Kıbrıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıbrıs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2021 Pazar

Beşparmak Dağları'ndaki Bayrağımız

Beşparmak Dağları'ndaki Bayrağımız







Prof. Dr. Ata ATUN 
(İnş. Müh.), Doç. Dr. (Ulus. İliş.) 
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı


  Beşparmak Dağları'nın güney yüzünde yer alan dev boyutlardaki bayrağımız Kıbrıs adasının kuzeyinde yer alan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini 
ve Kıbrıslı Türklerin egemenliğini sembolize ediyor. Mutlu Barış Harekatı sonrasında Türk Barış Kuvvetleri Komando Taburu tarafından yapılan dev 
KKTC bayrağının Beş Parmak Dağları üzerine çizilmesine ilişkin resmi hükümet kararı, 7 Mart 1984 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi 
tarafından onaylanmıştı. Dünya rekorlar kitabına da girmiş olan bayrağımızın boyutları 500 metreye 280 metre olup yüzölçümü 101 bin metrekare. 
Bilindiği üzere Rum liderler ve Kıbrıslı Türklere yıllarca soykırım uygulamış olan Kıbrıslı Rumlar, bir türlü adanın kuzeyindeki Türk varlığını kabul 
edemediğinden olsa gerek bayrak onları deli ediyor. Glafkos Klerides, Dimitris Hristofyas, Nikos Anastasiadis ve de aramızdaki “Rum Seviciler” 
Beşparmak Dağları'ndaki bayrağımızın kaldırılmasını defalarca talep etmişler, üyesi oldukları Avrupa Birliğine, ABD’ye, BM’ye ve Kıbrıs sorunu ile ilgili, 
ilgisiz tüm devlet başkanlarına bu bayrağın kaldırılması için bıkmadan usanmadan yazılar göndermişler, protestolar ve sözlü talepler iletmişlerdi.

Sonucu, asırlardır Avrupalı devletler ve Batı dünyası tarafından alabildiğine şımartılmış olan Rumlar için büyük bir düş kırıklığı oldu. Hiçbir devlet ve 
kuruluş bu saçma talep ile ilgilenmedi, Beşparmak Dağları'nda yer alan dev KKTC Bayrağının kaldırılması için KKTC Cumhurbaşkanlarına veya hükümetine 
bırakın talimat vermeyi, ricada bile bulunmadılar. 

Geçen haftalarda (bayrağın boyanması sırasında) Rumların sergilediği olay da bir başka komedi. Bayrağı boyamak için KKTC piyasasından satın alınan 
boyaları imal eden şirketin Genel Merkezine ulaşarak boya satışını -sözde Kıbrıs Cumhuriyeti adına- durdurmalarını resmen talep etmeleri de, 
Rum siyasetinin, Megalo İdea yolunda sergilediği “Ya tutarsa” hedefli bir başka girişimdi. Neyse ki boya firması bu saçmalığı dikkate almadı, 
“kimin nereyi boyayacağı bizi ilgilendirmez. Siz isterseniz size de boya veririz” diyerek başından savuşturdu. 

Boya işi de tutmayınca başka bir plan hazırlamak gerekti. Fazla düşünmeden buldular. 

 “KKTC bayrağı altında Kıbrıs Rum kayıplarının kemiklerinin olduğu” fikri Helen kafasına göre fena sayılmazdı. 

Maksat Beşparmaklar’daki KKTC bayrağı altında Kıbrıs Rum kayıplarının kemiklerinin olduğu iddiasını ortaya atmak, konuyu tırmandırmak, 
BM, AB, ABD’ye ve benzeri ilgili, ilgisiz yerlere bıkmadan, usanmadan şikayet etmek ve bayrağın altında Rum kayıplar olduğuna inandırmaktı. 
Sonra da kazı yapma bahanesi ile bayrağımızın olduğu yeri dozerlerle darmadağın edecekler, siyaseten kaldırtmayı başaramadıkları bayrağımızı 
olabildiğince uzun bir süre ortadan kaldıracaklardı. Tabi kazı en az 8-10 yıl sürecekti!

Bunlar artık çok bayatlamış politik oyunlar. Genetik olarak hiçbir bağları olmadığı halde kendilerini Bizanslıların torunları sanan Rumlar, 
Bizanslıların neredeyse iki bin yıldır kıvırdıkları her tür düzenbazlığı devam ettirme azmindeler.

Beşparmak dağlarında yer alan bayrağımızın olduğu bölgede Mutlu Barış Harekatında çatışma olmadığını, Barış Harekatının gerçekleştiği 1974 
yılında dağın o bölgesine giden herhangi bir yolun bile olmadığını ben dahil, o dönemde yaşamış her Kıbrıslı Türk ve Rum biliyor. 

Sormak lazım; 

Savaşta ölenleri ateş ve bombardıman altında açık hedef oluşturarak yolu olmayan sarp bir yere yol açıp, hatta dağa tırmanıp niye gömsünler? 
Bu saçma fikri ortaya atanların savaş görmediği, savaşı birebir yaşamadığı açık ancak yalan söylemek, yalan iddialarda bulunmak Rumların 
genlerinden gelen bir özellik olduğundan hiç yüzleri kızarmadan böylesi saçma bir iddia bulunmaktan hiç çekinmiyorlar.

Aslında esas sorunları; Lefkoşa’nın Rum kesiminde milli günlerde askeri geçit töreni yapılırken, ileri doğru bakan Rum askerlerinin, 
Beşparmak dağlarındaki KKTC Bayrağına bakarak, komutanlarına ve üst rütbeli Rum siyasilere selam vermek zorunda kalmaları. 
Sanırım bir türlü kabullenemedikleri de bu.  

Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı


 
kotanlartr@googlegroups.com
Daha fazla seçenek için,
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr adresinde bu grubu ziyaret edin
Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. 
Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.
Saygılarımızla
kotanlartr@googlegroups.com
Bu iletiyi Google Grupları'ndaki "kotanlartr" grubuna abone olduğunuz için aldınız.
Bu grubun aboneliğinden çıkmak ve bu gruptan artık e-posta almamak için kotanlartr+unsubscribe@googlegroups.com adresine e-posta gönderin.
Bu tartışmayı web'de görüntülemek için 
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/CAF-DoYH5xtDJzq_Y7DrgsjdWpAj4PVaagKyo-bW%2BSz8p%3DYkkyg%40mail.gmail.com 
adresini ziyaret edin.

***

26 Aralık 2020 Cumartesi

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 2 




Ahmet DAĞ 

    Osmanlı Devleti’nin sona erişinden istifade ederek yeni kazanımlar elde eden Yunanistan’a İkinci Dünya Savaşı sonrası yapay bir biçimde “çalıntı” usûlle kurulan İsrail ve Kuzey Kıbrıs Rum Kesimi gibi devletler eklenerek Türkiye’nin kuşatılması hareketi ve süreci devam ettirilmiştir. Bu iki yapay devlet  de Osmanlı mirasının üzerine inşa edilmiştir.
ABD ile Rusya arasındaki kutuplaşmanın kurbanı olan Libya ve Suriye meselesi ve iki ülke -Suriye ve Libya- üzerinden sürdürülmeye çalışılan yeni kuşatma teşebbüsü Doğu Akdeniz’i Türkiye için çok önemli bir stratejik mesele hâline getirmiştir.

Mesele yalnızca Oruç Reis’in petrol arama çabası değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki sınırlarına hâkim olma ve gemilerini yüzdürebilme gücünü ortaya koyma çabasıdır. Mısır’da devlet başkanı Muhammed Mursi’nin İsrail-ABD-Avrupa (yanında uşak Körfez Ülkeleri -Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) eksenli bir darbe ile devrilmesinden sonra Sisi’nin Mısır devlet başkanı olması bölgede ve Akdeniz’de İsrail’in elini güçlendirirken Türkiye’nin elinin zayıflamasına yol açmıştır. Her ne kadar Fransa, sürece dâhil olarak İsrail ve Yunanistan’ın yanında Türkiye’yi zayıflatmak amacında olsa da Türkiye’nin Libya’daki durumu önceden sezip pozisyon alması ve bu ülkede askeri ve siyasî konum elde etmesi bu ülkelerin maksatlarını gerçekleştirmesine engel olmuştur.

    Rusya’nın, Türk-Stream boru hattı üzerinden Türkiye’ye bir doğalgaz bağlantısı açarak Avrupa’ya girmesi ABD-Avrupa yönetimlerinde endişeye yol açmıştır. Yine Türkiye’nin Libya’nın uluslararası meşruluğa sahip olan Sarrac yönetimiyle yapmış olduğu antlaşma, başta İsrail olmak üzere Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs yönetiminde ve Fransa’da rahatsızlıklara neden oldu. İsrail, Türkiye-Libya antlaşmasından rahatsız olup Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır’ın dahil olduğu ittifaka katılma konusunda çekimser kalmıştır. Filistin Devleti’ni yok etmek isteyen İsrail, aynı zamanda
Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte hareket edip Akdeniz’de Türkiye’ye üstünlük sağlamak istemektedir. Yunanistan, İsrail’den hem askeri teknoloji satın almış hem de İsrail ile ortak askeri tatbikat yapmıştır. Libya’da Türk politikası karşıtlığı içerisinde bulunan Hafter’i destekleyen Fransa ve Mısır’ın da bu ittifakın içerisinde bulunmasını doğurmuştur.

ABD içinde olan güç mücadelesinde (İsrail-İngiltere) İngiltere’ye karşı 1960 yılından sonra üstünlük sağlayan İsrail, 2013 yılında Mısır’da askeri darbeyi meydana getirerek bölgede hâkim unsur hâline gelmiştir. Son 2-3 yıllık süreç içerisinde Körfez ülkeleri üzerinde de üstünlük sağlamıştır.

Yine İsrail ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vb. Körfez ülkelerinin stratejik birliktelikleri; İran’ın bölgesel isteklerine karşın geliştirilen düşmanlık ve Obama’nın uyguladığı Arap Baharı politikaları neticesinde oluşmuştur.
   Hususiyetle bölgenin iki mihver ülkesi olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin iki veliaht prensi Muhammed bin Selman ve Muhammed
bin Zayed el-Nahayan’ın, İsrail ile kurdukları “sıkı dostluk” bölgenin geleceğinde İsrail’in hakimiyetine vize demektir! Bu dostluğu teşvik eden en önemli unsur; İran ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Şii-Sünni çekişmesi ve düşmanlığıdır.
Bu suni gerilim, IŞİD ve Haşdi Şa’bi gibi şiddete dayalı terörist grupları doğurmuştur.

Ekini bozmakla mahir olan semitistler İslâmî hareketleri ya yok ederek ya da marjinalleştirerek sorunlu hâle getirmektedirler. Mısır Akdeniz’de bir enerji gücü hâline gelerek Suud ve Körfez ülkelerinin tahakkümünden kurtulmak yerine daha çok kendine verilen vazifeyi yerine getirme amacındadır. Çünkü Mısır’ın siyasi ve iktisadi yönetiminde etkin olan kendi iradesi değil Körfez ülkeleridir. Zira Sisi’yi iktidara getiren güçle onu iktidarda tutan güç aynı güçtür. Tarihte örneğine daha önce çok da rastlanmayan bir ittifak meydana gelmiştir. İsrail ile ilişkilerini yoğunlaştıran Yunanistan ve Güney Kıbrıs devletlerinin hem Mısır hem de Körfez ülkeleri ile ilişkilerinin yoğunlaşması Grek-Yahudi-Arap üçgeninde ilginç bir
ittifakı doğurmuştur. Bu ittifakı doğuran iktisadi, toplumsal, kültürel ve tarihsel etkiler yanında teolojik nedenleri de iyi anlamak gerekir.

