DOĞU Perinçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOĞU Perinçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

Ali Turksen_PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK

Ali Turksen_PERİNÇEK AKP YE OY VERECEK




Ali Türkşen'e ' Kötü Subay' diyen Perinçek'e fena yanıt

30.10.2017 13:44

İYİ Parti kurucuu üyeleri arasında yer alan eski SAT Komandosu Kurmay Albay Ali Türkşen‘e “kötü subay” diyen Doğu Perinçek‘e Teğmen Mehmet Ali Çelebi‘den, “Çiçek vermedi bayrak dikti” cevabını verdi.

Ali Türkşen'e 'kötü subay' diyen Perinçek'e fena yanıt

Haber Türk’te yayınlanan, Ece Üner’un yönettiği ‘Enine Boyuna’ adlı programa katılan Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Sinan Oğan ve Ersan Şen, İYİ Parti ile üyeleri hakkında görüşlerini paylaştı. Konuşmacılardan Doğu Perinçek ise partinin üyeleri arasında bulunan Balyoz kumpas davası mağduru Ali Türkşen’in iyi bir subay olmadığını ileri sürdü.

KARDAK KAYALIKLARINA TÜRK BAYRAĞINI DİKMİŞTİ

1996 yılında Kardak Kayalıkları’na Türk Bayrağını diken Sualtı Taarruz Timi’nin başındaki Ali Türkşen, Balyoz kumpası davası sırasındaki savunmasında, dönemin o an getirdiği şartlardan ötürü kayalıklara giderken bakkaldan ekmek arası peyniri kumanya yapıp, bota gerekli olan benzini de kendi kredi kartıyla aldığını açıklamıştı.

Perinçek ise bu bu konuyla ilgili olarak katıldığı programda, “Hangi Türk subayına o görevi verseniz, o görevi layıkıyla yapar. Ancak benzini almayı unutmak iyi bir subay olmadığını gösteriyor” dedi.

ÇELEBİ’DEN SERT YANIT

Bu yorum karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Ece Üner, Perinçek’ten sözlerini tekrarlamasını istedi. Ardından da “O da kendi canını vermek üzere gittti zaten” karşılığını verdi.

“KİME SORSAN İDOLÜM DER”

Perinçek’in bu yorumuna en sert tepki ise Ergenekon davası kapsamında yargılanan kumpas mağdurlarından CHP PM üyesi Mehmet Ali Çelebi’den geldi. Çelebi,  twitter hesabından, Perinçek, Abdullah Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil verdiğini hatırlaratarak, “Ali Türkşen çiçek vermedi bayrak dikti. Deniz Kuvvetlerinde çevirin herhangi bir subayı sorun onun için idolüm der” dedi.

http://www.haberiniz.com.tr/gundem/ali-turksene-kotu-subay-diyen-perinceke-fena-yanit-442132h.html


***

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI,  ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,


DÜNYAYI ELİTLER Mİ YÖNETİYOR? 

Buraya kadar olan bölümde Türkiye’nin hassas sorunlarının bölgesel ve küresel güce sahip devletler tarafından nasıl kullanıldığını gördük. Tabiiki bu devletler bunu elle tutulur gözle görülür bir şekilde yapmıyorlar. Fakat unutmamak gerekir ki her devlette o devletin politikalarını etkileyen elit bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal olarak çok az olsa da etkileri bununla ters orantılı olarak çok büyük. Bu aynı zamanda onlara karşı neden kolayca 
önlem alınamadığını da gösteriyor. 

Türkiye, bölgesel güç olmaya doğru ilerlerken, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve İsrail’in bazı baronları bundan rahatsızlık duydular. Her ne kadar Obama’nın arkasındaki lobi gücü AK Parti’nin yanında olsa da Cumhuriyetçi Amerika derin devleti ve Londra’nın gücünü Kraliçe’den alan derin yapısı bu partiye karşı. Dolayısıyla da “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir şekilde gitsin de Türkiye’yi durduralım” görüşündeler. Altın, döviz kuru ve borsalar  daki oyunlar bu isteğin delili olarak gösterilebilir. Diğer yandan, şurası bir gerçek ki son bir yılda Avrupa’dan 300 milyar dolar çalan faiz çetesi gözünü ekonomik darbelerin yıkamadığı Türkiyeye çevirdi. Bu anlamda Gezi olayları aslında Türkiye’nin öngörülemeyecek biçimde büyümesinden rahatsız olan devlerin apolitik Y gençleri üzerinden teşebbüs ettiği sosyal bir darbe girişimi. Olayların arkasındaki güç ise küçümsenecek gibi değil. 2001 ekonomik krizini kasten çıkardığı bilinen Bilderberg seviyesindeki yerli mason baronları Gezi olaylarına finansör olarak perde arkasından destek 
verdiler. 

Bu grup Türkiye’nin Ortadoğu’nun yükselen yıldızı olmasını Osmanlı’nın yeniden dönüşü olarak algıladığından Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor. Bu sebeple Gezi olayları yoluyla imaj yıkma operasyonun hedefi sadece Türkiye değil aynı zamanda Başbakan Erdoğandı. Bu imaj zedeleme girişimi bilindiği gibi büyük oranda sosyal medya üzerinden yürümüştü. Peki sosyal medyayı organize edenler kimlerdi? 

Derin Almanya’nın Türkiye medyasının yüzde 60’ını elinde bulundurduğu gerçeğini görmeden sosyal medya devriminin aktörlerini görmek mümkün değil. Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Alman vakıflarının Gezi eylemcilerini desteklemelerini ve Alman medyasının olaylara daha once görülmedik bir biçimde sahip çıkmasını neye bağlamak gerekir? Aslında cevap İstanbul’un son senelerde şahit olunan yükselişinde gizli. Berlin, 
Paris, Londra ve Washington’dan gelen ve İstanbul’un finans merkezi olmasını çıkarlarına aykırı gören baronlar yerli çıkar ortaklarıyla bir yıl boyunca boğazda bir çok plan yaptılar. Tam bağımsız bir Türkiye’nin baronları korkutuyor olması ise planların odak noktası. 

Hatırlanacaktır Gezi’de üç sosyoloğun düşünceleri ön plana çıkmıştı. İtalyan yazar Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ kitabının bu konuda önemli bir kitap olarak ele alınabilecğini düşünüyorum. Tam da onun dediği tarzda hegemonik amaçlar taşıyan güçler ekonomik işgal ve kültür emperyalizmi için hedef seçilen kapitalizmin odak noktası Taksim’de sosyal patlama oyunu kurguladılar. Fakat bu kadarı, yani sol görüşlü olanla olmayanı aynı çatı altında birleştiren söylem Gramsci’nin bile aklına gelmemişti  muhtemelen! Türkiye’de birbiri ile yakınlaşan bir çok farklı görüşü ortak düşman veya dost etrafında birleştiren Gezi olayları sırf bu yüzden bile fenomen olmayı hak ediyor. 

Farklı grupların bir eylem etrafında birleşmesi tabii ki tesadüfi olamazdı. Bu durumun teorik yapısı titizlikle hazırlanmıştı. Böylelikle Gezi’de aktif sivil toplum örgütlerinin organize ettiği hareketlerin teorik alt yapısı, Avusturyalı düşünür Karl Popper’in “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabındaki düşünce lere dayandırıldı. Uygulanan yöntemler ise dünyaca ünlü siyaset bilimci Gene Sharp’ın yazdığı “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve 
“Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından alındı. Kendisini savaş karşıtı olarak tanımlayan Sharp kitaplarında etkili bir sivil itaatsizlik hareketi için 189 farklı eylem metodu öneriyor. Dolayısıyla Geziciler, duranadam ve soyunan kadın eylemleri ile akıl hocalarını ilan etmiş oldular. 

