BATIK BANKALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BATIK BANKALAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 3


YENİ BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ: ALMAN VAKIFLARI 

Türkiye’de, Alman derin devleti Kılıç son gladyo olarak Gezi operasyonu ile gençler üzerinden darbe planladı. Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Alman Vakıfları bu olayda yine devreye sokuldu. Türkiye’de faaliyette bulunan Alman Vakıfları burs verdiği öğrencileri Gezi eylemlerine katılması için çağrıda bulundu. Türkiye’deki birçok toplumsal eylemlerde aynı rolü üstlendiği ileri sürülen bu vakıfların sicilleri ise oldukça kabarık. Faili meçhuller cinayetler, şiddet örgütlerine kara para aktarmak, siyasal partileri şekillendirmek… Bergama ve Karadeniz’de yaptıkları sözde çevre eylemleriyle bölgeye yapılacak olan yatırımlara engel olan Alman Vakıfları’nın, Güneydoğu’da şiddeti artırmak için yapılan eylemlerde de aktif rol üstlendiği biliniyor. 

Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan'ın 2011 yılında sarf ettiği "Bazı Alman vakıfları BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya Para aktarıyor" sözleri bir anda gözlerin Türkiye'deki Alman vakıflarına çevrilmesine yol açmıştı. Bu sözler üzerine Heinrich Böll Vakfı, Kondrad Adenaur Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı mercek altına alınmıştı. Özellikle Heinrich Böll Vakfı'nın Güneydoğu, Kondrad Adenaur Vakfı'nın Çukurova faaliyetleri ele alınmıştı. Aslına bakılacak olursa Erdoğan’ın 2011 yılında yaptığı açıklamanın 10 yıl öncesinde de “Alman vakıfları” gündemdeydi. “Alman vakıfları” konusu, o yıllarda ülkeyi kasıp kavuran ulusalcılık rüzgarında sıkça gündeme gelmiş, hatta dünyaca ünlü Alman vakıfları “casusluk” suçlamasıyla dönemin Devlet Güvenlik Mahkemeleri ’nde yargılanmış ve aklanmıştı. 

Gezi olayları sırasında Milli gazeteden Mehmet Seyfettin Erol Türkiye’nin Almanya için önemine dair bir yazı yazıyordu. Erol’a göre Almanya ve Türkiye arasında olup bitten aslında iki kadim imparatorluk arasında olup bitenlerden başka bir şey değildi. Erol’a göre her iki devlet geçmişin şaşaalı günlerini arıyordu: ‘ Burada, tarihsel kodlarına dönmenin sancısını yaşayan iki imparator luk ülkesi arasındaki bir mücadeleye şahitlik etmekteyiz. 
Birisi III. Reich’in peşinde, diğeri ise Osmanlı ve Büyük Selçuklu’nun mirasına sahip çıkmanın…’ Diğer yandan tekrar eski günlere dönmek kolay değildi, bunun bir bedeli olmalıydı: ‘Fakat her ikisi de bağımlı ve rüştlerini ispatlama alanları sınırlı. Dolayısıyla, öncelikle “zincirlerinden” kurtulmaları lazım. Zaten, sorun da buradan başlıyor…’ Seyfettin Erol yazının ilerleyen satırlarında Almanya’nın kaderinin Türkiye’nin nüfuz alanının kırılmasına bağlı olduğunu yazıyordu: ‘Dolayısıyla, Almanya’nın “Doğu’ya Doğru” (Drang nach Osten) politikasının geleceği büyük ölçüde Türkiye’ye bağlı. Eğer, Türkiye bölgede inisiyatifini kaybeder ya da AB üzerinden bu ülkenin etki alanına girerse, o zaman sadece 
bölgesel anlamda değil, küresel boyutta yeni bir denklem ortaya çıkar.’ Erol’a gore Türkiye’den gelecek en büyük tehlike hilafet makamını kullanabilme potansiyeline sahip olmasıydı: ‘Türkiye’de şu an bu Müslüman kitleyi ve İslam dünyasını harekete geçirecek bir Halife olmamasına rağmen, bunun geçmişi ve olma olasılığı bile, başta Almanya olmak üzere tüm Batı dünyasını endişelen diriyor. Dolayısıyla, Almanya da tıpkı ABD gibi İslam dünyasını harekete geçirebilecek yegane gücün Türkiye olduğunun farkında’ (15) 

 Dolayısıyla Almanya’nın Gezi parkı olaylarına ilgisine sadece özgürlükçü sokak 
hareketlerine verilen basit bir destek olarak algılamamak lazım. Alman Medyası bu olaylar sırasında tam anlamıyla olağanüstü bir tepki verdi. Gezi Parkı eylemleri Alman medyasında adeta Türkiye'yi kötüleme yarışına dönüştürüldü. Türkiye'yi Ortadoğu ülkeleriyle kıyaslayıp "Türk Baharı" yakıştırması yapılırken, Türkiye'de iç savaş havası varmış algısı oluşturuldu. Başka ülkelerde yaşanan şiddet olaylarıyla ilgili resimler de İstanbul'da yaşanmış gibi okuyuculara sunuldu. 

