklanması meselesi sırasında kullandı İbrahim Karagül. Daha sonrasında 2008 yılında 
Almanya'da başlayan Deniz Feneri E.V davası süreciyle ilgili yazılarında da Alman 
Ergenekon’u ifadesini gördük. Şimdilerde Türkiye’nin her noktasını harekete geçirmeye 
çalışan bir "sokak" var görünüyor. Bu "sokağı" Gezi'ye, Taksim'e, Kuğulu'ya, Kızılay'a, 
Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'ne ya da Başbakan'ın Keçiören'deki Konutu'na yönelten 
itici gücün ne olduğu sorusu karşımızda önemli bir soru olarak duruyor. Tam da bu sırada 
bu soruya cevap olabilecek nitelikte bir takım işaretler beliriyor. Önce Almanya'nın dev 
bankası Deutsche Bank'ın Borsa'da yaptığı işlemler tartışılmaya başlanıyor…Ardından 
Alman medyası, Taksim ve Gezi'ye kilitleniyor ve Başbakan Erdoğan'ın şahsına yönelik 
hakaretler ve aşağılamalar Alman medyasında her gün dozu artırılarak yazılıp çiziliyor. 
Bütün bu olup bitenlerin elbette bir anlamı var. Türkiye'nin yakın tarihinden örnekler 
vermeden önce iki meseleyi hatırlatmak istiyorum: Birincisi İttihat ve Terakki'nin 1908'de 
ihtilal yaparak iktidara gelmesinden sonra Almanya ile kurduğu girift ilişkiler. 

İkincisi, İngilizlerin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması aşamasında Türkiye’ye dayattığı 
Lozan'ın bir uzantısı olarak Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması ile nasıl bir fay hattını 
oluşturulduğu. 

ALMAN BAŞSAVCISI: ÇİLLER EROİN KAÇAKÇISIDIR, YOK YOK DEĞİLDİR 

Şimdi de yakın tarihte Alman derin devletinin Türkiye üzerinde ne tür operasyonlar 
yaptığını anlatan alıntılarla devam edelim. İlk olarak, eski Başbakanlardan Tansu Çiller'in 
danışmanı Hüseyin Kocabıyık'ın a Haber'de yaptığı çarpıcı açıklamalara yer verelim. 
Kocabıyık, a Haber'deki programda 1997'de dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri 
Bakanı Tansu Çiller'e kurulan tuzağı şöyle anlatıyordu: "10 Orta Avrupa ülkesinin NATO 
ülkesi olma durumu vardı. Türkiye bunu veto etti. Hemen Almanya'da devlet destekli bir 
kampanya başlatıldı. Alman Başsavcısı Çiller'in eroin kaçakçısı olduğunu iddia etti. Bir gün 
'Belge sahteymiş, yanlışlık oldu' dediler.’’ 

Aynı programda Türkiye'deki uluslararası yardım kuruluşları (NGO ) etkisine de değinen 
Kocabıyık, "Dünyanın herhangi bir yerinde bir felaket olduğunda bu yardım kuruluşları 
gidiyorlar, Türk bayrağını asıyorlar ve büyük kaynakları transfer ediyorlardı. Deniz Feneri 
Derneği bunların en başında geliyordu. Bir an geldi o kadar etkili çalışmalar yaptı ki 
Almanya bundan rahatsız oldu ve kafasını kopardı, bize geri gönderdi. " 

Burada kısa bir parantez açalım ve yine o dönemde Deniz Feneri E.V yöneticisinin Başbakan 
Erdoğan'a para verdiğinin iddia edildiğini, daha sonra da tercüme hatası yapıldı açıklaması 
yapıldığını dip not olarak belirtelim. 

Hüseyin Kocabıyık aynı programda Almanların Alevilere olan ilgisine de vurgu yapıyordu: 
"Almanya'da Hz. Ali'den ve Müslümanlıktan koparılmış bir Alevilik düşüncesinin yayılması 
için birtakım derneklere olağanüstü Alman yardımlarının olduğu bilinir. Birtakım tuhaf 
adamlar çıkar, Aleviliğin Müslümanlıktan ayrı bir din olduğunu söyler. Bunun ardında 
Alman derin devleti vardır. Almanlar endüstri devleti olmaktan vazgeçtiler, dünyaya nizam 
vermek için Ortadoğu da arzuları var. Türkiye ile işbirliği yapmak istiyor ama Türkiye 
bağımsız politika izliyor ve Almanya'nın isteklerine cevap vermiyor. Bu da Almanların işine 
gelmiyor." 