Gezi olaylarının bu kadar etkili olmasında NATO’ya bağlı gladyoların halen aktif olmasının da büyük rolü bulunuyor. Bilindiği üzere soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü olarak ise Rockfeller ve Rothchild Grubları başı çekiyor. Bu gladyoların en güçlüsü Almanya’dadır. O kadar ki eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa 
Birliği dağılır. Daha ilginç olan bilgi ise uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verilmesiydi. Bu nedenle Türkiye’de en fazla ajana sahip ülke Almanya’dır. Fakat Alman gladyosuna bağlılık Türk galdyosu için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Yıllardır etkisi altında kaldığı CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’unu da bu yola sürükleyerek onları da hedef haline getirmiş oldu. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Türkiye’deki Ergenekon’un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapse girerken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı. 

Alman ve Türk gladyoları arasındaki ilişkinin ortaya çıkması ise Türkiye’de başlatılan Ergenekon operasyonu sırasında su yüzüne çıkmıştı. Ankara’da Ergenekon operasyonu soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel Müdürlüğü Alman istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Her şey işte bu bilgi isteme neticesinde başladı. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon örgütüyle ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Alman İstihbarat Teşkilatı (BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etmesi ortalığı karıştırmıştı. Önce yanıt gelmedi. Ancak Türk emniyeti Almanya’dan Ergenekon’un uyuşturucu ticareti konusunda telefon dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına 
belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ‘in uyuşturucu kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu . 
PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir tercüman Türk makamlarına verilen belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin hem Almanca hem de Türkçe çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22) 

BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde Tavukçuoğlu ile Tekin arasında geçen 14 dakikalık telefon görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer Tekin, kendisine "dikkat et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz 
burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu, Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz, 2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü. 

ERGENEKONUN GÖLGESİ ALMANYA’YA DÜŞÜYOR 

İlgnçtir, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-İç İstihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon örgütüne de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve Münih şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı kuruluşlar arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ teşkilatlar yer alıyordu. (23) 

Ergenekon’un izlerine Almanya’da da rastlanması gösteriyordu ki, elbette Ergenekon kolay çökecek bir yapılanma değildi. Türkiye’deki dava sürecine dahil edilenler örgütün çökmesi için yeterli değildi. Ergenekon siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini yürütüyordu. 

Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı. 
Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu. Türkiye'de Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi bankasıydı. İngiltere, İsrail ve ABD'nin adı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Eğer Ergenekon sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacağı kesindi. Bu yüzden de ikide bir Deniz Feneri dosyasını çıkarmaları şantaj içindi. Yaptıklarında şu ana kadar başarılı da oldular, 
Almanya, Ergenekon ilişkisi ve Kürt-Alman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı. 

Ergenekon’un Almanya’da da çıkması tesadüfi değildi. Sistem kurma dehası Almanlar’ın bu oluşumlarla ilgisini tesadüfe bağlamak gerçekçi değildi. Bir çok olayda bu çok açık görülüyordu. Mesela, Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı olan Selim Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa Çürükkaya'yı yurtdışına Veli Küçük’ün yardımıyla Almanlar çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi. 
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın Ortadoğu'da halen ekonomik bir savaşı vardı ve bu savaşı Kürtler gibi etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Fakat sadece etnik gruplar değil Cemalettin Kaplan gibi gruplar, sol gruplar da bu iş için kullanılıyordu. Oyunun genelini yöneten ise Almanlardı. Sadece Türkiye üzerinde değil, İran üzerinde de aynı 
şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri ihale söz konusu olunca Metin Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim etmekten çekinmedi. Vermeden öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın 
intihar etmesini sağlamaya çalıştı. 

CEMALETTİN KAPLAN ASKERİ İHALEYE KURBAN 

Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgiler çarpıcıydı: ‘Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist' kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok 
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında verilen kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan suçlu muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var. 

Bir insan 'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse buna dokunmaz. Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor. 
Metin Kaplan'ın, 12 Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir karar" dı. Kaplan Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın suçlu olduğuna dair mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk çerçevesinden baktığımız zaman Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi mümkün görünmüyor du. Ama ilginç bir şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly, Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly, 
Metin Kaplan'ın iade edilmesi için Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek intihar edip etmediğine baktıklarını söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme süreci devam ederken bile polislerin sürekli 
kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar kimseyle konuşmadım. Ama bu olay yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya başladım. Kaplan'a yapılanlar dan sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin Kaplan davasını üstlendiğim için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor davası oldu. Bu davadan dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli telefon açarak 'Niye Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı dinliyorlardı. Şimdiye 
kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan Kaplan davası oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına cevap vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti. 

Müslümanların aleyhine birçok yasa çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii de namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor’ (26) 

Almanya Alman avukatın anlattığı gibi müslüman olanlara bu türden baskılar uyguluyordu. Diğer yandan Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade önemseyen Almanya, PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca eurosunu görmezden geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon ve Balyoz davalarının çürük olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth Jenkins'e 
destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki liberal Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın, darbeci zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak görüyorlardı herhalde! 

AYDIN DOĞAN’A ALMAN LİYAKAT ÖDÜLÜ 

Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm medya organları aracılığıyla Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a, Temmuz 2009'da Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Alman Axel Springer Grubu arasındaki ilişkiler de ilginç. Mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesiydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık 
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27) 

LEOPAR TANKLARI VE KUNDAKLANAN TÜRK AİLE 

Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya’daki Türk toplumu, zaman zaman iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı olarak kullanıyorlardı. Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki Türk toplumunu zaman zaman hem Almanya’nın hem de Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekilendirmek için kullandı. Ankara ise sadece tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve 
Türkiye çatışmalarında her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar tanklarının güneydoğu da PKK terör örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda diplomatik alanda tartışmalar devam edip giderken, Almanlar tankların satış sözleşmelerine göre kendilerinin istemediği yerlerde bu tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu. 
Türkiye ise parası verilip alınmış tankları ve silahları istediği her yerde kullanabileceğini iddia etmekteydi. 

Diplomatik alanda bu tartışmalar devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya sürmeye karar verdi. Bir ‘yerler’ tarafından organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde Almanya’yı protesto gösterileri yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin yumuşak karnı olan Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen şehrinde Türklere ait Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi. Almanya ile 

Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman zaman AB-Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu v.s gibi her konuda çatışan iki devlet hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle bir örnek verecek olursak Bergama’da ki altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine ‘müttefik’ Almanya’nın işiydi. O madenin Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de sonra dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Almanya‘nın, Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar  dolarlık bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28) 

BİR AÇIKLAMAYA BİR KUNDAKLAMA 

Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanyayı kast ederek “Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla (Frederic Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı faaliyetlerde bulunuyorlar” dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini faaliyetlerinin kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok zaman 
geçmeden 3 Şubat 2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı ve 9 kişi yakılarak öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında Alman makamları tarafından doğru düzgün bir soruşturma yapılmadı, olay bir iki alkolik sokak serserisinin üzerine yıkıldı ve onlar da zaten kısa bir süre sonra salıverildiler. 2000’li yıllara kadar hep savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve 
özelliklede dışişleri bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı. 