Türkiye'de Gezi Parkı protestoları, Almanya'daki yüzyılın sel felaketi, 8 Türk'ü katleden Nasyonal Sosyalist Yeraltı Terör Hücresi (NSU) hakkında devam eden dava, federal seçimler gibi birçok önemli konuyu geride bırakarak gündemin ilk sıralarında yer aldı. Ülkenin önde gelen birçok medya kuruluşu, bazı siyasilerin de desteği ile protestoları Türkiye'yi kötüleme yarışına çevirdi. Bazı medya kuruluşları olayları çarpıtmak ve abartmak için başka ülkelerde yaşanmış şiddet olaylarını fotoğraflarını kullanmaktan dahi çekinmedi. Bunun en bariz örneğini yaklaşık 100 bin tirajı bulunan Hamburger Morgenpost gazetesi gösterdi. 
Protestolara geniş yer ayıran gazete, Türkiye'deki olayları aktarmak için 2009 yılında ABD'de bir polisin eli bağlı bir kadına uyguladığı şiddet fotoğrafını yayınlamaktan çekinmedi. Gazete, olayın fark edilmesi üzerine sosyal medya üzerinden ve bir gün sonraki baskısında özür diledi. Fotoğrafı Facebook'tan aldığını ve fotoğraftaki olayların İstanbul ile ilgisi olmadığını belirten gazetenin doğrudan Türk polisinden özür dilediğine dair bir ifade ise yer almadı. 

Almanya'nın ikinci kanalı ZDF'in İstanbul muhabiri Oli Gack ise olayları anlatır ken insanların mutluluk içinde eğlenirken bir anda polisin gaz bombası ve tazyikli suyla vahşice saldırdığını ifade ederek bir başka manipülatif habere imza attı. 

Gack, " Bize söylenenlere göre birçok insan tutuklandı. Akıbetleri bilinmiyor. Özellikle polislere direnenler gözaltına alındı ve biz nerede olduklarını bilmiyoruz. " sözleriyle gelişmeleri emniyet birimlerine sorma yerine göstericilerin sözleriyle aktarması objektif yaklaşım sorunu akla getirdi. 

Alman basının asıl hedefi ise Başbakan Erdoğan oldu. İlk olarak Almanya'nın en fazla tiraja sahip Bild gazetesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı 'beton kafalı' başlığı ile okurlarına tanıttı. Gazete bununla da yetinmeyip sonrasında ‘hükümeti göstericileri orduyla tehdit etti." ifadelerini kullandı. Türkiye'de polisin doktorları bile gözaltına aldığı şeklindeki haberleriyle yayınlarına devam eden gazete, daha önceki bir haberinde de "Bütün Türkiye yanacak mı?" diyerek olayları provoke etmişti. 

Focus Dergisi ise Erdoğan'ın akıl sağlığını sorgulayan haberlerinde polisi 'polis denen vurucu birlikler' olarak tanımladı. Taksim Meydanı boşaltılırken polisin arkasında beliren eli sopalı şahısları ise 'Erdoğan'ın milisleri' olarak lanse etti. Focus ayrıca Erdoğan'ı ölüm korkusunun tiranlaştırdığını ileri sürdü. Alman basınının ekonomi çevrelerini 'İşadamları Türkiye'ye gitmeyecek' şeklindeki haberleriyle korkutması da dikkat çekti. Almanya'nın yurt dışına yayın yapan kurumu Deutsche Welle (DW), Türkiye'de yaşayan Balkan ülkelerinden 
gelen azınlığın Başbakan Tayyip Erdoğan'dan şikâyet etmeye başladıklarını iddia etti. Balkan göçmenlerinin genel olarak Erdoğan taraftarı olduğunu ileri süren DW, Gezi Parkı eylemlerine müdahaleden sonra balkan göçmenlerinin Erdoğan'a mesafe koymaya başladığını yazdı. Son zamanlarda Türkiye'deki gelişmeleri ve sokak aralarında yaşanan birçok olayı tek taraflı olarak okuyucularına duyuran DW’nin, Erdoğan'ın son mitinglerinde Balkan ülkelerine selam göndermesi üzerine "Balkan Göçmenleri Erdoğan'dan uzaklaşıyor" başlığı ile haber yapması dikkat çekti. 