Düzensizlikten / kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaları ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir. Birleşik Arap Emirlikleri İsrail li siyasetçiler ve medya tarafından “övgülerle” etki altına alınarak bölgede koç başı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü yardımcısı Eran Lerman, Israel Hayom adlı gazetede “BAE Antlaşması Daha Büyük Bir Oyunun Parçası” başlıklı yazısında, İsrail’i Doğu Akdeniz’in anahtar oyuncusu olarak nitelemiştir. Birleşik Arap Emirlikleri
ile yapılan antlaşmanın daha büyük bir oyunun parçası olduğunu yazan Lerman, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki jeopolitik ilişkileri anlamak için Samarya ve Yahudilikde olan İsrail güvenliğiyle ve İran tehdidiyle doğru anlaşılabileceğini ifade ediyor.
Yalnızca İsrail’i anlamak için değil İsrail ile sıkı bir ilişki kurmaya çok istekli olan Körfez ülkelerinin tarihsel ve dinî kökenlerini iyi anlamak gerekir. Bir yıl önce Umran dergisinde yayımlanan “Körfez Ülkelerı̇ ve İsraı̇l Arasındakı̇ Derin İlişkiler” adlı yazımda, “Suudi Arabistan’ın ve BAE’nin mevcut politikalarını 20. yüzyıl başındaki yeni düzenle ilişkilendirmek yeterli değildir.

Medine dışına sürgün edilenlere dair tarihi vakıayı göz önünde de bulundurarak dinî, etnik ve antropolojik araştırmalar ve incelemeler yapılması gerekir, diye düşünüyorum.” diye bitirmiştim. Bu çalışmaların yapılmasının hâlâ elzem olduğunu düşünmekteyim. Bu meselenin İslâm ve dinler tarihçiliğinin konusu olduğunun farkındayım.
    Bu bölgeye sürülen ve sonrasında Osmanlı’ya karşı kışkırtılan bu kabilelerin Hz. Peygamber döneminde sürülen Yahudi kabilelerden olma olasılığı araştırılması gereken bir durumdur. Bu bağlamda Riyad’ın “Diriye” bölgesi ve onun uzantısı olan Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tarihsel ve dinî kökenlerinin araştırılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Nitekim gazete haberlerine göre Birleşik Arap Emirlikleri’nden aktivist Mazraui, Suudi Arabistan’ın Hayber’den çıkarılan Yahudiler için İsrail’e tazminat ödemesi ve vatandaşlık vermesi gerektiğini söylemiştir.

Velhasıl yönetimleri belirleyerek halkları mahkûm eden ve onların karakterleri üzerinde dönüşüm gerçekleştiren Batılı hegemonya aynı zamanda İslâm coğrafyasının halklarını ve yönetimlerini diğer İslâm ülkelerine düşman kılmaktadır.

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir.

İslâm coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. 

Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanması konusunda mücadeleye devem edilmeli.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, hem Kuzey Afrika/ Mağrib ülkelerinin kadim tarihsel ve kültürel bağlarını dikkate alarak hem de bu bölgenin bir dönem Endülüs gibi bir medeniyete ev sahipliği yapma tecrübesini göz önünde bulundurarak Akdeniz’in uzak kısımlarında da etkin olmayı sağlayabilir.

Kaynakça

John N. Mearshiner ve Stephen, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s. 610.
Eran Lerman, UAE treaty part of a much biggergame, 

Umran • Ekim 2020

***

25 Aralık 2020 Cuma

Yunanistan Dayak istiyor..

Yunanistan Dayak istiyor.. 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 

13 Haziran 2020 
 Türkiye ve Yunanistan’ın, birbirlerini algılamasında tarihin payı oldukça önemlidir. 

Yunanistan bağımsızlığını, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazanmıştır. Yunanistan için, bu bağımsızlık, dış güçlerin desteğiyle de olsa, 500 küsur yıllık boyunduruk altında yaşamanın bir sonucu olarak, “büyük efendiye” karşı verilmiş ve kazanılmış bir savaştır. Yunanlılar için bağımsızlık savaşı olarak nitelendirilen bu hareket, Türkiye açısından, bir başkaldırı, bir isyandır. Osmanlı toprak bütünlüğünü bölen bir girişimdir. Bugün ise bölgenin (Akdeniz, Ege ve Balkanlar) kaynaklarının kimin tarafından etkin olarak kullanılacağı, yani bir potansiyel 
rakip olma durumu da söz konusudur. Bu çerçevede, iki ülke arasındaki ilişkiler, adeta sıfır toplamlı (Zero Sum) yani, bir tarafın karı, diğer tarafın tam kaybı anlayışı ile yürümektedir. 

Türkiye ile Yunanistan arasında bölgesel rekabetin ötesinde birikmiş ve sürekli artan egemenlik sorunları bulunmaktadır ve bunlar karşılıklı büyük tavizler verilmezse ancak bir savaş ile çözülebilir. 

 Yunanistan; 

 - Ege Denizi’ni Yunan Gölü haline getirmek istemektedir. Ege’deki adaların 
karasuları, kıta sahanlığı ve hava sahası mesafelerini tek taraflı olarak aldığı kararlar ile genişleterek, egemenlik alanını Türkiye aleyhine artırmak istemektedir. Ege ve Girit bölgesinde herhangi bir anlaşma ile kendilerine verilmemiş yaklaşık 120 adaya son 10 yıldır yerleşmeye çalışmaktadır. Doğu Ege Adaları’nı uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmıştır. 

 - Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak (Enosis) istemektedir. Doğu Akdeniz’de 
Türkiye’yi güneyden kuşatmak ve bölgedeki enerji kaynaklarına Türkiye aleyhine sahip olmak için diğer ülkeler ile anlaşmalar yapmaktadır. Ege’den sonra Doğu Akdeniz’i de Yunan Gölü haline getirme gayretlerine karşı yeni bir Casus Belli (savaş nedeni) ilan edilebilir. 

