Hulki Cevizoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hulki Cevizoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2018 Perşembe

Müslüman - Erkek - Kardeşler!


Müslüman - Erkek - Kardeşler!

Hulki Cevizoğlu,

Geçen yazımda, “Atatürk’ün kalemi” Falih Rıfkı Atay’ın 50 yıl önceki, uyarılarına yer vermiştim.
Kimileri, Falih Rıfkı’ya ağır eleştirilerde bulundu.
Bugün, farklı kalemlere yer vereceğim. Bakalım, aynı çevreler bunlara ne diyecek?

*  
Bizim iktidar ve yandaşları, Mısır’daki “karekök darbeler” içinde işine geleni beğeniyor, gelmeyeni ağır eleştiriyor.
Acaba ne kadar samimiler bu konuda?
(“Karakök darbe”, darbenin karekökü demek. Yani, darbe üstüne darbe!. Hüsnü Mübarek’e, Mursi’ye ve ondan önce Firavunlara kadar giden darbeler demek.)
(Başbakan Erdoğan diyor ya, “Darbe kime yapılırsa yapılsın karşısındayız!” Herhalde, Musa’nın arkadaşı Firavun’a yaptığı darbeyi kastetmiyor!)

Bizim iktidar zümresi, yandaş kalemleri ve örnek aldıkları fikir önderleri darbeler konusunda bakınız neler demişti?
Nazlı Ilıcak (aynı zamanda eski AKP mv.):
“(10 Ekim 1980) Darbe Türk halkının müdafaasıdır, idamlar bu müdafaanın neticesidir. 
‘Kadife eldivenli’ vasfını daima koruma, müsamaha ve iyi niyet her zaman devam etmelidir. Çünkü bu bizim son şansımızdır. Kaybedeceğimiz şey, demokrasiden de, hürriyetlerden de önemlidir. Haysiyetimizin istiklal ve istikbalimizin teminatı olan anavatandır.” 
Ilıcakların gazetesi Tercüman’ın manşeti:
“Yeni anayasa hazırlanacak. Ordu mecbur kaldı.” 
Hürriyet’in manşeti:
“Atatürk yolunda devam!” 


Necip Fazıl Kısakürek:

“Malum darbelerden biri değildir. 
Bu hareket olmasaydı, yıl değil ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye’nin çöküşü gerçekleşebilirdi...
12 Eylül 1980 milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı istidadındadır. 
12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir.
Hükümetten ziyade, onu mefluç kılan (felç eden) partilere ve fesad ocağına döndürdükleri Meclis’e yönelik bir davranış.
Hedefi de, ... gayet tabii olarak ‘devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama’ atılışı. (Kısakürek’in ardılı Erdoğan, bugün bu maddeyi kanundan çıkardı. -HC)
Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah!..”  

*

Başbakan Erdoğan, Mısır’daki “Müslüman Kardeşler” (İhvanü’l Müslimin)  örgütünü savunuyor bugün. 
Dini Kavramlar Sözlüğü’ne baktım. Kastedilen “tüm kardeşler” değil, yalnızca “erkek Müslümanlar!” imiş.
Neyse, bakalım Müslüman kardeşliği mümkün mü?
Mehmet Akif Ersoy konuşuyor:
“Hani Müslümanlık, bir uhuvvet (kardeşlik) husule getirecekti. Nerede? 
Her tarafta Müslümanlık cehalet, Müslümanlar ise sefalet içinde mahvolup gidiyor... 
Müslümanların hepsi cahil; Arabı cahil, Türkü cahil, Kürdü cahil, Arnavutu cahil, hepsi cahil. Hepimiz igvaata (kışkırtmaya) kapılıyoruz...
Biz cehaletimiz yüzünden dini bu hâle getirdik. Din de bizi bu hâle getirdi. İslam dini bir miskinlik (uyuşukluk) dini oldu.”  


Akif, Mısır’a, üniversitedeki görevine tekrar döndükten sonra yazdığı bir mektupta ise Mısır hakkında şöyle diyor:
“Mısır’da 11 yıl kaldım. Fakat 11 saat daha kalsaydım artık çıldırırdım.
Sana halisane (içtenlikle) bir fikrimi söyleyeyim mi;
İnsanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de... (Milliyetçiliği Erdoğan duymasın!-HC)
Eğer varsa, Allah benim ömrümden alıp, O’na (Mustafa Kemal’e) versin.” 


Darbeye ve darbecilere karşıymışlar!
Kenan Evren’le okul açılışlarına katılan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne diyor:
“Mısır’la ilişkilerimizi kesmedik. Kesmeyi de düşünmüyoruz!” 
Hani nerede kaldı Müslüman kardeşliği?..


***


24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KüRT iSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 3

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 3


HABLEMİTOĞLU YAZDI MI YAZMADI MI? 

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir...  Hablemitoğlu Almanlar ın ve Alman vakıfları nın Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. 
Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. 

Çünkü onu aşan bilgilerin olması yanı sıra yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hablemitoğlu cinayetinden hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından hazırlandığı bilinmeyen ve ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site de yer almıştı. Bu site cinayetin ardından "Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, sitelerinin en büyük destekçisi olan vatansever Necip Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde 
öldürüldüğü belirtiliyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve rütbesini şahsi çıkarlara alet edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu cinayeti incelerken bu gibi önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu mensupları ile ilgili bilgi ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı bellidir. O dönemde Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da söyleniyordu. 
Hablemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com adlı internet sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir. Almanya, en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı Türkiye'de çok etkindir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı iddia eden ağır yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin Tuğrul Keskingören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi. Zannedersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve benimle ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Amerika'nın öbür ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler yazıyordu. İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını kullanıyordu. Bu nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat" isimli sitede de yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir Amerikalı ile evlendi. 2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay 
Güney, ABD'ye gidişini Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de karşılayacak ilk isim olarak Keskingören geldi aklıma. Türkiye’de yabancı servislerle çalışmış önemli noktalarda bir çok insan bulunuyor. Mesela Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı korumakla görevli güvenlik şirketinin ka-
meraları bozuktu. Cinayet sonrası şunları söylemişti: ‘Bu şirketin oradaki güvenlik şirketinin başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda MİT'te çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen grubun en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti. Hable-
mitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu servislerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46) 

Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. 
Bu anlamda ya zamana yayılmış bir süreç söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan bir sıkıntı söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş bir görüş ve dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olanaklarından, bazılarının da ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum ortaya çıktı. Bu arada Gladyo’ya bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme, fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans 
sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Ergenekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya gerek yoktu. Hatta, ekstra olarak, Ergenekon’un finans kaynaklarından birinin TSK’nın ihtiyacı olan silâh ve teknolojik restorasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır komisyonlar aldığına dair ciddî emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne girmiş büyük sermaye gru-
plarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir, belki siyaset ve medya ayağına yönelik ciddî bir operasyonla savcılar bu kaynakları da deşifre etme şansı bulabilir. (47) 
Mesela spor mafyası ve şike operasyonunun bu anlamda ilginç olduğu söylenebilir. 