Alman basınının gazetecilik ilkelerini hiçe sayan tutumu Gezi parkı protesto larından  hükümeti maksimun düzeyde zor duruma düşürecek bir sonuç alma üzerine kuruluydu. Fakat Alman basınının hesaba katmadığı bir şey oldu. Gezi parkı protestoları hükümete karşı bir kalkışma halini alınca AKP’ye bağlı olanlarla birlikte genel olarak muhafazakar kesim bu hareketin karşısına demokratik bir şekilde çıkmaya başladı. AKP 4 ilde büyük mitingler düzenleyerek Gezi parkı protestolarının genel halk hareketi olmadığını halkın büyük bir kesimin bu hareketi desteklemediğini kanıtladı. AKP’nin bu atağı başarılı olmuştu. Gezi 
parkı olayları bir anda başarısızlığa doğru evrilmeye başladı. Bu durum Almanları ve Almanya Başbakanı Merkel’i epey rahatsız etmişti. Merkel ard arda Türkiye’ye yönelik açıklamalar yapmaya çalıştı. Açıklamalar genelde ekonomi odaklıydı. Türkiye’nin son yıllarda yakaladığı ekonomik istikrara yönelikti. 
Merkel ilk olarak olaylar nedeniyle ‘Türkiye’yi G8 gündemine alabiliriz’ diyerek Ankara’ya tehdit mesajı gönderdi. Alman medyası da başbakanlarının açıklamalarına paralel haberler yapmaya başlamıştı. İlk haber ‘Türkiye’deki ekonomik mucize tehlike altında’ yorumuyla geldi. Alman basını artık yoğun bir Türkiye karşıtı propaganda yapmaya başlamış bir yandan da Gezi parkı olaylarının ‘Türk baharı’ şeklinde vermeye devam etmişti. Alman Ticaret Odası’ndan yapılan bir açıklamanın basında veriliş şekli ise basının tavrını iyice 
ortaya çıkardı. Basında çıkan haberlere göre Alman Ticaret Odası DIHK dış ticaret sorumlusu Volker Treier, Türkiye’deki gerginliklere dikkat çekerek Türk hükümetini uyarıyor Türk ekonomisinin dış sermayeye bağımlılığını hatırlatıyor  du. 

Almanya Türkiye’ye kaşı ‘korku siyaseti’ ni uygulamaya hızla devam ediyordu. Bunun için Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu düşündükleri ekonomi üzerinden gidiyorlardı. Haberlerde Türkiye’de meydana gelen olaylardan dolayı Alman ekonomisinin alarma geçtiği iddia ediliyordu. Daha sonraki adımda Alman Ticaret Odası DIHK’nın dış ticaret sorumlusu Treier’in, Türkiye’deki gerginliğin Alman şirketler tarafından endişe ile takib edildiğini, politik sorunların şimdiye kadar sanıldığından çok daha derin olduğunun görüldüğünü söylediği aktarıldı. Treier, Türkiye’nin cari açığı nedeniyle Uluslararası yatırımcılara ihtiyaç duyduğunu kaydediyordu. Türkiye’nin öncelikle Almanya’dan sermaye akışına ihtiyacı 
bulunduğunu öne süren Treier, olayların devam etmesi halinde dış sermayenin ülkeyi terkedeceğini iddia ediyordu. Köln Uluslararası Ekonomi Düzeni IW yöneticisi Jürgen Matthes de Türkiye’nin ‘ekonomik bakımdan saldırılabilir’ bir pozisyonda bulunduğunu öne sürerek sistemli ‘korku siyaseti’ ne katkı sağlıyordu. 

Alman medyası bir yandan da Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin aleyhine haberler yapıyordu. Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi bu konuyla ilgili en vurucu haberlerden birisini yaptı. Gazete ‘Şimdi Ankara ile üyelik müzakere lerinin devam ettirilmesinin anlamı olup olmadığını sormak gerekir’ gibi sert ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştı. Gezi protestolarına yönelik müdahaleler için ‘dehşete düştüm’ diyen Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Suttgart kentinde yapılan 2010 yılındaki eylemler sırasında göstericilere en sert şekilde biber gazı ve tazyikli su kullandığı ortaya çıkması ise ilginçti. Bununla da yetinmeyen 
Merkel, polisin sert müdahalesine tepki gösteren muhalefet partileri hakkında soruşturma açılmasını istemişti. Alman polisinin sert müdahalesi ile sonuçlanacak olan Stuttgart protestolarının çıkış noktasının Gezi parkı olaylarından pek farkı yoktu aslında. Her şey ‘Stuttgart 21' ile ana tren istasyonunun yeraltına kaydırılması kararrıyla başlamıştı. Maliyeti 7 milyar Avro olan projeye karşı çıkan Stuttgart halkı ise inşaat nedeniyle kentin dokusunun 
bozulacağını ve 100 hektarlık yeşil alanın projeyle beton altında kalacağını savunuyordu. Yaklaşık üç ay süren eylemlerde Merkel hükümeti eylemcilere en sert şekilde müdahale etmişti. Burada Alman Der Spigel dergisine özel bir yer ayırmak gerekiyor çünkü bu dergi Türkiye ile ilgili olaylara özel ilgisini hemen her olayda gösteriyor. Şimdi bu dergiye biraz daha yakından göz atalım. 