 - İstanbul’da Ekümeniklik adı altında yeni bir Vatikan kurmak isterken, son on yıldır Türkiye’deki Rum vakıfları önemli tavizler kopardılar ama Batı Trakya’daki Türklerin durumunda hiçbir iyileşme olmadı. Küçük Asya dediği Batı Anadolu’yu ele geçirme ve Karadeniz’de Rum Pontus devleti kurma hayalinden vazgeçmeyen Yunanistan; Türkiye aleyhine başka ülkelerle savunma işbirliği anlaşmaları yapmakta, terörü desteklemektedir. 

NATO ve AB içindeki konumunu Türkiye aleyhine kullanmaktadır. 
Bunlar kadar önemli bir husus, Türkiye’nin son 20 yıldır özellikle Ege Denizi’ndeki 
gelişmeler konusunda sessiz kalmasına, Türkiye’de ki Rumlara sürekli taviz verilirken Batı Trakya Türkleri için karşılık alınmamasına bir anlam veremiyoruz; 

- Yunanistan, kendisine anlaşmalarla verilmemiş adalar yanında Türkiye’ye ait bazı adaları da sahiplendi. 
- Ege’de 12 mili ilan etmese de fiilen uyguluyor. 
- Kuzey Ege adalarının sadece kullanımı kendisine verildiği halde Taşoz Adası 
etrafında (bize ait olması gereken bölgede) petrol çıkarıyor. 
- Doğu Ege Adaları ve Oniki Adaların silahlandırılması devam ediyor. 
- Rum Vakıfları tekrar eski gelir kaynaklarına kavuştu ve şimdi Rum varlığını 
Türkiye’de canlandırmak, Üç İstanbul için canla başla çalışıyorlar. 

Bunlar birer taviz midir? Taviz ise neyin karşılığıdır, bilmek istiyoruz. 

İki ülke sorunlarının çözümsüzlüğü ve gittikçe daha da karmaşık hale gelmesinde, hem Türkiye hem de Yunanistan açısından, diğer tarafın görüşlerini yanlış veya eksik algılama, çözümsüzlüğün derinleşmesinde önemli bir paya sahiptir. Özellikle Yunanlı politikacılar, iki ülke arasındaki uyuşmazlığı kendi iç politika amaçlarının gerçekleşmesinde bir araç olarak görme eğilimindedirler. Ayrıca, bu çözümsüzlüğü artıran bir başka etken olarak taraflar arasındaki iletişim eksikliğinin olumsuz etkilerinden de söz edilebilir. 

Yunanistan’ın Türkiye’ye bakışı.. 

 Yunanistan’ın, Türkiye’ye bakışını şekillendiren tarihsel birkaç dönüm noktasından bahsetmek mümkündür. İlk olarak, Yunan halkı, çok uzun bir süre, Bizans’ın sonunu getiren Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında yaşamıştır. Yunanlılar, Osmanlı egemenliğini, tarihlerinde kara bir sayfa olarak algılamakta ve barış içinde birlikte yaşandığı düşüncesini asla kabul etmemektedirler. 

 İkinci nokta, Yunanistan’ın, bugüne kadar Türklere karşı hiçbir savaşı tek başına 
kazanamamış olmasıdır1. Yunanistan’ın bağımsızlığı ve kuruluşu büyük güçlerin desteğiyle gerçekleşmiştir. 1897’de Teselya Savaşı’nı kaybetmiş, 1922 yılında Anadolu’da yenilmişlerdir 2. Tarihten gelen, “büyük efendiye” sürekli yenilgi psikolojisi, Yunan halkının bilinç altına yerleşmiş ve son 50 yılda yaşanan krizlerde, talep edilen sonuç elde edilemeyince, “Türkiye’ye karşı yine yenildik”, “Türkler kazandı” gibi söylemlerle hep kendini göstermiştir. 

 Üçüncü unsur, Yunanlıların tabiriyle “Küçük Asya Felaketi”dir. Kurtuluş Savaşı ’nda, Yunan ordusunun yenilmesi ve Anadolu’da yasayan pek çok Rum’un Yunanistan’a kaçmak zorunda kalması, Yunan halkında “Türkler tarafından yurdumuzdan kovulduk” söyleminin yer etmesine sebep olmuştur 3. Ayrıca, bu mağlubiyet, Yunanistan açısından, uluslararası alanda da ciddi bir prestij kaybı sayılmıştır4. Bu da, Türkiye’ye karşı zaten mevcut olan düşmanca görüşleri bir kat daha arttırmıştır. 
 Dördüncü noktanın, “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı” olduğunu söylemek mümkündür. 
Yunanistan, 1974 yılında Kıbrıs’ı kaybettiğini düşünmektedir. Çünkü Kıbrıs’ı daima kendi adası olarak algılamış, bu savında Kıbrıslı Rumlardan da destek bulmuştur. 1974 yılı, Kıbrıs temelinde, Yunanistan’a Türkiye karşısında bir yenilgi daha getirmiştir. Öte yandan, Barış Harekâtı, Yunanlılarda, Türkiye’nin Kıbrıs’ta olduğu gibi ilerleyen dönemde başka topraklar da alabileceği düşüncesini uyandırmıştır. Bu çerçevede Atina, Ege Adaları’nın silahtan arınmış statüsünü bozmuş ve uluslararası alanda “Türk tehdidi”, “Ankara’nın yayılmacı emelleri” ve “Türkiye’nin toprak talebi olduğu 5” yönündeki söylemine sarılmıştır. 

Yunanistan açısından, negatif yargının ana teorisi konumunda olan “Megali İdea 
(Büyük Ülkü)” temelde, “İstanbul, Yunanistan’ın ikinci başkentidir” söylemini taşıyan ideoloji, olarak Yunanistan’da hala destekçi bulmaktadır. 

