Fazilet Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fazilet Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2018 Çarşamba

Militan Demokrasi

Militan Demokrasi,



Ali Özsoy*

Militan Demokrasi


* İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan eseri "Militan Demokrasi", son yıllarda Türkiye'yi meşgul eden siyasi tartışmaların bir tarafı olarak önemli bir belge niteliğinde. Kitap Vural Savaş'ın çeşitli konuşmaları, makaleleri, Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatma davaları, Tayyip Erdoğan davasıyla ilgili iddianameleri ve Vural Savaş'ın seçtiği bazı makaleleri içeriyor.

Her kitap tarihe atılmış bir imza olarak algılanabilir. Özellikle 28 Şubat'tan beri Türkiye'ye hakim olmuş belli başlı polemik konularının ilk defa gazete köşelerinden çıkıp, taraflardan birinin düzenli ve açık bir fikir manifestosuna dönüşmesinin örneği bu kitap.

Nedir bu taraflar? İlk başta Refah-Yol hükümeti ve ona karşı olmak olarak adlandırılan kutuplaşma daha sonra pek çok bulanık ve yer yer yanlış sıfatlarla nitelendirildi. Tartışma ve siyasi çekişmeler "Askerler mi, siviller mi? Demokrasi mi, laiklik mi? Demokrasi mi, Cumhuriyet mi? Laiklik mi, vicdan özgürlüğü mü?" gibi gerçekliğin yalnızca bir tarafını, çoğunlukla da en yüzeysel yanını yansıtan ayrımlarla ifade edildi. Aslında birbirinden çok farklı olmayan ve çoğunlukla da birbirinin olmazsa olmaz tamamlayıcıları olan kavramlar, son yıllarda birbirinin zıttı ve yok edicileri gibi çeşitli siyasi odaklarca silahlaştırıldı lar.

Vural Savaş, başından itibaren bu tartışma ve çekişmelerin tam ortasında bulunan biri. 28 Şubat'la başlayan süreçte Genelkurmay Başkanı kadar tarihi rollere imza attı. Ve kendisinin de kitabında belirttiği gibi Türkiye'deki laiklik ve cumhuriyet mücadelelerinde "tarafsız" bir hukuk adamı olarak değil, Atatürk'ün belirttiği anlamda Cumhuriyet'ten yana "taraflı" bir hukuk adamı olarak yer aldı.

Kitap, gericiliğe karşı bir hukuk mücadelesinin ürünü. Bu mücadelenin içinden Vural Savaş, Türkiye'de bugün varolan iki esas ideolojik kutuplaşmanın birinin sözcüsü olarak çıkıyor. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, vicdan özgürlüğü gibi tüm kavramların, bütünlüklü bir kavrayışla sentezini oluşturmak için ortaya çıkarılmış bir eser diyebiliriz kitap için. Tüm bu kavramları tamamen farklı bir bakış açısıyla kaynaştırıp, Vural Savaş'ın durduğu noktanın tam zıddına ulaşanlar ve Türkiye'deki ikinci esas ideolojik kutuplaşmayı oluşturanlar da var. Bu kutup neo-liberal, ikinci cumhuriyeçi olarak adlandırılabilir. Sonuçta, adeta kavramlar üzerine bir savaş veriliyor. Kimse kavramları karşı tarafa bırakmak istemiyor.

Elbette bu savaş, bilimsellikten ve düşünsel tutarlılıktan sık sık sapabiliyor. Ancak Vural Savaş'ın kitabı bilimsel ve hukuksal açıdan önemli bir düzeyi ve tutarlılığı yakalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Uluşılan nokta ise: "Militan Demokrasi" kavramı. Bu kavram Vural Savaş'ın kendi buluşu olmadığı gibi Türkiye'de siyaset ve yönetimde önemli bir çevrenin gittikçe rejim tarifi olarak daha sık kullandıkları bir adlandırma. Sonuç: laiklik, ulusal bütünlük, cumhuriyetten asla ödün vermeyen, ulusal bağımsızlık konusunda daha duyarlı ve tüm bu hassasiyetler üzerinde kurulu bir demokrasi anlayışı. Şüphesiz bu anlayış kendi kendine birden ortaya çıkmadı. Türkiye'nin karşılaştığı gericilik, bölünme ve sömürgeleşme gibi tehlikeler son yıllarda bu kadar yoğunlaşmasıydı böyle bir rejim tarifine de gerek kalmayacaktı. Türkiye'ye ve halkımıza yönelik tüm bu tehlikeler sonuçta, kendi içinden çıktığı rejim için dahi önemli birer tehlikeye dönüştü. Cumhuriyet'in devrimci yıllarından bu yana uzun süredir belki de ilk defa rejimin savunulması adına ilerici bir tavır ortaya çıktı. 