AZİZ BAŞKAN ALMAN FİRMASIYLA ORTAK 

Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir iş adamıydı. 
Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan sektörlerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muhabere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Dolayısıyla birçoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahip. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği dosyada, Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO olduğu biliniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO ihaleleri almaya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten bugüne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Alman Siemens ile birlikte 223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de 2003’te yine Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. Diğer yandan TAFİCS projeleri 2006’da dünyada Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçlamasıyla gündeme gelmişti. Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanısıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Dergide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusuydu. (48) 

Netice itibarıyla, Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerle ilgili ne kadar sır bildiği araştırılması gereken bir konu. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Türkiye’deki faaliyetlerini mercek altına almaya geldi. 

Federal Almanya'da Türkiye'yle ilgili ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e, ''özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de ''araştırma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde 
solcu PDS dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te ilk şubesini açmıştır. SPD partisinin Friedrich Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP 'nin Friedrich Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘ da doksanlı yılların 
ortasında İstanbul'da faaliyete geçmiştir. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir. 

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dış İşleri Bakanlığı'nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan 
karışabilmek için ne tür ''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek'' verilmektedir. ''Politik vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları'' en yetkili agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: 

Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: 
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak. 
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. 
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'' 

İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşguldür ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ''araştırma'' enstitüleri ile ortak çalışmaktadır. 

SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. 

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının 
farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. 
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna ''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, ''kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek'' ile suçlamıştır. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın 
finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. Vakfın kurucusu olan Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda, Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama sonra serbest bırakılmıştır. Adolf Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez daha tutuklanmıştır. 1945 
yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Hıristiyan Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir. 
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar? 
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler bu kitabın yazarını hep dikkatini çekmiştir. Vakıf senedinde amacını, barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata geçirmek, kendi kendine yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve doğal yaşam kaynaklarını korumak olarak açıklar. 

İşin gerçeği ise pek öyle görünmüyor. Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar. Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret ederek röportaj yapma imkanı bulduğum Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası'' şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı. Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi 
sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği ''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir: ''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve 
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...'' 

Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve enstitülerinin, Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu ve finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman Vakıflarının Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu değildir. Vakıflar sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri ya da Alman modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman hükümetinin faaliyet göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar 
istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990'lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve onun emperyalist isteklerine alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi topraklarında birçok yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm anayasal sistemini çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya topraklarında 
yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının bağlantılı olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerli ve yabancı temsilcileri bulunur. Örneğin Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı. Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin Alman ayakları vardır. (50) 

DSP’Lİ EROL AL: ALMAN VAKIFLARI ALMAN İSTİHBARATIYLA İLİŞKİLİ 

Türkiye’de Almanya adına faaliyet yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsü de tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu programında Alman Vakıflarının yasal durumunu gözler önüne seren bir program  yapmıştı. 
Programda, Konrad Adanuer Vakfı temsilcisi DPT ve Hazine Müsteşarlığın dan izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş canlı yayına katılan Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı ise, Alman Vakıflarının Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştu. Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini söylemişti. Programa telefonla katılan ve 
konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP İstanbul Milletvekili Erol Al, Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı olarak Türkiye’de faaliyet yürüttüklerini ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin sorgulanması gereğini belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için ilgileniyorum”dedi. 

Gerçekten de özelllikle bir dönem yani 90 lı senelerde Almanların Türkiye’ye ilgisi ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eder boyutlara gelmişti. Örneğin merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı 'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan 
vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: ''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... 
Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...'' (52) 
Zaten vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi’nin , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınması vakfın niteliğini de daha açık kılıyor. Bu kişi Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır. 

Ayrıca 31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach’la, Hamburg’daki ofisinde yaptığım görüşmede, 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf ediyordu. 

Peki Almanlar neden Kürt meselesiyle bu kadar yakından ilgileniyordu? Aslında bu ilginin yeni bir ilgi oduğunu söylemek çok zor. Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye dayanır. 

Burada işin bir başka boyutunu daha vurgulamakta fayda var. Kitabın şu ana kadar olan bölümlerinde Alman vakıflarının Türkiye’de etnik konulu bir çok araştırma yaptırdıkları belirtildi. Halbuki batılı araştırmacıların Türkiye'de yaptıklarına benzer etnik esaslı bir araştırmayı kendi ülkelerinde yapmaları yasal olarak mümkün değildir. 

İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olarak görülür. 

Halbuki bu konuda Türkiye’de henüz yasal bir düzenleme yapılabilmiş değil. Hal böyle olunca da Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi bir çok politikacının bu faaliyetler konusunda kuşku taşımaları normal. Vakıflar ise bu kuşkuların haklılığını reddetmeye devam ediyordu. Örneğin Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki suçlamalara yanıt veriyor ve kendilerini savunuyorlardı. Bilindiği üzere, Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine gözler bu vakıflara çevrilmişti. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıflardan birisi de Friedrich Naumann Vakfı olduğundan onların görüşleri önemliydi. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert iddialara tepkiliydi. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil. Dehnert görüşmede şunları söylüyordu: 

“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya  ’da başka diğer siyasi olmayan Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti bizleri yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin yaptıkları şeffaf. Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden haberleri var, benim izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa ismi açıklardı. Sanırım siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar son derece ciddi iddialar çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK, Almanya Federal Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı 
olanvakıflar bu konuda aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. 

Sonucuna katlanmalı. 

Biz PKK ile çalışmıyoruz bu insanlar ile konuşmuyoruz.” 

 Heinrich Böll Vakfı da Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarını reddediyordu. Yeşiller partisine yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez olduğunu söyledi. 

