5 Haziran 1999
/ ERHAN BAŞYURT
PKK lideri
Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarıldığı, İtalya ile sıcak günlerin yaşandığı
dönemde, Arap dünyasının saygın gazetelerinden al—Hayat'da ilginç bir makale
dikkat çekiyordu.
Gazetenin Suriye muhabiri
İbrahim Hamidi tarafından kaleme alınan yazıda, Abdullah Öcalan'ın daha önce
Suriye'nin iddialarının aksine Şam'da ikamet ettiğini ima etmek için 1 Eylül
1998 tarihinde tek taraflı ateşkes ilanı ile ilgili basın mensuplarıyla yaptığı
toplantı anlatılıyordu. Hamidi, toplantıdan bir de ilginç anekdot sunuyordu
okurlarına: Öcalan'a, kendi geleceği ile Fransa'da yargılanmakta olan meşhur
terörist Çakal Carlos arasında bir benzerlik kurup kurmadığını soruyor Hamidi.
Öcalan ilk önce bu soruyu anlamıyor, PKK ile Çakal Carlos arasında bir ilişki
bulunmadığını belirtiyor. Hamidi soruyu tekrarlayınca, bu defa neyin
kastedildiğini anlıyor ve kesinlik ifade eden bir üslûpla "Türk yargıçları bizi
asla yargılayamayacaklar" cevabını veriyor.
Öcalan, 31 Mayıs'tan beri
"Bizi asla yargılayamayacaklar" dediği Türk yargıçlarının önünde, üstelik
yargılanma metodu da en çok, Çakal Carlos'un yargılanmasına oranla daha özgür
olduğu için takdir topluyor. Üstelik Sudan tarafından Hartum'da Fransız güvenlik
güçlerine teslim edilen ve uçakla Paris'e getirilen Carlos ile Kenya'da Türk
yetkililerine teslim edilen ve uçakla Bandırma'ya getirilen Öcalan'ın yakalanma
süreçleri de garip bir şekilde birbirine benziyor.
Öcalan ve
sempatizanları yakalanmanın şokunu yaşarken, bizler de Öcalan'ın daha uçaktayken
başlayan rahat ve net açıklamalarının şaşkınlığını yaşıyoruz. 15 yılda 30 bin
insanın ölümüne sebep olan Öcalan'ın adeta dili çözülmüş, uçakta söylediklerinin
benzerini kurşun geçirmez cam kafesin ardından da pek farksız sözlerle
tekrarlıyor: Pişmanım... Özür dilerim... Hizmete hazırım...
Aslında
Öcalan duruşmanın ikinci gününden itibaren, ilk tutuklandığı günlerde İmralı'da
sivil DGM savcılarına yaptığı açıklamalardan pek de farklı açıklamalar yapmıyor.
O zaman da örgütün kurucusunun kendisi olduğunu, dolayısıyla bütün eylemlerin
sorumluluğunu üstlendiğini söylemişti, duruşma salonunda da bunu tekrarladı. O
zaman da her eylemin sorumluluğunu üstlenirken, örgüte tam hakim olamadığını,
bir çok eylemin bölge sorumlularının kendi inisiyatifi tarafından
gerçekleştirildiğini, aslında kendisinin buna karşı çıktığını, ama
engelleyemediğini iddia etmişti, şimdi de.
Öcalan, örgütün yurt dışı
bağlantıları ile ilgili olarak da DGM savcılarına verdiği ifadeden pek farklı
bir şey söylemedi, duruşmalarda. Suriye ve Yunanistan PKK'nın baş hamileri
arasında yer alırken, İran ve Ermenistan'ın örgütle ilişkilerinin sanıldığı
kadar ileri olmadığını, buna karşılık bir çok Avrupa ülkesinin pasif destek
sağlamakta bu ülkelerin çok ilerisinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu.
Örgütün finans ve silah desteğinin nasıl sağlandığını da anlatan Öcalan,
devletle aralarında kurulan temaslar hakkında da geniş bilgileri
tekrarladı...