Hüseyin Kocabıyık’ın bu açıklamaları Hasan Öztürk’e ilham kaynağı oluyor ve Haber 7’deki 
yazısında Hüseyin Kocabıyık’ın açıklamalarının Taksim'e çıkan kalabalıkların itici gücünün 
ne olduğu konusunda epeyce ipucu verdiğini yazıyordu. 

İbrahim Karagül'ün, Gezi olayları sırasında, 21 Haziran'da Yeni Şafak'ta yazdığı yazının 
başlığı Alman Ergenekonu idi ve yine Almanya’nın Türkiye’ye olan ilgisi hakkında önemli 
ipuçları veriyordu. Yazının son bölümü şöyleydi: 

Hatırlatayım-1: Alman Ergenekonu'nun ev kundaklamaları, Türkiye'deki Ergenekon 
operasyonlarıyla aynı tarihte başlatıldı. Tuhaf değil mi? 

Hatırlatayım-2: 28 Şubat'taki büyük finans operasyonunda Deutsche Bank vardı ve Türk 
ekonomisi çöktü. Bu sefer de aynı operasyon yapıldı. Tuhaf değil mi? 

Hatırlatayım-3: Bir zamanlar, Alman örtülü ödeneğinden aldığı paralarla terörü fonlayan 
vakıflar, şimdi bir başka toplumsal kesimi harekete geçiriyor, fonluyor. Etnik çatışma biter 
bitmez bir başka 'kimlik çatışması'nı besliyor. 

Almanya'daki Gezi parkı gösterilerinin özellikle Alevi kardeşlerimiz üzerinden organize 
edilmesi gerçekten de manidardı. 

Son olarak Almanların sürekli etki altında tutmaya çalıştığı Alevi toplumunun sorunlarına 
ilişkin sosyolojik tahliller yapan Müfit Yüksel'in 22 Haziran'da Yeni Şafak'ta yazdığı yazının 
şu bölümü çok dikkat çekici: 

Son yıllarda, kentlere göçün yoğunlaşmasının neticesi olarak, büyük kentlerde birbiri ardınca açılan Cemevleri, 677 sayılı yasa (Tekke ve Zaviyeleri kaldıran HÖ) engeli yüzünden Dergâh ve Zâviye' statüsünde açılamamakta, dolayısıyla, İslam dışı bir zemine itilmesini 
kolaylaştırmaktadır. Ayrıca Almanya gibi bir kısım Batı Avrupa ülkeleri bu durumdan 
yararlanarak, zamanla ülkelerinde oluşmuş 'Alevi Diasporası' üzerinden Aleviliğin, 
Bektaşiliğin İslam'dan ayrı bir din ve Alevilerin 'Gayr-i Müslim Azınlık' olarak tescil 
edilmeleri konusunda yoğun bir propaganda kampanyası yürütmektedirler. Bütün bu olup 
biteni devletin fark etmemiş olması sanırım mümkün değildi. (19) 

Anlaşılan o ki Gezi olaylarının ana planlayıcısı ve finansörlerinden derin Almanya 
Türkiye’nin imajını bozma, hükümetini yıpratma oyununu bu kez Aleviler üzerinden devam 
ettirmek istiyordu. Diğer yandan Alman istihbarat servisi BND’nin Türkiye uzmanı iki 
profesörü ise bu sürece akademik destek sunarak projenin entelektüel yüzünü inşa 
ediyorlardı. Alman gizli servisinin adamları Prof. Dr. Tessa Hoffman ve Prof.Dr. Udo 
Steinbach Alevileri kullanarak Türkiye’deki iç çatışmaları körükleme niyetini taşıyorlardı. 
Hükümet bunun farkında olduğundan Aleviler için kutsal bir değer de taşıyan bataklık 
halindeki Gola Çetu Parkı’nın yıkım kararı yeni Gezi parkı olaylarına gebeyken önlemler 
alındı. Fakat bu konuda son sözler söylenmiş değil. Dolayısıyla Çorum, Sivas, Malatya, 
Hatay ve Mersin gibi seçilmiş hassas illerde Almanlar ve özel harp birimlerinin yeni 
hedefleri olabilir. Bu yüzden de bu tür oyunların sona ermeyeceği rahatlıkla söylenebilir. 
Türkiye’ye karşı kullanılan Kürt sorunundan sonra bu yeni sinir noktası üzerine gidileceği 
muhtemeldir. Aleviler’in İslam dışında bir din olarak lanse edilmesinin ardında da BND 
duruyor. Halbuki, Ehli beyt sevgisine dayanan, ehli velayet olan, Alevi dedeliğini bile 
peygamberimizin soyundan gelmeye bağlayan Anadolu'daki Alevilik her zaman İslam 
geleneği içinde görülmüştür. 