Fücks, “Diğer Alman vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı projelerini desteklemiyoruz. 
Kredi de vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten mümkün değil. Siyasi açıdan bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma. Çünkü Heinrich Böll Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir kuruluş. PKK’nın silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt muhalif gruplarla diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu. Hırıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi. Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na  tabi olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61) 

Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getiriyordu: ’Benim ne konuştuğumu maalesef medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada bazı cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu vakıf altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu 
kredi nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi talebinde hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler noktasında aldıkları krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız “PKK’ya para gönderiyorlar” lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci 
arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular. Alman vakıfları maalesef daha önce de 
buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi bileceği bir iştir. Türkiye’de bu tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle ağırlıklı BDP’li belediyelere 
bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62) 

BURDUR’LU İŞÇİ ÇOCUKLARDAN AJAN 

Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklamalarıyla kamuoyunun dikkatini buraya çevirmişti. Peki neydi başbakanlık düzeyinde yapılan bu açıklamaların sebebi? Yine başbakanın açıklama yaptığı dönemde özellikle doğu bölgelerinde gelişen bazı olaylar bu sorunun en açık yanıtıydı. İlk örnek Burdur’dan. Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan Almanya’daki işçi çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini 
yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. Diğer yandan PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT elemanı tarafından bazı gurbetçi vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Bir gün, takip edilmekte olduğundan kuşkulanan iki Kürt, bir Alman TV ekibini haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. 

Sonradan olay 

Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı arkadaşlarını da harekete geçirerek, belli ettirmeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT ajanlarına saldırarak, TV kamerası karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman 

TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye’de bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung 
gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında casusluk faaliyetleri sürdürdükleri gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek Almanya’nın Türkiye konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da ağzından laf kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın güçlü Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66) 

Bir başka casusluk olayı yine Başbakan Erdoğan’ın açıklaması üzerine yaşandı. Başbakan Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya dolaylı olarak yardım aktarıyor" iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve Almanlardan değil de 
Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde, istihbarat birimlerinin fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4 PKK’lının cenaze töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da bir “ajanlık” faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek karşılık verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, açıkça Almanlar’ı savunuyordu. (76) 

Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan değil aktivist olduğu savunuldu. Gazeteye göre her PKK eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle yaptığı temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın Avrupa Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye’de bulunduğu 2010 temmuz ayında Şemdinli’de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti. Habertürk gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde fotoğraflarına yer verildi ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan Micheal Knapp’ın insan hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman milletvekillerinin de olduğu bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler 
yaptığı, polislerle de görüştüğü ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman 
parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15 Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ile kimi eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları aktivistleri de vardı. İlk olarak Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova’da inceleme yapıldı. 

İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye başkanları, BDP’li milletvekilleri ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis yetkilileriyle görüşüldü. Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’ adını veren topluluk daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı. Micheal Knapp yine 
2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir Alman milletvekili ve bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı iddiasına ilişkin açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine 2010’un ekim ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamayı izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık mektup yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bu şekilde Türkiye’nin işlerine karışma olarak nitelendirilecek eylemlerde bulunmaktan çekinmemeye başlamıştı. Bunun altında yatan sebeplerden birisi de Almanya ’nı Türkiye’nin artık bölgenin büyük devletlerinden 
olduğunu kabullenememesiydi elbette. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


12 Kasım 2017 Pazar

ZEITGEIST HAREKETİ BİZİ NASIL ETKİLER?

ZEITGEIST HAREKETİ BİZİ NASIL ETKİLER?


22 Şubat 2011 Salı 


Güçlü ÇEZİK

Zeitgeist hareketinin varlığını öğrenip, Zeitgeist – Moving Forward (Yol Almak) belgeselini izleyince sarsıldım ve yıllardır insanlara anlattıklarımın doğruluğuna bir kez daha inandım. İnsanda Osmanlı tokadı etkisi yaratan bu belgeselin kitleleri neden bu kadar etkilediğini anlamak zor değil!
Küresel ekonomik kriz başlamadan çok önce, bazı ekonomist, felsefeci, köşe yazarı ya da farklı uzmanlık alanlarındaki insanlar bu krizin ipuçlarını vermiş ve kapitalizmin büyük bir çöküşe gitmekte olduğunu duyurmuşlardı. Ben de bu yönde düşünenlerden biriydim. Yanlış hatırlamıyorsam en az 5-6 yıldır insanlara sistemin çökmekte olduğunu, daha doğrusu çökmek zorunda olduğunu anlatır dururdum. Zaten o günlerdeki yazılarımı hatırlıyorsanız bilirsiniz. Kısmen yazılarımda da dile getirdiğim düşüncelerdi bunlar.

Evet bu gerçektir. Kapitalizm, yani bugünün göz boyayıcı deyimiyle küresel ekonomi çökmek zorundadır. Çünkü kapitalizmin kuruluşundaki rekabet felsefesi, sürekli daha düşük maliyet, daha fazla üretim ve daha fazla tüketim ilkelerine dayanır. Bu ise yıllar geçtikçe teoride maliyetleri sıfıra, üretim ve tüketimi ise sonsuza götürür. Maliyetlerin sıfıra gitmesi nasıl mümkün olabilir? Tabii ki hammadde fiyatlarıyla birlikte işçi ücretlerinin de sıfıra gitmesiyle!
İşte bundandır toplumların büyük çoğunluğuun oluşturan ücretli çalışan kesimlerin günden güne yoksullaşıyor oluşu! Peki tüketimin sonsuza gitmesi nasıl sonuçlanır? Tabii ki dünyanın kaynakları sonsuz olmadığı için, günden güne hızlanan bir tükenişle! Ve günün birinde gerçekten dünyanın tükenişine götürür bizi, hem de çok yakın bir zamanda...

İşte Zeitgeist – Moving Forward belgeseli bu ve benzeri gerçekleri bir tokat gibi izleyenlerin yüzüne çarpıyor. New York piyasalarındaki kirli oyunları, borcu bile alınıp satılan sanal bir piyasa ürünü haline getiren kirli borsaları, insanların aslında şiddet ve tüketim eğilimli olmayıp, mevcut ekonomik sistem yüzünden günden güne nasıl çılgınca bir tüketim, şiddet ve bencillik çıkmazına itildiklerini ve bunun gibi daha neleri apaçık ortaya koyuyor, görmelisiniz. Örneğin tarımda kullanılan kimyasalların insanları nasıl zehirlediği, endüstride üretilen her ürünün nasıl kasıtlı olarak kısa ömürlü tasarlandığı, hatta tıp kanserin bile tamamen dünyadan silinmesi mümkün olduğu halde tıp sektörünün nasıl en kazançlı alanı haline getirildiği gibi dehşet iddialar, gerçek bilim adamlarının ve araştırmacıların ağzından anlatılıyor.