Sınır komşularıyla olan birçok problem ortadan kaldırılırken Türkiye Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde büyük söz sahibi oldu. Bİr başka deyimle yönetilen-yönlendirilen konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarını da derinden etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck, 
Karlsruhe, Friedrichshafen, Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama eylemi ve dokuz masum vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir hükümetin de verdiği özgüvenle olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli makamlarını da katarak daha önceki yıllarda sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk ettiğini ve yabancı ülkelerdeki vatandaşlarının arkasında olduğunu o ana kadar konuyla ilgili umursamaz hatta kibirli 
yaklaşan Alman politikacılara göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından AK parti kabinesinden bakanların ve sonrasında da bizatihi başbakanın olay yerine gelerek Alman makamlarına hesap sorar bir şekilde konuşması ve davranması Türkiye’nin bu konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını 
bir anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale soktu. Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. (29) 


Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık olduğunu belirtelim) “Asimilasyon bir insanlık suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona evet ama asimilasyona kesinlikle hayır” şeklinde konuşması, Alman siyasiler ve medya tarafından günlerce tartışıldı. Konuşma hep bir ağızdan “paralel toplum istemiyoruz” 
şeklinde karşılık bulmuştu. Başbakan Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf yine aynı söylemleri tekrarlaması ve Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve bu ülkede siyaset yapıp söz sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk başbakanının Almanya’nın iç işlerine karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi. Başbakanın verdiği mesajlar, sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Erdoğan’ın, 12 Nisan 2011 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine Türklere yönelik yaptığı miting de “Şunu açık açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz, kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir kültür var” demesi Avrupa Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü ülke üzerinden tüm Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir mesaj verilmişti. Senelerce Türkiye’yi ‘hasta adam’ sınıfına koyan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’ korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar. 
(30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranının Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha fazla bir orana erişmiş olması bu korkuyu daha da körüklüyordu. Bazı AB ülkelerinde ki Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir: 

ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon 

 HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin. 

 FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin 

 İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin. 

 İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin. 

 AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin. 

 İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 70 bin. 

 Balkan ülkelerinde kalan birkaç milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Türklerin Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk beş milletten birisi olduğunu söylersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne yapmaktadır diye sorduğumuzda ise rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir hiçtir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

3 Ekim 2017 Salı

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 2


Kontrgerilla Geri mi Döndü?

Sorulara verilecek cevaplar, saldırının bir öğrenci örgütlenmesi boyutunu çok çok aştığını ortaya koymaktadır. Tüm terör örgütleri bir şekilde biraraya getirilmiş, ellerine satırlar verilmiş, saldırı gerçekleşsin diye okulda kimlik kontrolleri kesilmiş, belli okul yöneticileri olayı görmüş ve sadece izlemiştir.

Yani olayın planlayıcısı, hem bu terör örgütlerine hakimdir, hem de üniversitelerde gücü bulunmaktadır. Hatta saldırganlar serbest bırakılmıştır. Demek ki o güç emniyet ve yargı içinde dahi güçlüdür.

Şimdi Türkiye bu karanlık gücü ortaya çıkartmak göreviyle karşı karşıyadır.

Bu büyük organizasyonu tertipleyenler kimlerdir?

Bu karanlık gücün, devlet içinde bir uzantısı var mıdır?

Yetkililer bu soruları yanıtlamalıdır, çünkü olay kontrgerillanın yeniden işbaşına döndüğünü düşündürtecek kadar büyük bir organizasyondur.

10 terör örgütü saldırıyı üstlenen ortak bildiri dağıttı

Şimdi bu karanlık gücü ortaya çıkartmaya yarayacak soruları soralım.

Saldırıdan hemen sonra üniversitelerde altında 10 tane terör örgütünün ortak imzası bulunan bir bildiri dağıtılmıştır. Bildiride ilk imzacı PKK’dır. Bildiride üniversitelerdeki Atatürkçü öğrenciler Ordu’yu savunmakla, YÖK’ü savunmakla ve Kemalist olmakla suçlanmaktadır. Bu suçlamadan sonra ise MGK uzantısı ADKF’yi okula almayacakları belirtilmektedir.

O halde saldırganların hedefi üniversitelerde Atatürk’ü, Türk ordusunu ve YÖK’ü savunan Atatürkçü öğrencilerdir. Ya da Atatürkçü öğrencilerin hedef alınmasının sebebi budur.

Bu Ülkede 15 yıldır Atatürkçüler öldürülüyor

Olaya bu çerçeveden bakınca, yaşanan saldırının gerçek boyutu ortaya çıkar.

Türkiye’de çeşitli etnik bölücü ve dinsel bölücü terör örgütleri 1990’lardan beri terör saldırıları düzenlemektedir. Bu saldırıların başlangıcı Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucusu Prof. Dr. Muammer Aksoy’un öldürülmesiydi. Daha sonra Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı öldürüldü. En son geçtiğimiz yıl Dr. Necip Hablemitoğlu öldürüldü. Arada saymadığımız isimleri de buna ekleyelim.

Ve soralım; burası nasıl bir ülkedir ki bu ülkede Atatürkçüler onbeş yıldır teker teker öldürülmektedir?

Bu ülkede neden sadece Atatürkçüler öldürülmektedir?

Türk devletinin direnç noktalarına planlı saldırı

Sorunun cevabı basittir. Öldürülenlerin kimliği tektir, hepsi Atatürkçü, hepsi bölücülüğe karşı, hepsi Türkiye’nin ulusal birlik ve bütünlüğünden yana insanlardır. Hepsi emperyalizme karşıdır ve hepsi emperyalizmin çeşitli terör örgütlerini kullanarak Türkiye’yi bölmeye çalıştığını düşünmekte ve buna karşı çıkmaktadır.

Yani hedef doğru seçilmektedir. Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunan bir Atatürkçü aydın kuşak vardır ve bunlar toplumda çok etkilidir. Bunlar o nedenle ortadan kaldırılmalıdır. Ve kaldırılmıştır da. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’ni savunacak kaç aydınımız kaldı ki geriye?

Bu terör saldırılarına bir önemli saldırıyı daha ekleyelim: Eşref Bitlis suikasti. Bilindiği gibi Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de PKK’yı bitirecek bir plan üzerinde harekete geçeceği sırada uçağı düşürülerek öldürülmüştü.

Dikkat edilirse Türk devletinin direnç noktalarına yönelik bir planlı saldırı sözkonusudur. Bu saldırının hedefi Atatürkçüler ve Jandarma Genel Komutanı’nın şahsında Türk ordusudur. Saldırılar Türk devletini savunmasız bırakma amaçlıdır. Nitekim Türk devletini savunan etkili isimler öldürülerek ortadan kaldırılmaktadır.

Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve en son Necip Hablemitoğlu...

Terörist örgütler tarafından katledilen Atatürkçü aydınlardan sonra sıra Atatürkçü gençlere mi geldi?

Yeni Hedef Atatürkçü Gençler

En son PKK bildirisi, bu suikastlerin yeni hedefini göstermektedir: Atatürkçü gençler.

Türkiye’nin Atatürkçü aydınları öldürülmüş ve sıra Atatürkçü gençlerine gelmiştir. Çünkü bu Atatürkçü gençler tıpkı öldürülen Atatürkçü aydınlar gibi Türk devletini savunmaktadır. Üstelik üniversitelerde çoğunluk olmuştur bu gençlik. Durum o kadar vahimdir ki neredeyse terör örgütleri okularda iş yapamaz duruma gelecektir. Bunlar terör örgütlerinin bildirisinde yazanlar. Ve ekliyorlar bu Kemalist baskıyı kıracağız!

Şimdi Türk aydını ve Türk milleti büyük bir sorumluluk altındadır. Türkiye Atatürkçü aydınlarına sahip çıkamamış ve onları terör örgütlerine yem etmiştir. Sırada Atatürkçü gençler durmaktadır, onlar da yem olursa, bu devleti savunacak hiçkimse kalmayacaktır!

Tarih, ders alınacak olayları ortaya koymaktadır. Oyun büyüktür, Türkiye’yi dayanıksız bırakma tezgahıdır, bu oyun için irili ufaklı terör örgütlerinin kullanılıyor olması olayın büyüklüğünü gözlerden kaçırmamalıdır. Nitekim Türkiye tarihinde olmayan tüm terör örgütlerini birleştiren güç, gerçekten çok kudretli olmalıdır.

Barbaros Bulvarı’nda elinde satır ve döner bıçağıyla Atatürkçü gence saldıran o maskeli terörün ardındaki güç, dün Muammer Aksoy’u, Uğur Mumcu’yu, Eşref Bitlis’i öldüren güçtür!