Vural Savaş bu ilerici ve Cumhuriyetçi tavrın en keskin örneği. Düşüncelerini bu yüzden enine boyuna ele almamız ve tartışmamız gerekli. 

Militan Demokrasi Terimi

"Militan demokrasi" terimi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkıyor. Almanya'da Nazi partisinin, İtalya'da Faşist partinin demokrasiyi kullanarak güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri Avrupa ülkelerinde ve özellikle Almanya'da mücadeleci, kavgacı, militan olarak adlandırılabilecek bir demokrasi anlayışının yerleşmesine sebep oluyor. Almanya'nın Bonn Anayasası 21. maddede "Streitbare Demokratie" terimiyle bu anlayışı vurguluyor. 

"Militan demokrasi", demokrasinin kendini sürekli olarak düşmanlarına karşı aktif olarak koruması anlamına geliyor. Demokrasiyi tehlikeye atabilecek her türlü düşünce, eylem, örgütlenme veya partinin gerekirse daha tehlikeli hale geçmeden hatta eyleme dahi geçmeden engellenmesi, cezalandırılması demokratik rejimin hakkı olarak görülüyor.

"Ateşe ateşle mukabele" militan demokrasinin rejim düşmanlarıyla mücadele tarzı. Kavramın kendisinin ve uygulamalarının 2. Dünya Savaşı'nda tek parti diktatörlüğü ve faşist rejim deneyimi geçirmiş ülkelerde daha anlamlı olduğu kuşkusuz. Vural Savaş özellikle son 50 yılda militan demokrasi anlayışının klasik liberalizmin gittikçe daha çok yerini aldığını iddia ediyor.

"Demokrasilerde parti kapatılır mı?" tartışmalarına Vural Savaş, Avrupa ve Amerika'da süren militan demokrasi tartışmalarıyla katılıyor. Savaş'ın, pek çok örnek ile gösterdiği gibi ister "militan" olsun ister olmasın kendini demokrasi olarak nitelendiren ve çok partili parlamenter hayata sahip pek çok ülkenin partileri kapatabildiği veya yasal yollarla faaliyetlerini kısıtlayabildiğini, bir düşüncenin veya düşünce akımının cezalandırılabildiğini görebiliyoruz.

Aslında demokrasilerde parti kapatılmaz fikri her zaman boş bir polemik olarak kaldı. Belli ülkelerde şu anda parti yasaklarının olmaması bunun geçmişte hiç olmadığı veya gelecekte hiç olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu tür sorunlar toplumsal, siyasi ve ekonomik çelişmelerin derinleştiği ülkelerde her zaman ortaya çıkabiliyor. O ülkenin kendini demokratik olarak adlandırıp adlandırmaması bu gerçeği değiştirmiyor. Kitap verdiği onlarca örnekle bunu kanıtlıyor. Almanya'da Komünist Parti'nin (KPD) ve aşırı sağcı SRP partisinin 1950'lerde kapatılması, ABD'de Amerikan Komünist Partisi'nin kapatılması ve üyelerinin uğradığı baskılar, İngiltere'de IRA yanlısı Sinn Fein partisine yönelik halen devam eden kısıtlamalar, İtalya'da faşist parti yasakları... 

Son yıllarda ülkemizde yaratılan liberal batı demokrasileri fetişizmini ve bu fetişizmin hayat bulduğu hayaller dünyasını yıkmak aslında gerçek hayata biraz olsun bakınca çok kolay. Demokrasi, diğer bütün rejimler gibi sonuçta bir devlet yönetim biçimi ve tamamen tarihsel ve ekonomik şartlara dayalı sürekli değişebilen, gerektiğinde devletin bütün otoriterliğini hem iç hem de dış "düşmanlara" karşı gösterebilen bir rejim. 

Demokrasiyi herkesin baştan belirlenmiş belli, çok adil kurallara uyarak oynadığı şirin bir oyun zannedenler ya hiç bir tarih ve toplumbilim bilgisine sahip olmayan kişilerdir ya da basbayağı iki yüzlü bir tavırla demokrasiyi herkesi uyutmak için sihirli bir tılsım gibi kullanmak isteyenlerdir. Demokrasiler yalnızca Türkiye gibi azgelişmiş ve toplumsal dengeleri hassas ülkelerde değil, en eski demokrasi deneyimine sahip ülkelerde dahi büyük çalkantılara uğrayabilir. Hatta çağımızın en antidemokratik deneyimlerinin günümüzün "demokratik Batısında" yaşandığı yakın geçmişin gösterdiği açık bir gerçek.