 TÜRKLERE İLGİ GÖSTEREN DERGİ: DER SPİGEL 

Gezi Parkı eylemcilerine “devam” mesajı içeren özel bir ek hazırlayan Der Spiegel’in Gezi parkı ilgisi epey büyük. Alman dergisi Gezi olaylarına ilişkin değerlendirmelerini tarihinde ilk kez Türkçe bir kapak ile duyurdu. Türkleri yakından ilgilendiren Neonazi cinayetleri ve ırkçı yangınlara değinmeyi pek tercih etmeyen Alman haber dergisi Gezi Parkı olaylarına açıktan destek vererek bu tür konulara özel ilgisini belli etti. 10 sayfalık Türkçe ilavesinde Gezi olaylarını manipülatif bir dil ve kronoloji ile duyuran dergi yine alışılmışın dışına çıkarak Türkiye için özel baskı da yaptı. Der Spiegel uzun zamandır kullandığı İslamofobik yayın politikası ile aslında uzun zamandır Almanya’daki Türk ve Müslüman çevreler yanısıra medya çalışanlarının da tepkisini çekiyordu. Örneğin Batı Avrupa Devlet Televizyonu WDR’in Yayın Denetim Kurulu (Rundfunkrat) Üyesi olan, Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Uyum Meclisi (LAGA) Başkanı Tayfun Keltek, Almanya’daki İslamofobi’nin sorumlusunun yüzde 80 oranında medya olduğunu söylemişti. Özellikle Der Spiegel dergisinin Almanya’da seviyeli geçinip önemli yanlışlar yaptığını belirten Keltek, “Yani sol gösterip sağ vuruyor. İslam ülkelerinden gelmiş olanlar, terörist olan olmayan ayrımı yapılmaksızın aynı kefeye konuluyor’ diyerek bu konuda çok net ifadeler kullanmaktan   kaçınmıyor du.  Almanya’nın Gezi parkı olaylarına olan ilgisi Türkiye’den bir çok yazarın da ilgisini çekiyordu. Bunların arasında haberciliğe dış haberler muhabirliği yaparak başlamış olan Reha Muhtar’ın analizleri özellikle ilgi çekiciydi. 

Reha muhtar köşesinde şunları yazdı: Dergi Almanya’daki 3 milyon Türk’ün az Almanca bildiğini düşünerek, kendi ana dili yerine, tarihinde ilk kez “Boyun Eğme” başlığıyla 10 sayfalık Türkçe bir ek veriyor... 

Niye acaba?.. 

Bir uluslararası Alman dergisinin kapağından Almanya’da ve Türkiye’deki insanlara “boyun eğme” başlığıyla yayın yapması nasıl bir gazeteciliktir?.. 

- “İnsanlar Gezi Parkı’nda toplandı dersin... Protesto etti... Biber gazı yedi... Türkiye’nin her tarafında gösteriler yapıldı, yapılıyor... Hükümet mahkeme kararının bekleneceğini söyledi... Karar aleyhte çıkarsa plebisit yapacağını açıkladı...” dersin haberi verir, analizini yayınlarsın... 

Uluslararası Gazetecilik Normları budur... 

Hele hele Der Spiegel gibi “ Tabloid yayın yapmadığını söyleyen; ciddi ve ağır başlı olduğu iddiasındaki” bir dergi için... 

Bunu; böyle yapılması gerektiğini Der Spiegel’in yöneticileri bilmez mi?.. 

Hele kendi ülkesinde olmayan bir protesto gösterisinde “Boyun Eğme diye pankart açmanın” değil gazetecilik, asgari ahlak kurallarıyla izah edilemeyeceğini bilmez mi?.. 

Topçu Kışlası’nın o Taksim’e yapılmasını ne kadar istemiyorsam, onu protesto eden gençleri ne kadar temiz, nahif ve demokrat buluyorsam, seni de bir o kadar hesaplı, derin bağlantılı, operasyonel güçlerin bir tür tetikçisi, belki de organizatörü olarak görüyorum Der Spiegel... 

Nereye boyun eğmeyeceğim şunu bana bir anlatsana Der Spiegel... 

NEREYE BOYUN EĞMEYECEĞİM DER SPİEGEL?.. 
SAKIN ‘GÜNEYDOĞU’DAKİ BARIŞA OLMASIN?..’ 

Hayatın görünen gibi değil, görünmeyenlerden oluştuğunu, lobilerin, çıkar gruplarının, devletlerin hayati çıkarlarının, ideolojiler ve ekolojik talepler şeklinde, kamuoyuna sunulduğunu yazıyorum günlerdir... 

Der Spiegel dergisi aniden, Türkçe olarak “Boyun Eğmeyeceksin” kapağıyla çıkmaya karar verdi bu hafta... 

Nereye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?.. 

Topçu Kışlası’naysa ona zaten senin deyiminle boyun eğmedik... 

Demokratik protesto hakkımızı kullandık, Topçu Kışlası’nın yapımını çıkmaz ayın son Çarşamba’sına ertelettik... 

Mahkeme, bir sonraki mahkeme, daha sonraki mahkeme derken uzun ve çetrefilli bir süreç sonucu karar çıkacak... 

Karar gençlerin istemediği şekilde çıkarsa, bu kez de plebisit yapılacak... 

Yani ölme eşşeğim ölme... 

Şimdi “Neye boyun eğmeyeceğim”i söyler misin bana Der Spiegel?.. 

Taksim’e AVM yapılmasına mı?.. 

Demokratik protestolar sonunda, Taksim’e AVM yapılması fikriyatından vazgeçildi... 

Taksim’e AVM falan yapılmıyor... 

Peki ben şimdi senin için neye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?.. 

Ağaçların kesilmesine mi, yeşilin yok edilmesine mi?.. 

Bu protestolardan sonra zaten ağaç da kesilmiyor, yeşil de gitmiyor... 

Hiçbir şey yapılmıyor... 

Mahkeme kararı bekleniyor... 