Hedef Türk devletidir, saldırgan maskeli terör örgütüdür ama maskenin ardında Türk devletini güçsüz düşürmek isteyen büyük devletler vardır. Bu organizasyonun hangi büyük emperyalist devletin eseri olduğunu ortaya çıkartmak da Türk devletinin görevidir.

Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme girişimi

Peki organizasyon başarılı olabilmiş midir? Hayır! Çünkü öldürülmek istenen ve bu ölümden sonra dağılması planlanan Atatürkçü gençler, direnmiş ve ölmemiştir.

Dahası Atatürkçü gençleri, çatışma ortamına çekme ve gençliği terörize etme çabası da sonuç vermemiştir. Atatürkçü gençler büyük bir olgunlukla, bu oyuna gelmeyeceklerini açıklamışlardır.

İşte bu nedenle ölmeyen Atatürkçü gençleri basın yoluyla öldürme görevi başta Hürriyet gazetesi olmak üzere medyaya devredilmiştir.

Son 15 günün gazeteleri ve televizyonları birer belgedir. Bunca yıldır mücadele eden, Türkiye’nin en çok okunan fikir dergisini çıkartan Atatürkçü gençler ilk defa basına girebilmiştir, hem de manşetlerden! Basının saldırıyı veriş tarzı anlamlıdır, saldırıya uğrayan Atatürkçü gençler ismi cismiyle anılmakta ama saldırganın kimliği gizlenmektedir. Yani terör örgütü PKK’nın Barbaros Bulvarı’nda başaramadığı linç girişimi gazete sayfalarına taşınmıştır.

Saldırının Başında Hürriyet gazetesi var

Saldırının başını Hürriyet gazetesi ve Ertuğrul Özkök çekmektedir. Özkök bizzat kendisi iki yazı yazarak Atatürkçü gençleri karalamaya çalışmıştır. Önerisi ise Atatürkçülerin Mustafa Kemal’in kalpağına sahip çıkmaktan vazgeçmesidir. Ona göre Atatürkçüler kalpağı sahiplenmekten vazgeçirilmelidir. Çünkü kalpak doğrudan emperyalizmi hedef alan bir Kuvayı Milliye sembolüdür.

Saldırıyı bölücü örgütün gazetesi devam ettirmektedir. Onlara göre Atatürkçü öğrencilerin tavrı ile Türk Ordusu’nun tavrı aynıdır. Türk Devleti “gerillaya” operasyon düzenlerken okullarda da Atatürkçü öğrencileri PKK’nın üzerine sürmektedir.

Şeriatçı gazeteler de saldırıya katılmaktadır. Onlara göre saldıran PKK değil Atatürkçülerdir. Atatürkçü öğrenciler okullardan uzaklaştırılmalıdır.

Türk milleti Atatürkçü evlatlarına sahip çıktı

Tüm bu yayınların amacı, toplumun gözbebeği Atatürkçü gençleri, çatışan bir taraf olarak gözden düşürmektir.

Ancak bu oyun tutmamıştır. Çünkü insanımız medyanın sandığı gibi aptal değildir. Türk milleti bu saldırının kendi evlatlarına karşı olduğunu görmüş ve Atatürkçü gençlere sahip çıkmıştır.

Bunun ufak bir kanıtı TÜRKSOLU’nun son sayısında yayınlanan destek mesajlarıdır. Türkiye’nin dörtbir yanından binlerce yurttaşımız saldırıyı duyar duymaz Atatürkçülerin yanına koşmuş onlara siper olmuştur.

Bunun böyle olması da gayet doğaldır. Çünkü bu millet nice değerli evladını teröre şehit vermiştir ve daha fazlasını vermek niyetinde değildir. Türkiye’nin en önemli gerçeği belki de şudur: Türk milleti basına hiç inanmamaktadır ve onun yazdığının tam tersinin doğru olduğunu bilmektedir. O nedenle basın saldırısı Atatürkçü gençlerin haklılığını ortaya koyan yeni bir kanıt olmaktan öte bir işe yaramamıştır.

Son Tezgah: Ceviz Kabuğu

    Medya saldırısı da püskürtüldükten sonra yeni ve pis bir tezgah daha kurulmuştur. Ceviz Kabuğu Programı yapımcısı Hulki Cevizoğlu kullanılarak saldırı karşısında bölücü teröre karşı tekvücut olan Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratılmak istenmiştir.

Program organizatörü TÜRKSOLU’nu arayarak bizimle program yapmak istediklerini söylemiş ve bizim dışımızda hiçbir konuğun olmayacağını söylemiştir. Biz istiyorlarsa karşımıza PKK’lıları çıkartabileceklerini ve onlara karşı kendimizi savunabileceğimizi belirttik. Onlar sadece bizim fikirlerimizle ilgilendiklerini, bu fikirleri tartışmak istediklerini hatta yaşanan saldırıyı bile konuşmak istemediklerini söylediler. Bunun üzerine programa katılma kararı aldık.

Program günü ADD Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin’in de programa konuk olacağını öğrendik. Buna itiraz etmedik, çünkü kamuoyu önüne ADD ile birlikte çıkmak ve Atatürkçülüğü birlikte savunmak çok iyi bir fırsattı.

Hulki Cevizoğlu Atatürkçüleri birbirine düşürmeye çalıştı,

Programın hemen öncesinde Hulki Cevizoğlu’na Atatürkçüler arasında bir çatışma yaratmak niyetinde ise buna katılmayacağımızı ve böyle bir durumda programı terk edeceğimizi belirttik. Sayın Halil İbrahim Şahin’e de böyle bir durumda bu tür saldırılara cevap vermeyeceğimizi ADD Genel Başkanı olarak sözü kendisine bırakacağımızı söyledik.

Fakat programın ilk dakikalarından itibaren bir tezgahla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Çünkü Hulki Cevizoğlu, ADD Genel Başkanı’nın TÜRKSOLU ve ADKF’yi niye desteklediğini sorgulamaya başlayarak, sayın Halil İbrahim Şahin’den alehimizde söz almaya çalıştı. Şahin, Cevizoğlu’nun bu oyununa gelmedi. Bunun üzerine Cevizoğlu, ADD Diyarbakır Şubesi’nin TÜRKSOLU ve ADKF’yi karalayan bir faksını okuyarak şu görüntüyü yaratmaya çalıştı: ADD Genel Başkanı TÜRKSOLU ve ADKF’yi desteklemektedir ama ADD şubeleri karşıdır.

Bunun üzerine biz bu tartışmaya taraf olmayacağımızı belirttik. Halil İbrahim Şahin ise herkesin iddiasını ispatlamak zorunda olduğunu, ispatlanmayan iddialara ise kimsenin ve ADD Yönetimi’nin de prim vermeyeceğini belirtti.

Olayın bununla kapanması gerekirken, Hulki Cevizoğlu, tam bir saat ADD Başkanı’nın örgütüne hakim olmadığının, ADD’nin bölündüğünün propagandasını yaparak Halil İbrahim Şahin’i sıkıştırmaya çalıştı.

Programı neden terkettik?

Biz ise kamuoyu önünde Atatürkçüler birbiri ile çatışıyor görüntüsü yaratmak niyetinde olmadığımızı, bize karşı çıkan başka Atatürkçüler var ise bunlarla kendi aramızda konuşarak sorunlarımızı halledebileceğimizi söyleyerek programı terk ettik.

Programı terketmemizin ne kadar doğru olduğu hemen ortaya çıktı. ADKF düşmanlığından başka söyleyecek tek kelime bulamayan iki kişi çıkarak ADKF alehinde yarım saat propaganda yaptı, bu yetmiyormuş gibi Hulki Cevizoğlu alehimizde propaganda yaptı.