Bütün bunlara rağmen, Öcalan'ın duruşmada dile getirdiği
ama basına tam yansımadığı için pek irdelenmeyen çok daha önemli bir şey vardı
duruşmalarda: Öcalan'ın yazılı savunması. Öcalan, ilk gün duruşmasının öğleden
sonraki kısmında vermek istediği siyasal mesajı, bu yazılı savunmada toplamış.
Ağır psikolojik durumu sebebiyle hafıza değişikliğinin olduğunu ve bu nedenle
ifadelerinde bazı kopukluklar bulunabileceğini söyleyen Öcalan'ın, yazılı
savunması bu sebeple daha da önem kazanıyor. İrticalen yaptığı sözlü savunması
ile karşılaştırıldığında da daha oturaklı olduğu görülüyor.
"İsyan dönemi
bitmiştir"
"Varılan en önemli sonuç; artık tarihi olarak isyanlar dönemi
sona ermiştir ve ermek zorundadır... Sorunların çözüm dili isyan veya devrim
olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir" diyen Öcalan, "Demokratik
bir toplumda yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle isyan olur muydu? Kendini
bile yasaklanmış bulan, ağzından çıkan sözü ana dilinden suçluluk telaşı ile
gizlemeye çalışan bir insandan her şey beklenir... Yaşadığım halk gerçekliği bu.
Hatta bir alternatif olarak ezici bir kısmı Türkleşmişse bu halkın suçu olamaz.
Kaldı ki bu yöntemin de çağdaş olmadığı, böyle zorla yürümeyeceği de ortaya
çıkmıştır. O halde hatalar karşılıklı büyümüş..."
Öcalan, kendince
başvurdukları yolun sebeplerini ve hata oluşunu bu şekilde ortaya koyduktan
sonra, "İki halkın tarihini, siyasi, ekonomik durumunu anlayanlar, parçalanmanın
olmayacağını bilirler. Etle—tırnak gibi iç—içe geçmişlerdir" yorumunda
bulunuyor. Başlangıçta "Bağımsız Kürdistan" hayalinde olan Öcalan, bu görüşten
çark etmesinde 1993 yılına kadar TSK'nın PKK'ya karşı yürüttüğü etkili
mücadelenin de rol oynadığını ifade ediyor bir başka yerde. Israrla vurguladığı
bölünmenin bir çözüm olmadığını ise, şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor
:
"Bağımsızlık aleyhimize"
"Bağımsızlık ve özgürlüğün hem birey
için hem de halk için koşullar gereği, ancak Türkiye'nin bütünselliği ve
Cumhuriyet'in demokratik yapılanması içinde gerçekleşebileceğini belirttim...
Bilimsel ölçüler içinde bakıldığında dört taraftan kabul edilmeyecek komşularla
çevrili, ağırlıklı olarak dağlık bir coğrafyada, ekonomik, sosyal, kültürel ve
siyasi olarak çok bölünmüş, ağır feodal değer yargılarıyla ve daha bir alfabeye
bile sahip olmayan, nüfusun daha büyük kısmı metropollerde çalışan Kürt toplumu
için devlet iddiasında bulunmak bu nedenlerle gerçekçi olamaz. Kaldı ki gerek
son iki yüzyıllık tarih tecrübesi ve en son PKK isyanı mevcut askeri güç dengesi
altında da ayrılık yönünde sorunun daha da ağırlaşacağını ortaya koymuştur. Bu
yöntemle taraflar zorlanır, büyük acı ve kayıp yaşarlar. Ama ne ayrılma
gerçekleşebilir ne de sorun yok edilebilir. Hastalık daha da ağırlaşarak devam
eder. Hastalığı ne hastayı yok ederek tedavi etmek mümkündür, ne de ana öğesi
olduğu bütünden yani devletten ayrılmakla parça, tedavi şansına
sahiptir."
Öcalan savunmasında "Bu bilince 1973'te sahip olmak isterdim.