Yunanistan, Ege, Adriyatik, Akdeniz ve Balkanlar’daki konumu açısından önemli bir ekonomik coğrafyada bulunmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında, Adriyatik hariç, deniz bölgelerindeki en güçlü rakibi şüphesiz Türkiye’dir. Türkiye’nin, bağımsızlığını ilan etmesiyle Batı’nın siyasi, ekonomik ve sosyal modelini benimsemesi, Yunanistan’ın, I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni ekonomik ve siyasi sistemde “alternatifsiz” olma özelliğini kaybetmesini sağlamıştır. 
Bu çerçevede Yunanistan, kendisinden daha büyük bir coğrafyaya ve ekonomik potansiyele sahip Türkiye’nin varlığıyla bölgedeki kaynakları sınırsız  kullanamayacağını anlamış ve bunu engellemenin yollarını aramıştır. 
İşte Türk tehdidi, bu engelleme çabaları temelinde kendini göstermektedir. Bölgedeki pay savaşlarında “aslan payını” alamayarak bölüşmek durumunda kalınması, Atina’yı son derece rahatsız etmektedir. Bu çerçevede, Doğu’dan gelen tehdit söylemi, bölgedeki dengelerin değişmesini pek arzulamayan Batı ülkelerinin, dikkatini buraya yöneltme amacından başka bir şey değildir 6. 

 Askeri Dengeler.. 

 Türkiye, coğrafi büyüklüğü, nüfusu ve askeri gücü çerçevesinde Yunanistan’dan 
tedirginlik duymamakta ve enerjisini bu yöne kanalize etmemektedir7. Özetle, Türkiye’nin Yunanistan’dan daha önemli sorunları vardır. Yunanistan, Türkiye’de sürekli konuşulan bir gündem maddesi olamamıştır. Yunanistan, Türk dış politikası için önemlidir ama odağında değildir. Bununla birlikte, Yunanistan’ın, AB üyeliği çerçevesinde ve vetolar nedeniyle son 20 yılda Türkiye’de daha çok gündeme geldiği kesindir. Sonuç olarak Türkiye, Yunanistan’ı bir tehdit olarak görmese de bir sorun olarak algılamaktadır8. 

 İki ülke Ege’de kıta sahanlığının paylaşımı ve egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş adacıklar konusunda iki kez sıcak savaşın eşiğine gelmiştir. İki durumda da Yunanistan’ın Ege’deki hak iddialarına yönelik tek taraflı eylemlerine Türkiye’nin itirazı ve misilleme girişimleri sonucunda gerginlik tırmanmış, üçüncü tarafların araya girmesiyle ikili diyalog tekrar tesis edilebilmiştir. 

 Soğuk Savaş sonrası döneminin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden yapılandırılan 
Yunanistan Silahlı Kuvvetleri; Kara, Deniz ve Hava olmak üzere toplam üç kuvvetten oluşmaktadır. Kara Kuvvetleri, bir ordu, dört kolordu, Adalar Yüksek Askeri Komutanlığı (ASDEN) ve Atina Askeri Komutanlığı’ndan (ASDİS) müteşekkildir. Son yıllarda yapılan yeniden yapılanma ile birlikte Tümenler mevcut yapıda tutulmakla birlikte, mekanize tugay yapıları ana kuvvet unsuru haline geldi. 
 Yunan askeri birlikleri her an Türkiye ile savaşılabilir düşüncesiyle 
konuşlandırılmıştır 9. Yaşadığı büyük ekonomik krize rağmen silahlanmaktan, Türkiye aleyhine provokasyon ve tehditten vazgeçmemektedir. 

Yunanlı yazar Aleksis Heraklides, savaş jeopolitiği çerçevesinde Türkiye’deki nüfus artışının ve ekonomik gelişmelerin bu ülkeyi yayılmacı olmaya zorlayacağından Yunanistan’ın önlem olarak ilk vuruşu yapmasının şart olduğunu düşündüğünü belirtmektedir 10. 

Yunanistan askeri stratejisinin “savunmada yeterlilik (defensive sufficiency)”, “esnek mukabele (flexible response)” ve “Yunan-Kıbrıs ortak savunma alanını etkin bir şekilde kapsama kabiliyeti” olarak üç ana unsur etrafında tanımlanmaktadır 11. 

Türk Silahlı Kuvvetleri; Kara, Deniz ve Hava olmak üzere üç kuvvetten oluşmaktadır. 

TSK, 514.850 asker sayısı ile Avrupa’nın en büyük ve dünyanın sekizinci büyük ordusu durumundadır. Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı dört ordu, 10 kolordu, altı tümen ve 50 tugay bulunmaktadır. Asker, tümen ve tugay sayıları ile bunların kullandıkları savaş teçhizatları göz önüne alındığında konvansiyonel silah kuvvetleri açısından Türkiye’nin Yunanistan karsısında açık bir farkla üstün olduğu söylenebilir. Bu üstünlük de Yunanistan’da tedirginlik ve endişeyle karşılanan diğer bir hususu oluşturmaktadır. 

 Sonuç; Savaş ihtimali.. 

Olası bir Türk - Yunan savaşı sırasında savaşın niteliğinin genel olarak hızlı ve kara savaşından daha fazla, kesin sonuç almaya yönelik, hava kuvvetlerinin ağırlıklı olarak kullanılacağı ve füze sistemlerinin büyük önem taşıyacağı açıktır. Türkiye’nin gücü ne oranda büyük olursa olsun, kimi dışsal nedenlerden dolayı kısa süreli olması büyük bir ihtimal olan ve istenmeyen bir Türk - Yunan savaşı sırasında karşı tarafa en kısa süre içerisinde en fazla kaybı verdirebilecek olan taraf, savaşın olası galibi olarak çıkacaktır. Böylesi bir durumda, Ege Denizi’ndeki Yunan adalarının çokluğu ve dağınıklığı, Türk kıyılarına yakınlığı, bu adalara stratejik bir önem kazandırmakta ve Türkiye açısından ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü yönünden sürekli olarak göz önünde bulundurulması gereken bir faktör 
olarak değerlendirilmektedir. 