Bu son program, tüm Atatürkçülerin de gördüğü gibi tam bir tezgahtı. Önce ADD Genel Başkanı ile ADKF ve TÜRKSOLU karşı karşıya getirilmeye çalışıldı, bu tutmayınca, ADD’nin bir şubesi kullanılarak ADD içinde çatışma var görüntüsü yaratılmaya çalışıldı. Kendimizi savunmaktan vazgeçmek pahasına bu oyuna dahil olmayarak gerek ADD’ye gerek Atatürkçülere karşı sorumlu davrandığımızı düşünüyoruz.

PKK’nın Yanında Atatürkçülere saldıranlar

Fakat burada da cevaplanması gereken sorular olduğu ortadadır.

Öncelikle PKK ve diğer terör örgütlerinin Atatürkçü gençlere saldırısının hemen ardından, yaralananların Atatürkçü insanlar olduğunu göre göre, bir geçmiş olsun bile demeden sevinen ve ADKF’ye saldırı bildirisi yayınlayacak kadar saldırganlaşan bir takım insanlar olduğu ortaya çıktı.

Tüm Atatürkçüler PKK’nın yanında ADKF’ye saldırmanın ne büyük bir insanlık suçu olduğunu görmelidir. Atatürkçülerle PKK’lılar arasındaki mücadelede PKK’nın yanında açıktan yer alan bir anlayış daha ne kadar kendini Atatürkçü olarak sunabilecek?

Kaldı ki bu küçük grubun tüm iddiaları şeriatçı Vakit ve Zaman gazeteleri tarafından bir hafta boyunca tam sayfa verilmiştir. Vakit’in yazdıkları ile bu grupçuğun yazdıkları kelimesi kelimesine aynıdır. Vakit’in haber kaynağı olmak bir Atatürkçü’nün işi midir?

Aynı grupçuk, ADD Diyarbakır şubesini öne sürerek, ADD Genel Merkezi’ni kamuoyu önünde zor durumda bırakmaktan da geri kalmamıştır. Kendi derneğini televizyon önünde karalamaya çalışan bir anlayış, ADD içinde daha ne kadar barındırılacak?

Hulki Cevizoğlu’nun Atatürkçülere tezgah kurmasının şu veya bu şekilde aktörü ya da figüranı olmak, Atatürkçülerin yapacağı bir şey olabilir mi?

İçimizdeki hainler

Televizyonları izleyen herkes, küçük bir grubun, tek bir ADD şubesini kullanarak, hem ADD Genel Merkezi’ne, hem de ADKF ve TÜRKSOLU’na savaş açtığını gördü. Dahası bu oyunun, bu tezgahın kurulmasının bu grupçuğun eseri olduğu da ortaya çıkmış oldu. Yani Cevizoğlu’nun arkasına saklanarak Atatürkçülüğü yıpratmaya çalışanların kimliği bizzat televizyon ekranlarından apaçık ortaya çıktı.

Anlaşılan bu grupçuk, ADD Yönetimi’nde bir kişi ile, ADD Gençliğinde bir kişi ile ve ADD Diyarbakır şubesi ile, derneğin genel tavrının aksine bir örgütlenme içine girmiştir. Girmekle kalmamış dernek içinde tartışmaya açmadıkları iddialarını basına yollamaktadırlar. Bu, bir derneğin, hele hele Atatürkçü bir derneğin kabul edebileceği bir ahlaki davranış olabilir mi?

Bilindiği gibi Atatürk gerek Bağımsızlık Savaşı’nı verirken gerek Devrimleri yaparken, nasıl olmuşsa onun etrafına yerleşmiş bir kısım hainler, onu yıpratmaya çalışmış, onun kuyusunu kazmaya çalışmıştı. Yıllar sonra Atatürk’ün adını yaşatan bir dernekte aynı hain zihniyetin ortaya çıkması Atatürkçülerin içlerine sindirebileceği, görmezden gelebileceği bir ihanet olabilir mi?

Atatürkçüler teröre karşı vatanını savunur

O grupçuğun sözcüsü, bizzat televizyondan üniversitede ilk defa terör örgütlerinin Atatürkçülerin alehinde çalıştığını ve ilk defa Atatürkçülerin terör örgütlerine hodri meydan dediğini söyleyerek suçlamaya kalkışmıştır. Bu nasıl bir zihniyettir ki Atatürkçüler terör örgütleri ile mücadele ederken terör örgütlerini değil Atatürkçüleri suçlayabilmektedir?

Yıllar sonra terör örgütleri bize saldırıyorsa, bu Atatürkçüler güçlendiği içindir. Nitekim terör örgütleri bunu söylemektedir. Onlar Atatürk’ün ve Atatürkçülerin olmadığı bir üniversite istiyorlar ve bize o nedenle saldırıyorlar. Bizler de Atatürkçü gençler olarak, canımızdan başka verecek bir şeyimiz yok o da Atatürk’e feda olsun diyoruz!

Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmak en başta Atatürkçü öğrencilerin görevidir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ortada, Bursa Nutku ortada! Hem Atatürkçü olacağım hem de teröre karşı mücadele etmeyeceğim demek olabilir mi?

Hadi diyelim siz korkuyorsunuz, bırakın bari korkusuz Atatürkçüler mücadele etsin. Terörle mücadele etmemiz sizi niçin bu kadar rahatsız ediyor?  

....

Atatürkçülere Akıl vermeye Cüret eden
Kemal Yavuz 
kimdir?

Atatürkçü gençlik sokağa dökülmez..Demiş..,

Karamehmet’in kendisine lütfettiği köşeden Atatürkçü gençlere Atatürkçülük öğretme cüretini gösteren Kemal Yavuz, emekli bir askerdir. Her nasılsa Ordu içinde Orgeneralliğe kadar yükselebilmiştir. Emekli olduktan sonra ise onlarcasını CNN-TURK türü kanallarda gördüğümüz general eskileri ne yaptıysa o da onu yapmıştır.

Apoletlerini söker sökmez bir holdingin maiyetine girmiş, Rahmi Koç’un vasiyeti üzerine Maret’in yönetim kuruluna kabul edilmiştir. Boş zamanlarında Müdafaa-i Hukuk adlı Atatürkçü dergiye yazılar yazmış, onun kadrosuna katılmıştır.

Patronu Rahmi Koç’un Yunanistan’la kurduğu garip ilişkiler Müdafaa-i Hukuk’ta haber olarak yer alınca istifa etmiştir. İstifa metninde bir zamanlar yazı yazdığı dergiyi servet düşmanlığıyla suçlamıştır.

Türkiye general eskilerini özellikle Irak savaşından dolayı çok yakından tanıyor. Bunlar emekli olur olmaz kapağı bir holdinge atarlar, ardından da televizyonlara çıkıp Amerikancı yorumlar yaparlar. Kemal Yavuz da Irak’a saldırı boyunca televizyonlarda Amerikalılara akıl hocalığı yapmıştır.

PKK’lılar Atatürkçülere saldırırken Türk Ordusu’nda bir dönem generallik yapmış birisi tutup Atatürkçülere saldırırsa bu Türk ordusu açısından son derece üzücü bir durumdur.

Ancak Türkiye Kenan Evren gibi Atatürkçüleri nasıl dikkate almıyorsa Onu da almıyor. O nedenle gazetemizde ona bu kadarcık bir kutu açmakla yetindik. 
Kendi propagandasını, Apo’ya gül vermekle tanınan dergiden okuyabilir. Kendisne hayatta başarılar diliyoruz... Dilerse beşinci sayfamızdaki Atatürk’ün Bursa Nutku’nu  okuyabilir.

Atatürkçü gençlik sokağa dökülür..,

Aynı tür iddiayı bir gazetemizde emekli general Kemal Yavuz da öne sürdü. Ona göre Atatürkçüler sokağa dökülmezmiş! Emekli generalimiz belki bilmiyordur ama Atatürk’ün gençliğe emridir gerekirse sokağa dökülmek. Nitekim 27 Mayıs Devrimi Atatürkçü gençler sokağa döküldükten sonra oldu. Gençlerin sloganı Ordu-Gençlik eleleydi, ordunun sloganı da!