O zaman bu yöntem izlenmezdi" diyerek, "Tüm isyanlar içerisinde acımasızlıklar
vardır, bastırmada da vardır. Ama, en büyük tesellimiz bunu gerçekten
Cumhuriyetimizin sürekli ağrıyan bir hastalığı olmaktan çıkarmak, sağlıklı bir
parçası ve barış gücü haline getirmektir. Halkımızın buna ekmek, su kadar
ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cumhuriyete karşı borcu, demokratik birlik dışında
ödeme yolu yoktur" sözlerine de yer veriyor. Öcalan, yazılı savunmasını bu
şekilde yaptıktan sonra da, özürle başladığı sözlü savunmasında, sorunun çözümü
için de kendince bir formül öneriyor. Başka bir deyişle, kendi canının
kurtarılması karşılığında, terörü bitirmeyi masaya yatırıyor ve yıllardır
uğrunda verdikleri mücadelenin hedeflerini minimize ederek, şöyle formüle
ediyor: "Bana bir kanal açın, PKK'yı üç ayda dağdan indireyim."
"Devletin
de duyarlılığının bu yönde olduğunu biliyorum. PKK'nın dağdan indirilmesini
istiyorum ve bu amaçla çalışmak istiyorum" diyen Öcalan, bunu yapmanın şartı
olarak da "PKK'nın devlete karşı olmamasını, yasal bir konuma girmesini
istiyorum. Bir af yasası, bir izin gibi şeylerin düşünülmesini istiyorum"
şeklinde konuşuyor. Bunu da kendince, "PKK'ya sesleniyorum. Sizi yanıltan ben,
hiçbir baskı altında kalmadan söylüyorum. Bizi koruyacak olan demokratik
devletin çatısıdır. Ben bunu gördüm. Bu döneklik yaptığım anlamını taşımaz.
PKK'lılara diyorum ki, niye silahla savaşıyorsun, düşünce varken" sözleriyle
yorumluyor. Başka bir deyişle Öcalan'ın PKK'yı dağdan indirmesinin ilk şartı,
bir af yasasının —pişmanlık yasası gibi— çıkarılması ve PKK'nın legalite
kazanması.
Dil de önemli değil
Öcalan'ın pazarlık masasına sürdüğü
ikinci şart ise, "kültür ve dil özgürlüğünün sağlanması". Türkiye'de düşünce ve
siyasal özgürlüğün mevcut olduğunu belirten Öcalan, "Olan bir şeyi niye
isteyeyim. Sadece dil ve kültürel varlık problemdir. Türkiye'nin bütünlüğü
önemlidir" diyor. Bir uzman, Öcalan'ın kültürel varlık ile tv, radyo gibi
şeyleri kastettiğini, dilin eğitim dili olması gibi hususlardan rahatlıkla taviz
verebileceğini belirtiyor. Kaldı ki Öcalan, üçüncü gün sorgulamasında Kürtçe'nin
yasaklanmasının yanlışlığının görülüp, bu yasağın kaldırıldığının hatırlatılması
üzerine, "Doğru. Mesele çözüm yoluna girmiştir. Bundan sonra isyan yanlıştır"
diyerek bu tavrı ortaya koymuştur.
Öcalan'ın bu teklifleri,
değerlendirilir ya da değerlendirilmez. Ancak yıllardır bölgeyi kan gölüne
çeviren bir örgüt liderinin tespit ve önerileri olması ve Öcalan'ın bilgi ve
beyin arkaplanını göstermesi açısından önemli. Konuşurken karizmatik olmasa da,
aslında istediği şeyleri formüle edebilmiş, savunmasını bir nevi siyasi
platforma çekebilmiş durumda. Peki, Öcalan gerçekten de örgüt üzerinde hakim mi?
İstese tüm örgütü üç ayda dağdan indirebilir mi? Kaldı ki, Öcalan bizzat kendisi
bir taraftan örgüt üzerinde halen hakim olduğunu söylerken, diğer taraftan
örgütün tüm faaliyetlerine hakim olmadığını söylüyor.