Yunanistan yaptığı provokasyonlarla savaşı başlatan tarafın Türkiye olmasını 
hedeflemektedir. Çünkü Yunan savunması Kıbrıs’ta olduğu gibi askeri güce değil, 
uluslararası alanda çıkarılacak yaygaraya dayanmaktadır. Yunanistan’ın hesapları içinde büyük ağabeylerinin çok geçmeden yardıma geleceği, masa başında kazanacakları hesabı vardır. Yanlış hesapları şudur; Türkiye’nin en fazla birkaç adayı alarak duracağı. Türkiye, 1974’den ders almıştır; bu sefer işi yarım bırakmayacaktır. Yunanistan’ın diğer önemli bir hesap hatası ise Türkiye’nin bugünlerde bir oldu-bittiyi kabul edecek kadar meşgul ve zayıf durumda olduğu inancıdır. Nitekim Yunanistan bu dönemde özellikle Ege’de bir oldu-bitti 
yaratmaya çalışabilir. Yunan tahrikleri bunun işaretleri olarak da görülmelidir. 

Özetle, 

Türkiye büyük bir devlet olmanın vakuru ile hareket ederken, Yunanistan dayak istiyor. 

Umarız, Yunanlılar yanlış hesaptan erken dönerler. 

DİPNOTLAR;

1 Thanos Veremis, Theodoros Kouloumbis, Elliniki Eksoteriki Politiki, Dilimmata Mias Neas Epohis, ELİAMEP 
I. Sideris Yayınları, (Atina, 1997), 44. (Kitabın adı: Yunanistan’ın Dış Politikası, Yeni Bir Dönemin Açmazları). 
2 Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Bilgi Yayınevi, (Ankara, 1992). 
3 Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Tencere Dibin Kara, Kavram Yayınları, (İstanbul, 1995), 99. 
4 Aksu: a.g.e., (2001), 146. 
5 Aleksis Heraklides, Yunanistan ve “Doğudan Gelen Tehlike” Türkiye, Türk-Yunan İlişkilerinde Çıkmazlar ve 
Çözüm Yolları, (Çev.) M. Vasilyadis &H.Milas, İletişim Yayınları, (İstanbul, 2003), 38-40. 
6 M.Fatih Tayfur, Akdeniz’de Bir Adanın Kalın Uçlu Bir Kalemle Yazılmış Hikâyesi: Kıbrıs, (Der.) O. Türel: Akdeniz’de Bir Ada, KKTC’nin Varoluş Hikâyesi, İmge Kitabevi, (Ankara, 2002),143. 
7 S.Gülden Ayman, Neo-Realist Bir Perspektiften Soğuk Savas Sonrası Yunan Dış Politikası: Güç Tehdit ve İttifaklar, SAEMK, Araştırma Projeleri Dizisi 7/2001, Ankara Üniversitesi Basımevi, (Ankara, 2001), 43. 
8 Millas: a.g.e., (1995), 60. 
9 Aksu: a.g.e., (2001), 290. 
10 Heraklides, a.g.e., (2001), s.71-72. 
11 Ayman: a.g.e., (2001), ss.37. 

***

24 Aralık 2020 Perşembe

Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs., BÖLÜM 5

 Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs.,   BÖLÜM 5


Tugay Uluçevik, Kıbrıs, Millî Dava, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Enosis, Ortak Bildiri, Refah Partisi, Rauf Denktaş, 
Butros Ghali,


ABD Son Noktayı Koyuyor

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzeydeki bir diplomatı Şubat ayının ilk haftasında Ada’da Eroğlu ve Anastasiadis ile ayrı ayrı görüşmüştür. Amerikalı 
diplomat yaptığı açıklamada “her iki Lider’in,  verimli ve sonuca yönelik çözüm müzakerelerini canlandırmayı teşvik edecek, anahtar prensipleri belirleyecek 
ortak açıklama konusunda anlaşmak için güçlü kararlılıkları konusunda kendisini temin ettiklerini” ifade etmiştir.[xxvi] 
Böylece Ortak Bildiri hakkında mutabakatın ortaya çıktığının işaretini vermiştir.
Türkiye’nin Ortak Bildiri Hakkındaki Değerlendirmesi Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından Ortak Bildiri’nin yayınlandığı gün yapılan açıklamada [xxvii] “kapsamlı çözüm müzakerelerine yeniden başlanmış olmasından duyulan memnuniyet” dile getirilmiş ve “Türkiye, liderlerin ortak açıklaması ve süreçte sağlanmış olan yakınlaşmalar çerçevesinde, iki tarafın siyasi eşitliği ve iki eşit Kurucu Devletin oluşturacağı yeni ortaklık temelinde Kıbrıs meselesine adil, kalıcı ve yaşayabilir bir çözüm bulunması hedefine en kısa zamanda ulaşılmasını arzu etmektedir” denilmiştir.

 Açıklamada, ayrıca, “Türkiye, her zaman olduğu gibi bu müzakere sürecinde de KKTC ile yakın işbirliği içerisinde bulunacak, bütün kurumlarıyla gereken 
desteği sağlayacak ve sürecin başarıyla sonuçlandırılması için üzerine düşenleri yerine getirmekte bir adım önde olmaya devam edecektir” ifadesine yer 
verilmiştir.

Yukarıda yer alan “…bir adım önde olmaya devam edecektir” ibaresi Türkiye’nin 2002 – 2004 döneminde uyguladığı “bir adım önde yürüme” siyasetinin 2004’de 
sonuç vermemiş olmasından gereken sonuçları çıkaramamış olduğuna ve  yeniden ödün vermeğe dayalı bir siyaset izleyeceğine delâlet etmektedir.