Benim şimdi neye boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Yoksa Lufthansa, Türk Hava Yolları’na geçilmesin, dünyanın birinci hava yolları THY olmasın diye, İstanbul’a yapılacak üçüncü hava alanına mı boyun eğmeme mizi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Durup dururken öyle bir istek gelmişti çünkü, Taksim Komitesi’nden...Her nedense birileri havalanının yapılmasını istemiyordu... Kanal İstanbul projesinin rafa kalkmasını şart olarak öne sürüyordu...... 

Bunlara mı boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Senin Lufthansa’n en iyi havayolları olarak kalsın diye mi üçüncü hava alanına hayır diyeyim Der Spiegel?.. 

Kanal İstanbul’u mu rafa kaldırayım?.. Bunları mı istiyorsun?.. 

Başkaca bir isteğin var mı çekinme söyle!.. 

Güneydoğu’da sağlanmaya çalışılan “ b arışa da mı boyun eğmeye yim istiyorsun Der Spie-gel...” 

Şunu açık söylesene... Şu PKK meselesi bitmesin istiyor olmayasın sakın?.. 

Şu terör devam etsin, şu savaş bitmesin, şu PKK’nın yıllardır Almanya üzerinden yaptığı ticaret bitmesin diyor olmayasın Der Spiegel?.. 

Açık söylesene?.. Neye boyun eğmemi istemiyorsun Der Spiegel?.. (16) 

 Tüm bunlar olup biterken Melih Gökçek, Gezi olaylarının ardında Sırbistan merkezli CIA destekli Otpor örgütünün olduğu yönünde açıklamalarda bulunuyordu. Peki Alman Kılıç’ı Otpor’u 1998’de neden kurmuştu , Nasıl ve Hangi amaçlar için Gezi’de kullandı? 


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN 


28 Şubat dönemi arkasında pek çok şey bırakarak geçti. Sincan’da yürüyen tanklar, Çevik Bir, gergin MGK toplantıları, aşağıda ayrıntılarını anlatacağımız çok gizli bir toplantı… Bunların hepsi bu dönemin hatırlattıkları. Peki ya bu kritik dönemde bir gecede zengin olanlar? Bu kişiler esas fonda bir ayrıntıymış 
gibi verildi. Kimsenin aklına o dönemde şu soru gelmedi: Ya bu darbenin asıl amacı zaten ülkenin ekonomisine darbe vurmaktıysa ve önemli gibi görülen olaylar detaydıysa? 28 Şubat’ta batan ve batırılan bankalarla ilgili en çarpıcı makaleleri benim yazdığımı takip edenler hatırlayacaktır. Gerçektende ‘21. 
yüzyılda, yeni bir 28 Şubat ve batık bankalarda batan paşalar görmek istemiyoruz’ başlıklı yazım yapılanlara kimsenin ses çıkaramadığı dönemde fenomen haline gelmişti. Bu gün sanki bir deja vu yaşanmakta. Gezi olayları neticesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarını devirmek isteyenlerin 
global sermaye ve medya olduğu ayrıca masonik oluşumların bu ikiliye destek verdiği bir kez daha tecrübe ediliyordu. Şimdi sadece o dönem için anlamlı olabilen bir soru soralım: Emekli askerlerle bankalar arasında ne türden bir mesleki ilişki olabilirdi? Cevap o dönemde her şeyin olabilmesinde, normalleşme nin çok uzakta olmasında gizliydi. 28 Şubat döneminde, batan bankaların önemli bir kısmında yönetim kurullarında emekli generaller vardı. Banka yöneticileri yargılanırken, askerler davadan muaf tutuldular. Bu dokunulmazlık zırhı ister istemez akıllara şu soruyu getirdi: 28 Şubat gerçekten demokratik sistemin 
kurtarılması adına mı yoksa yeşil sermaye karşısında her geçen gün mevzi kaybeden özel şirketlerin çıkarı adına mı yapılmıştı? 21 bankanın bir anda batması bu soruyu meşru kılıyordu. Şimdi bu bankaların batış hikâyesine biraz daha yakından bakalım. 

Bankalar, Zengindi Daha Çok Zengin Oldu 

Hatırlanacaktır, Şubat 2001'de Türkiye’yi mali iflasa götüren süreçte Merkez Bankası’ndan 5 milyar dolar hortumlayan bankaların listesi bir türlü çıkarılamamıştı. Halbuki bilindiği gibi Şubat 2001 krizi, Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biriydi… Birçok banka yapılacak devalüasyonu hissedip Merkez Bankası’nı hortumlayınca, Türkiye, çok büyük bir mali iflas yaşamış, hatta hükümet bu nedenle erken seçime gitmişti. O dönemde, Merkez Bankası kasalarına saldıran ve milyarlarca dolar tutarında döviz çeken bankaları soruşturan bilirkişi Servet Taşdelen tarafından adları verilmeden (1 nolu banka, 2 nolu banka, 3 nolu banka… şeklinde) olaya adları karışan bankalar listelenmişti. Bu listedeki açık adlar için bugüne kadar birçok soru önergesi verildi, ancak bu bankalar “ Bankacılık Sırrı ” denilerek açıklanmadı. 

