Güneş TANER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güneş TANER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 3


YENİ BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ: ALMAN VAKIFLARI 

Türkiye’de, Alman derin devleti Kılıç son gladyo olarak Gezi operasyonu ile gençler üzerinden darbe planladı. Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Alman Vakıfları bu olayda yine devreye sokuldu. Türkiye’de faaliyette bulunan Alman Vakıfları burs verdiği öğrencileri Gezi eylemlerine katılması için çağrıda bulundu. Türkiye’deki birçok toplumsal eylemlerde aynı rolü üstlendiği ileri sürülen bu vakıfların sicilleri ise oldukça kabarık. Faili meçhuller cinayetler, şiddet örgütlerine kara para aktarmak, siyasal partileri şekillendirmek… Bergama ve Karadeniz’de yaptıkları sözde çevre eylemleriyle bölgeye yapılacak olan yatırımlara engel olan Alman Vakıfları’nın, Güneydoğu’da şiddeti artırmak için yapılan eylemlerde de aktif rol üstlendiği biliniyor. 

Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan'ın 2011 yılında sarf ettiği "Bazı Alman vakıfları BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya Para aktarıyor" sözleri bir anda gözlerin Türkiye'deki Alman vakıflarına çevrilmesine yol açmıştı. Bu sözler üzerine Heinrich Böll Vakfı, Kondrad Adenaur Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı mercek altına alınmıştı. Özellikle Heinrich Böll Vakfı'nın Güneydoğu, Kondrad Adenaur Vakfı'nın Çukurova faaliyetleri ele alınmıştı. Aslına bakılacak olursa Erdoğan’ın 2011 yılında yaptığı açıklamanın 10 yıl öncesinde de “Alman vakıfları” gündemdeydi. “Alman vakıfları” konusu, o yıllarda ülkeyi kasıp kavuran ulusalcılık rüzgarında sıkça gündeme gelmiş, hatta dünyaca ünlü Alman vakıfları “casusluk” suçlamasıyla dönemin Devlet Güvenlik Mahkemeleri ’nde yargılanmış ve aklanmıştı. 

Gezi olayları sırasında Milli gazeteden Mehmet Seyfettin Erol Türkiye’nin Almanya için önemine dair bir yazı yazıyordu. Erol’a göre Almanya ve Türkiye arasında olup bitten aslında iki kadim imparatorluk arasında olup bitenlerden başka bir şey değildi. Erol’a göre her iki devlet geçmişin şaşaalı günlerini arıyordu: ‘ Burada, tarihsel kodlarına dönmenin sancısını yaşayan iki imparator luk ülkesi arasındaki bir mücadeleye şahitlik etmekteyiz. 
Birisi III. Reich’in peşinde, diğeri ise Osmanlı ve Büyük Selçuklu’nun mirasına sahip çıkmanın…’ Diğer yandan tekrar eski günlere dönmek kolay değildi, bunun bir bedeli olmalıydı: ‘Fakat her ikisi de bağımlı ve rüştlerini ispatlama alanları sınırlı. Dolayısıyla, öncelikle “zincirlerinden” kurtulmaları lazım. Zaten, sorun da buradan başlıyor…’ Seyfettin Erol yazının ilerleyen satırlarında Almanya’nın kaderinin Türkiye’nin nüfuz alanının kırılmasına bağlı olduğunu yazıyordu: ‘Dolayısıyla, Almanya’nın “Doğu’ya Doğru” (Drang nach Osten) politikasının geleceği büyük ölçüde Türkiye’ye bağlı. Eğer, Türkiye bölgede inisiyatifini kaybeder ya da AB üzerinden bu ülkenin etki alanına girerse, o zaman sadece 
bölgesel anlamda değil, küresel boyutta yeni bir denklem ortaya çıkar.’ Erol’a gore Türkiye’den gelecek en büyük tehlike hilafet makamını kullanabilme potansiyeline sahip olmasıydı: ‘Türkiye’de şu an bu Müslüman kitleyi ve İslam dünyasını harekete geçirecek bir Halife olmamasına rağmen, bunun geçmişi ve olma olasılığı bile, başta Almanya olmak üzere tüm Batı dünyasını endişelen diriyor. Dolayısıyla, Almanya da tıpkı ABD gibi İslam dünyasını harekete geçirebilecek yegane gücün Türkiye olduğunun farkında’ (15) 

 Dolayısıyla Almanya’nın Gezi parkı olaylarına ilgisine sadece özgürlükçü sokak 
hareketlerine verilen basit bir destek olarak algılamamak lazım. Alman Medyası bu olaylar sırasında tam anlamıyla olağanüstü bir tepki verdi. Gezi Parkı eylemleri Alman medyasında adeta Türkiye'yi kötüleme yarışına dönüştürüldü. Türkiye'yi Ortadoğu ülkeleriyle kıyaslayıp "Türk Baharı" yakıştırması yapılırken, Türkiye'de iç savaş havası varmış algısı oluşturuldu. Başka ülkelerde yaşanan şiddet olaylarıyla ilgili resimler de İstanbul'da yaşanmış gibi okuyuculara sunuldu. 

Türkiye'de Gezi Parkı protestoları, Almanya'daki yüzyılın sel felaketi, 8 Türk'ü katleden Nasyonal Sosyalist Yeraltı Terör Hücresi (NSU) hakkında devam eden dava, federal seçimler gibi birçok önemli konuyu geride bırakarak gündemin ilk sıralarında yer aldı. Ülkenin önde gelen birçok medya kuruluşu, bazı siyasilerin de desteği ile protestoları Türkiye'yi kötüleme yarışına çevirdi. Bazı medya kuruluşları olayları çarpıtmak ve abartmak için başka ülkelerde yaşanmış şiddet olaylarını fotoğraflarını kullanmaktan dahi çekinmedi. Bunun en bariz örneğini yaklaşık 100 bin tirajı bulunan Hamburger Morgenpost gazetesi gösterdi. 
Protestolara geniş yer ayıran gazete, Türkiye'deki olayları aktarmak için 2009 yılında ABD'de bir polisin eli bağlı bir kadına uyguladığı şiddet fotoğrafını yayınlamaktan çekinmedi. Gazete, olayın fark edilmesi üzerine sosyal medya üzerinden ve bir gün sonraki baskısında özür diledi. Fotoğrafı Facebook'tan aldığını ve fotoğraftaki olayların İstanbul ile ilgisi olmadığını belirten gazetenin doğrudan Türk polisinden özür dilediğine dair bir ifade ise yer almadı. 

Almanya'nın ikinci kanalı ZDF'in İstanbul muhabiri Oli Gack ise olayları anlatır ken insanların mutluluk içinde eğlenirken bir anda polisin gaz bombası ve tazyikli suyla vahşice saldırdığını ifade ederek bir başka manipülatif habere imza attı. 

Gack, " Bize söylenenlere göre birçok insan tutuklandı. Akıbetleri bilinmiyor. Özellikle polislere direnenler gözaltına alındı ve biz nerede olduklarını bilmiyoruz. " sözleriyle gelişmeleri emniyet birimlerine sorma yerine göstericilerin sözleriyle aktarması objektif yaklaşım sorunu akla getirdi. 

Alman basının asıl hedefi ise Başbakan Erdoğan oldu. İlk olarak Almanya'nın en fazla tiraja sahip Bild gazetesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı 'beton kafalı' başlığı ile okurlarına tanıttı. Gazete bununla da yetinmeyip sonrasında ‘hükümeti göstericileri orduyla tehdit etti." ifadelerini kullandı. Türkiye'de polisin doktorları bile gözaltına aldığı şeklindeki haberleriyle yayınlarına devam eden gazete, daha önceki bir haberinde de "Bütün Türkiye yanacak mı?" diyerek olayları provoke etmişti. 

Focus Dergisi ise Erdoğan'ın akıl sağlığını sorgulayan haberlerinde polisi 'polis denen vurucu birlikler' olarak tanımladı. Taksim Meydanı boşaltılırken polisin arkasında beliren eli sopalı şahısları ise 'Erdoğan'ın milisleri' olarak lanse etti. Focus ayrıca Erdoğan'ı ölüm korkusunun tiranlaştırdığını ileri sürdü. Alman basınının ekonomi çevrelerini 'İşadamları Türkiye'ye gitmeyecek' şeklindeki haberleriyle korkutması da dikkat çekti. Almanya'nın yurt dışına yayın yapan kurumu Deutsche Welle (DW), Türkiye'de yaşayan Balkan ülkelerinden 
gelen azınlığın Başbakan Tayyip Erdoğan'dan şikâyet etmeye başladıklarını iddia etti. Balkan göçmenlerinin genel olarak Erdoğan taraftarı olduğunu ileri süren DW, Gezi Parkı eylemlerine müdahaleden sonra balkan göçmenlerinin Erdoğan'a mesafe koymaya başladığını yazdı. Son zamanlarda Türkiye'deki gelişmeleri ve sokak aralarında yaşanan birçok olayı tek taraflı olarak okuyucularına duyuran DW’nin, Erdoğan'ın son mitinglerinde Balkan ülkelerine selam göndermesi üzerine "Balkan Göçmenleri Erdoğan'dan uzaklaşıyor" başlığı ile haber yapması dikkat çekti. 

Alman basınının gazetecilik ilkelerini hiçe sayan tutumu Gezi parkı protesto larından  hükümeti maksimun düzeyde zor duruma düşürecek bir sonuç alma üzerine kuruluydu. Fakat Alman basınının hesaba katmadığı bir şey oldu. Gezi parkı protestoları hükümete karşı bir kalkışma halini alınca AKP’ye bağlı olanlarla birlikte genel olarak muhafazakar kesim bu hareketin karşısına demokratik bir şekilde çıkmaya başladı. AKP 4 ilde büyük mitingler düzenleyerek Gezi parkı protestolarının genel halk hareketi olmadığını halkın büyük bir kesimin bu hareketi desteklemediğini kanıtladı. AKP’nin bu atağı başarılı olmuştu. Gezi 
parkı olayları bir anda başarısızlığa doğru evrilmeye başladı. Bu durum Almanları ve Almanya Başbakanı Merkel’i epey rahatsız etmişti. Merkel ard arda Türkiye’ye yönelik açıklamalar yapmaya çalıştı. Açıklamalar genelde ekonomi odaklıydı. Türkiye’nin son yıllarda yakaladığı ekonomik istikrara yönelikti. 
Merkel ilk olarak olaylar nedeniyle ‘Türkiye’yi G8 gündemine alabiliriz’ diyerek Ankara’ya tehdit mesajı gönderdi. Alman medyası da başbakanlarının açıklamalarına paralel haberler yapmaya başlamıştı. İlk haber ‘Türkiye’deki ekonomik mucize tehlike altında’ yorumuyla geldi. Alman basını artık yoğun bir Türkiye karşıtı propaganda yapmaya başlamış bir yandan da Gezi parkı olaylarının ‘Türk baharı’ şeklinde vermeye devam etmişti. Alman Ticaret Odası’ndan yapılan bir açıklamanın basında veriliş şekli ise basının tavrını iyice 
ortaya çıkardı. Basında çıkan haberlere göre Alman Ticaret Odası DIHK dış ticaret sorumlusu Volker Treier, Türkiye’deki gerginliklere dikkat çekerek Türk hükümetini uyarıyor Türk ekonomisinin dış sermayeye bağımlılığını hatırlatıyor  du. 

Almanya Türkiye’ye kaşı ‘korku siyaseti’ ni uygulamaya hızla devam ediyordu. Bunun için Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu düşündükleri ekonomi üzerinden gidiyorlardı. Haberlerde Türkiye’de meydana gelen olaylardan dolayı Alman ekonomisinin alarma geçtiği iddia ediliyordu. Daha sonraki adımda Alman Ticaret Odası DIHK’nın dış ticaret sorumlusu Treier’in, Türkiye’deki gerginliğin Alman şirketler tarafından endişe ile takib edildiğini, politik sorunların şimdiye kadar sanıldığından çok daha derin olduğunun görüldüğünü söylediği aktarıldı. Treier, Türkiye’nin cari açığı nedeniyle Uluslararası yatırımcılara ihtiyaç duyduğunu kaydediyordu. Türkiye’nin öncelikle Almanya’dan sermaye akışına ihtiyacı 
bulunduğunu öne süren Treier, olayların devam etmesi halinde dış sermayenin ülkeyi terkedeceğini iddia ediyordu. Köln Uluslararası Ekonomi Düzeni IW yöneticisi Jürgen Matthes de Türkiye’nin ‘ekonomik bakımdan saldırılabilir’ bir pozisyonda bulunduğunu öne sürerek sistemli ‘korku siyaseti’ ne katkı sağlıyordu. 