Kaldı ki, “komşularla sıfır sorun” söylemiyle yürütülen dış politikada dış ilişkileri âdeta kilitlenmiş hale gelen; iktidar çevreleri tarafından “değerli” (worthy) olarak nitelendirilen bir “yalnızlığa” (solitude) düşen; basına da yansıdığı üzere, bazı sebeplerle ABD ve AB ile arasına soğukluk da girmiş olan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “zor ve çalkantılı bir dönemden geçtiğine” işaret ettiği Türkiye,  son dönemdeki tutum ve davranışlarıyla, 2002 yılı sonundan itibaren izlediği Kıbrıs konusunda çözümden yana ve esnek bir tavır takınarak Batı çevrelerinde ve özellikle ABD’de ve AB’de zemin kazanmayı amaçlayan politikayı yeniden uygulamağa başladığının  intibaını esasen bir süreden beri vermekteydi.

Türkiye’nin Anastasiadis’in isteğini karşılayan bir yöntem çerçevesinde  Kıbrıslı Rumlarla görüşmeyi kabul ederek  Rum – Yunan tarafına verdiği tarihî 
ödünden  kısa bir süre sonra 5 Kasım 2013 günü  AB üyelik müzakere sürecimizde yıllar sonra yeni bir fasıl ( 22 numaralı "Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu" faslı) açılmış olması izlenimimizi doğrulamaktadır.

Bu Batı’da “carrot and stick” (havuç ve değnek) veya “give and take” (ver ve al) veya ABD’de olduğu gibi “horse trading” (beygir alışverişi) deyimleriyle ifade 
edilen, haklıyla haksızı aynı kefeye koyan adaletten yoksun  bir diplomasi uygulamasından başka bir şey değildir.

Yunanistan ve GKRY ikilisinin kendi AB üyeliği statülerinden yararlanarak, Türkiye’nin  AB’ne katılma isteğini ve çabasını istismar etmek suretiyle Türk 
tarafının   Kıbrıs konusundaki pozisyonlarını salam taktiği ile aşındırma ve Türkiye’nin sözde “KC” ni  tanımasına yol açabilmek için özellikle Türk 
kamuoyunu hazırlamastratejisini uygulamakta olduğunu düşünmek sanırız mesnetten yoksun değildir.

Üzerinde mutabakata varılması için Türkiye’nin ABD ile yakın temas halinde ön plânda aktif rol oynadığı Ortak Bildiri’nin yayınlanması,  izlenen politikanın 
maksadına uygun semere vermeğe başladığını göstermiştir.  T.C. Başbakanlığı’nca 20 Şubat 2014 günü yapılan açıklamaya [xxviii] ve bu konuda çıkan basın 
haberlerine göre, ABD Başkanı Obama Kıbrıs müzakere sürecini yeniden başlatan Ortak Bildiri üzerinde mutabakatın sağlanmasında oynadığı rol dolayısıyla 
Başbakan Erdoğan’a şükran ifade etmiştir. Haberlerde, Obama’nın 6 ay 10 gün sonra Erdoğan’ı telefonda aradığı özellikle vurgulanmıştır. Böylece, Kıbrıs 
müzakere sürecinin yeniden başlaması Türk – Amerikan ilişkilerindeki 6 ayı aşan yüksek düzeydeki iletişim kopukluğunun da bir ölçüde giderilmesine yardım 
etmiştir.

 Dışişleri Bakanı Davutoğlu, konuyla ilgili verdiği demeçlerde [xxix]Ortak Bildiriye olduğundan daha fazla bir değer atfetmiş ve “aslında sıradan bir metin 
değil, yani sadece ortak bir açıklama değil. Dikkatli okunduğunda bir barışın bütün parametreleri o metinde var. Yani bir çözüm olacaksa bir gün Kıbrıs’ta, 
nasıl bir çözüm olacağının ana parametreleri metinde tek tek sıralanmış. Bu parametreler üzerinde, bu temel üzerinde şimdi bir bina inşa etme vakti. Yavaş 
yavaş bu metin üzerinde kolonların yükselmesi, duvarların örülmesi ve barış içinde bir Kıbrıs’ın tekrar inşa edilmesi lâzım” şeklinde konuşmuştur.

Ortak Bildiri’nin muhtevasını, Türkiye’nin ve KKTC’nin savunageldikleri parametrelere uygunluk açısından ayrı bir yazımızda  irdeleyeceğiz.
Kısaca ifade etmek gerekirse, KKTC’nin ve Türkiye’nin âdil ve yaşayabilir bir çözüm için vazgeçilmez gördüğü çözüm parametreleri Ortak Bildiri de ya hiç veya 
Türk tarafının bu parametrelere yüklediği anlamlarla yer almamıştır. Türk tarafının sık sık dile getirdiği “Ada’daki geçeklere göre çözüm” anlayışı bu Ortak Bildiri’ye yansımış değildir. Çünkü, Liderler, Ortak Bildiri’nin daha ilk paragrafında Ada’daki gerçekleri barındıran “statükonun kabul edilemez olduğunu” beyan etmişlerdir. Bu beyanın ne anlama geldiğini anlamak için Anastasiadis’in 13 Şubat 2014 günü yaptığı basın toplantısındaki açıklamalara [xxx] göz atmak yeterlidir.

BMGS Arka Plâna İtildi 

Müzakereleri yeniden başlatmayı amaçlayan diplomasinin uygulanması sırasında BMGS’nin ve O’nun Kıbrıs’taki temsilcilerinin ön plânda rol almadıkları veya 
buna imkân verilmediği gözden kaçmamıştır. 

Bu durum, BMGS Ban Ki-moon’un  Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’a Rumların gösterdiği tepkilerden ve taraflara sunduğu “Yakınlaşmalar” belgesinin Rumlar 
tarafından reddedilmesinden ileri gelebilir.  Çözüm arayışlarında  BM çerçevesinde arka arkaya uğranılan başarısızlıklar sebebiyle BMGS’nin kendisinin tedricen konuyla ilgi sorumluluklarından kurtulma niyetinin ifadesi, işareti de olabilir.