Öyle bir belgesel ki, başta ABD hükümetleri ve çokuluslu şirketlerin toplumları nasıl baskı altına aldıkları, nasıl beyin yıkadıkları, IMF ve Dünya Bankası'nın, doğal kaynaklarına göz koydukları ülkeleri nasıl hedef alıp borçlandırdıkları ve sonra o kaynaklara el koyduklarını bir bir örnekleriyle anlatıyor.

Elbette bu ve benzeri iddialar, bizzat batı dünyasının içinden birileri tarafından dillendirilince daha da önemli hale geliyor. Çünkü biz desek kimse inanmıyor ama onların içinden birileri söyleyince durum değişiyor.

Bu belgeselin bazı bölümleri sayesinde, örneğin benim gibi kimi yazarların da savunduğu, Ecevit Hükümeti'ne çokuluslu bir ekonomik komplo kurulduğu ve bir gece düğmeye basılarak hükümetin ve ülkenin ekonomik olarak dışarıdan çökertildiği, böylece ülke kaynaklarının talan edilmesine ve AKP iktidarına giden yolun açıldığı tezi de bizzat yabancı uzmanlar tarafından büyük ölçüde doğrulanmış oluyor!

Belgeselin etkileri öyle büyük ki, bütün dünyada Zeitgeist Movement (Zeitgeist Hareketi) denilen bir hareketi başlattı. Türkiye'de de Www.zeitgeisthareketi.org ve Facebook'ta http://www.facebook.com/zeitgeistturkiye gibi gruplar kurulmuş. 

Köşe yazarları şimdiden ikiye bölünmüş.

Bana en ilginç gelen ise, Tunus ve Mısır'da başlayan, hızla diğer ülkelere yayılan isyan dalgalarının son belgeselin çıkışından hemen sonraya rastlaması oldu. Tam da belgeselin sonundaki sahneler gibi! Bana göre bu ayaklanmaları tetikleyen, Wikileaks belgelerinden ziyade, Zeitgeist belgeseli olabilir.
Türkiye ve dolayısıyla AKP Hükümeti, bütün dünyayı sarmaya başlayan Zeitgeist Hareketi'nden nasıl etkilenecek gerçekten merak ediyorum. 

http://www.mucadele.com.tr/yazar/guclu-cezik/zeitgeist-hareketi-bizi-nasil-etkiler-699

...

Dünyayı yöneten gizli güç formülü:Kontrollü KAOS 




21.06.2009 20:38


Dünyayı yöneten gizli güç formülü:Kontrollü KAOSUSTA gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun ART’de canlı yayımlanan programı Ceviz Kabuğu’nda “Zeitgeist” hareketi mercek altına alındı. Dünyayı yöneten gizli güçlerin gözde formülü ‘kontrollü kaos’ her yönüyle masaya yatırıldıDünyayı gizli güçler yönetiyorZeitgeist Türkiye Hareketi Başkanı Oğuzhan Turgay Özdemir, dünyayı aslında liderlerin değil, sermayeyi elinde bulunduranların yönettiğini iddia ettiHaber: Neslihan GÜRSOYUsta gazeteci Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu’nda Zeitgeist tartışması yapıldı. Almanca bir kelime olan Zeitgeist, “Ne anlama geliyor? Arkasında kimler var ve neyi amaçlıyor?” soruları tüm ayrıntılarıyla masaya yatırıldı. Programın bu haftaki konukları “Zeitgeist: Kuantum ve Kur’an” kitabının yazarları Yıldıray Yılmaz ve Serhat Ahmet Tan oldu. Zeitgeist hareketinin arkasında İsrail’in olduğunu iddia eden Yılmaz ve Tan, Yahudilerin kendilerine Tevrat’ta “vaad edilmiş toprakları” elde etmek için çabaladığını söylediler.11 Eylül olayları Zeitgeist’in dinlere karşı bir tutum sergilediğini belirten Ahmet Tan, dünyadaki çok önemli, büyük olayların arkasında da bu hareketin olduğunu ileri sürdü. 

   Tan, Amerika’daki 11 Eylül olayı, 1. ve 2. Dünya Savaşları gibi Amerika’nın içinde bunduğu olaylarda gerçeğin görünenden farklı olduğunu söyledi. Özellikle 11 Eylül olaylarının üzerinde duran Tan, Zeitgeist’in “Amerika’nın Irak’a girmesi için bir neden gerekiyordu. Bunun kendiliğinden olmasını beklemedi, kendi yarattı” dedi. Ahmet Tan, Zeitgeist hareketini şöyle yorumladı: Ateizmi getirecek “Zeitgeist, reddedilmesi kesin bir konunun arkasına, reddedilmesini istediği başka olayları koyarak insanların karşısına sunuyor. Bunların arkasına da bir ütopya yerleştiriyor hedef olarak... Komplo teorisi gibi görünüyorlar ama Zeitgeist belgeselinde anlatılanların gerçekten olabileceğini düşünüyorsunuz. Bize göre de, Hıristiyanlıkla ilgili söylemleri dışında doğru birtakım gerçekler ortaya koyuyor. Ama bunları yaparken dinlere ve özellikle Hıristiyanlığa karşı yapılan şeyler var. Evinize giren hırsız, sizin evinizde sizinle ilgili doğru bir şey söylese ona inanmaz ’yalancısın’dersiniz. Baştan insanların en çok mahrem olarak kodladıkları bir konuyu reddederek başlaması, bu arkasında gelen konunun da sanki reddedilmesini istiyor gibi bir izlenim yaratıyor. Biz buradan şu sonucu çıkardık. İnsanların ortak olarak ortaya koyduğu bir gerçeği reddederek, diğerlerinin de reddedilmesi için uğraşıyor.” Hulki Cevizoğlu, Tan’ın bu son cümlesini Türkiye’deki olaylara benzettiğini belirterek “ Türkiye’deki bazı olaylara ne kadar benziyor... Bir tane doğrunun arkasına beş tane yanlış konulmuyor mu?” yorumunu yaptı. 