Halbuki bunlar hepimizin bildiği belki birçok kez kapısından girdiği bankalardı: İşte hortumcu 21 bankanın adları… 

YETKİLİ KATILIMCI 

ÜÇ GÜNLÜK NET ALIŞ (USD): 

1 NO’LU BANKA (CİTİBANK) 

1.063.800.000 

2 NO’LU BANKA (DEUTSCHE BANK) 

764.000.000 

3 NO’LU BANKA KOÇBANK) 

426.000.000 

4 NO’LU BANKA (TEB) 

411.000.000 

5 NO’LU BANKA (YAPI KREDİ) 

383.700.000 

6 NO’LU BANKA (CHASE&MANHATTAN) 

332.600.000 

7 NO’LU BANKA (OSMANLI BANKASI) 

269.000.000 

8 NO’LU BANKA (DIŞBANK) 

258.700.000 

9 NO’LU BANKA (HSBC) 

254.900.000 

10 NO’LU BANKA (WLB) 

227.200.000 

11 NO’LU BANKA (GARANTİ BANKASI) 

199.000.000 

12 NO’LU BANKA (ABN AMBRO) 

135.000.000 

13 NO’LU BANKA (FİNANSBANK) 

121.000.000 

14 NO’LU BANKA (İŞ BANKASI) 

95.000.000 

15 NO’LU BANKA (TÜRKBANK) 

90.900.000 

16 NO’LU BANKA (İKTİSAT BANKASI) 

67.700.000 

17 NO’LU BANKA (TEKSTİLBANK) 

58.300.000 

18 NO’LU BANKA (CSFB) 

50.000.000 

19 NO’LU BANKA (INTERBANK) 

42.300.000 

20 NO’LU BANKA (AKBANK) 

27.000.000 

21 NO’LU BANKA (TAIB BANK) 

25.000.000 

DURUM SANILDIĞINDAN DA VAHİM 

Yukaıda görüldüğü gibi Türkiye postmodern darbe sürecinde tam anlamıyla mali bir iflasa sürüklenmişti. Postmodern darbe Türkiye’nin sadece demokrasisini değil ekonomisini de vurmuştu. 
Başbakan Erdoğan tarafından 2003 yılında hazırlatılan BDDK raporu vurgunları şöyle açıklıyordu: 

* Türk Ticaret Bankası: 777 milyon dolar zararla battı. Hortumcular, 56 milyon dolar götürdü. 
* Bank Ekspres: 435 milyon dolar zararda. Korkmaz Yiğit bankadan 311 milyon dolar götürdü. 
* Interbank: 1.2 milyar zarar. Sahiplerinin kullandığı para, 1.1 milyar dolar. 
* Yaşarbank: 1 milyar 149 milyon dolar zarar. 103 milyon dolar ortada yok. 
* Demirbank: Zararı 648 milyon dolar. Bankanın batmasına ekonomi bürokrasinin sebep olduğu anlaşılmaktadır. 
* Sitebank: Devir zararı 53 milyon dolar. Şirket sahibi 7 milyon dolar kullandı. 
* Egebank: 1 milyar 220 milyon zararla battı. 
* Yurtbank: Zararı 656 milyon dolar. Balkanerler'in kullandığı kaynak 1 milyar dolar. 
* Esbank: Zararı 1 milyar 113 milyon dolar. Sahipleri 478 milyon dolar kullandı. 
* Sümerbank: 470 milyon dolar zarar. Sahipleri 293 milyon dolar kullandı. 
* Etibank: Devir zararı 698 milyon dolar. Patronu 588 milyon dolar kullandı. 
* Bank Kapital: Devir zararı 393 milyon dolar. 
* İktisat Bankası: 1 milyar 954 milyon dolar zararla battı. Patronu Erol Aksoy'un kullandığı para 879 milyon dolar. 
* Bayındırbank: Zararı 116 milyon dolar. Çörtük 95 milyon dolar kullandı. 
* Egsbank: Zararı 545 milyon dolar. Hakim gruplar 299 milyon dolar kullandı. 
* Kentbank: 681 milyon dolar zararla kapattı. Bürokrasinin yanlış kararlarıyla battı. 
* Toprakbank: Zararı 880 milyon dolar. Halis Toprak 485 milyon dolar kullandı. 
* Pamukbank: Devir zararı 3 milyar 618 milyon dolar. Patronunu 2 milyar 627 milyon dolar kullandı. 

İLGİNÇ BİR MEKAN, GİZLİ BİR TOPLANTI VE BİR KASET! 

İşin bu ksmında ilginç bir kasedin varlığından bahsetmek istiyorum. Kaset 28 şubatta hortumlanan bankalarla ilgili son derece önemli bir kaset. Öyle bir kaset ki Hürriyet gazetesi muhabiri kasedin bende olduğunu düşünmüş bu sebeple beni manşete çekmekle tehdit etmiş ama kasedin bende olmadığını anlayınca vazgeçmek zorunda kalmıştı. Fakat 28 Şubatta yaşanan ekonomik hortumlarla gezi parkı olayları sırasında hükümet tarafından bahsedilen parasal manipülas yonlar arasında bağ olduğunu düşündüğümden dolayı bu kasetten bahsetmenin şimdi tam sırası olduğunu düşünüyorum. 