Aslında Vural Savaş ne Refah ne de Fazilet Partisi kapatma davaları iddanemelerinde bu polemiklere girmek zorunda değil. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yasaları hem başsavcılara hem de mahkemelere zaten parti kapatmak için gerekli yetkileri vermiş durumda. Ancak Vural Savaş bu davaların güncel ve siyasi değerinin farkında. Bu davalar sadece iç politika değil, bir dış politika meselesi haline bile gelmiş durumda. Dolayısıyla kanunları ve anayasayı savunurken başsavcı, meşru zeminini güçlendirebilmek için güncel ve tarihi polemiklere girmekten hiç sakınmamış. 

Şekilci demokrasi anlayışının sık sık demokrasinin özünden uzaklaşıp "Demokrasilerde parti mi kapatılırmış?", "Demokrasilerde düşünceye sınır mı olurmuş?", "Demokrasilerde vicdan özgürlüğü nasıl sınırlanabilir?" gibi itirazlarının çürütülmesi, Vural Savaş'ın verdiği gerçekçi örneklerle kitabın başından itibaren başlıyor. Savaş'a göre demokrasi bir "hoşgörü" rejimi ve bu hoşgörü ortamını zedeleyebilecek her olgu demokrasiye aykırı olduğu için yasaklara tabi tutulabilir.

Buraya kadar herşey doğru. Gerçekten de demokrasilerde yasak da olur parti de kapatılır. Hatta demokrasiler soylulara ve ruhban sınıflarına yasak hatta şiddet uygulayarak ortaya çıkmıştır. Ancak "rejimi ve demokrasiyi" korumak pahasına konan her yasak ve her parti kapatma olayı gerçekten "demokratik" ve haklı mıdır? İşte bu nokta tartışılabilir. Vural Savaş, demokrasiye şekilsel bakış açısını eleştirebilmek için hukuka, hukuk devleti kavramına ve tarihe sarılıyor, ama tarihteki her yasak ve parti kapatma olayını kendi görüşlerine dayanak olarak aldığı için başka bir şekilselliğin, hukuki şekilciliğin tehlikeli alanlarına giriyor, tarihsel bakış açısından uzaklaşabiliyor

Demokrasi ve Laiklik

Ülkemizde son yıllarda en çok yürütülen demagojilerden biri demokrasi ve laikliği birbiri ile çelişen kavramlar olarak sunmak. Demokrasi geliştikçe laikliğe gerek kalmayacığını ileri sürmek. Bu yalnızca şeriatçı çevrelerin ucuz bir siyasi söylemi olarak kalmıyor, liberallerce allanıp pullanıp çok ciddi akademik bir tezmişcesine ortaya konuluyor. Laikliğin ileri Batı ülkelerinde vicdan özgürlüğünden ibaret olduğu, zaten tersinin de olamayacağı çünkü demokrasinin özgürlükler rejimi olduğu bu tezin temel dayanağı.

Burada hem demokrasi hem de laiklik kavramlarının anlamı ve tarihsel gelişimleri üzerine bir aldatmaca söz konusu. Demokrasi, tek başına özgürlükler rejimi olarak adlandırılamaz. Hatta demokrasi aynı zamanda özgürlüklerin kısıtlanması ve dengelenmesi rejimidir. Zaten demokrasi önce kiliselerin sonra da kralların özgürlüklerinin kısıtlanması, sık sık da tamamen ortadan kaldrılmasıyla ortaya çıktı. 

Kapitalizm üzerine gelişen demokrasi, kendi içinde de pek çok kısıtlamalar ve dengelere sahiptir. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge aynı zamanda her birinin yetkilerinin kısıtlanmasına dayanır. Bireyin vicdan ve fikir özgürlüğü dahil her türlü özgürlüğü de ancak onu ifade edebileceği demokratik bir kamu alanında anlam kazanabileceğine göre, kamusal alanda kanunlar ve uyguluyacıları aracılığıyla sınırlanır. Bu sınırlamalar bireylerle de sınırlı kalmaz bireylerin oluşturduğu parti, dernek gibi örgütler için de geçerlidir.

Demokrasinin gerçekleştiği ülkenin tarihi gelişimi, toplumsal-ekonomik sistemi, sınıfların ve siyasi partiler arasındaki güç dengeleri elbetteki özgürlükler üzerindeki sınırlamaların niteliği ve niceliğini değiştirir. Fakat bu o ülke de demokrasinin varlığını ortadan kaldırmaz. 