Yeni komplo planlarıAmerika’daki 11 Eylül olaylarını bu konuda örnek olarak gösteren Ahmet Tan, “Olayın nedeni hakkında Zeitgeist tarafından bir açıklama yapılmasa, Amerika’daki pek çok araştırmacıdan birkaçı mutlaka bu olayı çözecekti. Bu nedenle bilinmesi istenen kadar açıklama yapıldı ve olay kontrol altında tutuldu” dedi. Bu durumu kontrollü kaos olarak değerlendiren Ahmet Tan, bu komploların zamanının geçtiğini şimdi yeni komplo planları yapılmış olabileceğini söyledi. Hulki Cevizoğlu, Ahmet Tan’ın Zeitgeist’in komplo teorileriyle ilgili anlattıklarına “Dünyayı komplolar yönetmiyor mu zaten?” diye sordu. Cevizoğlu, “Türkiye’de şu anda yaşananlara baktığımızda onlar da komplo gibi geliyor şu anda. Hükümet de, muhalefet de, askeri kesim de, sivil toplum da komplo teorileriyle uğraşıyor. Dünyayı yöneten komplo teorileri belki de?” dedi.Para, nasıl ortadan kalkacak?

Zeitgeist Türkiye Hareketi Başkanı Oğuzhan Turgay Özdemir de telefonla katıldığı Ceviz Kabuğu’nda ilginç tavırlar sergiledi. 

Canlı yayına Zeitgeist Hareketinin Başkanı olarak bağlanan Özdemir, daha sonra bu hareketin içinde liderlik kavramının olmadığını belirterek başkan olmadığını söyledi. İlk olarak Yıldıray Yılmaz ve Ahmet Tan’a kitaplarında Zeitgeist internet sitesindeki bilgileri izinsiz ve telif ödemeden kullandıkları için tepki gösteren ve dava açılacağını söyleyen Özdemir, daha sonra Zeitgeist hareketinin parayı ortadan kaldıracağını dile getirdi. Yüzyıllardır var“Zeitgeist: Kuantum ve Kur’an” kitabının yazarı ve kitabı çıkaran yayınevinin Genel Yayın Yönetmeni Yıldıray Yılmaz bu konuda gereken ne ise yapacaklarını belirterek “Burada kamuya mal olmuş bir mesele vardı. Bunu internette yayınlayan kurumla irtibata geçmek çok zor. Bir mail adresi var ama biz mail atmadık çünkü, kitabı tamamen indirip almadık. Ama bununla ilgili bir talep olursa icabı ve gereği neyse onu yaparız” dedi.Özdemir’in, desteklediği Zeitgeist hareketi hakkında verdiği bilgiler şöyle: “Zeitgeist kavramı Fredrich Hegel’in ortaya attığı bir kavramdır. 2007’ye kadar felsefe olarak var. Bundan sonra harekete dönüşüyor. 

Bu, sonradan uydurulmadı. Yüzyıllardan beri var olan bir şey. 

Çağın içinde bulunduğu şartlar, yani ’zamanın ruhu’demektir. Hegel içinde bulunduğumuz zamanın ruhunun çarpıklığını yüzümüze vurmak için ortaya çıkarmış bu kavramı. İçinde bulunduğumuz zaman da para bir güç haline geldi...  

Venüs projesi Zeitgeist hareketinin öncüsü Peter Joseph, Katolik olarak doğuyor ama sonra bundan vazgeçiyor. Belgeseli hazırlarken kendini tanıtmak istiyor. Baktı ki bu belgesel dünyada çok etki yarattı bundan sonra yeni arayışlara girdi. Jack Presco ile tanıştı. Onunla birlikte Venüs Projesini oluşturdu ve Zeitgeist’i de bu projenin eylemci kolu yaptı. Şu anda tüm dünya da 300 bin kişi bunun için çalışıyor. 250 milyondan fazla insan da bu belgeseli istedi. Dünyayı aslında liderler yönetmiyor. Onları aslında sermayeyi elinde bulunduranlar yönetiyor. Belgesel bunu anlatıyor. Amerika’da iki başkan adayı vardı, ikisi de aynı şirket tarafından desteklendi ama biri kazandı. İnsanların önüne seçenek varmış gibi sunuldu. Zeitgeist hareketi de insanların gözünü açmak ve insanları gerçek özgürlüğe kavuşturacak Venüs Projesi’ne yönlendirmek için var.” Çözüm teknolojideİçinde bulunduğumuz sistemin sorunlarını siyasetçilerin çözemeyeceğini iddia eden Özdemir, çözümü teknolojide bulduğunu kaydetti. Özdemir, “Siyasetçiler özneldir, bu nedenle çözüm getiremez. Ama makineler size istediğiniz her şeyi verir” dedi. Özdemir’in bu açıklamalarına Ahmet Tan’dan eleştiriler geldi. Ahmet Tan, “savunulan sistemde paranın ortada kalkması durumunda kim çalışacak?” diye sordu. Ayrıca makinelerin insanların her isteğine cevap verebileceğine de karşı çıkan Tan, “İnsanın sayısız ve farklı ihtiyaçları vardır. Buna makinenin cevap vermesi mümkün değildir. Ne yani sahnede Macbeth’i makineler mi oynayacak. Futbolcuların yerine sahada robotları mı izleyeceğiz” diye konuştu.  Özdemir’in bu eleştirilere yanıtı ise “Siz sistemin içinde düşündüğünüz için bunu demeniz normal” oldu.Yeni dünya düzeni mi?Oğuzhan Turgay Özdemir, Cevizoğlu’nun “Bu sistem Masonluk ya da Komünizm’in desteğini mi alıyor? Bu bir anlamda yeni bir dünya düzeni mi öneriyor?”  sorusuna şu karşılığı verdi: “Zeitgeist Hareketi mevcut hiçbir sisteme benzemez. 

Masonluk, yeni dünya düzeni, anti-semitizm ya da Komünizm gibi sistemlere yapılan benzetmeler yanlıştır. Bunlar anti-zeitgeistçiler tarafından ortaya atılan iddialardır.” Yahudilerle Hıristiyanlar, dünyahakimi olmak için yarışıyorCeviz Kabuğu’nu telefonla arayan izleyicilerden Avukat Yasin Girgin, Hıristiyanlarla Yahudiler arasında dünyaya hakim olma konusunda bir rekabet yaşandığını söyledi. Dünya tarihini tam olarak anlamak için Adem’le Havva’ya kadar gidilmesi gerektiğini düşünen Avukat Girgin şöyle konuştu:  “Bu akşamki programınız en önemli programlarınızdan. Belki bugün anlaşılmayacak ama 10 yıl sonra anlaşılacak. Ancak bunlar dünya tarihinde küçük bir olay. 

Dünya tarihini anlamak için çok geçmişe, Adem’le Havva’ya kadar gidilmeli... 