Peki Alevilerin İslam dışında bir din olarak lanse edilmesi teorik temelini nereden 
almaktadır? İlginçtir bu tür fikirler genelde Türkiye dışında ortaya atılmaktadır. İslam dışı 
aleviliğin fikir babası ve teorisyeni de Hamburg’da bulunan Doğu Enstütüsü Başkanı 
Prof.Dr. Udo Steinbach’dır. Bu profesör aynı zamanda Taner Akçam gibi Emeni soykırımı 
tezini savunan Türk akademisyenler yetiştirmesiyle de ülkemizde tanınmış ve dikkat 
çekmiştir. HDP, PKK ve KCK’yı yöneten Steinbach Ankara’ya ve MİT’e PKK lideri Abdullah 

Öcalan ile Türkiye arasında arabuluculukta bulunma isteğini defalarca iletmiştir. Halen Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanlığı görevini yürüten Steinbach, 1994’den beri yasaklılar listesinde, Türkiye’ye giremiyor. Ancak yıllardır Almanya’da Türkiye’nin Kürt, Laz, Ermeni sorunları konusunda uzman akademisyen ve istihbaratçı yetiştirdiği konunun uzmanlarınca biliniyor. Almanya’ya iltica eden Kürtler ve Alevilerin onlara bulunmaz bir laboratuvar sunduğu ise bir başka gerçek. 

Projenin teorisyeninden sonra şimdi de uygulayıcısından bahsedelim. Projenin uygulayıcısı, 
Türkiye’de yıllarca Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği yapmış Wulf Schönbohm. 
Schönbohm, Alman vakıfları ile ilgili açılan davadan beraat etse de, Türkiye’nin Kürt sorunu 
konusunda müthiş bir bilgiye sahip, ayrıca insan ve finans kaynaklarına hâkim olmasıyla da 
dikkati çekiyor. Bu kişi Türkiye uzmanı olarak derin Almanya'yı yönlendiren beş isimden 
birisidir. Kendisi ile tanıştışma fırsatım olmuştu. Schönbohm’ün yardımcısı olan Dirk 
Tröndle, PKK’nın siyasileştirilmesi başta olmakla Türkiye’nin başına bela edilecek Alevi 
sorunu, Laz sorunu, Zaza sorunu gibi konularda uzmandır. Aysbar adlı bir Türk hanımla 
evli ve anadili gibi Türkçe konuşuyor. 

Özellikle PKK ile ilgili çalışmalarında ötürü neden 16 yıldır Türkiye’de ‘persona non grata’ 
(istenmeyen adam) ilan edilmediğini ve nasıl olup da Almanya’nın Ankara büyükelçiliğinde 
Ekonomiden sorumlu Büyükelçi yardımcılığına kadar yükselebildiğini anlamak ise zor. 
Acaba MİT’in Almanya’da faaliyet gösteren 80 istihbarat elemanını sınırdışı etmemesi 
karşılığında mı bu tür şeylere göz yumulmaktaydı? Belki de... BDP’nin ve KCK 
yapılanmasının asıl mimarlerından Dirk Tröndle Alevi oyununda da önemli görevler 
üstlenmiş durumda. Diğer yandan Gezi olaylarında başta Konrad Vakfı olmak üzere Alman 
vakıflarının göstericilere lojistik destek sağlaması, oyunda Almanlar’ın başat rol oynadığını 
zaten yeterince göstermedi mi? Doğan medyanın resmiyette yüzde 25'ine aslında ise yüzde 
60'ına hâkim olan Axel Springer, yani Bild grubu’nun, ve Der Spigel grubunun Türkiye’nin iç 
meselelerine bu denli karışması ne kadar normal? 