Ancak tabi ki demokrasinin olmazsa olmazları da vardır. Laiklik bunlardan biridir. Laiklik düşünüldüğü gibi yalnızca vicdan özgürlüğünün sağlanması, düzenlenmesi (ve bir yandan da kısıtlanması) olarak ortaya çıkmamıştır. Hatta laiklik bireysel vicdani tartışmalardan çok, siyasi toplumsal mücadelelerden ortaya çıkmış bir kavramdır. Vural Savaş, laikliğin tarihsel gelişimini ve demokrasinin gelişiminde oynadığı önemli rölü Lord Acton'dan yaptığı alıntılarla vurguluyor. Devletin kiliseye ve onun egemenliğine karşı vermiş olduğu mücadelenin ürünü olan laiklik, dolaysız olarak milletin egemenliği haricindeki her türlü kişisel ve tanrısal egemenliğe karşı savaşmanın kurumsal ve fikirsel birikimini yaratmıştır. Bu da krallıkların devrilmesine, cumhuriyetlerin ve parlamenter rejimlerin kurulmasına yol açmıştır.

Laiklik, aslında ilahi egemenliğe ve dine karşı halkın örgütlenebilme ve iktidar sahibi olabilme hakkıdır. Dolayısıyla laiklik demokrasinin ne karşıtı ne de tamamlayıcısı. Tersine demokrasinin en temelinde yatan taşlarından biri. Demokrasinin varolabilmek için yarattığı ilk kurumsal ve kavramsal mevzilerden biri. Vural Savaş bu nokta üzerinde duruyor. Laikliğin demokrasinin teminatı olduğu sık sık vurgulanıyor. Ülkemizdeki demokratik gelişmelerin sık sık laiklik karşıtı gerici hareketlerle sekteye uğratıldığı belirtiliyor.

Laiklik ile demokrasi doğru ve bilimsel bir temelde birleştiriliyor.

"Ülkemizde, tam ve mükemmel olmasa dahi demokrasiyi getiren rejim laik cumhuriyet rejimi olmuştur. Laik cumhuriyet yokedildiği takdirde demokrasi de, belki de bir daha gelmemek üzere gidecektir."

Laikliğin ve cumhuriyetin demokrasi için anlamı yerli yerine oturtuluyor ama Vural Savaş'ın sözlerindeki bir ifade de gözden kaçmıyor. "Tam ve mükemmel olmasa dahi..." Bu sözlerde bir gerçek olmasının yanında demokrasinin geleceğine ilişkin değil daha çok geçmişte elde edilmiş değerlerinin korunmasına (şüphesi geleceğimiz için bu da çok önemli ama yeterli değil) ilişkin oldukları da şimdilik not etmemiz gereken başka bir gerçek.

Gericiliğe Demokrasi Yok!

Vural Savaş'ın mücadelesinde güç aldığı gerçek nedir? Bunun Avrupa'da yürüyen "klasik liberal demokrasi mi yoksa militan demokrasi mi" tartışmalarında bir tarafı tutumaktan çok farklı olduğu açık.

Türkiye'nin demokrasi tarihindeki en önemli atılım 1923'te kurulan Cumhuriyet'in, peşi sıra gelen devrimlerin ve yaratmaya çalışılan çağdaş toplum için oluşturulan laik ve demokratik yapının ürünü olduğu açık. 

Vural Savaş bu konuda kendini açıkça ve korkusuzca taraf ilan ediyor. Çünkü demokrasinin ve Cumhuriyet'in gericiliğe karşı tarafsız kalmak gibi bir durumu olamaz. Halkın aydınlanması, örgütlenmesi, kendi egemenliğini pekiştirmesi irticayla çatışan bir sürecin ürünü.

Vural Savaş, Atatürk'ün demokrasisini "militan demokrasi" olarak nitelendiriyor. Burada kavramsal bir tartışmaya girmenin ve Alman Anyasası'nın 21. maddesiyle Atatürk dönemi anayasaları karşılaştırmanın pek bir anlamı olacağını sanmıyoruz. Atatürk'ün dönemindeki devrimci iktidar, doğru yanlış pek çok tamlamaya layık görüldü. Bir yenisini de Vural Savaş eklemiş oluyor. Ama buradaki gerçek anlam şudur: Türkiye yargısının ve hukuk adamının yıllar sonra yeniden Cumhuriyet ve demokrasi düşmanlarına, gericiliğe, karşıdevrime ve irticaya karşı bir savaş başlattığı görülüyor. 

Vural Savaş M. Kemal Atatürk'ten yaptığı alıntıyla (9 Ekim 1925) "gericiliğe özgürlük yok" diyen bu yeni anlayışı şöyle özetliyor:

"Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüklerinden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.

Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcıların kendilerini herhangi bir taraf sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir.

Kamu hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyet Savcısı için övünülecek bir konu olamıyacağını hatırlatmak isterim."

Şeriat Demokratik Midir?

Vural Savaş, hem Refah Partisi hem de Fazilet Partisi kapatma davalarında din ve çağdaş cumhuriyet ilişkisini detaylı olarak inceliyor.