Buna baktığımızda Yahudilikle Hıristiyanlık arasında bir mücadele olduğunu görüyoruz. Tevrat’ta da Yahudilerin bütün dünyaya hakim olacağı yazılır.”  Ahmet Tan, Yahudilerin dünyaya hakim olma isteklerinin çok eskiden kodlanmış olduğunu düşündüğünü belirtti. Kodlanmış isteklerBu kodlamanın Hz. Yusuf döneminde Tanrı tarafından yapıldığını, Yahudilerin bunu sahiplendiğini iddia eden Ahmet Tan, “Çalışarak global seviyede bir zenginleşme olamayacağını düşünüyorum. Yahudilerin zenginleşmesi ve bütün dünyaya hakim olma mücadelelerinin altında çok eskiden yapılmış kodlamaların olduğunu düşünüyorum. Kitaplardaki eski bilgilerin bunları onayladığını düşünüyorum. Tanrı tarafından kodlanıyor ama bunlar kendilerine mal ediyorlar. Yahudilere göre bütün dünya Dar’ül harp bölgesi” diyerek iddiasını savundu. 

Orta Doğu’yu karıştıran Zeitgeist Serhat Ahmet Tan, bugün karışık gibi görünen Orta Doğu’ya aslında dışarıdan bakıldığında her şeyin anlaşılabileceğini belirterek şöyle konuştu: “Orta Doğu tepeden bakınca çok net. İran ve Irak çatışmasının Zeitgeist efendileri tarafından planlanmadığı ne malum? Hatta Saddam’a bile destek vermiş olabilirler. Bütün sistem bu şekilde yönetiliyor. ’Kontrollü kaos’ bunun adı. Hedefin gerçekleştiğini görüyoruz Irak’ta. Mesela İsrail’in yanı başındaki coğrafya tamamen düşmanken dosta döndü. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi İsrail’le dost şu anda. Saddam kadar büyük bir tehdit oluşturmuyor.” İsrail’in, Türkiye’yi geleceği için tehdit olarak görüyorsa bu konuda plan yapmasının doğal olduğunu dile getiren Ahmet Tan şunları söyledi: İsrail’in hedefi“İsrail elbette Türkiye’yi hedeflerine engel görüyorsa bugünden plan yapması lazım. Bu plan savaş olabilir... Savaş olursa Irak’tan dolaştıracağına askerini Suriye’den sokar veya Türkiye’nin o bölgeden saldırmasını engellemek için o araziyi kontrol etmek isteyebilir. Veya orayı üs olarak kullanmak isteyebilir.” Yıldıray Yılmaz ise, 11 Eylül olaylarını Amerika’nın kendi kendine yaptığını ortaya koyan iddiaları şöyle sıraladı: “Kuleler dışında bir bina var. ’7. bina’ deniyor. İki kuleye uçak çarpıyor ama bu bina da yıkılıyor. Uzmanlar planlı bir yıkım yapıldığını söylüyor. Belli kolon ve kirişlere bomba yerleştirildiği söyleniyor. Kolon ve kirişler incelendiğinde çapraz kesikler olduğu görülüyor ve bunların fotoğrafları var... Toz bulutunun bu kadar fazla olmasının da kullanılan gazlardan olduğu belirtiliyor. Bina çok hızlı bir şekilde yıkılıyor. Bu da bunun planlı bir olay olduğunu ortaya koyuyor.” Kaynak: Dünyayı yöneten gizli güç formülü:Kontrollü KAOS 


Kaynak: 
Dünyayı yöneten gizli güç formülü: Kontrollü KAOS 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/dunyayi-yoneten-gizli-guc-formulukontrollu-kaos-18585h.htm


**

3 Ekim 2017 Salı

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler

19 Mayısa Komplolar ve Türbanlı-Türbansız Matriksçiler 


Bedri Baykam
26.05.2003/Sayı:31

19 Mayıs’a Komplolar ve “Türbanlı-Türbansız Matriksçiler” (!)
Tanrım, o ne rezil bir komplo sahnesiydi. Millet Meclisi’nde zibidinin biri kürsüye çıkmış “Efendim biz artık stadyumlardaki zoraki militarize programları izlemek istemiyoruz, bu Maoist dayatmalar bitsin artık” türünden bir jargonla Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’na saldırıyor. Olayın tamamen montaj sanayi olduğu o kadar belli ki, o kıza “Mao kim” diye sorsan, “Miyaou mu dedin?” diye ortada kedi arayacak... Ama senaryo işliyor: Bakan hemen mutlu bir gülümsemeyle “Gençliğin bu tepkisini (!) algıladığını, hoşgörüyle ona hak verdiğini ve pek yakında onun da arzusunun bu durumları aşmak olduğunu” belirtiyor. 19 Mayıs törenlerinden ruhu sıkılmış öğrencimiz mutlu, bakan mutlu, gazeteciler mutlu...

Herhalde salonda “Bir dakika, ne oluyor burada, sen kimin adına hangi hakla konuşup, 19 Mayıs’a dil uzatıyorsun, kim sana gençlik adına konuşma yetkisi veriyor, bu ne küstahlık, ne ahlaksızlık!” diye gürleyecek dersiniz değil mi? Ne gezer! Oradaki tüm bebeler anlaşılan derleme! AKP Bakanlarının, milletvekillerinin, il-ilçe başkanlarının çocukları, ya da bu konulardaki “vericiliği” ve “edilgenliği” özenle seçilmiş, onun bunun liberal-sentez çocukları! Sonuç tam bir komedi. Tam bir traji-komedi. (Öğreniyoruz ki CHP’li gençler davetlilermiş, ancak gitmemişlermiş. Doğruysa çok yanlış. Onlar da her yerde mevzileri başı boş bıraka bıraka bir hal oldular. Yoksa yine Genel Merkez’den izin mi çıkmadı? Umarım böyle birşey yoktur.)

Medyamızın yıllardır ve özellikle son zamanlarda ablukası altında olan gençliğimizin bir kısmı da, komplonun, bir parçası değil ama artık o kadar beyni yıkanmış ki malum 2. Cumhuriyetçi bombardımanından, sonuçta sıkılan palavraları büyürken 2450. kere duyduğu için, artık bu fikirleri kendisinin sanıyor. Evet, ne yazık ki, gençliğimizin bir bölümü de, kendi ders, para ya da gönül dertlerinden tuzağın farkında değiller ve türbancıları ya da “19 Mayıs reformcuları”nı (!) gerçekten “demokratik” taleplerde bulunan masum insancıklar sanıyorlar.