Alman medyası bir yandan da Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin aleyhine haberler yapıyordu. Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi bu konuyla ilgili en vurucu haberlerden birisini yaptı. Gazete ‘Şimdi Ankara ile üyelik müzakere lerinin devam ettirilmesinin anlamı olup olmadığını sormak gerekir’ gibi sert ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştı. Gezi protestolarına yönelik müdahaleler için ‘dehşete düştüm’ diyen Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Suttgart kentinde yapılan 2010 yılındaki eylemler sırasında göstericilere en sert şekilde biber gazı ve tazyikli su kullandığı ortaya çıkması ise ilginçti. Bununla da yetinmeyen 
Merkel, polisin sert müdahalesine tepki gösteren muhalefet partileri hakkında soruşturma açılmasını istemişti. Alman polisinin sert müdahalesi ile sonuçlanacak olan Stuttgart protestolarının çıkış noktasının Gezi parkı olaylarından pek farkı yoktu aslında. Her şey ‘Stuttgart 21' ile ana tren istasyonunun yeraltına kaydırılması kararrıyla başlamıştı. Maliyeti 7 milyar Avro olan projeye karşı çıkan Stuttgart halkı ise inşaat nedeniyle kentin dokusunun 
bozulacağını ve 100 hektarlık yeşil alanın projeyle beton altında kalacağını savunuyordu. Yaklaşık üç ay süren eylemlerde Merkel hükümeti eylemcilere en sert şekilde müdahale etmişti. Burada Alman Der Spigel dergisine özel bir yer ayırmak gerekiyor çünkü bu dergi Türkiye ile ilgili olaylara özel ilgisini hemen her olayda gösteriyor. Şimdi bu dergiye biraz daha yakından göz atalım. 

 TÜRKLERE İLGİ GÖSTEREN DERGİ: DER SPİGEL 

Gezi Parkı eylemcilerine “devam” mesajı içeren özel bir ek hazırlayan Der Spiegel’in Gezi parkı ilgisi epey büyük. Alman dergisi Gezi olaylarına ilişkin değerlendirmelerini tarihinde ilk kez Türkçe bir kapak ile duyurdu. Türkleri yakından ilgilendiren Neonazi cinayetleri ve ırkçı yangınlara değinmeyi pek tercih etmeyen Alman haber dergisi Gezi Parkı olaylarına açıktan destek vererek bu tür konulara özel ilgisini belli etti. 10 sayfalık Türkçe ilavesinde Gezi olaylarını manipülatif bir dil ve kronoloji ile duyuran dergi yine alışılmışın dışına çıkarak Türkiye için özel baskı da yaptı. Der Spiegel uzun zamandır kullandığı İslamofobik yayın politikası ile aslında uzun zamandır Almanya’daki Türk ve Müslüman çevreler yanısıra medya çalışanlarının da tepkisini çekiyordu. Örneğin Batı Avrupa Devlet Televizyonu WDR’in Yayın Denetim Kurulu (Rundfunkrat) Üyesi olan, Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Uyum Meclisi (LAGA) Başkanı Tayfun Keltek, Almanya’daki İslamofobi’nin sorumlusunun yüzde 80 oranında medya olduğunu söylemişti. Özellikle Der Spiegel dergisinin Almanya’da seviyeli geçinip önemli yanlışlar yaptığını belirten Keltek, “Yani sol gösterip sağ vuruyor. İslam ülkelerinden gelmiş olanlar, terörist olan olmayan ayrımı yapılmaksızın aynı kefeye konuluyor’ diyerek bu konuda çok net ifadeler kullanmaktan   kaçınmıyor du.  Almanya’nın Gezi parkı olaylarına olan ilgisi Türkiye’den bir çok yazarın da ilgisini çekiyordu. Bunların arasında haberciliğe dış haberler muhabirliği yaparak başlamış olan Reha Muhtar’ın analizleri özellikle ilgi çekiciydi. 

Reha muhtar köşesinde şunları yazdı: Dergi Almanya’daki 3 milyon Türk’ün az Almanca bildiğini düşünerek, kendi ana dili yerine, tarihinde ilk kez “Boyun Eğme” başlığıyla 10 sayfalık Türkçe bir ek veriyor... 

Niye acaba?.. 

Bir uluslararası Alman dergisinin kapağından Almanya’da ve Türkiye’deki insanlara “boyun eğme” başlığıyla yayın yapması nasıl bir gazeteciliktir?.. 

- “İnsanlar Gezi Parkı’nda toplandı dersin... Protesto etti... Biber gazı yedi... Türkiye’nin her tarafında gösteriler yapıldı, yapılıyor... Hükümet mahkeme kararının bekleneceğini söyledi... Karar aleyhte çıkarsa plebisit yapacağını açıkladı...” dersin haberi verir, analizini yayınlarsın... 

Uluslararası Gazetecilik Normları budur... 

Hele hele Der Spiegel gibi “ Tabloid yayın yapmadığını söyleyen; ciddi ve ağır başlı olduğu iddiasındaki” bir dergi için... 

Bunu; böyle yapılması gerektiğini Der Spiegel’in yöneticileri bilmez mi?.. 

Hele kendi ülkesinde olmayan bir protesto gösterisinde “Boyun Eğme diye pankart açmanın” değil gazetecilik, asgari ahlak kurallarıyla izah edilemeyeceğini bilmez mi?.. 

Topçu Kışlası’nın o Taksim’e yapılmasını ne kadar istemiyorsam, onu protesto eden gençleri ne kadar temiz, nahif ve demokrat buluyorsam, seni de bir o kadar hesaplı, derin bağlantılı, operasyonel güçlerin bir tür tetikçisi, belki de organizatörü olarak görüyorum Der Spiegel... 

Nereye boyun eğmeyeceğim şunu bana bir anlatsana Der Spiegel... 

NEREYE BOYUN EĞMEYECEĞİM DER SPİEGEL?.. 
SAKIN ‘GÜNEYDOĞU’DAKİ BARIŞA OLMASIN?..’ 

Hayatın görünen gibi değil, görünmeyenlerden oluştuğunu, lobilerin, çıkar gruplarının, devletlerin hayati çıkarlarının, ideolojiler ve ekolojik talepler şeklinde, kamuoyuna sunulduğunu yazıyorum günlerdir... 

Der Spiegel dergisi aniden, Türkçe olarak “Boyun Eğmeyeceksin” kapağıyla çıkmaya karar verdi bu hafta... 

Nereye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?.. 

Topçu Kışlası’naysa ona zaten senin deyiminle boyun eğmedik... 

Demokratik protesto hakkımızı kullandık, Topçu Kışlası’nın yapımını çıkmaz ayın son Çarşamba’sına ertelettik... 

Mahkeme, bir sonraki mahkeme, daha sonraki mahkeme derken uzun ve çetrefilli bir süreç sonucu karar çıkacak... 

Karar gençlerin istemediği şekilde çıkarsa, bu kez de plebisit yapılacak... 

Yani ölme eşşeğim ölme... 

Şimdi “Neye boyun eğmeyeceğim”i söyler misin bana Der Spiegel?.. 

Taksim’e AVM yapılmasına mı?.. 

Demokratik protestolar sonunda, Taksim’e AVM yapılması fikriyatından vazgeçildi... 

Taksim’e AVM falan yapılmıyor... 

Peki ben şimdi senin için neye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?.. 

Ağaçların kesilmesine mi, yeşilin yok edilmesine mi?.. 

Bu protestolardan sonra zaten ağaç da kesilmiyor, yeşil de gitmiyor... 

Hiçbir şey yapılmıyor... 

Mahkeme kararı bekleniyor... 

Benim şimdi neye boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Yoksa Lufthansa, Türk Hava Yolları’na geçilmesin, dünyanın birinci hava yolları THY olmasın diye, İstanbul’a yapılacak üçüncü hava alanına mı boyun eğmeme mizi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Durup dururken öyle bir istek gelmişti çünkü, Taksim Komitesi’nden...Her nedense birileri havalanının yapılmasını istemiyordu... Kanal İstanbul projesinin rafa kalkmasını şart olarak öne sürüyordu...... 

Bunlara mı boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?.. 

Senin Lufthansa’n en iyi havayolları olarak kalsın diye mi üçüncü hava alanına hayır diyeyim Der Spiegel?.. 

Kanal İstanbul’u mu rafa kaldırayım?.. Bunları mı istiyorsun?.. 

Başkaca bir isteğin var mı çekinme söyle!.. 

Güneydoğu’da sağlanmaya çalışılan “ b arışa da mı boyun eğmeye yim istiyorsun Der Spie-gel...” 

Şunu açık söylesene... Şu PKK meselesi bitmesin istiyor olmayasın sakın?.. 

Şu terör devam etsin, şu savaş bitmesin, şu PKK’nın yıllardır Almanya üzerinden yaptığı ticaret bitmesin diyor olmayasın Der Spiegel?.. 

Açık söylesene?.. Neye boyun eğmemi istemiyorsun Der Spiegel?.. (16) 

 Tüm bunlar olup biterken Melih Gökçek, Gezi olaylarının ardında Sırbistan merkezli CIA destekli Otpor örgütünün olduğu yönünde açıklamalarda bulunuyordu. Peki Alman Kılıç’ı Otpor’u 1998’de neden kurmuştu , Nasıl ve Hangi amaçlar için Gezi’de kullandı? 


***

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 2


2001’DE BATIRILAN BANKALAR SON SAHİPLERİNE DEVREDİLİRKEN KİM HANGİ GÖREVİ İCRA EDİYORDU? 

BANKA -    SAHİBİ -   YIL - BAŞBAKAN -   CUMHURBAŞKANI 

Kentbank   M.Süzer   1992    Süleyman Demirel      Turgut Özal 
Bank Kapital Ceylanlar   1995    T.Çiller    Süleyman Demirel 
EGS Yat.Bank. EGS Holding 1995  Tansu Çiller    Süleyman Demirel 
Sümerbank H.Garipoğlu   1995 Tansu Çiller  Süleyman Demirel 
İnterbank C.Çağlar   1996    Tansu Çiller   Süleyman Demirel 
Yurtbank A.Balkaner 1996   Necmettin Erbakan    Süleyman Demirel 
Ulusal Bank H.Cıngıllıoğlu  1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
EGS Bank EGS Holding  1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
Sitebank Y.Sürmeli 1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
BankEkspres K.Yiğit 1997  Necmettin Erbakan  Süleyman Demirel 
Bayındırbank K.Çörtük 1997  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Atlas Yatırım M.Süzer 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
OkanYatırım Okan Grubu 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Egebank M.Demirel 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Etibank Çağlar-Bilgin 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 
Türkbank K.Yiğit 1998  Mesut Yılmaz  Süleyman Demirel 

YEŞİL SERMAYE KARARTILIYOR 

Bu gün geriye dönüp bakıldığında 28 Şubat’ın görünürdeki madurlarının belli olduğu görülüyor. Ya bilinmeyen madurları? Artık bir çok ekonomist o dönemde ülke ekonomisine yeni yeni ağırlığını koymaya başlayan dindarların kurduğu büyük şirketlerin yani o dönemdeki ismiyle ‘yeşil sermaye’nin o dönemin en önemli madurları olarak gösteriyor. Sonuçta adına "yeşil'' denilerek hedef alınan Anadolu sermayesi oldu, sermayenin el değiştirmesi, ordu vesayetinde sağlan maya çalışıldı. Batan bankaların birçoğunun yönetim kurullarında görev yapan emekli paşalar gerekli mesajı verirken, bankacı komutanlar dokunulmazlık zırhı ile davalardan muaf tutulmuşlardı. Şimdi bilinen sebeplerle asker bankacı kullanan dönemin ünlü şahıslarına yakından bir göz atalım. 
İlk önce Hayyam Garipoğlu ve bankasını ele alalım. Sümerbank'ı 1995 yılında özelleştirme ihalesi ile satın alan Hayyam Garipoğlu, 1999'a kadar çeşitli işlere dalmış, ismi, Malki cinayeti ve Türkbank skandalına karışmıştı.1999 yılında, içi boşaltılan Sümerbank'a el konmak zorunda kalınırken, devletin sırtına 450 milyon dolar zarar bırakıldı. Garipoğlu'nun Bankasında, 1990-93 yılları 
arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Muhittin Fisunoğlu Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yapıyordu. Dönemin bir diğer çok ünlü figürü olan Cavit Çağlar, 1992 yılında milletvekili ve bakan olmuş, İnterbank ve Etibank'ı satın almıştı. Meşhur MİT müsteşarı ve Jandarma komutanı Teoman Koman, İnterbank yönetim kurulu üyesiydi. Dinç Bilgin'in Etibank'ında ise, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Vural Beyazıt yönetim 
kurulu üyesi olarak bulunmuştu. 