Özellikle şeriatçı çevrelerin kendi yorumları Kuran'dan ayetler ve açıklamaları ve İslam hukukuna dayanılarak, şeriatın demokrasiyle çeliştiği, çağdaş ve laik bir ülkenin hukuk sisteminin dine ne dayalı olabileceği ne de oradan destek alabileceği vurgulanıyor.

İslam'ın cihad, düşünce, inanç ve vicdan özgürlüğü, kadın hakları gibi konulardaki düşüncelerinin laik, demokratik, hukuk devletiyle asla bağdaşamayacağı vurgulanıyor. İddianame, Refah Partisi ve Fazilet Partisi'ne yönelik kuru bir "dininimizi kullanıyorlar" eleştirisinden sıyrılıyor, dine ve şeriata tarihsel, aydınlanmacı bir bakış açısıyla gerici ideolojinin mahkum edilmesi üzerine kuruluyor.

Parti kapatma davalarındaki iddanamelerin hukuki yönünün yanında siyasi ve ideolojik boyutu açıkça yer alıyor. Bu olumsuz değil tersine olumlu bir yan. Şeriatçı partiye karşı tavır prosedürlere uymamalarından değil, Cumhuriyet ve laiklikten yana tavizsiz tavırdan kaynaklanmalı. 

Batı ve Türkiye

Kitabın içerdiği geniş örnekler dizisi Amerika tipi laiklik, Avrupa tipi laiklik, Faransa tipi laiklik, Türkiye tipi laiklik gibi bir yığın gereksiz tartışmayı da boşa çıkarıyor.

Tıpkı demokrasi ve cumhuriyet gibi laiklik de varolduğu ülkenin öznel koşullarına ve tarihi gelişimine göre kurumları ve uygulamalarıyla çok çeşitli şekiller alabiliyor. Ancak özde değişmeyen bir ilke her zaman için mevcut. Laikliğin değişmeyen şartı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, yani dünyaya aklın ve bilimin hükmetmesi, inanç ve dinin ise bireysel vicdanla sınırlandırılması. Bu aynı zamanda dinin, hukuk, bilim ve aklın egemenliği altına alınması demek oluyor.

Bu bağlamda din özgürlüğünün uğradığı sayısız kısıtlama laikliğin olağan bir yönü olarak her ülkede görülebiliyor. Amerika'dan İsviçre'ye, Fransa'dan İngiltere'ye sayısız uygulamalar anayasal ilkelerin ve laikliğin pek çok dinin inanç, ibadet, davranışı sınırlandırabileceğini gösteriyor. Hukuk devleti ve anayasanın korunması gerektiği durumlarda parlamentoların aldığı kararlar bile anayasaya ve laikliğe aykırılıktan iptal edilebiliyor. 

Türkiye'nin buradaki tek ayrıcalıklı konumu, irticanın ve laikliğin çok daha güncel meseleler olması, siyasi partilerin ve parlamentonun çok daha sık anayasayı ihlale kalkışmaları, dolayısıyla yargıyla, yasama ve yürütmenin çok daha sık çatışması. 

Vural Savaş, Batı’daki uygulamaları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) verdiği kararları ortaya koyarken Avrupa ve Amerika'nın sık sık çifte standart uygulayarak Türkiye'ye bu konularda baskı yapmasını da eleştiriyor. Kitaptaki dava iddianamesi veya mütalası gibi resmi yazılarda laiklik uygulamalarına Batı’dan sık sık örnekler verilirken, panel konuşmaları, makaleler gibi bölümlerde ise Avrupa Birliği ve Amerika'ya karşı tepkisel ve bağımsızlıkçı bir yaklaşımın hakim olduğu görülüyor.

Vural Savaş, yaptığı çağdaşlık tanımıyla da Avrupa'yla ilgili Kemalist kesimlere genel olarak hakim olan görüşlere benzer görüşleri dile getiriyor. Çağdaşlık eşittir demokrasi, cumhuriyet, laiklik olarak görülüyor. Bu değerlerin beşiği ve bugün de geçerli oldukları yer olarak Batı bir örnek olarak alınıyor. Ancak Batı'nın ve Avrupa'nın dayatmalarının çağdaşlıktan gittikçe uzaklaştırıp bağımsızlığımızı yıpratacağı vurgulanıyor. Dolayısıyla bugün AB'nin istekleri doğrultusunda girilen sürece karşı çıkılıyor. Batı’ya rağmen çağdaşlaşıp, sonra kendi şartlarımızla AB'ye girmeye çalışalım fikri ön plana çıkartılıyor. 

Demokrasiye Şekilci Bakış Açısı

Nasıl bir demokrasi istiyoruz? Ya da demokrasi nedir?