Erdoğan, Samsun’da konuşuyor. Atatürk’e vurgu ne kadar biliyor musunuz? Efendi, Bandırma Gemisi’nde, bir kaptan varmış, bir de komutan! Hepsi buymuş! Tabi başka nelerden, kaçar dakika söz etti, onu geçelim.

Evet, senaryo hep aynı: Bizi milli hislerimizden, vatan sevgimizden, yurttaşlık bilincimizden, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk aşkımızdan koparmak. Bundan bir türlü bıkmıyorlar. Kimi kalkıp İstiklal Marşı’nı “prozodi”si bozuk diye değiştirmek istediğini söylüyor, kimi 19 Mayıs’ta bu askeri törenleri boş verelim diyor, kimi ise böyle bir günde bile Atatürk’ü ve onun gerçek hedeflerini ağzına almamaya yemin ediyor. Böyle bir Türkiye’yi “tersinden adım adım kurarak”, (!) bölünmüşlüğü, sen-ben kavgasını yıllardır körükleyerek ülkeyi bu uçurumun eşiğine getiren tüm “Sol liderlerimizi” canı gönülden kutlarım. (Gerçi aralarından biri, artık solculuktan yorulmuş, solu merkeze, merkezi sola, eski sözler ve vaatler sandıklarını da kilere çekip, salon salomanjede eski, IMF müdürü denetiminde keyifli genel ve ev toplantıları düzenlemek istiyormuş, katılım büyük olacakmış. Bu apayrı bir dünya olduğu için, onu şimdilik köşeye koyup, başka sefere diyelim.)

Solumuzdan söz ediyoruz da... O kadar yürüyüşe, mitinge, toplantıya katılıp, o kadar flama, çıkartma ve rozetimsi eşya görüyoruz... Siz hiç kendi bayrağından bu kadar korkan, kendi bayrağının anlamını bu kadar bilmeyen, o bayrağın taşıdığı emekçi-köylü-kuvayı milliyecilerin şehit kanının sevgisiyle alay edercesine onun sembolleşmesini reddeden, başka bir ülkenin solcularını gördünüz mü? İnanın ben görmedim. Rusya’dan Küba’ya, Amerika’dan Fransa’ya, Mısır’dan Tayland’a dünyanın dört bir yanını gezdim, ama görmedim. Mustafa Kemal’in bayrağını “faşistlik”, “Şövenlik”, “Irkçılık” gibi alçakça ve cahilce yorumlarla hırpalamaya çalışanların alnını karışlarım. Siz bölünmeye ve Cumhuriyet’in temel değerlerini küçümseye devam ederken, yobazlar da, bölücüler de, Sevrciler de, 2. Cumhuriyetçiler de ne yazık ki yol alıyor. Kına yakın. Zil takıp oynayın.

Beyninizi zavallı şablon düşünceler üretmek yerine, bari 1-2 gün çalıştırın, sonra uyumaya devam edin. Göreceksiniz ki AB’de o meşhur Oostlander Raporları boş yere yazılmıyor. Göreceksiniz ki, AB’nin, Sevrciler’in, yobazların, Kemalizm ve Ordu düşmanlıkları bölük pörçük ayrı parçalar değil. Bir büyük komplonun birbirini tamamlayan dalları. Yobazlar AB’yi iki hedefleri için kullanıyorlar: Birincisi, AB onları almadıklarında rotayı İran’a, Suriye’ye, Suudiler’e çevirip, “Ne yapalım gördünüz, elimizden geleni yaptık, ama bizi istemediler” diyebilecekler. Öte yandan bizim güya “AB standartlarına uyum paketimiz” (!) çerçevesinde, MGK içinde Ordu’nun gücünü azaltmak, sembolik hale getirmek veya MGK’yı toptan sistemimizden çıkarıp ortalığı toptan “AK (?) Parti”nin emin ellerine teslim etmek, bu anlayışın esas nedeni. Çünkü o zaman apartmanlarda mescitler de rahat açılabilecek, haftalık tatil günleri de Cuma’ya alınabilecek, sudan sebeplerle içki ruhsatları da iptal edilebilecek, uzun lafın kısası, ülkenin ve Atatürkçülüğün karartma operasyonu tüm hızıyla sürebilecek.

Nasıl olsa “Aman dini duyguları yıpratmayalım, biz artık merkeze geldik” diye CHP çok yüksek sesle karşı çıkamaz, basın ise, hükümetle olan çok yönlü ilişkileri (!) doğrultusunda, belirli dengelere hapis durumda! Mesela, çağdaş Türkiye’nin anlı şanlı Sabah Gazetesinde, Ahmet Hakan, AKP’li Sayın Bakanın giydiği slip mayodan dehşete (!) düşebiliyor ve bu çok olağan. Çünkü, Hürriyet Ülsever’i aldıktan sonra, onların ondan da daha tescilli bir islamcıyı hemen afişe çıkarmaları lazımdı. Ama Sabah Gazetesinde Kemalist görüşlerle ilgili kesin yasaklama (Hıncal’ın köşesi hariç) aynen sürüyor. Milliyet Gazetesi ise beni şaşırtıyor. Daha düne kadar yazarların binanın önünde Doğan Medya Grubunun yayın ilkelerini sıralarken “Atatürkçüyüz” diye basbas bağıran bu grup, 19 Mayıs kutlamalarına o alçakça tepkiyi verenleri manşete taşıdı da o haberin Atatürkçüler’de yarattığı tepkiyi görmezden geldi. Nereden mi biliyorum? Birinci elden biliyorum. Arayıp tepki veren bendim, demeç veren bendim, ama ertesi gün o gazetede sözlerimi boş gözlerle aradım. Çünkü bu sefer de 1. sayfadan Abdullah Gül’ün oğlunun demeci vardı: “Anneme (türbanlı diye) Sarslı gibi davrandılar”. İçyüzünü çok iyi bildiğiniz bu polemiğe ve acındırma politikalarına hiç girmeyip Milliyet Gazetesinin dikkatini çekmekle yetineceğim.

Bu makalenin yazıldığı saatlerde, Hürriyet Gazetesi ise, sürmanşetine, 19 Mayıs mızıkçılarının baş sözcülüğünü yapan kızı taşımış. Hanımefendi anlaşılan “maşa” grubundan değil, “saf demokratlar” grubundanmış. 