Şimdi de Demirel ailesinin küçük ferdi olan Murat Demirel’e ve ekonomiye bıraktığı izlere göz atalım. Murat Demirel'e ait olan Egebank'ın önü, 28 Şubat sürecinde iyice açıldı. Egebank'a, içi boşaltıldığı gerekçesiyle 22 Aralık 1999'da el konuldu. Bankaya el konmadan bir gece önce Egebank'ta bir toplantı yapıldığı, toplantının ardından bankadan koliler çıkarıldığı güvenlik kameralarına yansıdı. Peki, bankaya el konulacağını kim haber vermişti acaba? İşadamı Kamuran Çörtük, 1997 yılında sonunda Bayındırbank'ı satın aldı. Temmuz 2001'de banka TMSF' YE devredilirken, Çörtük'e, Bankayı 115 milyon dolar zarara uğratmaktan dava açıldı. İmar Bankası,1994 yılında Uzanlara geçti. Bankaya Temmuz 2003 tarihinde TMSF tarafından el kondu. 

Fakat artık çok geçti. 28 Şubat sürecinde(1997-2002 yılları arası) bankanın içinin boşaltıldığı anlaşıldı. Bankanın batışının ülke ekonomisine 9 Milyar dolar zarar oluşturduğu hesaplandı. Peki bankaların içi nasıl bu kadar kolay boşaltılabiliyor du ve buna neden engel olunamıyordu? Her şeyden once buna ilk sesini çıkaracak olan medyanın durumu ortadaydı. 

Etibank sahibi, eski medya patronu Dinç Bilgin, 28 Şubat sürecinde medyasının nasıl batırıldığını şöyle anlatıyor: "Mesut Yılmaz iki medya grubu arasında bir tercih yaparak Hürriyet'i seçmişti. Biz de mecburen Çiller'i desteklemek zorunda kaldık. Türkiye hızla bozulma sürecine girdi. Gazetecilerle devlet adamlarının ilişkileri olmaması gereken bir düzeye ulaştı. Ayıp şeyler oldu. İşadamları devletten ihaleler almaya başladılar. Öyle bir Türkiye ki mesela elektrik dağıtımı özelleştirilecek, bu medya grupları arasında paylaşıldı. GSM ihaleleri, santral ihaleleri hep bu şekilde paylaştırıldı. Medya medyalıktan çıktı''Dinç Bilgin, bu sözleri ile Doğan grubunu işaret ediyordu. 

Ülkeyi 28 şubat koşullarından devralan AKP kurmayları ise ekonomiye o dönemde yapılan olağanüstü müdahalelerin farkındaydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (MÜSİAD) 28 Nisan 2012’de yaptığı 21. Olağan Genel Kurul Toplantısı'nda bu hortumlama skandalı ile ilgili şöyle konuşmuştu: "28 Şubat aynı zamanda başarılı iş adamlarına karşı yapılmış bir müdahaledir. İş adamlarının kolunun kanadını kırmak için yapılmış bir müdahaledir. Müdahalelerin ekonomik gerekçeleri ve sonuçları en az siyasi, sosyal sonuçlar kadar önemlidir. Bugüne kadar, müdahalelerden, kimler, hangi 
rantı sağlamıştır? Müdahaleler, kimlerin ekmeğine yağ sürmüştür? Müdahaleler, kimlerin önünü kesmiş, kimlerin ocağını söndürmüş, kimlerin kepengini kapatmış, kimleri de palazlandırmıştır? Bütün bunların artık Türkiye'de sorgulanması gerekiyor'' dedi. 

Başbakan Erdoğan yeşik sermaye olarak adlandırılan muhafazakar işadamlarının oluşturduğu kesime yönelik operasyonların farkında olduğunu şu cümlelerle ifade ediyordu: "1997 yılında 2 bin 825, 2002'de bin 855'ti MÜSİAD'ın üye sayısı. Ben MÜSİAD üyesi olursam yandım. Mağdurları görmek isteyenler 28 Şubat sürecine baksınlar. Ne dediler 'yeşil sermaye' bu şekilde etiketlediler. Şirketleri kamu ihalelerine, özelleştirme ihalelerine almadılar. 

Kredi kullanmalarını engellediler. Teşvikler keyfi bir şekilde iptal edildi. Şirketler  firmalar ürünleri özellikle kara listeye aldılar. Belli yerlerde satılması yasaklandı ürünlerin. Anadolu'da bunlar yaşanırken İstanbul'da büyük firmaların yönetiminde ekonominin 'e'sini bilmeyen enteresan vatandaşlar görev başında’’ 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat'ın hemen ertesinde gelen ekonomik krizlerin bir gecede Türkiye'yi yoksullaştırdığını hatırlatarak, ''Gecelik faizin bin 500'e çıktığı dönemi, 8 bine çıktığı anı hatırlayın. Buralara çıktı. Acaba kimler burada vurgunu vurdu? İşte o vurgunu vuranların aslında hesaba çekilmesi lazım. Suç duyurusu yapıyorum burada'' dedi. 

Siyasette, hukukta, ekonomide, dış politikada, ''jakobenlerin, seçkinlerin, elitlerin'' egemenliğinin artık sona erdiğini söyleyen Erdoğan, bugün artık egemenliğin ''belli zümrelerin, baronların, Galata bankerlerinin, komitacıların, çetelerin, mafyanın, cuntanın'' değil, kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu vurguladı. Erdoğan, Türkiye'de hangi müdahale dönemine bakılırsa bakılsın en büyük darbeyi ekonominin aldığının görüldüğüne dikkati çekti. 

ALMAN BANKALARI PARKTA OYUN OYNUYOR 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekonomik vurgun üzerine üstüste yaptığı açıklamaların hep aynı isimleri ve güç odaklarını hedef alması başbakanın bu açıklamaları sağlam bilgi ve belgelere dayandırdığını gösteriyordu. Dahası başbakan Erdoğan’ın ekonomik vurgunlar hakkında suç duyurusu yapması Erdoğan’ın hedef gösterdiği kişileri paniğe sevk ediyordu. 

Diğer yandan ülkede meydana gelen siyasi istikrarsızlıkları fırsata çevirmek konusunda eski alışkanlıklar devam ediyordu. Örneğin 28 Şubat sürecinin tetiklediği 2001 krizinde başrol oynayan Alman Deutsche Bank, Gezi eylemlerini fırsata çevirerek bir kez daha ön plana çıktı. Banka, aracı kurumu Deutsche Yabancı aracılığıyla, 7 Haziran'da borsanın en çok işlem gören 8 şirketinin hisselerini Citi Bank'tan aldı. Şüpheli takasta kar 187 milyon TL'yi geçti. 

Gezi Parkı olaylarının en yoğun şekilde yaşandığı günlere denk gelen 7 Haziran 2013 günü Borsa İstanbul'un en çok işlem gören hisse senetlerinde, yabancı aracı kurumlar üzerinden gerçekleştirilen alım satımlar gerçekten de dikkat çekiciydi. Garanti bankası, İş Bankası, Turkcell ve Yapı Kredi’ye ait olup borsada en çok alınıp satılan hisse senetlerinden 5.8 milyar TL değerinde hisse senedinin 7 Haziran Cuma günü ABD'li aracı kurum Citibank Yabancı ile Alman aracı kurum Deutsche Bank Yabancı arasında bir günde el değiştirmesiyle 187 milyon 
TL kâr elde edildiği ortaya çıktı. Söz konusu alım satımların, Başbakan Erdoğan'ın 6 Haziran Perşembe günü Fas seyahati dönüşünde İstanbul Atatürk hava Limanında yaptığı konuşmanın ertesi gününe denk gelmesi ise dikkat çekiciydi. Zira, Erdoğan konuşmasında Gezi Parkı eylemlerine şiddetle karşı çıkarak borsada spekülasyon yapıldığına vurgu yapmıştı. 

Havaalanında onbinlerce vatandaş tarafından karşılanan Erdoğan konuşmasında faiz lobisine adeta savaş açarak, 'Şimdi altını çiziyorum, faiz lobisine rağmen buralara geldik. Ve bu faiz lobisi şu anda borsada spekülasyonlara girmek suretiyle bizi tehdit edeceğini zannediyor. Şunu bir kere çok iyi bilmeleri lazım. Bu milletin alın terini biz onlara yedirtmeyeceğiz. Bir bankanın genel müdürü çıkıp da bu vandalizmi organize edenlerin yanında olduğunu söylüyorsa bunlar karşısında bizi bulacaktır.' demişti. Erdoğan'ın konuşma yaptığı gün, yüzde 4,5 kayıpla 79 bin 636 seviyesinden 75 bin 895 seviyesine düşen Borsa İstanbul 100 endeksi, ertesi gün, yani büyük miktarda hisselerin iki yabancı aracı kurum arasında el değiştirdiği gün yüzde 3,2 yükselerek 78 bin 332 puandan kapandı. Aynı gün Garanti bankası hisse fiyatı 8,52 seviyesinden 8,80'e yükseldi. Toplamda 34 milyar TL piyasa değerine sahip olan Garanti bankasının halka açık kısımda işlem gören hisse senetlerinin yüzde 52,57'si Citibank Yabancı takasında, yüzde 21,16'sı ise Deutsche Bank Yabancı takasında bulunurken iken Cuma günü sonunda bu oranlarda çarpıcı bir değişim meydana geldi. Citibank Yabancı'nın payı yüzde 52,57'den yüzde 44,80'e gerilerken, Deutsche Bank Yabancı'nın payı yüzde 21,16'dan yüzde 29,01'e yükseldi. 

 Cuma işlem günü sonunda Garanti bankasının 195 milyon adet hissesinin Citibank Yabancı takasından çıkıp Deutsche Bank yabancı takasına girdiği görüldü. Bu rakamın ne anlama geldiğini anlatmak için aynı gün diğer aracı kurumların yaptığı Garanti bankası işlemlerine bakılmalı. Aynı gün 22 aracı kurum arasında el değiştiren Garanti bankası hisse senetlerinin toplam miktarı 5.2 milyon adet iken sadece bu iki yabancı aracı kurum arasında el değiştiren 
hisse senedi miktarının 22 aracı kurumun yaptığı işlemden tam 37 kat daha fazla (195 milyon adet) olması ilgi çekiciydi. Cuma sabahı 8,52 seviyesinde olan Garanti bankası hisse fiyatının gün sonunda 8,80 seviyesine çıkarken 195 milyon adet hissenin değeri de bir milyar 661 milyon TL'den bir milyar 716 milyon TL'ye yükseldi. Deutsche Bank takasına geçen hisselerin sahipleri bu işlem sonucunda günü 55 milyon TL kar ile kapattı. 8 hissedeki değişim sonucu 187 milyon lira kâr oluştu. 