Bilindiği gibi Erdoğan’ın bir süre önce gizli kalmış parasal manipülasyonların tek tek ortaya çıkarılacağını söylemesi ve olası TBMM hortum komisyonu tehditi, faiz lobisi ve yurt dışı işbirlikçilerini harekete geçirmişti. Baronları korkutan kasedin içeriğini biliyorum ve kopyasının en az dört yerde bulunduğundan da haber darım. Kasedin Başbakan Erdoğan’ın eline de geçtiğini bir dostum söylemişti. 2001 yılında yurt dışına çıkarılan bir kopyası New York’ta bir posta kutusunda uzun süre kaldı. Daha sonra Mardinli bir Ermeni tarafından korumaya alındı. Ancak kasedin bu şahıs tarafından Evangelist neoconlara bizzat teslim 
edildiğini sanıyorum. Bir kopyası polis istihbaratta olduğu için önemi yok bunun. Bir nüshası halen okyanus ötesinde olabilir. Bahsettiğim kasedin kahramanı 28 şubat döneminin merkez bankası başkanı olan Gazi Erçel. Hatırlanacaktır Erçel’in o dönemde bu soyguna nasıl seyirci kaldığı sorgulanmamış bu durum kuşkuyla karşılanmıştı. Bir çok kişi onun birileri tarafından korunduğunu düşünüyordu. Bahsettiğimiz kaset ise bu nun sebebini açıklar mahiyette. 2000 yılında Bilderberg toplantısına Türkiye’yi temsilen Rahmi Koç ile birlikte katılan Erçel’in küresel patronların Türk ekonomisini batırmasındaki rolü kasette tüm çıplaklığı ile gözüküyor. 

Şimdi bu son derece önemli kasedin çekildiği dönem ve mekana gidelim ve dönemin sır perdelerinden birisinin nasıl oluştuğuna bakalım. Kasedin çekildiği mekan, Gezi Parkı olaylarına maddi ve manevi destek veren İstanbul baronlarından Koç ‘baronu’nun yönetim kurulu odası. Kimin hangi sebeple kasede aldığı meçhul toplantıda üç dünya lideri bankanın temsilcisi masada ‘baronla’ pazarlık yapıyor. Gazi Erçel, ‘baronun’ sağ yanında, ‘baronun’ sol  yanında ise kartel medyasının Türkiye medya imparatoru oturuyor. (Kızları New York’ta okurken babalarını böyle tarif edermiş). Toplantı son derece hararetli geçiyor. Toplantıda Deutchebank, Bank of America ve City Bank yetkilileri, Türkiye’den bir gecede beş milyar dolar çekeceklerini ve ülkenin devaülasyona gideceğini, Türk parasının ve ekonomisinin çökeceğini anlatıyor. Paraları kimlerin çekeceği ise çoktan belli. Erçel ve medya imparatorunun elinde birer liste var, listede 38 adet İstanbul baronunun adı, bankaları ve aynı gece Merkez bankasından çekecekleri meblağ gözüküyor. En büyük vurgunu en büyük 
baron yapacak, holdingin büyüklüğüne göre hortumun miktarını ‘baron efendi’ belirlemiş. Pazarlık kızışıyor, son kararı medya imparatoru ile Ergenekon sanığı Veli Küçük’ün biraraya gelerek birarada netleştirmesi kararlaştırılıyor. Kasedi çeken sanırım Sarı Levent’in ekibi… 

Sonrasında ne olduğu ise herkesin malumu. Bu 38 İstanbul baronu aynı gece Merkez Bankası’ndan beş milyar dolar çekti. Üç yabancı banka da aynı miktarda parasını çekti ve 10 milyar dolarlık gedik nedeniyle ülke ekonomisi battı. Bu yıkımdan sonra siyasete olan güvenin tamamen çökmesi ve AK Parti’nin tek başına iktidara yürümesine pek de şaşırmamak gerek her halde. Diğer yandan bu durumu 28 şubat darbe koşullarına bağlamak gerekiyor. Bu gün ise ekonominin büyüklüğü ve sermayenin belli ellerde toplanmaması sayesinde bu türden manipülasyonların yapılabilmesi çok kolay değil. Bu da İstanbul 
baronlarının kaygılarının en büyük sebebi olsa gerek. Başbakan Erdoğan, söz konusu gizli kasedin hesabını bugüne kadar sormadı ama 2011’de yaptığı seçim konuşmalarından birinde dile getirdi ve ne dolaplar döndüğünü bildiğini ima etti. Bu sene içinde hem grup toplantısında, hemde bir açılışta hortum komisyonu kurup 28 Şubat’ta ülkeyi kasten batıranlardan hesap soracaklarını dile getirdi. Başbakan muhtemelen bunun yapılmaması durumunda gezi parkı eylemleri türünden eylemlerin önünün alınamayacağını düşünmüş olmalı. Dolayısıyla başbakanın müdahale zamanlamasının yerinde olduğu çok aşikar. 