Hadi diyelim tarih bilgisi kıt, ya 28 Şubat’ı da mı unuttu? O gün televizyonda gördüğü gençlerin, 28 Şubat öncesi okullarda şeriatçı teröre karşı duran gençlik olduğunu bilmiyor mu?

Şimdi ordudan emekli olmuş bir eski general bize kızıyor. Niye kızıyor anlamadık. Bölücü örgüte karşı çıkan, o örgütün satırlı saldırısına uğrayan Atatürkçü gençlere saldırmak, Türk ordusunda görev yapmış birinin işi olmamalıydı, Türk ordu tarihi bu yazıyı kara bir leke olarak kaydedecektir.

ADD’ye düşen görev

Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi ve Genel Başkanı sayın Halil İbrahim Şahin ve ADD’nin burada adını sayamayacağımız onlarca şubesi, bu saldırı sırasında gereken Atatürkçü tavrı ortaya koymuş ve bizi desteklemiştir.

Bizlerin bugüne kadar hiçbir grup ya da kişi alehinde, kötü bir söz bile söylemediğini binlerce ADD’li çok iyi bilir.

Ve yine bizim ADD’nin tüm faaliyetlerine yardımcı olmak için çaba gösterdiğimiz, bunun karşılığını beklemediğimiz, hele hele ADD içinde bir örgütlenme yürütmediğimiz, hiçbir yerde yönetici görevlere talip olmadığımız çok iyi biliniyor.

Atatürkçü gençlik, üniversitelerde Atatürkçülüğün yayılması için mücadele etmektedir. Bunun dışında ADD ile omuz omuza mücadele etmektedir.

Bizler ADD içinde hizip örgütlemek, yönetim içinde çatlaklar yaratmak, ADD yöneticilerini birbirine çekiştirmek gibi küçük oyunlarla uğraşmamaktayız. Bu son tezgah, bu tür küçük hesap peşinde koşanların gerçek niyetini ortaya koymuştur. Bundan sonra bu grupçuğa daha fazla müsamaha gösterip göstermeyeceği ADD yönetimine kalmış birşey.

Fakat bu grupçuğun okullarda terör örgütleri ile ADKF alehinde yaptığı işbirliğinin, şeriatçı gazetelere jurnallerinin hesabını da en başta Atatürkçü kamuoyunun vicdanı verecektir. Buna da güvenimiz tamdır.

Atatürkçü gençliği savunmak vatanı savunmaktır

Sonuç olarak tüm Türk milletini ve özellikle Atatürkçü yurttaşlarımızı, oynanan oyun konusunda uyanık olmaya çağırıyoruz. Oyun Türkiye’miz üzerinde oynanmaktadır. Adı Sevr’dir.

Atatürkçü gençlik bu plana karşı engel haline geldiği için saldırıya uğramaktadır.

Bugün Atatürkçü gençliği savunmak o nedenle vatanı savunmaktır. Nitekim Atatürkçü gençlerin yaptığı tek şey de vatan savunmasıdır.

Atatürk gençliğini ne terör örgütlerinin satırlı saldırıları, ne basının tezgahları durdurabilir.

Atatürkçü gençlik bu saldırılardan çok geçmiştir.
Bu tezgahlara karşı da uyanıktır.
Bizi durdurabilecek ne bir terörist saldırı ne de tezgah olabilir.


http://www.turksolu.org/31/aciklama31.htm

***

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 1


ADKF ve TÜRKSOLU'ndan Açıklama - Atatürkçü Gençlere Büyük Tezgah BÖLÜM 1


26.05.2003/Sayı:31

ADKF ve TÜRKSOLU'ndan açıklama
Atatürkçü gençlere büyük tezgah

Atatürkçü gençlere PKK saldırısı

PKK önderliğindeki terör örgütlerinin üniversitelerdeki Atatürkçü gençlere yönelik fiili saldırısı, medya organlarına yerleştirilmiş karanlık odakların tetikçilerinin karalama kampanyası ile devam ediyor. Son 15 günün gazete manşetlerine bir bakmak saldırı kampanyasının boyutunu anlamaya yeter. En son Ceviz Kabuğu programında kurulan ama Atatürkçü gençlerin farkına vararak düşmedikleri tezgah, hem Atatürkçü gençler için hem de Türk milleti için bir uyanma çağrısı olmalıdır.

Atatürkçü gençlere saldırı basında “sol içi çatışma” olarak yansıtılmaya, karşılıklı çatışan iki öğrenci grubu varmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Gerçi televizyon ekranlarında olayı izleyenler için herşey açıktı; bir tarafta ellerinde satırlar ve döner bıçakları olan 200 kişilik bir güruh, diğer yanda savunmasız otuz kişilik bir grup. Dolayısıyla, bir çatışma değil Atatürkçü gençlere yönelik bir saldırı olduğu kolaylıkla anlaşılabildi.

Ancak burada olayın saldırı boyutunu değil, bu saldırının ardında yatan nedenleri ortaya koymaya çalışacağız.

İşte Atatürkçülere saldıranlar

PKK, DHKP/C, MLKP, TKP/ML-TİKKO, TKP-Kıvılcım, TİKB, TKİP, Kaldıraç, Devrimci Parti Güçleri, Öğrenci Konseyleri, Devrimci Mücadeleci Gençlik: (ortak bildiri)

MGK Uzantısı ADKF Üniversiteden Defol!

İstanbul Üniversitesinde geçen hafta çarşamba günü başlayan ve yaklaşık bir hafta süren çatışmalar üzerine yoğun bir manipülasyon yapılmış ve halen de yapılmaktadır. Devletin ve medyanın gerçeklerle hiçbir alakası olmayan bu karalama kampanyası, üniversitelerdeki devrimci, yurtsever öğrenciler başta olmak üzere, öğrenci hareketimizin bütününe dönük yürütülen MGK güdümlü bir politikadır. Bu politika polis-idare-ADKF işbirliğinde üniversitelerdeki kışla düzenini, polis işgalini ve antidemokratik uygulamaları derinleştirmek amacıyla hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Ancak devrimci, yurtsever öğrencilerin kararlı tutumu MGK politikalarını boşa düşürmüş, başta ADKF çetesi olmak üzere, polis ve üniversite idaresi karşısında öğrenci hareketimiz bir bütün olarak net bir tavır almıştır.

Bu açıklama başından sonuna sürecin hem politik hem de pratik olarak sorumluluğunu üstlenmiş, bundan sonra da bu kararlılık içerisinde bulunacak örgütlerin, kurumların ve grupların ortak deklarasyonudur.
(Bu bildiri tüm üniversitelerde dağıtıldı!)

DHKP/C

ADKF, Genelkurmay’ın polisin ve üniversitelerde rektörlerin himayesinde bir çetedir. Devrimci, demokrat, islamcı, muhalif gençlik örgütlenmelerinin karşısına, “devletin gençlik örgütlenmesini” oluşturmak üzere arenaya salınmıştır.

MLKP

Politik amacı bir askeri cunta kurulmasını sağlamak olan, Irak savaşı süresince sıkça Kürt düşmanı bildiriler dağıtan, orduyu Kuzey Irak’ı şgal etmeye çağıran bu şovenist grup, “Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu” (ADKF) adı altında örgütleniyor ve bulunduğu üniversitelerde rektörlerin yoğun desteğini alıyor.

TİKB

Kesinti vermeden süren kovalamacanın sonucunda Barbaros Bulvarı’na gelindi. Burada devrimcilere taşlarla karşılık vermeleri üzerine devrimciler Mecidiyeköy istikametindeki yolu keserek trafiği durdurdular ve taş ve sopalarla saldırıya geçtiler. Atılan taş, bardaklar vs ile yaralanan ADKF’lilerin başında bekleyen diğerleriyle devrimciler sıcak temasa girdiler. Bu sırada kurtulabilen ADKF’liler kurtuluyor, kurtulamayanlar ise dövülerek cezalandırılıp bir kenara bırakılıyordu. Barbaros Bulvarı’nda 4 kez sıcak temasa girildi. Her seferinde de ADKF çetesi ağır kayıplar vermek zorunda kalarak geri çekildi.