Deutsche Bank'ın 2001 ve 2008 da da buna benzer borsa hareketleriyle çok büyük miktarlarda kar etmişti. Alman Deutsche Bank’ın bu şekilde elde ettiği astronomik ve Türkiye’deki siyasi ve toplumsal çalkantılara paralel gerçekleşen kazançları ilk olarak Yeni Şafak Gazetesi’nin 2008'de yaptığı haberle ortaya çıkmıştı. Deutsche Bank Ekim 2008'de 

Türkiye'nin 90 milyar dolara ihtiyaç duyabileceğini açıklamış, ancak Yeni Şafak'ın haberleri sayesinde ekonomi çevreleri bu açıklamayı dikkate bile almamıştı. Sonraki süreçte Türkiye'nin böyle bir kaynağa ihtiyacı olmadığı ortaya çıkmıştı. 2008'deki haberlerde Deutsche Bank'ın gerçek yüzü de ortaya çıkarılmıştı. Haberde, '1994 ve 2001 krizlerinde Türkiye'deki krizi tetiklemekle suçlanan Deutsche Bank, 2001 yılının Ağustos ayında 'Türkiye'de önümüzdeki 3 ay iç borçların ödenmesinde zorluklar yaşanacak ve hatta borçlar yeniden yapılandırılacak. Bu moratoryum veya konsolidasyon anlamına geliyor' tespitinde bulunmuş ve bunun ardından dövize hücum yaşanmıştı. 

Gezi parkı eylemleri sırasında benzer olayların olduğu artık gittikçe daha da netleşiyor. Citi Bank Yabancı'nın 5.8 milyar TL değerindeki satışlarının tamamına yakınının sadece Deutsche Bank Yabancı tarafından satın alındığı 7 Haziran günündeki alım-satımlar sadece Garanti Bankası hisseleri ile sınırlı kalmadı. Aynı gün, iki kurum arasında gerçekleşen büyük el değiştirme operasyonu, işlem derinlikleri itibariyle Borsa İstanbul'un öncü şirketleri arasında yeralan İş Bankası, Akbank, Sabancı Holding, Turkcell, Yapı Kredi Bankası, Halk Bank, Vakıf Bank ve Türk Hava Yolları'nın halka açık kısımındaki hisselerinde de yaşandı. Borsada alım satım yapan onlarca aracı kurumun kendi aralarında gerçekleştirdiği alım-satım operasyonlarının onlarca kat fazlasının sadece iki aracı kurum arasında yapılması, bu işlemlerin spekülasyon olup olmadığının sorgulanmasına yol açtı. İki yabancı aracı kurum takasında, bir gün içerisinde 8 hissede gerçekleşen 5.8 milyar lira değerindeki el değiştirme işlemlerinin spekülasyon ya da manipülasyon kapsamında olup olmadığına, yapılacak 
araştırmalar neticesinde Sermaye Piyasası Kurumu (SPK) karar verecek. 

Peki tüm bu olanlardan Başbakan Erdoğan habersiz mi? Yukarıda da değinildiği üzere Erdoğan her ne kadar spontane konuşmasıyla sivri dilli olmakla suçlansa da Gezi Parkı olaylarında tamamen doğrulanmış bilgilere dayanarak hareket ediyor. Aşağıda MİT tarafından hazırlanaran Erdoğan’a sunulan bir rapor yer alıyor. Raporun en ilginç tarafı Gezi parkı olaylarının göründüğünün aksine bir darbe teşebbüsü olarak kendini göstermesi ve bu bağlamda bazı isimlere dikkat çekmesi. Erdoğan’da zaten bütün açıklamalarını bu paradigma üzerinden yaparak olayları bu şekilde analiz ettiğini gösteriyordu. 

MİT’in hazırladığı raporda, Erdoğan’ın sürekli sözünü ettiği “uluslararası komplo”nun ipuçları olarak şu görüşler savunuluyordu: 

1. Erdoğan’a yönelik operasyon için aylar öncesinden istihbarat alınmıştı. 
2. “Komplo”nun uluslararası boyutunun anlaşılması bakımından CNN’in daha olaylar tırmanışa geçmeden çeşitli illerde canlı yayın araçları kiraladığı tespit edildi. 
3. Olaylar tırmanırken bir kısım yabancı sermayenin Türkiye’den çıkarak, bir ekonomik kaos yaratmak istediği belirlendi. 
4. “Turuncu Devrim” olarak tabir edilen ayaklanma biçiminin tüm unsurları kullanıldı. Bu nedenle eylemleri bir darbe olarak nitelendirmek gerekiyor. 
5. Türkiye’de benzer olaylarda her zaman başı çeken sermaye gruplarından bazıları, gerilimin tırmandırılmasında aktif rol oynadı. 
6. 28 Şubat’ta adı geçen sivil unsurların bu gerilimde de etkin bir rol oynadığı görüldü. 
7. Olayların ilk dört gününde bir algı yanılsaması yaşandı. Sonra niyet görüldü ve gereken önlemler alındı. 
8. Ankara’da ve İstanbul’da Başbakanlık binaları işgal edilmeye çalışıldı. Ankara’da Jandarma müdahale etmeseydi, isyancı unsurlar binayı ele geçirebilecekti. 
9. Olayların tırmandığı sırada koordineli olarak Türkiye’deki birçok hedefe siber saldırı düzenlendi. 

MİT’in sunduğu rapordan da anlaşıldığı üzere ortada planlı, çok kapsamlı ve her adımı detaylı olarak düşünülmüş bir ‘darbe’ projesi var. Peki böylesi bir projeyi hangi güç ya da hangi güçler yürütebilecek potansiyele sahip olabilirdi? Aşağıdaki bölümde bu soruya cevap aranacak. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

16 Temmuz 2017 Pazar

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 10

DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 10

SONUÇ VE TEKLİFLER 

1. SONUÇLAR: 

1.1. Siyasi ve sosyal sonuçlar 

- Demokrasilerde, “milli iradenin” dokunulmazlığı esastır. Türkiye’de her on yılda bir gerçekleştirilen darbeler, “milli iradeyi” yok ederek, demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmış; Türkiye’nin “kanun devletinden”, bir “hukuk devletine” dönüşmesini engel olmuştur. Milletin temsil hakkını tehlikeye düşürecek her müdahale demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi evrensel değerleri 
çiğnemek anlamına gelmektedir. Millet iradesinin sürekliliği ve aksatılmaya uğratılmaması temsili demokrasinin temelidir. Bu yüzden demokrasi, her koşulda korunması gereken ve kültür benliğimize nakşedilmesi gereken bir değerdir. 

- Sivil toplumun gelişmesi halkın huzur ve refahının sağlanmasıyla, eğitim seviyesinin ve demokrasi bilincinin gelişmiş olmasıyla mümkündür. Bunun için ise siyasi ve iktisadi istikrarın kalıcı olmasının zaruridir. Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, siyasi ve ekonomik istikrarın olduğu dönemlerde iktisadi ve sosyal kalkınma hız kazanmış; buna mukabil istikrarsız dönemlerde istikrarsızlığın bedelini tüm millet ödemiştir. Darbelerin meydana geldiği ara rejim dönemlerinde, ekonomide yüzlerce milyar lirayı bulan kayıplar yaşanmış; bu dönemlerde ortaya çıkan çıkar çevreleri ve rantiye sınıfı merkezi bütçeden en büyük paya sahip olmuş; finansal vurgunlar yapılmış, milletin vergileriyle oluşan merkezi bütçe talan edilmiştir. 

- Türkiye’deki darbelerin sosyal, siyasal, psikolojik ve önemli ölçüde ekonomik boyutlarının olduğu bilinen bir gerçektir. 28 Şubat müdahalesi de bu etkenler etrafında şekillenerek darbeyi yapanlar açısından söz konusu boyutlar manipülasyon aracı olarak kullanılmıştır. Bu çerçevede 28 Şubat müdahalesini karakterize eden iki ana unsurdan bahsetmek mümkündür. 

- Bir yönüyle ülkede gelişen olaylar karşısında psikolojik ortamın da etkisiyle halkın verdiği tepkiler, diğer tarafta ise devlet içinde bu refleksleri değerlendirerek siyasete müdahale etmeye çalışan yapılar karşımıza çıkmaktadır. Sivil ve askeri bürokrasinin yürütme organına karşı yürüttüğü bu mücadelede halk hem darbe sürecine maruz bırakılmış hem de “halkın hassasiyetleri” öne sürülerek müdahale için bir araç olarak tercih edilmiştir. 

- 28 Şubat’ın ekonomik boyutunun dış etkenlerle birleştiği düşünülen yönünde ise, dönemin Refah-Yol Hükümetinin bir dış politika tercihi olarak kullandığı Müslüman ülkelerle diyalog önceliğinin, belli sivil-askeri bürokrasi çevrelerinde “Laik Cumhuriyeti tehdit eden bir olumsuzluk” olarak formüle edildiği görülmüştür. 

-Buna göre Türkiye’nin Batı sisteminin dışına çıkmaması esastır. Bununla birlikte “havuz sistemi” diye tabir edilen ekonomi politikası düşüncesine karşı, sermaye akışlarının belli bir ideolojik birliktelik temelinde odaklanmasının hedeflendiği ve bunun önemli ölçüde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ekonomik anlamda refah düzeyi yüksek kesimlerin büyük ölçüde laikliğin savunuculuğunu yapan sivil-askeri bürokratik elitleri desteklemesi, diğer tarafta yer alan ve çoğunluğu oluşturan görece düşük gelir seviyesindeki kesimlerin ise muhafazakar değerler etrafında kümelenmesi sonucunu doğurmuştur. 

- 28 Şubat dönemine damgasını vuran ve siyasi ve kültürel yönleri daha ağır basan laik-muhafazakar bölünmüşlüğü doğal olarak siyasete de yansımıştır. 28 Şubat atmosferinde hem ülke ekonomisinin gelişmesi yönündeki hamlelerin hem de demokrasi ve insan hakları gibi her milletin hak ettiği evrensel değerlerin geliştirilmesini engelleyen çatışmacı bir siyasetin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür. 

- Koalisyon hükümetinin icraatlarının halka hizmet yönüyle ve ekonomik değer yaratma potansiyelinden ziyade “Türkiye İran mı oluyor?” benzeri sorgulama larla değerlendirildiği görülmektedir. Yapısal olarak “Hükümetin emrindeki” askeri bürokrasinin diğer sivil aktörlerle birlikte, irtica tartışmalarının toplum nezdinde alevlendirilmesinde ve hükümete karşı kullanılmasında öncü rol oynadığı anlaşılmıştır. Bu darbeye yeltenenler açısından toplumdaki dindarlaşma eğilimi Refah Partisinin iktidara gelmesiyle belgelenmiş olmaktadır. 

- 28 Şubat sürecinde özellikle laiklik tanımıyla şekillenen ideolojik tercih, kendisi hariç her türlü farklılığı dışlamış ve düşman olarak görmüştür. Bu yaklaşım irtica kavramını kendi belgelerinde “iç tehdit” başlığıyla resmileştirmiştir. Sivil ve askeri bürokrasinin gücü elinde bulunduran bir bölümünün verdiği kötü sınav, içinde bulundukları Türk Silahlı Kuvvetleri, yüksek yargı ve üniversiteler gibi çok önemli hizmet birimlerinin halkın gözünde “milletin kültür ve kimlik değerleriyle kavgalı” birer yapı olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. İrtica temelinde harekete geçirilen ve diğer kamu kurumlarına da sirayet ettiği görülen fişleme dalgalarının yarattığı mağdurlar hiç şüphe yok ki bu sürecin en dertli tanıkları olmuşlardır. 

- Meselenin silahlı kuvvetler açısından belki de en can alıcı kısmı müdahaleyi normal veya rutin bir prosedür olarak görme alışkanlığıdır. Harp Okulu müfredatı almak suretiyle siyaseti yönetmeye talip olmak çözülmesi gereken en öncelikli sorundur. Siyaset kurumuna, siyasetçiye ve genel olarak sivilliğe öncelikle güvensizlik duygusu perspektifinden bakan asker zihniyetinin değişmesi ordunun itibarına önemli bir katkı sağlayacaktır. Bu bakış açısının 28 Şubat sürecinde etkin olan diğer çevreler açısından da değişmesi, Anadolu ve taşranın temsil ettiği muhafazakarlığa tepeden bakan anlayışın terk edilmesi önem taşımaktadır. 