Türkiye'ye yaklaşık yarım asırdır hakim olan egemen güçlerin çok işine gelen şekilci bir demokrasi anlayışı demokrasiye en çok zarar veren siyasi çizgi.

Bu anlayış Türkiye'de güç dengeleri ve konumlanışların kendi lehine olduğunu ama bunun değişebileceğinin farkında. Dolayısıyla bugün varolan mevzilerini koruyabilmek için sahte bir demokrasi şiarının yükseltildiğini görüyoruz.

Türkiye'de bugünkü konumlarını tamamen ordunun siyasete karışması ve darbeleri sayesinde edinmiş olan bazı egemen ekonomik ve siyasi güçler, yine bu konumlarını pekiştirmek pahasına "sivilliğin" demokrasinin en önemli şartı olduğunu savunuyor. Gericilerin cirit attığı parlamento demokrasinin kalesi olarak ilan ediliyor...

Bunların hepsi siyasi gerçekler. Ama bir de genel bir gerçek var. O da şu: Demokrasiyi varolduğu ekonomik, soysal sistemden ve tarihi koşullardan soyutlayarak, özünden koparmak, onu yalnızca parlamentarizm, sivillik, gibi kavramların varlığına indirgemek demokrasinin gerçek hizmet etmesi gereken amaçtan, yani halkın örgütlenmesi, bilinçlenmesi ve kendi kendini yönetmesinden tamamen koparır. 

Zaten demokrasi kendi başına egemenlikleri, baskıyı, ayrıcalıkları ortadan kaldıramaz. Çünkü demokrasi adil bir ekonomik ve sosyal sistemle varolacak diye bir şart yoktur. Özellikle Türkiye gibi ağır sömürünün, gelir dağılımı dengesizliğinin varolduğu bir ülkede herşeyin şekilci bazı demokratik kurumların işleyişiyle düzeleceğini iddia etmek, aslında egemenlerin daha egemen olarak köşe başlarında ve iktidarda kalabilmelerinin sağlanabilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla toplum gittikçe daha çok yoksulluğun, gericiliğin ve antidemokrasinin kucağına "demokrasi" yoluyla gittikçe itilir. 

Şekilci demokratların sık sık yineledikleri bireysel özgürlükler ve demokratik haklar somutta karşımıza rantçı ve tekelci işadamlarının sınırsız özgürlüğü, gerici yobazların lakiklik pahasına genişleyen özgürlüğü olarak çıkıyor.

Hukukun Siyasiliği ve Şekilciliği

Vural Savaş bu şekilci demokrasi anlayışına laiklik ve demokrasinin ayrılmazlığından yola çıkarak karşı çıkıyor. "Herşey bireyin özgürlüğü ve demokratik hakları için" diyen ve aslında bir azınlığın gittikçe artan diktatörlüğüne karşı şöyle bir formül ile karşı çıkıyor:

Kamu çıkarı ile bireyin çıkarı çakıştığı anda kamu, bireyin özgürlüklerini kısıtlar. Bu militan demokrasi anlayışının bir nevi özeti. 

Kuşkusuz bu anlayış ülkemizde cumhuriyeti ve devrimleri yıkıma uğratan birinci anlayışın karşıdevrimciliğine karşı önemli bir güç odağı oluşturuyor. Ama içinde zaaflar da barındırıyor. 

Kamunun çıkarı nedir? Bireysel çıkarla nerede ayrışır? Nasıl ona üstün gelir? Bunlar muğlak kalabilir. Kamu çıkarını belirleyecek olan nedir? Vural Savaş açısından bu, hukuk, anayasa, ulusal ve uluslararası kanunlar gibi gözüküyor. Dolayısıyla laiklik ve cumhuriyetin demokrasiyle çelişir gibi gözüktüğü yerde devreye militan demokrasi anlayışı giriyor ve problemi çözüyor. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki, "demokrasi demokrasiyi koruyan rejimdir" gibi durağan ve kendini yenileyemeyen bir demokrasi tanımı gerçekleşiyor. 

Burada hukukun siyasiliği ve hatta siyasete tabi olduğu gözden kaçırılıyor. Vural Savaş, pek çok ülkede parti kapatmalarını örnek verirken bunların önemli bir kısmının tamamen haksız bir zeminde ve anti demokratik güçlerce gerçekleştirildiğini gözden kaçırıyor. 