Aslına Bakılacak olursa ‘ Baronları Korkutan Kaset ’ adlı makalemde yukarıda anlattığım bilgileri vermiştim. Bu makale sosyal medyada büyük yankı uyandırmıştı. Merkez Bankası Eski Başkanı Gazi Erçel’in öncülüğünde 2001 krizinde çok sayıda banka döviz kuru üzerinden vurgun yapmıştı. Döviz kuru eski parayla 630 bin lirayken 5,3 milyar doları satın alıp 1 gün sonra 1 milyon 100 bin liradan satan bankaların tam listesi ve vurgunun boyutları şöyle: 

CİTİBANK: 1 milyar 63 milyon dolar 

DEUTSCHE BANK: 764 milyon dolar 

TEB BANKASI: 411 milyon dolar 

YAPIKREDİ: 385,7 milyon dolar 

CHASE MANHATTAN: 332.6 milyon dolar 

OSMANLI BANKASI: 269 milyon dolar 

DIŞBANK: 258 milyon dolar 

HSBC: 254 milyon dolar 

WESTD DEUTSCHE LANDESBANK: 227,2 milyon dolar 

GARANTİ BANKASI: 199 milyon dolar 

ABN AMRO BANKASI: 135 milyon dolar 

FİNANSBANK: 121 milyon dolar 

TÜRKİYE İŞ BANKASI: 95 milyon dolar 

TÜRK BANKASI: 30,9 milyon dolar 

İKTİSAT BANKASI: 58,3 milyon dolar 

TEKSTİLBANK: 51,7 milyon dolar 

CREDİTSUİSSE FİRST BOSTON: 50 milyon dolar 

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar 

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar 

TAİB BANK: 25 milyon dolar 

ve diğer bankalar ile beraber vurgun'un toplam rakamı 5,338 milyar dolar.. 28 Şubat'ın ülke ekonomisine toplam maliyeti ise 231 milyar dolar. Peki Gazi Erçel nasıl olmuştu da Merkez bankası başkanı olabilmişti? Bu sorunun cevabı yine 28 şubatın aktörlerinden Süleyman Demirel’e uzanıyor. Demirel Erçel’i Yaşarbank’ta keşfetmiş ve merkez bankasının başına geçirmişti. Erçel bu aşamadan sonra devamlı olarak tartışmalı ekonomik eylemlere imza attı. 

Örneğin Türkbank skandalında Korkmaz Yiğit’e bankayı satın almasını salık veren de daha sonra aynı bankaya el koyduran da Gazi Erçel’di. Bu işlem sayesinde Erçel ve Alaaddin Çakıcı Korkamaz Yiğit’in 300 milyon dolarını aldılar. Bakanlar Eyüp Aşık ve Güneş Taner’de bu iş de suç ortağı olarak yer aldı. Bu banka, Mesut Yılmaz, Güneş Taner, Kamuran Çörtük,  Alaaddin Çakıcı, Korkmaz Yiğit'in isimlerinin içinde yer aldığı ilginç bir çarka da konu oldu. Mesut Yılmaz iktidara emin adımlarla yürüyordu. PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakalayacak, enflasyonu düşürecekti ama Türkbank gensorusu ile düştü.  Korkmaz Yiğit, ANAP'ın aracılığı ve mafya marifetiyle Türkbank'ı aldı ama herşeyini kaybetti.

Alaaddin Çakıcı, Türkbank ihalesinde komisyon almak için ihaleye girenlere telefon açtı fakat sonrasında işleri yolunda gitmedi. Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu,28 Şubat darbe sürecinde Türkbank'a (1997-2000 yılları arasında) 1 milyar dolara yakın kaynak artırımı yapıldığı anlaşıldı. Bunda yine Gazi Erçel’in parmağı bulunuyordu. 

Geri dönmeyen kredi dağıtma işlemi 1995'ten 1997'ye kadar sürdü. 2001’de yapılan devalüasyondan önce de banka baronlarına dövizler bozdurularak Hazine bonosu aldırıldı. Devalüasyonla birlikte bütün bankaların içi böylece boşaltıldı. Bu ‘yağma ekonomisinin’ ortasında, banka soygunları için en ilginç açıklamayı kendine has üslubuyla yine Sakıp Sabancı yapmıştı: " Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!" 

Yine o günlerde hatırlanacaktır Demirel sonradan çoğunun adları bir çok yolsuzluk şaibesine karıştığı anlaşılan bazı işadamlarıyla bir fotoğraf çektirmiş ve fotoğraf karesine girenler için ‘ benim aile fotoğrafım’ demişti. Demirel’in aile fotosu içinde yer alan Çağlar, Çörtük, Uzan, Sabancı bugün aynı masada bile oturmuyor, zira aralarıdaki "güç" dağılımında Uzanlar hep sorun oldu. O günler gerçekten de bir ülkenin baştan aşağı hep aynı isimler tarafından soyulduğu günler olarak bu gün tarihe geçti. Yukarıda adı geçen çok etkili İstanbul 
baronlarının isimlerine gelmeden önce özel banka soygunlarının Mesut Yılmaz’ın imzaladığı kararnameyle özel bankaların kurulmasına izin verilmesi sonrası başladığını belirtelim. 

Aşağıdaki tabloda türk ekonomisine büyük darbe indiren bankaların son sahiplerini ve bankalar bu sahiplere devredildiğinde hangi ismin başbakan olduğu yer alıyor: 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***