TKP

Olaylar, “Türk Solu” adlı dergiyi çıkaran büyük çoğunluğu okul dışından 60 kişilik milliyetçi bir grubun solcu öğrencilere müdahale etmek amacıyla okula girmek istemesiyle başlamıştır.

Doğu Perinçek:

Olayların patlama noktası Gökçe Fırat Çulhaoğlu’nun liderliğini yaptığı ADKF’li öğrencilerin, devrimcilerin afişlerinin üstüne kendi afişlerini basmasıydı.

ÖDP

Dün olduğu gibi bugün de hedeflenen gelişen, büyüyen, muhalefete set vurmaktır. Bu eylemleri gerçekleştirenlerin kmlikleri bazen İslamcı, bazen Milliyetçi ve bugünlerde yaşandığı gibi bazen de “Solcu” olabiliyor. Bugün yaşananlar zorba bir zihniyetin üniversitelerdeki demokratik muhalefete yaptığı bir saldırıdır. Bilinçli ve maksatlıdır. Gelişen büyüyen üniversite muhalefetine çekilmek istenen setin bugünkü ismi “Türk Solu”dur.

EMEP

Biz Emek Gençliği olarak öğrencilere yöneltilmiş saldırganlığı kınıyor, ADKF-TÜRKSOLU’nun yarattığı terörü, üniversiteye ve bilime yapılan bir saldırı olarak görüyoruz.

Bu Kadar Terör örgütünü kim Birleştirdi?

Saldırgan grubun başını PKK çekiyor. Dev-Sol, MLKP, TİKKO ve adını sayamadığımız irili ufaklı 10’dan fazla terör örgütü onu takip ediyor. TKP, EMEP, SDP ve ÖDP gibi yasal partiler de bu terör koalisyonuna destek veriyor. Topladığımızda tam 20 grup ediyor.

Burada hemen şu soru akla geliyor; Türkiye’de legal görünümlüden illegaline tüm bu örgütleri birleştiren şey ne? Türkiye’deki solu az çok tanıyanlar çok iyi bilir, Türkiye tarihinde bu kadar grubun bir araya geldiği, hele hele birlikte bir saldırı örgütlediği görülmüş şey değildir. Bu tür gruplar, geçmişte ülkücülerle kavga ederken bile bu şekilde birleşmemişlerdi. O halde bunca yıllık tarihte olmamış olayı gerçekleştiren ve tüm bu grupları Atatürkçü gençlere karşı birleştiren kimdir?

İşte bizim açımızdan önemli olan ve cevaplanması gereken soru bu.Fakat burada hemen bir ayrıntı ile olayın gerçek boyutunu da ortaya koymak gerek. Türkiye tarihinde hiç olmamış bir şey daha bu saldırıda gerçekleşti. İlk defa kendine solcuyum diyen bu örgütler, ellerine satır ve döner bıçaklarını aldılar. Daha önce karşılarında satırlı ülkücü gruplar varken dahi eline satır almayan bu gruplara, Atatürkçü gençlere saldırmaları için o satırları kim verdi?

Dahası saldırının boyutunun iyi bilinmesi gerek. Terör örgütleri öldürmek için saldırdı

O gün okula giden Yıldız Teknik Üniversiteli 30 kadar Atatürkçü genç okula girer girmez, hazırlıklı bekleyen yaklaşık elli kişilik bir grubun saldırısına uğruyor. Atatürkçüler saldırıyı püskürtüyor. Olayın hemen ardından polis okula geliyor. Ama buna rağmen bu terör örgütlerinin adamları okula gelmeye başlıyor ve saldırganların sayısı 100’ü geçiyor. Atatürkçü öğrenciler okulu terkederek saldırının hedefi olmak istemiyor ve okuldan çıkıyor.

Ancak okul çıkışında polis tarafından engel olunmayan 100 kişilik saldırgan grup taş atarak saldırmaya başlıyor. Atatürkçü öğrenciler yaklaşık 15 dakika bu saldırganlara direniyor hatta saldırganları kovalıyor.

Fakat o 15 dakika içinde yaklaşık bir 100 kişi daha geliyor ve saldırganların sayısı 200’ü aşıyor. İyice kalabalıklaşan grup yeniden saldırıya geçiyor. Atatürkçü gençler bu 200 kişilik gruba da direniyor. 15 dakika daha süren saldırının en sonunda polis geliyor ve saldırganlar kaçıyor.

Geride dördü satır ve bıçak darbeleriyle ağır almak üzeri 24 yaralı var. Bu, bir saat süren saldırıya direnen Atatürkçü gençlerin bir saat sonraki fotoğrafıdır. Ama bu fotoğrafı iyi okumak gerek. Daha ilk andan itibaren Atatürkçü gençler kendilerini savunmasalar, direnmeseler orada öleceklerdi. Nitekim saldırgan grubun kalabalığı, ellerindeki öldürücü aletler ve o aletleri kullanış biçimleri saldırının öldürme amaçlı olduğunu ortaya koyuyor.

Burada planı bozan bir şey olmuştur. Atatürkçü öğrenciler, saldırgan grubu satır ve döner bıçaklarıyla silahlandıran ve Atatürkçü gençlere saldırtan gücün, hiç hesaba katmadığı bir direniş göstermiş ve canını ortaya koyarak canını kurtarmıştır. Atatürkçü gençler direnmese bu grubu silahlandıranların planı başarıya ulaşmış ve yerde Atatürkçü gençlerin ölüleri olmuş olacaktı.

Atatürkçülere Saldırılacağı önceden biliniyordu

Saldırı sonrası elde edilen bilgiler bunu teyit etmektedir.

Bu 20 örgüt saldırıdan iki gün önce yani 3 Mayıs günü bir araya gelmiş ve bu saldırı kararını oybirliğiyle almıştır. O andan itibaren saldırı aletleri temin edilmiş ve gruplar harekete geçirilmiştir.

Olay Emniyet istihbaratı ve jandarma istihbaratı tarafından izlenmiş ve tespit edilmiştir. 5 Mayıs günü Atatürkçülere saldırı olacaktır, saldırının boyutu ortadadır ve öldürme amaçlıdır hatta yeri bile bellidir: Barbaros Bulvarı!

Ama bu tuzağı bir tek Atatürkçü öğrenciler bilmemektedir, nitekim okula, hergün gittikleri gibi gitmişler ve savunmasız bir şekilde tuzağın ortasında bulmuşlardır kendilerini.

Satırlar üniversitede bir profösörün gözleri önünde dağıtıldı
Olayın hazırlanış boyutunu ortaya koyması açısından iki önemli nokta daha var.

Birincisi, 2 Mayıs Cuma günü, İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezi’nde (ÖKM) toplanan bir grup vardır. Bu grup ÖKM olanaklarından faydalanan ama terör örgütlerine bağlı bir gruptur. ÖKM bahçesine gelmiş ve satır torbasını açıp satırları bahçeye sermiştir. Sonra yere serilen satırlar örgüt liderleri tarafından örgüt örgüt paylaştırılmıştır. Ve bu paylaşım üniversite yöneticisi bir profesörün gözleri önünde yapılmıştır. Ve o Cuma günü kullanılamayan satırlar ancak üç gün sonraki saldırıda kullanılabilmiştir.