1939-1940'larda Fransa ve İsviçre'de KP'lerin yasaklanmasının faşizmin ve Hitler saldırganlığının yükseldiği bir dönemde gerçekleşmesi nasıl gözden kaçırılabilir. 1950'ler Amerikası'nda McCarthycilik ve Komünist Parti'ye uygulanan baskılar, yüzbinlerce Amerikan vatandaşının anayasal haklarının tamamen hukuk dışı bir şekilde ellerinden alınması ne militan ne de militan olmayan demokrasiyle açıklanamaz. Soğuk Savaş'ın ve dünya çapında Amerikan müdaheleciliğinin gerçekliği bütün hukuki terimleri ezip geçiyor. Almanya'da uygulanan antiterör yöntemlerinin acaba Türkiye'ye örnek mi olması gerekir? Yoksa bu "demokratik" ülkelerin demokrasi konusunda iki yüzlülüğünün bir ibret belgesi mi? İtalya'da Gladio'ya karşı hukukun mücadelesini öven Vural Savaş, yine hukukun ve demokrasinin teröre karşı üstünlüğü adına Galdio'nun temelinde yatan kontrgerilla teorisinin üretici ve uygulayıcılarından J.F. Kennedy'nin terörle nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair sözlerine göndermelerde bulunabiliyor.

Tüm bu örnekleri kendi tarihsel şartlarından kopararak bugün gerici partinin kapatılmasıyla karşılaştırmak ve tarihsel dayanak olarak görmek demokrasi anlayışında başka bir şekilciliğin kapılarını açıyor.

Hukukun tarafsızlığı ve üstünlüğüne bu körü körüne inanç uluslararası hukuk ve self-determinasyon konusunda en uç ve yanlış noktaya ulaşıyor. En haklı ulusal mücadelelerin hatta işgal altındaki bir ülkenin halkının bile ulusal kurtuluş için şiddet kullanılması uluslarası hukuk açısından, dolasıyla Vural Savaş için “terör” sınıflandırmasına giriyor. Bu anlayışa göre “uluslararası hukuk” ve antlaşmalara karşı ayaklanıp bunları yırtıp atan dünyanın ilk ulusal bağımsızlık savaşı olan Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı bile terörist olarak nitelendirilebilir. Hukuğun en adaletsiz durumların ve en meşru terörizmin aracı olabileceğinin en güncel örneği olarak ise, onbinlerce Filistinli’nin kanı üzerinde yükselen İsrail işgalciliği gösterilebilir. Bir çocuğun attığı taş arkasına hukuki dayanak bulamadığı için terör aracı olurken, İsrail’in sivillerin üstüne attığı bombalar yasal sayılabilir. 

Vural Savaş, tarihselliğe yaklaştığı noktada bu yanılgılardan uzaklaşıyor. Nitekim 1950'lerde Almanya'da yasaklanan KPD'nin bugün aynı program ve ideolojiyle varolabilmesi, Almanya'da radikallerin somut bir tehlike oluşturmamasına bağlanabilmekte. Demek ki herşey hukukun işleyişi ve demokrasinin kendini otomatikman korumasıyla ilgili değil. Siyasi konjonktür, pek çok yanlı hukuki süreci de beraberinde getiriyor. Almanya'ya gitmeye gerek yok. 10 yıl önce aynı yasalarla, aynı gerici partileri kapatacak gücü Türk yargısı kendinde bulamazken, siyasi dengelerdeki değişiklik bunu bugün mümkün kılıyor.

Militan demokrasinin Türkiye'de uygulanabilmesi için ise Vural Savaş şu önlemleri öneriyor: Terörle mücadelede İngiltere ve Almanya'da olduğu gibi medyaya sansür uygulamaları, cumhuriyet karşıtı eylemleri ve örgütlenmeleri engelleyebilmek için telefonların dinlenebilmesi için hukuki düzenlemeler, cezaevlerinin yeniden düzenlenmesi, seçim siteminin değiştirilmesi, 163. maddenin geri getirilmesi... 

Acaba tüm bunların ve benzeri uygulamaların gerçekleşmesi Türkiye'de laiklik, cumhuriyet ve demokrasi üzerine tehlikeleri engeleyebilecek midir? Hiç sanmıyoruz. Sadece hukuki önlemlerle şeriatın, gericiliğin, göğüslenmesi mümkün olsaydı, Türkiye bu noktaya hiç gelmezdi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kanunları zaten laiklik için yeteri kadar güvenceyi içeriyor.

Aslına bakılırsa Türkiye'de gericiliğin bu kadar yaygınlaşmasının baş sorumlusu da militan demokrasinin sürekli yasaklayacağı veya baskı altında tutacağı radikal dinci parti de değil. Militan demokrasiye son derece hukuki gözükebilecek ANAP, DYP, AP, DP gibi merkez sağ partiler, hatta devletin kendi bürokrasisi gericiliğe bir takım ekonomik ve siyasi çıkarlar karşılığı büyüyeceği sıcak yuvayı sağladılar. 