PKK'yı yakından
takip eden akademisyen Doç. Dr. Ümit Özdağ, Öcalan'ın halen örgütte tek lider
olduğunu belirtiyor. Özdağ, Öcalan'dan sonra PKK'nın Başkanlık Konseyi'nin
toplandığını, yeni bir lider çıkarmak yerine, Öcalan döneminde aktif olmayan
konseyi hayata geçirdiklerini, ancak Öcalan'ın "esir lider" olarak konumunu
koruduğu iddia ediyor. Özdağ, Öcalan'ın ilk tutuklandığı dönemlerde yaşanan
şiddet eylemlerini, avukatları aracılığıyla durdurmayı başardığını da
belirtiyor. Avrupa kanadının Öcalan'dan gelen "şiddeti durdurun" direktiflerini
hemen uygulamaya soktuğunu, Konsey'in ise buna başlangıçta ayak dirediğini,
ancak gelen direktifler sebebiyle onların da uyduğunu belirtiyor.
Özdağ,
Öcalan'ın yokluğunda toplanan 6'ncı PKK Kongresi'nde eyalet sisteminden, yeniden
13 kişilik timlerden oluşan saha komutanlıkları sistemine dönüldüğünü, bunun da
örgüt içerisinde karizmatik bir lider alternatifinin bulunmamasından
kaynaklandığını söylüyor. Konsey'in Öcalan'ın direktifleri doğrultusunda,
saldırı tipi eylemlerini durdurduğuna dikkat çeken Özdağ, halihazırda "aktif
savunma" olarak adlandırılan yöntemle ancak sıcak temaslarda çatışmaya
girildiğini kaydediyor.
Öcalan'ın yaptığı bu silah bırakma çağrılarını da
içeren savunma hakkında Konsey'in avukatlar sayesinde önceden haberdar olduğu,
ancak şiddetle karşı çıkmalarına rağmen bunu Öcalan'a kabul ettiremediklerini
vurguluyor, Özdağ. Devletlerin uzun vadeli yüksek çıkarlarının dikkate alınması
halinde, Öcalan'ın kendi canı karşılığında ortaya sürdüğü bu pazarlığın, terörün
bitirilmesi için "Berzenci Hadisesi"nde olduğu gibi kullanılabileceğini
belirtiyor.
Özdağ'ın bu tespitlerini, PKK Başkanlık Konseyi'nin 3
Haziran'da örgütün yayın organı Özgür Gündem'de çıkan açıklaması da destekliyor.
Konsey açıklamasında şöyle diyor: "Genel Başkanımızın büyük bir özveriyi
yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti devletine sunduğu bu çözüm imkanı Türk ve Kürt
halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yoludur ve tüm dünya
halklarının çıkarına olan da budur. Tüm parti örgütümüz yüksek bir birlik ve
örgütlülük içinde Genel Başkanımızın yürüttüğü bu tarihsel çabalara bağlıdır ve
bütün gücüyle desteklemektedir."
Bu durumda, "Bana bir kanal açın bütün
bunları başarayım, ancak bunları yapabilmem için hayatta olmam lazım" diyerek,
idamı halinde akan kanın durmayıp, daha da artacağı tehdidinde bulunan Öcalan'ın
ortaya attığı bu "can pazarlığı" daha çok tartışılacak gibi. Ancak, bazı
uzmanlar böyle bir pazarlığın hayata geçirilebilmesi için, mevcut hükûmetten
daha iyi bir alternatifin olmayacağını belirtiyorlar. 28 Şubat kararlarının
ancak RP'nin bulunduğu bir hükûmet döneminde çıkartılabileceğine atıfta bulunan
uzmanlar, böylesi bir tarihi imkanın da ancak DSP ve MHP gibi milliyetçi
partilerin yer aldığı bir hükümet döneminde hayata geçirilebileceğini
belirtiyorlar. Bakalım "asrın davası" olarak nitelenen Öcalan duruşması,
Öcalan'ın can pazarlığında "asrın dönemeci" haline getirilebilecek mi? Belki de
Öcalan uçakta iken söylediği: "...devlete hizmete hazırım... büyük hizmetler
göreceğimi hissediyorum" şeklindeki sözleri ile de daha baştan itibaren bunu
kastediyordu!
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5143-kafeste-son-tango.html
..