- Türk Silahlı Kuvvetlerinin devletin idari yapılanmasındaki ana unsurlar ile demokrasinin yaşamasına katkı sağladığı düşünülen basın, üniversite ve sivil 
toplum kuruluşları üzerindeki ölçüsüz etki ve baskısı 28 Şubat darbesini kaçınılmaz kılan esas resmi gözler önüne sermiştir. Ordunun bu faktörleri kullanmak suretiyle mesaisinin önemli bir bölümünü milletin iradesiyle iş başına gelen bir 

Hükümeti düşürmeye harcadığı görülmüştür. Askerin yasal olarak kendisine tanınan sınırı ihlal ettiği ortadadır. Bu süreçte oluşturulan güvensizlik ve korku 
havası döneme damga vuran özelliklerden biri olmuştur. Bir anlamda toplumun, karar alma mekanizmalarının ve ekonominin militerleştirilmesine teşebbüs edilmiştir. 

- Bu yönleriyle 28 Şubat sürecini şekillendiren bürokratik ve sivil yapıların, yöneticileri veya etkin konumdaki personelin elinde deyim yerindeyse 
“oyuncak edildiği” anlaşılmaktadır. Başta fişlemeler olmak üzere, kurumsal düzeyde atılmış olan her keyfi adımla birlikte 28 Şubat’ı gerçekleştirenlerin kendi hukuklarını “hukuksuzluk” temelinde oluşturduklarını göstermiştir. Bu açıdan bakıldığında, esas olarak yasal mevzuatın darbe teşebbüslerine açık kapı 
bırakmayacak şekilde gözden geçirilmesi önem taşımaktadır. 

- 28 Şubat müdahalesi, bir ülkenin ordusunun siyasileşmesini ortaya koyması açısından son derece dikkat çekici bir sürece işaret etmektedir. 
Nitekim Komisyonumuza gelen resmi belgeler ışığında ifade etmek gerekirse, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Refah Partisine olan menfi bakışını iktidara 
gelmeden önce belli ettiği görülmüştür. Koalisyon kurulduktan sonra iktidardan düşmesi için yapılanlar ise kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir. 
Bununla birlikte, asker dışında sürece katkıda bulunan unsurların etkiye açık veya kullanılmaya müsait görüntüleri de demokratik değerler açısından 
sorgulanmaya muhtaçtır. 

- 28 Şubat’ın geneline bakıldığında asker-toplum ilişkisi açısından ibret alınacak yönlerinin olduğu görülmüştür. Ordu daha önce yapılan darbelerden farklı olarak doğrudan silah tehdidiyle değil, başka bürokratik, siyasi ve toplumsal aktörlerle bu süreci yürütmüştür. Bir bakıma darbeyi kurumsallaştırmıştır. Darbe sürecinde yer aldığı düşünülen ve millet iradesi kavramıyla barışmak gibi bir yol ayrımında olan tüm kesimler için vicdan muhasebesi sürecinin devam ettiği ümit edilmektedir. 
Gelişmiş ekonomi ve siyasi istikrar darbe teşebbüsleri önündeki en önemli bariyerlerdir. Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik olarak alınacak her karar mağdur olmuş vatandaşlarımıza ödenmesi gereken özür borcunun anlamlı noktalarını teşkil edecektir. 

- Sonuç olarak, denilebilir ki, 28 Şubat’ta bir Türkiye klasiği bir kez daha sergilenmiştir. Bu klasiğin adı Türkiye’de Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana asker ve sivil bürokraside var olan ve zaman zaman gün yüzüne çıkan “atanmış-seçilmiş” veya “devlet-hükümet” çekişmesidir. Bir Batılının asla anlayamayacağı bu düşüncenin arka planında, Türkiye’de kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören bazı bürokratların, toplumun içinden çıkan seçilmişlere yönelik derin 
güvensizlikleri yatmaktadır. Bu hastalıklı düşünce sahiplerine göre, Türkiye’de seçilmişler, bir başka deyişle siyasetçiler, nihai tahlilde, kendi menfaatlerini 
milli menfaatlerin üzerinde gören kişilerden oluşmaktadır. Bu nedenle, siyasilerin, devlet ve devlet aygıtı tarafından, her zaman ve her şart altında 
yakından takip edilmesi ve gözetlenmesi zaruridir. Bu anlayış, 1982 Anayasasındaki askeri ve yargı vesayetinin arkasında yatan ana etkendir. 

1.2. Ekonomik sonuçlar: 

 - 28 Şubat sürecinde, kamu ve bankalar asli görevlerinden uzaklaşmışlardır. Popülist politikaların finansmanı amacıyla kamu bankalarının kullanılması bu 
bankaların görev zararları yazmalarına neden olmuştur. 2001 krizi sonrasında finansal sistemin güçlendirilmesi sürecinde kamu bankalarının görev zararlarının 
ülkeye maliyeti 21,9 milyar dolar seviyesindedir. Öte yandan yüzde 100 mevduat garantisi altında özel sektör bankaları zayıf denetim altında toplamış oldukları fonları geri dönüşü olmayan ekonomik birimlere transfer etmeleri, öz kaynakları yetersiz ve küçük ölçekli özel bankaların risklere karşı kırılganlığını artırmıştır. Nihayetinde bankacılık görevini yerine getiremeyecek hale gelen şirketlerin yönetimlerine TMSF tarafından el konulmuştur. TMSF’nin yönetimlerini devraldığı 25 banka için 31,4 milyar dolarlık kaynak ihtiyacı doğmuştur. Sonuç olarak özel sektör ve kamu sermayeli bankaların yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyetinin 53,3 milyar ABD doları olduğunu ifade edebiliriz. 

 - Türkiye’de yüksek kamu borçlanma gereğine bağlı olarak artan faiz oranları bir taraftan özel sektör yatırımlarını dolayısıyla da büyüme sürecini olumsuz 
etkilerken, diğer taraftan da bankacılık kesiminin asli görevinden uzaklaşmasına ve daha çok Hazinenin fon ihtiyacına cevap verecek yapıya bürünmelerine 
neden olmuştur. 28 Şubat süreci sonrasında şoklara karşı kırılganlıkların daha da yükselmesiyle 1999 ve 2001 yıllarındaki ekonomik küçülmelerin yatırımlara 
olumsuz yansımaları 47 milyar ABD doları civarındadır. 

 - Devlet iç borçlanma senetlerinin bankaların toplam aktiflerindeki payı 1990 yılında %10 iken, bu oran 1999’da %23 seviyesinde gerçekleşmiştir. 
Kamu kesiminin faiz harcamalarının gayri safi milli hasılaya oranının değişmediğini kabul ettiğimizde 1997-2007 periyodunda yaklaşık 119 milyar ABD doları fazladan faiz giderlerine harcama yapıldığı görülmektedir. 

 - Bunun yanında ilgili dönemde hükümetlerin yapısal sorunlara kayıtsız kalması ve popülist harcamalarını finanse etmek için yüksek faiz oranlarını teşvik 
etmeleri kısa vadeli sermaye akımlarını teşvik etmiş ve kur-faiz arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Böylesi durumlarda ekonomi kısa vadeli sermaye akımlarına karşı bağımlılık katsayısı yükselmekte ve meydana gelen cari açığın sürdürülemez boyuta ulaştığının hissedilmesinin akabinde sermaye çıkışlarının yaşanması, iktisadi büyümeyi olumsuz etkilemekte ve büyüme performansını istikrarsız kılmaktadır. Bu bağlamda 1999 yılında meydana gelen ani sermaye çıkışlarının ardından ekonomide %6,1 oranında, 2001 yılındaki sermaye çıkışları sonrasında ise gelir seviyesinde %9,5 oranında daralma söz konusu olmuştur. 

İki dönemdeki sermaye çıkışları sonrasında gayri safi milli hasıla düzeyinde toplamda 75 milyar ABD Doları azalış meydana gelmiştir. 

 - Fiyat istikrarının olmadığı, piyasada güven unsurunun eksik bulunduğu ve karlılık oranlarının tahmin edilemediği ekonomilerde doğrudan yabancı sermaye 
girişleri beklentilerin altında kalmaktadır. Küresel bazda sermaye girişlerine yönelik genel eğilimlerin yoğunlaştığı 1994-2001 yılları arasında Türkiye’ye yönelik doğrudan sermaye yatırımları beklentilerin altında kalmıştır. Meksika ve Brezilya örneklerinde 1995-2000 periyodu için doğrudan yabancı sermaye girişlerinin gayri safi yurtiçi hâsılaya oranı Brezilya’da %3 ve Meksika’da %3,2 düzeyinde iken ilgili yıllarda Türkiye için bu oran %0,4 seviyesindedir. 
Milli gelirin %2 seviyesinde sermaye girişlerinin olacağını varsaydığımız takdirde 16,5 milyar $ daha fazla net doğrudan yabancı sermaye girişlerinin olacağını 
söyleyebiliriz. 

 - Öte yandan ulusal parada değer kaybının beklenen etkileri vermesinde ihracat ve ithalatın talep esneklikleri önemlidir. İthalatın ve ihracatın talep 
esnekliğinin yüksek olması devalüasyondan beklenen sonucun alınmasına yardımcı olmaktadır. Tersi durumda ise ihracat ve ithalat rakamları arzulanan 
büyüklükte gerçekleşebilmektedir. Bu açıdan Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen devalüasyon sonrasında ihracat, ithalat ve dış borçlar bağlamında aynı 
miktarda yabancı para karşılının daha fazla mal ve hizmet satışı ile gerçekleşmesi nedeniyle kazançtan ziyade maliyet unsuru olmuştur. Ulusal paradaki değer kaybının öncesi ve sonrası kıyaslandığında ihracat, ithalat ve dış borç servisi bağlamında kriz yaklaşık 13,8 milyar dolarlık ek maliyet getirmiştir. 

 - Bunun yanında IMF ile yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakatlar doğrultusunda 2008 yılına kadar destek kredisinin alınmaya devam edildiği 
görülmektedir. Buna göre 2000-2008 yılları aralığında IMF’den yaklaşık 48,7 milyar dolar destek kredisi alınmış, alınan bu kredinin maliyeti 6 milyar $ 
seviyesinde gerçekleşmiş ve ABD doları bazında %12,3 gibi oldukça yüksek faiz oranından borç alınmıştır. 

 - Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kesimin gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının gerilemesidir. 
1960 askerî darbesi sonrasında kurulan OYAK’ın 28 Şubat sonrasında siyasal etkinliğini kullanarak finans sektöründe, özellikle de bankacılık alanında önemli 
gelişmeler kaydetmiştir. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü 
sıraya yerleşmiştir. 

2. Teklifler: 

- Ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz kılan diğer bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kanunla TBMM çatısı altında bir daimi Komisyonun kurulması, 

- Türkiye'de darbelerin zemin bulmasının gerçek sebebi, demokrasimizin güçlü olmamasıdır. Güçlü bir demokrasi, muasır medeniyete ulaşmış dünyada uygulanan evrensel demokratik hukuk normlarının, insan hak ve hürriyetlerinin benimsenmesiyle mümkündür. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği katılım ortaklığının 
sağlanmasıyla ilgili gerekli reformlara devam edilmesi, 

- Demokrasinin olmazsa olmazı siyasi partilerdir. Siyasi partilerin ve siyasetin kurumsal kimliklerinin güçlendirilmesi için önündeki hukuki ve idari engellerin 
kaldırılmasıyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılması, bu maksatla darbe dönemlerinden kalma Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi mevzuatın gözden geçirilmesi, 

- Ülkemizde demokratikleşme adına atılan her adımın karşılaşılan bir kriz sonucunda gerçekleştiği görülmekte, bugün itibariyle yakın tarihi ve özellikle darbe geçmişi ile yüzleşen Türkiye’de darbe ürünü olan tüm yasa, tüzük, yönetmeliklerin yeniden gözden geçirilmek suretiyle, başta Türkiye Cumhuriyeti 
Anayasası’ndaki askeri vesayet unsurları olmak kaydı ile ortadan kaldırılması ve olağan bir süreç içerisinde milletin arzuladığı çağdaş normlara uygun 
demokratik adımların atılması, yeni Anayasa çalışmalarının bir an önce Uzlaşma Komisyonu’nca neticelendirilmesi. 