Önemli noktanın ikincisi ise okulda kimlik kontrolünün yapılmamasıdır. Bilindiği gibi İstanbul Üniversitesi öğrenci olaylarının sık yaşandığı bir üniversitedir. Bu nedenle okula giren öğrenciler kimliklerini göstererek girmektedir. Ama bu olaylar başlamadan hemen önce okulda kimlik kontrolü yapılması kesilmiştir. Hatta saldırı sonrası dahi kimlik kontrolü yapılmamıştır. Ve polisin gözleri önünde satırlı öğrenciler okula girmiş, yeni provokasyonlara girişmişlerdir. Olay okul yetkililerine bildirilmiş, okul yönetimi Emniyet tarafından da uyarılmış buna rağmen okulda kimlik kontrolü yaptırılamamıştır.

Atatürkçülere Satırlarla Saldıranlar İtiraf ediyor

Ali: (İstanbul Üniversitesi, 1981 doğumlu) DEHAP’ın ilçelerden yüzlerce insan geldi. Aynı şekilde İstanbul’un bütün üniversitelerinden ve Beyazıt’ın kendi solcuları Beyazıt’ta toplandı ve yaklaşık 600 kadar solcu olduk. Merkez kampüste beklemeye başladık. Çok kötü bir görüntü vardı, sopalar orta yerde çıkartıldı falan... “Polis koruması olmadan okuldan çıkarlarsa, yolda yakalarız ve yaparız yapacağımızı” dedik.

Haftasonu toplantılar yapıldı, farklı gruplardan temsilciler geldi. Pazartesi günü erken saatte, Edebiyat Fakültesi’ne topluca girilmesi kararı alındı. Şu ünlü “eli sopalı” hikâyesine geleceğim... Böyle dönemlerde, kendi güvenliğinizi sağlayabilmek için yanınıza sopanızı da alıyorsunuz, biber gazını da... Çatışma dönemlerinde toplu giriş ve çıkışlar yapılır. Bizim açımızdan bunun tarifi, can güvenliğini sağlamak ve ADK’lıların okula girmesine engel olmaktı.

Postexpress: Okula Girerken kimlik kontrolü var mıydı?

Ali: Sabah 7’de geldiğinizde her şeyi, yani istediğiniz kadar adamı ve malzemeyi içeriye sokabilirsiniz. Molotof kokteyli de olabilir, satır da olabilir...

Postexpress: Yanınıza ne tür aletler aldınız?

Ali: Tahta sopalar, demir sopalar, birkaç tane satır, biber gazı spreyleri... (ADKF’lilerden bahsederek) Ceketlerini sararak senin sopa hamleni savuruyorlar. Çok eğitimli ve çok azimli adamlar. Adamın kafası yarılıyor, kan revan içinde, hâlâ saldırıyor. Normalde, bu tür çatışmalar iki-üç dakika sürer, dayak yiyeceğini anlayan taraf kaçar. Ama bu adamlar, dayak yiyeceğini anlasa da gelmeye devam ediyor.

Ahmet: (Yıldız Teknik Üniversitesi, 1982 doğumlu) Ben de orada yer aldım. Demir vardı elimde, yüz ifadem sinirli, allak bullak... Orda beni görseniz, “şuna bak, dün ‘savaşa hayır’ diyen biri şimdi nasıl davranıyor” denilebilecek bir hal.

Ayşe: Gazetelere baktığımızda, olay çok korkunç gösteriliyor. Tamam, satırdır, sopadır, günlük hayatta çok elimizde tuttuğumuz şeyler değil ama bu kadar uzak olduğumuz şeyler de değil. Saldırdık ama bu bence normaldi.

Mehmet: Bence de tamamen meşru.

Ayşe: Bu adamların dergilerinin adı TÜRKSOLU ama Deniz Gezmiş’in resmini kullanıyorlar, solun geleneksel değerlerini sahiplenmeye çalışıyorlar ve bunları “ulusal sol” diye bir tanımlamanın içine koyuyorlar. Bizim yarattığımız, bize ait şeyleri sonuna kadar kullanıyorlar. “Sen de solcusun o da solcu. Ulusalcılık kötü mü?” deniyor. Bütün bunları insanlara anlatmak zor.

Mehmet: Bu satır meselesi çok abartılıyor, özellikle medyada çok çıkıyor. Mesela, o çatışmada ya bir tane ya da iki tane vardı...

Hasan: Karşı taraf öyle olunca, sopayla olmuyor. Satırın psikolojik bir etkisi var... Bizde bir kişide olursa, karşı tarafa büyük bir darbe vurur. Bir satırlı elli kişiyi dağıtabilir psikolojik olarak. Çatışmada psikoloji çok önemli. Bunun için elimizde döner bıçağı vardı, satır vardı; vardı yani... Bundan sonra da eğer gerekirse olacak.

Ali: Merak etmeyin, biz eline sopa verdiğimiz adamı da, satır verdiğimiz adamı da çok dikkatli seçiyoruz...

Hasan: Onlara karşı silah kullanmak zorundayız. Bence bu bizim açımızdan çok meşru ve bundan sonra da kullanacağız.

Ahmet: Satır olayına döneceğim. Bu bence insani değildir, ben hümanist bir insanım ve bunu tartışmaya da gerek duymam. Çoğu kişi bence olayların içine girdikten sonra dışarıdan bakamıyor. Son olay da bence kötü oldu. Ama uzun vadede biz kaybettik bence. Savaş sırasında çok meşru bir zeminimiz, geniş bir tabanımız vardı. Eylemlerimiz geniş bir kesimin gözünde çok meşrulaşmıştı ve tam bu sırada mevcut düzen silahlarını çok güzel kullandı. Bir çeşit şah çekti bize. Biz de bir hamle yaptık ve diyelim ki şahı kaçırdık, ama bu bize çok fazla zarar verdi. Vezirimizi yedirdik.

Savaşa karşı gösterilerde politikleşmeye başlayan insanlar gerçekten şu anda korkuyorlar. Tam biz bir alan açmışken, üstümüze çöktü. Arkadaşlarıma savaş kötüdür mötüdür diye anlattığım zaman dinliyorlardı. Ama şimdi arkadaşıma “Olay öyle gelişmedi” dediğimde, “Nasıl gelişirse gelişsin, çok kötüydü” diyor. Artık kesinlikle o insanla bir şey paylaşabilmek mümkün değil.

Çok basit bir şey söyleyeceğim, ben sınıfa gittiğimde, televizyonda görüntümü gören bir arkadaş benim dediğime güvenir mi sizce? Ben kendim gördüm. Hayvan gibi çıkmışım. Elimde sopayla saldırıyorum, yüzüm gerilmiş.

(Postexpress Dergisinden alınmıştır)

Karanlık Gücü ortaya çıkartacak sorular

Şimdi tüm bu noktaları ortaya koyalım ve şu soruları yanıtlayalım:

1- Üniversitelerde Atatürkçü gençlerin faaliyetinden rahatsız olan ve kavga ortamı yaratmaya çalışanlar kimlerdir?

2- Tüm bu legal-illegal örgütleri ortak toplantıya davet eden kimdir?

3- Bu toplantıda neler konuşulmuş, kimler ne önermiştir?

4- Bu toplantıda saldırıda satır kullanılmasını kim önermiştir?

5- Satırları hangi örgüt temin etmiştir?

6- Olaydan önce İstanbul Üniversitesi’nde satır dağıtan hangi örgüttür?

7- İstanbul Üniversitesi’nde bu satır dağıtımını gören ve buna karşı çıkmayan üniversite yöneticisi profesör kimdir?

8- İstanbul Üniversitesi’nde kapıda kimlik kontrolü yapılmasını kaldıran emri hangi üniversite yöneticisi vermiştir?

9- Emniyetin okulda arama yapma önerisini reddeden İstanbul Üniversitesi yöneticisi kimdir?

10- Tüm bu olacakları haber alan Emniyet istihbaratı Atatürkçü öğrencileri neden bilgilendirmemiş ve uyarmamıştır?

11- Saldırıya katılan, elinde satırla görüntülenen ve satırlarda parmak izlerine rastlanan ve terör örgütlerine mensup dört öğrenci nasıl olmuş da serbest bırakılmıştır?

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***