Bugün militan demokrasi anlayışını ve laikliği savunan pek çok çevrenin bile Kanun Hükmünde Kararnameler tartışmasında KHK'lerin göründüğü gibi gericiliğe vurmayacağını, MHP gibi aşırı sağ ve merkez sağ partilerin çıkarlarına hizmet edebileceğini görebildiğini ve hukukun doğru ellerde ve doğru tarzda uygulanması gerektiğini teslim ettiğine tanık oluyoruz.

Türkiye'de gericiliğin kaynağının hukuki zaaflar ve aymazlıklar değil, derin ekonomik problemler ve sistem sorunları olduğu açık.

Türkiye'de Demokrasi Sorunu ve Halkın Örgütlenmesi

Vural Savaş'ın gericiliğe, bölünme tehlikesine ve sömürgeleşmeye karşı aldığı tavırlar son derece yerinde ve ileri tavırlar. Ama Türkiye'nin geleceğine dair her problemin çözümünü militan demokraside görebilir miyiz, bu kuşkulu.

Formulü kamunun çıkarının ve hukukun bireyin çıkarından üstün olması şeklinde değil, halkın çıkarlarının, ilericiliğin, halkın gerçek demokratik haklarının şekilci ve çarpık demokrasiye üstün olması şeklinde kurmaktan yanayız. 

Demokrasi, devrimci bir bakış açısıyla ele alındığında çok yönlü bir süreç olarak karşımıza çıkacaktır. Bunun bir yönü dine karşı halkın ve bilimin örgütlenebilme ve yönetebilme özgürlüğü olan laikliktir. Diğer bir yönü ekonomide feodal yapının tasfiyesi, köylünün ve ümmetin özgürleşmesidir. Geleceğimiz açısından en çok önem taşıyan yönü ise demokrasinin gerçek anlamda yaşanabileceği bir toplumsal yapıya kavuşabilmek için halkın kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenebilme, siyaset yapabilme, ekonomik ve sosyal çıkarlarını koruyabilme ve nihayet iktidar olabilme hakkıdır. 

Vural Savaş Türkiye’de demokrasinin eksikliği ve çarpıklığının sebebi olarak Batı’nın tersine feodal kalıntıların, cehaletin, geri kalmışlığın, fakirliğin ve radikalliklere eğilimin olduğunu vurgularken bir nokta da haklı. Ancak bu demokrasinin nasıl geleceğine ilişkin bir fikir değil, neden gelemediği ve militan demokrasiye ihtiyaç duyulduğuna ilişkin bir fikir. Sanıldığının tersine demokrasi yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada “sallantıda” olan bir rejimdir. Çünkü demokrasinin özgürlük, eşitlik, kendi kendine yönetme gibi idealleri içinde varolduğu kapitalist sistemin sömürü, egemenlik ve baskı ilişkileriyle hep çelişki içerisindedir. Bu demokrasinin kendi çelişkisidir de aynı zamanda. Sadece Türkiye gibi geri kalmış ülkeler de değil, Avrupa ve Batı ülkelerin de de radikalliklere ve şiddete sık sık rastlanır. Yeter ki sömürge ve yarı sömürgelerinden gelen refah kaynağı biraz kısılsın.

Dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin niçin tam anlamda var olamadığının açıklanmasından sonra, radikal uçlara gidişi engellemek, statükoyu en azından demokrasinin koşulları oluşana kadar (bunun da nasıl oluşacağı meçhul) korumanın demokrasi için yapılabilcek tek şey olduğuna katılmıyoruz. Tersine Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek yolunun feodal kalıntılar, fakirlik, dışa bağımlılığa karşı halkın “radikalliğinin” devrimci, ilerici ve demokrat örgütlenmesi ve mücadelesi için kullanılması olduğunu düşünüyoruz. 

Vural Savaş'ın Cumhuriyet ve laikliği korumak için bir hukuk adamı olarak geliştirdiği ilerici duyarlılık anlamında militan demokrasi, yani gericiliğe özgürlük tanımamak anlayışı, tam da bugünün Türkiye'sinin en demokratik ihtiyaçlarından biri. 

   Fakat bugün Türkiye'de militan demokrasi pek çok çevrece yalnızca ilerici ve hukuki bir duyarlılık olarak değil, rejim sorununa bir çözüm olarak algılanıyor. Açıkça belirtmek gerekir ki, bu tür bir rejim ve konumlanış Türkiye'yi geriye çekmek isteyen kollara bir noktaya kadar direnebilir ama bunu yaparken ileriye atılacak gücü kendinde bulamayabilir. 

İleriye ve ilericiliğe açılan kapıları kapatan bir anlayış bir noktadan sonra hem gericiliğe karşı militanlığını hem de demokratlığını yitirebilir. Sağlam bir statüko ve kendini çok iyi koruyabilen militan demokrasi ileriye açık olmazsa, bir gün gericilik karşısında kendini çok korunmasız bulabilir.


***