Onları AKP yönlendirmiyormuş. İnsanlar bugün artık Charlie Chaplin izlemiyormuş, Matriks izliyormuş. (Biri onlara anlatmalı ki, onlar 80 yıl sonra hala Chaplin filmlerinden söz edecekler ve 50 yıl sonra başka filmler geçici olarak moda olduğunda yine Chaplin’le kıyaslanacaklar, Matriks’le değil! Ama bunu düşünebilseler, zaten o tuzaklara düşmezler.) O gençlerimiz, Mehmet Altan neo-liberal dikta rejiminin söylemini iyi ezberlemişler. Bu gösteriler 1930’lardan kalmışmış. Kimse izlemiyormuş. (Vay vay vay. Şu meşhur “1930’larda dikilen ceket bugün bize dar geliyor” safsatası!) Vallahi ben ve ailem keyifle oturup izledik. Ayrıca bu gösterilerin dünyanın onca başka yerinde yapıldığını bildiğimiz gibi, dünyanın en görkemli sportif olayı Olimpiyatların ana sunuluşunda da yine aynı gösterilerin gelişmişi var! Ama doğduklarından beri onlara empoze edilen saçma düşüncelere göre, her toplu yürüyüş, her vatan sevgisi gösterisi, her bayrak ve Cumhuriyet aşkı, hep “Kemalist demode dayatmanın” sonucu!

İyi de, değerli üstün zekalı gençler, Fransızlar, Dünya Kupasını aldıklarında, 7’den 70’e, sağcısından solcusuna, ulusal marşlarını söyleyerek, bayraklarla Champ Elysees’yi doldurmamışlar mıydı? İtalyanı, Brezilyalısı, Arjantinlisi, İngilizi bunu hep yapmıyor mu?

Ama, ben o gençleri anlayabiliyorum... Doğduklarından beri, bombardıman altındalar, Kemalizm’i yasaklamayı demokratiklik sanan sözde neo-liberal, özde neo-faşist salaklar ordusu, her yeri kanser gibi sarmış durumda. Ve şayet bu gençler olayların iç yüzü ve gerçeklerle bir tesadüf sonucu karşılaşmazlarsa, bu batağa saplanıp gidecekler.

İşte Türksolu ve İleri dergileri, Cumhuriyet Gazetesi, bu yüzden önemli, bu yüzden artık toplumumuzda öncü bir rol üstlenmeleri hızlanacak.

Geçen akşam Hulki Cevizoğlu’nun ATV’deki programına Türksolu ve İleri’yi temsilen Güneş Ayas ve Erkin Yurdakul çıktılar. Ardından ben de telefonla katıldım. Telefon görüşmesinin içine sığdıramadığım bazı netleştirmeleri burada yapmam lazım.

Değerli dostum Cevizoğlu, öncelikle göbekçe medyanın aksine vuku bulan olaylara saçma aceleci yorumlarla katılacağına Türksolu ve ADKF’yi temsil eden gençlere söz hakkı vermeyi tercih etti. Bunun için gerçekten kendisine teşekkür borçluyuz. Bu konu elbette ki medyanın en kritik saatlerine girmeyi hak ediyor. Ama hepimiz biliyoruz ki, bu medyanın birçok önemli odağı ruhunu da, beynini de, izanını da kaybetmiş durumda. Buna karşın Cevizoğlu, Türksolu’nun “ Dayan Irak, Dayan Saddam ” kapağına takmış. Cevizoğlu diyor ki, “Evet, büyük çoğunluk o savaşa karşıydı, ama Saddam gibi bir diktatör nasıl desteklemiş?” diyor. Sevgili Cevizoğlu, bunun yanıtı çok net. O gün onca konu arasında Saddam’a dönmeye fırsatımız olmadı. Dünya ve Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğu o savaşta Irak’ı tutuyordu. Bunu siz de biliyorsunuz. Es Sahaf televizyona çıktığında herkes “Cepheden iyi haberler var mı” diye TV başına üşüşüyordu, nasıl unutulur? İşte herkes ve bizler, o emperyalist saldırıya karşı, ABD’yi tutarken doğal olarak o Irak ordusunun bir başkomutanı, bir hiyerarşisi, bir dizini, bir erlerine kadar giden emir komuta zinciri var. Çünkü orada yaşanan bir savaş, atari veya Monopoly oyunu değil. Bir ülkenin de böyle bir savaşı kazanması ancak orduların başkomuta kademesinin, yani Irak’ta Saddam’ın yere sağlam basmasıyla olabilirdi. Başka bir ihtimal yoktu. Dolayısıyla o halkın özgürlüğü, yediği bombalar, sömürgeleşmesi, bunların hepsi o anda Irak halkının yanında olanlar, endirekt olarak Saddam’ın yanında oluyorlarsa, bu Saddam’ı ve onun geçmiş politikalarını veya katliamlarını-diktatörlüğünü destekledikleri anlamına hiç gelmiyor. Aynı şekilde o savaş süresinde “Ben Saddam’ı desteklemiyorum, o pis diktatör varsın yok olsun, devrilsin, ama ben bu savaşta Amerika’yı değil, mazlum Irak halkını tutuyorum” demenin de hiçbir mantığı ve elle tutulur tarafı, takdir edersiniz ki yok.

Bu tartışmaya son noktayı koymak adına şunu vurgulayalım ki, tabii ki ne Saddam, ne Bush ne de Blair ya da Chirac, Atatürk’le kıyaslanabilirler. Kimse abesle iştigal etmesin, kimse laf üretmesin. Atatürk bin yılda bir gelen, tarihin bir komple atletiydi. Büyük devrimci, ideal devlet adamı, kültür devrimcisi, büyük komutan, halk insanı, hümanist bir zeka ve cesaret deryası... Hem de mütevazılığı ve insancıllığı ile tüm halkının gönlünü asırlar boyu fethedecek bir tarihi istisna. Türksolu’nun o başlığının ne anlama gelip gelmediğini artık lütfen kimse bu açıklamalardan sonra ağzına sakız yapmasın. Aklı başında herkes tabii ki Irak’a demokratik bir rejim gelmesini, Saddam’ın gitmesini ister. Ama bunun Amerikan sömürgeciliğine boyun eğmekle bir alakası yoktur. Ne Amerika hiçbir ülkeye tepeden inme demokrasi getirebilir, ne de zaten bunu arzular. ABD’nin demokrasiden anladığı, kendi çıkar ilişkilerine onay verecek herhangi bir çıkar şebekeler grubunu, el atabildiği her yerde göreve taşımaktır. Bunu herkes bilsin ve “Dünyaya realist bakmaktan” filan söz etmesin.

Bu davul, bu sütunda anlayana çalmaya devam ediyor.


http://www.turksolu.org/31/baykam31.htm