- Tarafsız ve bağımsız bir yargı sisteminin oluşturulabilmesi için “yargıda teklik prensibi” gereğince, Askeri İdare Mahkemeleri ve Askeri Yargı Kurumlarının 
kaldırılması, sadece disiplin suçları açısından askeri düzenlemelerle sınırlı kalması için yasal düzenlemeler yapılması, 

- TBMM çalışmalarını düzenleyen TBMM İçtüzüğü hükümlerinin günün şartlarına ve teknolojik gelişmelere bağlı olarak yeniden düzenlenmesi, TBMM Araştırma 
Komisyonlarının çalışmalarıyla alakalı tanımların ve kısıtlamaların kaldırılması, 

- Türkiye’de ve dünyadaki darbelerin bilimsel çerçevede siyasi, sosyolojik ve ekonomik boyutlarının incelenmesi amacıyla, Ankara'daki bir devlet üniversitesi 
bünyesinde “ Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Darbeleri Araştırma Enstitüsü ” kurulması, 

- Darbelerde mağdur olan kişiler ve hak kayıplarıyla ilgili yeni bir TBMM Araştırma Komisyonu kurularak, tüm mağdurlar hakkında inceleme yapılması, 

- Darbeler döneminde yapılan fişlemeler, andıçlamalar vb. faaliyetler ile tutulan dokümanlar ve fişlerin, varsa af kapsamı dışında tutulanların adli sicil 
kayıtlarının yeniden gözden geçirilerek, imha edilmesi, 

- Sivil veya kamu görevlisi olarak adı darbe ve işkence olaylarına karışan kişilerin isimlerinin kamu kurum ve kuruluşları ile kamuya açık yer ve tesislere 
verilmemesi, verilenlerin kaldırılması, 

- 12 Eylül askeri darbesinden üç yıl sonra Danışma Meclisi tarafından çıkarılan 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunundaki “iç tehdit” ifadesinin 
tarif edilerek somut hale getirilmek suretiyle yeniden düzenlenmesi, bütün mevzuattaki “iç tehdit” vb. kavramların buna uyarlanması, 

- Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğine, kendi Kanunu dışında, diğer kanun,437 yönetmelik, ve genelgelerle verilen görevlerin günün şartlarına uygun olarak gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi ve MGK Genel Sekreterliğin sivilleşme sürecinin tamamlanması, 

- Türkiye'de darbe kültürünün sona erdirilmesi amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca okullarda ve üniversitelerle, askeri 
okullarda, sivil ve demokratik bir anlayışın geliştirilmesi için kişi hak ve hürriyetleri, demokrasi ve insan hakları kavramlarının geniş şekilde işlenmesi hususunda Milli Eğitim müfredatında gerekli değişikliklerin yapılması, mevcut ders kitaplarında yer alan metinlerin demokrasi ve insan hakları açısından yeni baştan gözden geçirilmesi, darbeci zihniyetin izlerini taşıyan unsurların tamamen çıkarılması için bir çalışma başlatılması, 

- Geleceğimizin teminatı olan gençlerimizin, üniversitelerde, demokratik, çağdaş, özgürlükçü bir anlayışla yetiştirilmesi için Yüksek öğretim Kurulu 
Başkanlığının günün şartlarına uygun şekilde yeniden yapılandırılmasıyla ilgili çalışmalara destek verilmesi, 

- Milletimizin birlik ve beraberliğini, hür ve eşit vatandaşlık anlayışı içinde toplumsal barışımıza zarar veren ve Türkiye'de uzun yıllar boyunca çeşitli kesimler tarafından istismar edilen sorunların, herkesin kendisini ifade konusundaki hassasiyetleri de gözetilerek yeniden değerlendirilmesi, 

- Darbe dönemlerinde haksız mal edinimleri olan kişilerle ilgili araştırma yapılması önündeki yasal engellerin kaldırılması, 

- Darbe dönemlerinde çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunun 35’inci maddesi derhal kaldırılmalıdır. Buna bağlı olarak çıkarılan İç Hizmet Yönetmeliğinin ilgili 
maddeleri de iptal edilmelidir. Darbe dönemlerinde uygulamaya konulan TSK mevzuatının özellikle personel istihdamı, terfi ve göreve son vermeyle ilgili 
maddelerinin hukuk normlarına göre yeniden düzenlenmesi, 

- Güvenlik birimlerinin mevzuatında demokrasi ve insan hakları ihlallerine sebep olabilecek net olmayan hükümlerin ilgili Bakanlıklar ve teşkilatları tarafından 
incelenmesi ve mahzurlu unsurların giderilmesi, 

- Orduya siyaseti sokmadan gerekli hukuki düzenlemeler yapılarak Genelkurmay Başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, 

 - Askeri bürokrasinin yasama, yürütme ve yargıya müdahalesinin önünün alınması için gerekli hukuki ve cezai yaptırımlar içeren yasal düzenlemelerin yapılması ve darbelerin demokrasi suçu sayılması, 

- Askeri mevzuat içerisinde yer almaması gereken ticari faaliyetlere konu olan ve ordunun da kamuoyu nezdinde imajını zedeleyen OYAK vb. kurumların 
Türk Ticaret Kanunu hükümlerine uygun hale getirilerek, orduyla hukuki bağının kesilmesi, 

- Türkiye’de sivil ve askeri harcamaları millet adına, millet iradesini temsil eden TBMM adına görev yapan Sayıştay tarafından şeffaf bir şekilde incelenip, 
bu konularla ilgili lüzumu halinde Meclise bilgi verilmesi, 

- Banka lisansları her türlü siyasi etkiden uzak olarak, objektif şartlar çerçevesinde, bağımsız kurullarca verilmesi, 

- Gerek Meclis İçtüzüğünde gerekse de 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nda ve ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılarak, banka sırrı, müşteri sırrı veya ticari sır niteliğindeki bilgilerin, istenmesi halinde, Meclis Araştırma Komisyonlarına verilebilmesi için gerekli hukuki düzenlemelerin yapılması, 

- Kamuoyunda illegal yapılanmalar olarak bilinen JİTEM, kontrgerilla, derin devlet gibi kavramların karşılığı olan kurum veya kuruluşların, uluslararası 
savunma örgütleriyle ilişkileri varsa incelenmesi, 

- 28 Şubat sürecinde kapatılarak mallarına el konulan vakıflara ait taşınır ve taşınmazlarının iadesi konusunda Vakıflar Genel Müdürlüğünce bir çalışma 
yapılması. 

BÖLÜM DİPNOTLARI ;