Ülkemizdeki Alman ajanlarının Alman BND'nin Türkiye istasyon şefidir Dirt’e bağlı 
olduğunu da bu konuda önemli bir ek bilgi olarak verelim. Alevi oyununda Alman derin 
devletinin kullandığı isim ise Turgut Öker’dir. Öker, 1992-1993 yılında Hamburg Alevi 
Kültür Merkezi Başkanlığı, 1993'den 1996'ya kadar Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu 
(AABF) Genel Sekreterliği yaptı. 2000 yılının Ocak ayından bu yana Almanya Alevi Birlikleri 
Federasyonu Genel Başkanlığı'nı yürüten Turgut Öker, 2002 yılından 2013'e kadar Almanya 
Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanlığı yapıyordu, halen fahri başkan. 2007'de 
Cumhuriyet mitinglerini Alman gladyosunun parası ile organize eden ve Alevileri 
meydanlara döken, gurbetten ülkemize protestolar için taşıyan isimdi. Alevi derneklerini 
derin Almanya'nın desteklemesi bu günler içindi. Öker' 2007'de Kanada'da yayımladığımız 
Canadatürk'e verdiği röportajda şunları söylemişti: ‘1927 yılında Türkiye çapında bir 
araştırma var. Bizim eski nüfus cüzdanlarında inancı İslam, mezhebi Alevi” Bundan 
Alevilerin mezheplerini nüfus cüzdanlarına rahatlıkla yazdırabildikleri sonucu çıkıyor. O 
zaman Türkiye’nin nüfusu 13,5 milyon, Alevi nüfusu ise 4.5 milyon. Bugün ise nüfus 70 
milyona ulaştı. O anlamda Türkiye’nin nüfusu gelişirken Alevilerin nüfusunun iddia edildiği 
gibi 4,5 milyon olarak gösterilmesi doğru değil. Türkiye’nin nüfusuna göre 25 milyon 
olmaları gerekir. 

1980 öncesi devrimci hareketin içinden gelen ve Türkiye’de bir yıl hapis yatan Öker, başında olduğu kurumlara da aynı devrimci görüşü aşılıyordu. Konuşmalarında oldukça sert ifadeler kullanan Öker, sünnilerin büyük bir çoğunluğunu şeriatçı faşistler olarak tanımlamaktan geri kalmıyor, AKP hükümetinin sinsi planlarla Alevileri sünnileştirdiğini iddia ediyordu. Aleviliği İslam dışı gördüğünü (Alman derin devleti gibi) ve bu görüşünün 
başkanı olduğu kurumlarca da kabul edildiğini söyleyen Öker, buna delil olarak da tekrar 
başkan seçilmesini gösteriyordu. Öker her ne kadar son seçimde aday olmasa 
başkanlığa Hüseyin Mat seçilse de Alman derin devletinin yardımlarını kuruma o kanalize 
ediyor. 2007'deki mülakatta Turgut Öker’in hedefinde sadece AKP hükümeti değil, Fethullah 
Gülen ve Aleviliği İslam’ın kendisi olarak gören bir Alevi kuruluşu olan Cem Vakfı’da vardı. 
Fethullah Gülen’i Aleviliğin tartışıldığı Abant Platformu toplantısı dolayısıyla eleştiren Öker, 
Cem Vakfı ve Başkanı İzzettin Doğan’ı ise bela olarak görüyordu. Almanya’nın bu türden 
girişimlerine şahit olduktan sonra denilebilir ki: Son açıklamaları ile Cem Evi ile camiyi 
kardeş yapan Gülen, Türkiye’nin Alevilik konusunda sigortası olarak rol oynamaktadır 
Alevilik konusunda doğru referans ise İzzettin Doğan'dır. 

Bu arada ülkemizdeki mevcut 600 Alevi dedesini İran'a taşıyan, Anadolu Aleviliği yerine 
politik Şialık yerleştirmeye çalışanlar da derin Alman istihbarat elemanları ve 
akademisyenleridir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***