341 Altan, Mehmet; Darbelerin Ekonomisi, 7. Baskı, Hemen Kitap Sis Yay., İst., 2012, s. 151. (Altan, Darbeler) 
342 Karaçor, Zeynep; “Enflasyonun Kültür ve Geleneği: Türkiye Ekonomisi Üzerine Bir Analiz”, Türkiye Ekonomisi, Ed. Ahmet Ay, Çizgi Yayınları, 
Konya, 2007, s. 119. 
343 Şahin, Hüseyin; Türkiye Ekonomisi, 3. Baskı. Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 1995, s. 229. 
Akaryakıt istikrar fonu %10’dan %25’e çıkarılmış, fakat daha sonra petrol şirketlerinin itirazları üzerine bu oran sıfırlanmıştır. 
344 Şahin, s. 230. 
345 Karluk, Rıdvan. Türkiye Ekonomisi, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1996, s. 415. 
346 Korkmaz, Esfender,“5 Nisan Kararları Ekonomiyi Daha Çok Rayından Çıkardı”, Dünya Gazetesi, 5 Nisan 1995, s. 2. 
347 DTM , 1997 Yılı Başlıca Ekonomik Göstergeler. Ekim-Kasım 1997, s. 50. 
348 Demir, Murat; Türkiye’de Kamu Borçlarının Gelişimi ve Sürdürülebilirliği, Çizgi Kitabevi, Konya, 2009, s. 84. 
349 Karaçor, s. 122. 
350 Doğan, Adem; “Demokrasi ve Ekonomik Gelişme” Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı 25, 2005, s. 10. 
351 Doğan, s. 5. 
352 Seviğ, Veysi. Mali Kriz Ortamında Uygulanan Ekonomi Politikalarının Hukuksal Boyutları, Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, XII. 
Türkiye Maliye Sempozyumuna Sunulan Tebliğ. Belek-ANTALYA: 14-17 Mayıs1997, s. 2. 
353 Rant kollama, bireylerin devletten ekonomik, mali ya da sosyal nitelikli bir transfer elde edebilmek için lobicilik yaparak kaynak israf edici harcamalarda 
bulunması şeklinde tanımlanabilir. Rant kollama terimi ilk kez 1974 yılında Anne Krueger tarafından kullanılmıştır (Krueger, 1974). 
354 Demir, Murat ve Sever Erşan; “Kamu Harcamalarının Gayrisafi Yurt İçi Hasıla ve Faiz Oranları Üzerindeki Etkisi”, Selçuk Ünv. Sosyal Bilimler 
Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt: 8, Sayı:1-2, 2005, s. 152 
355 Buchanan James, “Rant Kollama ve Kar Kollama” (Çev. Aytaç Eker), İçinde: Aytaç Eker ve Coşkun C. Aktan, Politik Yozlaşma ve Rant Kollama, Ankara, 
Takav Matbaası, 1994, s. 283 
356 Demir, Sever, s. 153. 
357 BDDK, “Krizden İstikrara Türkiye Tecrübesi”, BDDK Çalışma Tebliği, BDDK Yayn, Üçüncü Baskı, Ankara 2010, s. 10, (BDDK, Tebliğ). 
Ersel, Hasan ve Kumcu, M. Ercan. “İstikrar Programı ve Kamu Dengesi”, Türkiye İçin Yeni Bir İstikrar Programına Doğru, İstanbul: TÜSİAD Yay. No:T/95, 1995, 
s. 149 ABD’de Clinton yönetiminin önerdiği sağlık reformu, kamu açıklarına yol açacağı gerekçesiyle tepki görmüş, piyasanın olumsuz tepkisi üzerine reform 
değiştirilmiş ve uygulaması geciktirilmiştir. 
358 Ersel, Kumcu, s. 149. 
359 Demir, s.121. 
360 Uluatam, Özhan, Makro İktisat. Genişletilmiş 7. Baskı. Ankara: Savaş Yayınları, 1993, s. 302 
361 Büyükdeniz, Adnan: Türkiye’de Faiz Oranları, İstanbul, Bilim ve Sanat Vakfı Yayınları, 1991, s. 22 
362 Yıldırım, Kemal ve Karaman, Doğan: Makro Ekonomi, Eskişehir, Eğt. Sağ. ve Bil. Arş. Çalş. Vakfı, 1999, s. 76 
363 Dufey, Gunter ve Giddy, Ian H. International Money Markets, , Prentice Hall International Inc., New Jersey, 1994, s. 131 
364 Sever, Demir, s. 54. 
365 Vasicek, Oldrich Alfons, “The Economics of Interest Rates”, Journal of Financial Economics, Vol. 76., 2005, s. 293. 
366 Caporale, Guglielmo Maria; Williams, Geoffrey “Long-term Nominal Interest Rates and Domestic Fundamentals”, Review of Financial Economics, 
Vol. 11., 2002, s. 128 
367 Edwards, Sebastian; Khan, Mohsin S (1985) “Interest Rate Determination In Developing Countries:A Conceptual Framework”, NBER Working Paper No: 
1531. http://papers.nber.org/papers/w1531.v5.pdf, s. 4 
368 Poddar, Tushar; Goswami, Mangal; Solé, Juan and Icaza, Victor Echévarria “Interest Rate Determination in Lebanon”, 
April, IMF Working Paper. 2006, s. 5. 
369 Yabancı paranın forward değerinin spot değerinden daha yüksek olması durumudur. 
370 Dua, Pami; Pandit, B.L.;“Interest Rate Determination in India: Domestic and External Factors” Journal of Policy Modeling Vol.24. ,2002, s. 874 
371 Acar, Mustafa, Güncel İktisadi Tartışmalar, Orion Kitabevi, Ankara, 2009, s. 82 
372 Yıldırım, Karaman, s. 76. 
373 Yeldan, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, 7. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s. 157 
374 Nitekim Komisyona bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK de söz konusu çarpıklığı “…Biliyorsunuz, İstanbul Sanayi Odasının her yıl yayınladığı 500 büyük firma 
listesi vardır. O yıllarda, 500 büyük firma içinde yer alan 468 özel sektör firmasının -onların içinde çünkü kamu kuruluşları da yer almaktadır- bilançolarına 
baktığımızda, faaliyet dışı kârları yani faiz gelirlerinin net bilanço kârlarına oranı şöyle bir seyir izlemiştir: 1990’da yüzde 33’tür bu, 1996’da yüzde 52’ye 
çıkmıştır, 99’da yüzde 219’a yükselmiştir. Yani şu demektir: Siz 100 liralık bilanço kârını… Yani normal faaliyetlerinizden elde edilen kâr varsa 220 lira da 
faiz gelirlerinden kâr elde etmişsiniz. 99’un bu çok çarpık bir rakamı. 96’da bu 52 lira olmuştur. Yani 100 liralık faaliyet gelirinin 100 liralık bilanço gelirinin 
52 lirası faaliyet dışı gelirlerden yani faiz gelirlerinden oluşmuştur. Bu ne demektir? Bu, özel sektör işletmelerinin ellerindeki nakit kaynakları üretime ve 
yatırıma değil devlet iç borçlanma senetlerine yatırmaları anlamına gelmiştir. Devlet iç borçlanma senetleri yoluyla elde edilen borç ise bütçenin finansmanına 
harcanmıştır. Yani böyle bir kısır döngü içinde o yılları yaşadık. Yine o 468 özel sanayi işletmesinde, 90’la 99 arasında ortalama yıllık yüzde 18,7 reel artış 
göstermiştir faaliyet dışı gelirler. O yıllarda Türkiye’nin reel büyümesi yüzde 3,1’dir. Yani ülkenin milli geliri reel olarak yüzde 3,1 artarken 468 özel sektör 
işletmesi ki bu neredeyse Türk sanayisinin tamamını temsil eden işletmelerdir, bunların faaliyet dışı gelirleri, reel olarak yüzde 18,7 yükselmiştir. Şimdi, bu 
çarpıklıktan en çok yararlanan sektör bankacılık kesimi olmuştur. Bankacılık kesimi de…. Ya da şöyle düzeltelim: Bankacılık kesimi de en az özel sektör 
işletmeleri kadar, ondan da daha fazla bu çarpıklıktan menfaat sağlamışlardır. Ama bu, aynı zamanda, diğerlerinde olmayan, bankalar için geçerli olan önemli 
bir risk unsurunu da üstlenmiş olmaları anlamına gelmiştir. Bu risk, kur riskidir, faiz riskidir, likidite riskidir. Yani bankalar yüksek faizli enstrümanlara 
kaynaklarının önemli bir bölümünü aktarırken aynı zamanda bir faiz riskine, bir kur riskine ve bir likidite riskine maruz kalmışlardır. Nitekim, bu riskler 
gerçekleştiğinde 25 tane banka maalesef batma durumuna gelmiştir…” şeklinde ortaya koymuştur.
375 Akdiş, Muhammed, Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Ankara, Yimder Yayınları, 1995, s. 149 
376 Büyükdeniz, s. 83 
377 Tarı Recep ve Kumcu Funda Serâ, “Türkiye’de İstikrarsız Büyümenin Analizi (1983-2003 Dönemi)” Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 
Dergisi Cilt:9 2005, s. 156. 
378 Ay, Ahmet, “Tarihsel Süreç İçerisinde Türkiye’de Büyüme”, Ed. Ahmet Ay; Türkiye Ekonomisi, Çizgi Kitabevi, Konya, 2007, s. 30 
379 Şiriner, İsmail ve Doğru.Yılmaz; “Türkiye Ekonomisinin Büyüme Dinamikleri Üzerine Bir Değerlendirme", Yönetim Bilimleri Dergisi, 2/3, 2005, s. 172. 
380 Sever, Erşan, Finans, Dış Ticaret ve Büyüme İlişkisi: Türkiye Analizi, Çizgi Kitabevi, Konya, 2009, s. 212. 
381 Şiriner, Doğru, s. 172. 
382 Yeldan, s. 49 
383 Tarı, Kumcu, s. 160. 
384 Acar, s. 51-52.
385 Sever, s. 33.
386 Sever, s. 117.
387 Kanunun 4. maddesine göre “Türkiye’de bir bankanın kurulması veya yabancı ülkelerde kurulmuş bir bankanın Türkiye’de açacağı ilk şubesi için Bankalar 
Kurulu’ndan izin alınması şarttır”.
388 Hasan ve Mehmet Reşat Karamehmet'lerin Park Yatırım Bankası, Halis Toprak'ın Toprakbank’ı, Mustafa Süzer'in Konut Endüstri ve Ticaret Bankası – 
Kentbank’ı, İbrahim Betil'in Bank Ekspres’i ile Doğan Grubu'nun Alternatif Bank'ına banka kurma izni verilmiştir.
389 Ural, Mert; “Finansal Krizler ve Türkiye”, Dokuz Eylül Ünv. İİBF Dergisi, Cilt:18, Sayı:1, 2003, s. 15
390 Kırıt Emrah, Anayasal Açıdan BDDK, İstanbul 2007, s. 125
391 Derviş, Kemal; “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, 14 Nisan 2001, s. 6.
392 BDDK, Tebliğ, s. 9.
393 Toprak Metin, Demir Osman, Türk Bankacılık Sektörü: Sorunlar, Krizler, Arayışlar, Cumhuriyet Üniversitesi İİBF Dergisi, C. 2, S. 2, 2001, s. 9.
394 BDDK, Tebliğ, s. 12.
395 Nitekim, Komisyonumuza bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK de bu durumu “…. Banka sisteminin çöküşü -ki 28 Şubat sürecinin en çarpıcı olgularından 
birisidir- bir sonuçtur. 90’larda meydana gelen bu çöküş ve 2000’lerin başına kadar sirayet eden bu çöküş yine 90’lı yıllarda devam eden yanlış ekonomik 
politikaların, yine biraz önce değindiğimiz olumsuz siyasi şartların ve yönetim tarzlarının ortak bir sonucudur.” şeklinde özetlemiştir.
396 BDDK, Tebliğ, s. 16.
397 Ülkemizde yaşanan yolsuzlukların sebeplerinin, sosyal ve ekonomik boyutlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla verilen 
önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 07/01/2003 tarih ve 755 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve söz konusu karar 09/01/2003 
tarih ve 24988 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. “Yolsuzlukların Sebeplerinin, Sosyal ve Ekonomik Boyutlarının Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin 
Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”nda Türkbank ihalesi ile ilgili olarak (s. 717);
“…20. Yasama döneminde 9/43 esas numaralı soruşturma komisyonu kurularak, soruşturma sonucunda 8/7 oy çokluğu ile TCK 240. m. uyarınca Görevin Kötüye 
Kullanılması suçundan Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığına dair karar ile sonuçlandırılmış ise de, Devlet Denetleme Kurulu raporunun Meclis Soruşturma 
Komisyonu’nun kararından sonraki bir tarihe rastlaması, yine ihale süreci ile ilgili yapılanların ihaleye müdahale anlamını taşıdığı açık olduğundan ve sonradan 
elde edilen yeni deliller ve komisyonumuzca bilgisine başvurulan Mesut Yılmaz’ın kusurlu olduğunu kabul ettiğine ilişkin beyanlarından, Korkmaz Yiğit ve Hayyam 
Gariboğlu ve Güneş Taner’in cevapları doğrultusundaki, raporda yer alan belge ve bilgiler, Karara muhalefet eden üyelerin gerekçelerinin daha haklı 
mesnetlere dayandığı, Suçun niteliğinin TCK 240 anlamında olmayıp Başbakan ve ilgili bakanın “500 000 000 dolardan aşağı verirseniz iptal ederim” 
diyerek ihaleye direkt müdahalede bulundukları, ihaleye katılanlardan biri hariç hepsi ile görüştükleri, birinden aldığı bilgiyi bir başkasına aktardıkları, 
raporun bu doğrultuda hazırlandığı halde kararın fiile uygun olmadığı,Bu haliyle, mülkiyeti TMSF’na ait olması sebebiyle devlet malı olduğunda kuşku 
bulunmayan Türkbank’ın ihalesinde (Kapalı teklif usulü arttırma) anlatılan şekildeki eylemlerle ihale sürecinde, malın satımında ve değerinde fesat oluşturacak 
ilişki ve görüşmelere girilmesinin, Mesut Yılmaz ve Güneş Taner bakımından, TCK’nun 205 inci maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği…” 
gerekçeleriyle, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz ve Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner haklarında TCK 205 inci maddesinde tarif edilen devlet 
hesabına yapılan alım-satıma fesat karıştırma suçunu oluşturacağı düşüncesi ile haklarında Anayasanın 100, İçtüzüğün 107 nci maddeleri uyarınca 
Meclis Soruşturması açılması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu çerçevede, TBMM’nin 9.12.2003 günlü, 790 sayılı kararı ile kurulan 9/5-6 Esas numaralı 
Meclis Soruşturması Komisyonu’nun 25.6.2004 günlü, E:A.01.1.GEÇ.9/5,6-143, K:8 sayılı raporu, TBMM Genel Kurulu’nun 13.7.2004 günlü 114. birleşiminde 
görüşülerek, eski Başbakan Ahmet Mesut Yılmaz ve eski Devlet Bakanı Güneş Taner’in; Türkbank ihalesi sürecinde, ihalenin yapımında ve fiyat oluşumunda 
fesat karıştırmak suretiyle güdümlerinde bir medya düzeni kurmak için tüm organizasyonları gerçekleştirdikleri, böylece siyasi rant amaçladıkları, ayrıca, 
Türkbank ihalesi ile doğrudan ilişkisi bulunmayan üçüncü şahıs konumundaki Kamuran Çörtük’e, ihalede üstlendiği aracılık misyonunun karşılığı olarak, 
Genç TV’nin bedelsiz olarak verilmesini sağladıkları ve bu eylemlerine uyan Türk Ceza Kanunu’nun 64. maddesinin birinci fıkrası delaletiyle, aynı Kanun’un 
205., 219/1-4. ve 33. maddelerine göre yargılanmak üzere Anayasa’nın 100. maddesi uyarınca Yüce Divan’a sevkine 3 çekimser ve 15 red oyuna karşı 
429 kabul oyuyla karar verilmiştir. Bu karar, 9/5-6 Esas sayılı Meclis Soruşturma Komisyonu Raporu ile bağlı dosyalar TBMM Başkanlığı Genel Sekreterliği’nin 
16.7.2004 günlü K. K. Md. A. 01.0.GNS. 0.10. 00.02-6780 sayılı yazısı ekinde Yüce Divan Başkanlığı’na (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na hitaben) 
gönderilmiştir.
Anayasa Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda ise, 23/06/2006 tarihli ve E:2004/2, K:2006/3 sayılı karar ile, “…davada zamanaşımı olmadığına…” 
ve “…Dosyadaki delillerin değerlendirilmesi sonucu, sanıkların eylemlerinin, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 240 ıncı maddesine uymasına, 
23 Nisan 1999 tarihinden önce gerçekleştirilmiş olmasına ve görevi kötüye kullanma suçunun 21.12.2000 günlü, 4616 sayılı Yasa’nın 1 inci maddesinin 
5 inci bendinde sayılan kapsam dışı suçlar arasında yer almamasına göre, 4616 sayılı Yasa’nın 1 inci maddesine 4758 sayılı Yasa ile eklenen 4 üncü 
bend uyarınca, davanın kesin hükme bağlanmasının ertelenmesine…” oyçokluğu ile, “…suçla ilgili dosya ve delillerin, dava zamanaşımı süresi sonuna 
kadar muhafaza edilmesine ve yargılama giderinin kamu üzerinde bırakılmasına…” ise oybirliği ile karar verilmiştir.
398 Müderrisoğlu, Okan; “28 Şubat’tan Kalan Fatura: 52 Milyar Dolar”, Sabah Gazetesi, 7 Mayıs 2012.
399 BDDK, Tebliğ, s. 12
400 23/06/1999 tarihli ve 23734 sayılı RG.
401 31/12/2005 tarihli ve 26040 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 
402 01/11/2005 tarihli ve 25983 mükerrer sayılı Resmi Gazete. 
403 http://www.bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Raporlar/Diger_Raporlar/15279C8914BD.pdf 
404 Bu çerçevede, sorunlu bankaların çözümlenmesinde TMSF tarafından gerçekleştirilen işlemler hakkında gerek kamuoyunun tam ve doğru bilgilendirilmesi, gerekse bu süreçte yaşanan zorluklar ile edinilen bilgi ve 
deneyimlerin yazılı hale getirilerek kamuoyu ile paylaşılması amacıyla 2006 yılında Fon bünyesinde “Raf Temizliği Projesi” başlatılmış, bu kapsamda 1994-2003 yılları arasında yönetim ve denetimi Fona devredilen ve 
Fon tarafından devir, birleşme, satış ve tasfiye yoluyla banka çözümleme sürecine alınan toplam 25 banka ile ilgili (Egebank, İnterbank, Etibank, İktisat Bankası, Toprakbank, Egsbank, Yurtbank, Bank Ekspres, Esbank, Bank 
Kapital, Pamukbank, Demirbank, Ulusal Bank, Türk Ticaret Bankası, Yaşarbank, Sitebank, Tarişbank, Kentbank, Sümerbank, Bayındırbank, Marmarabank, Impexbank, Kıbrıs Kredi Bankası, TYT Bank, ve İmar Bankası) her 
banka için ayrı bir kitap hazırlanmış ve bankaların çözümleme süreçleri kronolojik olarak tüm detaylarıyla incelenmiş, bankaların Fona devir sebepleri ve kullanılan istismar yöntemleri, çözümleme ve geri kazanım 
faaliyetleri, mali bünyelerini rehabilite etme, satış, devir ve birleştirme gibi çözümleme adımları ve hukuki süreçleri ortaya konulmuş, Proje kapsamındaki kitaplar ise, e-book olarak www.raftemizligi.com adresinde 
yayınlandığı gibi, kitaplarla ilgili güncellemeler de yapılmaya devam etmektedir. 
Yine Pamukbank’ın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (Fon) devredilmesiyle ilgili iddiaların, Fon’a devredilen bankalar ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) faaliyetlerinin, Tarişbank’ın Fon’a devrinin ve 
satışının, bankacılık ve finans sektöründe yaşanan sorunların ve BDDK’nın T. İmar Bankası yönetimine el konulması sürecinin incelenmesi amacıyla verilen önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 28/10/2003 
tarih ve 25273 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 784 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve Komisyon özellikle Fon’a devredilen bankalar konusunda inceleme ve değerlendirmede bulunarak, bankacılık ve 
finans sektöründe yapılması gereken düzenlemeler ve alınması gereken önlemlerle ilgili önerilerine ilişkin raporunu 26.05.2004 tarih ve 4 sayılı karar ile Meclis’in takdirlerine sunmuştur. Söz konusu Rapor’da finansal 
sektörün ekonomik büyümeye ve ulusal refah düzeyinin artırılmasına katkı sağlamasına yönelik hale getirilebilmesi için makroekonomik istikrar ortamının sağlanması, etkin gözetim ve denetimin sağlanması, kamu 
bankalarının, özel bankaların, kalkınma bankasının yeniden yapılandırılması, bankacılık sisteminde yer alan sağlıksız unsurların temizlenmesi dikkati çeken önemli değerlendirme ve önerilerden bazılarıdır. Bu kapsamda 
yine bankacılık, TMSF ve mevduat sigortasına, finansal sistemin denetlenmesine, bankaların bilgi işlem sistemlerinin denetlenmesine, bağımsız denetime, BDDK tarafından banka yönetimine atanacakların 
yapacakları raporlamalara, sermaye piyasalarına, sigortacılığa ve diğer finansal kuruluşlara ilişkin değerlendirme ve önerilere yer verilmiştir. 

Benzer şekilde ülkemizde yaşanan yolsuzlukların sebeplerinin, sosyal ve ekonomik boyutlarının araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla verilen önergeler çerçevesinde Meclis Genel Kurulu’nun 
07/01/2003 tarih ve 755 sayılı kararı ile Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuş ve söz konusu karar 09/01/2003 tarih ve 24988 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Komisyon, para, bankacılık, hazine işlemleri, gümrük, 
sermaye piyasası kurumu ve merkez bankası; enerji yapım, ihale işlemleri, ulaştırma, milli savunma, ilgili üst kurullar, yerel yönetimler; sağlık, sosyal güvenlik ve özelleştirme ile adalet, içişleri, tarım ve köyişleri 
bakanlıkları, üniversiteler, dernekler, Türkiye tarım kredi kooperatifleri, vakıflar genel müdürlüğü ve diğer konular ile ilgili çeşitli alt komisyonlar kurmak suretiyle, ülkemizde yolsuzluğa yol açan yönetsel, yapısal ve 
toplumsal nedenleri belirlemiş, bunların yol açtığı sorunları tartışmış, genel ve özel çözüm önerileri getirmiştir. 
405 BDDK, Tebliğ, s. 36 
406 Coşkun Metin, Para ve Sermaye Piyasaları, Detay Yayıncılık, Ankara 2010, s. 105. 
407 Özel, Mustafa; Devlet ve Ekonomi, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 31. 
408 Başkaya, Fikret, Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi; Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Birlik Yayınları, Ankara 1986, s. 259. 
409 Altan, Mehmet; Süperler ve Türkiye, İstanbul: Afa Yayınları, 1986, s. 109. (Altan, Süperler). 
410 Nitekim Ezgi GÜRSES de “28 Şubat Demokrasi Ters Şeritte” adlı çalışmasında (sh. 194-195) 28 Şubatın Cumhuriyet tarihi boyunca ekonomik ve siyasi bakımdan ayrıcalıklı bir kesimin, bürokrasinin ve devletle organik 
ilişki içindeki büyük sermayenin, yeni gelişen toplumsal güçlere karşı giriştiği bir tasfiye operasyonu olarak okunabileceğini ifade etmiştir. Yazar, bu durumu “Özal’lı yıllarda başlayan girişimciliği teşvik etme ve ekonomiyi 
dışa açma politikaları 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel “merkez”in dışında, yani “devlet”ten nispeten bağımsız oluşan ve adına kısaca “Anadolu sermayesi” dediğimiz yeni bir iktisadi gücün ortaya çıkmasını 
kolaylaştırmıştır.”İslamcı siyaset”in o dönemde yükselişe geçmesi de bir yanıyla bu ekonomik dinamikle bağlantılıdır. Ne var ki, bu yükseliş geleneksel kayırmacı ekonomik sistem içinde devletle işbirliği halinde 
palazlanmış olan yerleşik ve daha “büyük sermaye”yi ciddi olarak kaygılandırmıştır. Bu çevreler Refah Partisi iktidarının kendileri aleyhine olarak bu “kenar” gücünü destekleyeceğinden endişe etmişlerdir. Nitekim RP’nin 
büyük ortağı olduğu hükümetin ekonomi alanında izlediği kimi politikalardan “büyük sermaye”nin rahatsızlık duyduğunu ve bunu kontrol ettiği merkez medya aracılığıyla dışa vurduğunu biliyoruz. Büyük ölçüde bu nedenle 
devlet eliyle dağıtılan ranttan kendisinin artık yararlandırılmayacağı, dolayısıyla geleneksel avantajlı pozisyonunu ve “seçkin” sınıfsal statüsünü kaybedeceği endişesine kapılan “büyük sermaye”, RP-DYP 
koalisyonuna sert bir muhalefet yürütmeye başlamıştır” şeklinde özetlemiştir. (Ezgi GÜRSES, 28 Şubat-Demokrasi Ters Şeritte, İstanbul 2012) 
411 Söz konusu şirketlerden biri de Kayserili işadamları tarafından kurulan Dost Sigorta şirketi olmuştur. Söz konusu şirkete ve çalışanlarına yönelik olarak şirket kurucuları (Mustafa Tekeli, Saffet Arslan) tarafından 
18.10.2012 tarihinde Komisyonumuza verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere emniyet ve yargı ayaklı bir çok baskı uygulanmış ve sonuç olarak şirket feshedilmek zorunda kalınmıştır. Bu durumun etkileri Komisyona bilgi 
veren Saffet Arslan’ın ifadelerine “...Bu tutuklanıp bırakıldıktan sonra ben işi tamamen bıraktım. Kendimde bir enerji, bir gayret göremiyordum. Hep önüme benim her şeyimi feda etmek istediğim devletin, sebepsiz, gereksiz, 
ölçüsüz tutuklaması geliyordu ve kendimi güvende bağlanacak bir ülkede hissetmiyordum gibi. Acaba ülkemi değiştirsem, Türklükten çıkmak aklıma gelmiyor da ülkeyi değiştirmek aklıma geliyor ve ben o zaman ölçülebilir 
rakamlar vermek istiyorum:1200 kişi çalışan İpek Mobilyayı 450 kişiye düşürdüm ve hala daha İpek Mobilya eski formunu yakalayabilmiş değil…” şeklinde yansımıştır. 
412 Yaşar, Süleyman, “28 Şubat’ın Halka Maliyeti Ne oldu?”, Sabah Gazetesi, 7 Mart 2012. 
413 Acar, Mustafa, “Bir Ekonomik ve Siyasi Karabasan: 28 Şubat Süreci”, Gündem, 28.02.2012. 
http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100 
414 Acar, Mustafa, “Bir Ekonomik ve Siyasi Karabasan: 28 Şubat Süreci”, Gündem, 28.02.2012. 
http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100 
415 Parla, Taha; “Türkiye'de Merkantilist Militarizm 1960-1998”, Birikim, Sayı 160-161, Ağustos-Eylül. 2002, s. 204 
416 Akça, İsmet; “Kollektif Bir Sermayedar Olarak Türk Silahlı Kuvvetleri”, Birikim, Sayı 160-161, Ağustos-Eylül.2002, s. 227. 
417 Parla, s. 205. 
418 Akça, s. 250. 
419 Akça, s. 252. 
420 Akça, s. 11. 
421 Akça, s. 12. 
422 Yay, Gülsün Gürkan, Enflasyonu Düşürme Politikalarının Maliyetleri: Teori, Uygulama ve Türkiye, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Sayı:184, 
Temmuz 2001, s. 77 
423 Hazine Müsteşarlığı, Borç Yönetim Raporu, Nisan 2003, s. 20. (Hazine, Borç Yönetim). 
424 Celasun, Merih: “2001 Öncesi ve Sonrası: Makroekonomik ve Mali Bir Değerlendirme”, 
www.econ.utah.edu/~ehrbar/erc2002/pdf/i053.pdf, s. 16. 
425 Hazine, Borç Yönetim, s. 20. 
426 Eğilmez Mahfi, Kumcu Ercan, Ekonomi Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması, 2. Baskı, Om Yayınevi, İstanbul 2002: s. 274. 
427 Uygur, Ercan: “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri” TEK Tartışma Metni, 2001, 
http://www.tek.org.tr/dosyalar/KRIZ-2000-20013.pdf, s. 23. 
428 Celasun, s. 16. 
429 Kalkınma Bakanlığı, 1996-2001 Döneminde Yaşanan Krizler ve Etkileri Raporu, Ankara, 2012, s. 10. (Kalkınma, Rapor). 
430 Kalkınma, Rapor, s. 10. 
431 BDDK, Tebliğ, s. 13.
432 TCMB, Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, 2006, http://www.tcmb.gov.tr/, s. 49. 
433 Acar, s. 83. 
434 BDDK, Tebliğ, s. 57. Zira Komisyona bilgi veren Sayın Ahmet ERTÜRK bu durumu “…Halk Bankası ve Ziraat Bankası görev zararı diye milyarlarca dolar 
zarara uğradılar ve biraz sonra vereceğim ama öncelikle bu rakamı telaffuz etmek istiyorum, o gün sadece kamu bankalarını ekonominin içinde tutmak için, 
tekrar ayakları üstünde çalışır hâle getirmek için 23 milyar dolar para aktarıldı…” şeklinde ifade etmiştir. 
435 BDDK, Tebliğ, s. 29. 
436 Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonuna Sunulan Rapor, 2012, s. 2 
437 TRT Kanunu’nun 15’inci Maddesi gibi. 


***