Niyet Çözüm Sürecini AB İçine Çekmek Mi?

Bu durumun AB’nin Rum – Yunan tarafının isteğine uygun biçimde, müzakere sürecinde AB’nin etki ve rolünü arttırma ve hattâ müzakere sürecini AB’nin içine 
çekme  ve böyle çözüm şeklini AB ilkelerine ve müktesebatına uygun hale getirme düşüncesinden ileri gelmiş olması da muhtemeldir.

Niyet Rusya’yı Devre Dışı Bırakan Bir Çözüm Mü?

Bir ihtimal de,  Suriye’deki durumla ilgili gelişmeler sırasında giderek belirginleşen; Rusya’nın Ukrayna’daki olaylar ve Kırım ile ilgili son tutumuyla 
da derinleşen Batı ile Rusya arasındaki farklılıkların,  çıkar çatışmalarının ve gerginliklerin ışığında, Batılı güçlerin  Kıbrıs konusunu BM’nin etki alanından 
kurtarma ve bu suretle Batılı bir çözümün Rusya’nın engeline takılmasını önleme amacını güdüyor olmalarıdır.

1960 Çözümü BM Dışında Ortaya Çıkmıştı

1949’da NATO’nun, 1955’de Varşova Paktı’nın kurulmasından sonra kendini gösteren ve nükleer dengeye dayanan iki kutuplu dünya düzeni şartları içinde  
Kıbrıs sorununun ABD ve İngiltere’nin ortak önderliğinde Türkiye ile Yunanistan arasındaki müzakereler sonucunda  1959 Zürih ve Londra mutabakatlarıyla 
BM dışında çözüme kavuşturulmuş olduğu bir gerçektir. Bu çözümle, Kıbrıs bakımından 1923 Lozan Antlaşmasıyla Türkiye ile Yunanistan arasında kurulmuş 
olan denge – ki “Lozan Dengesi” olarak bilinir – pekiştirilmiştir. İki Devlet’in de NATO üyesi olmaları “Lozan Dengesi’nin” muhafazasını sağlamıştır. 
Bu çözüm, aynı zamanda, 3 NATO Devleti’ni (Türkiye, İngiltere ve Yunanistan) “KC” nin  “garantörü” yaparak, Kıbrıs adasında o zamanki Sovyetler Birliği’nin 
etki ve söz sahibi olmasını önlemiştir.

Sağlıklı Çözüm Türkiye’nin AB’ne Tam Üye Olmasıyla Gerçekleşebilir
Bugün ise, ister BM çerçevesinde, ister BM dışında bir çözüme ulaşılsın, Türkiye AB üyesi olmadığı için, Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından bir 
denge kurmak mümkün olamayacaktır. Çözüm çerçevesinde Türkiye’ye Kıbrıs ile ilgili olarak 4-hürriyetin (malların, sermayenin, hizmetlerin ve kişilerin 
serbest dolaşımı) tanınması dahi Türk – Yunan dengesinin  sağlanması yeterli olmayacaktır.

Kıbrıs sorununa Türkiye açısından sağlıklı çözüm bulmanın tek yolu Türkiye’nin de AB’ne  tam üye olarak katılmasıdır. Böylece Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın 
tamamı hem NATO, hem AB üyesi olarak ortak çıkarlar temelinde bir araya gelmiş olacaklardır. Aksi halde çözüm AB bünyesinde “enosis” in gerçekleşmesi ve 
Türkiye’nin de Kıbrıs adasına yabancılaşması sonucunu doğuracaktır.

Sonuç: 

Rumların 50 Yıl Önce de Bugün de Hedefi “Enosis” tir Tam yarım yüzyıl önce bugünlerde Kıbrıs’ta ve Kıbrıs ile ilgili olarak yaşananlara sebebiyet veren Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın güttükleri ortak amaç ve hedeflerle, bugünlerde yeniden masaya oturan, ama bunu yapması için kendisine, başta Türkiye olmak üzere, çeşitli güçlerin öze ilişkin değerli ve anlamlı ödünler verdiği Rum liderliğinin güttüğü amaçlar ve hedefler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.

Gerçekten de, Rum – Yunan ortaklığı  21 Aralık 1963 günü “enosis” emeliyle Ada’da şiddete başvurarak tarihî ülküleri istikametinde yola çıkmışlardı. Bugün 
de 9. defa olarak yeni bir müzakere sürecinin başlamasına razı olur gibi görünen  Rum lideri Anastasiadis’in güttüğü nihai amaç ve hedef yine “enosis” tir. 
Türkiye’nin üye olmadığı bir AB yapısı içinde  Yunanistan ile birleşmek, yani “enosis” i kesin olarak gerçekleştirmek ve böylece Türkiye’nin Ege’den sonra 
Akdeniz’de kuşatılmasını tamamlamaktır.

Türkiye’nin 50 yıl öncesi ile bugünü arasındaki benzerlik Kıbrıs konusu bakımından Türkiye’nin 50 yıl öncesi ile bugünü arasındaki bir benzerlik ve hattâ ayniyet de ülkemizin iç şartları bakımından kendisini göstermektedir.

Filhakika, 1960 Antlaşmalarının imzalanmasından ve Kıbrıs Türk Alayının da İttifak Antlaşması uyarınca Ada’da konuşlandırılmasından bir süre önce Türkiye’nin iç siyasî durumunda kutuplaşmalar ve gerginlikler baş göstermişti. Gelişmeler, ne yazık ki, 27 Mayıs 1960 sabaha karşı vukubulan bir askerî Hükûmet darbesine varmıştı. Bu darbeyi takip eden 3 – 4 yıl, Türkiye için  vahim iç sorunlarla uğraşıldığı; TSK’de 235 general ile binlerce daha alt rütbelerdeki subayların tasfiye edildiği; Başbakan Menderes’in, Bakanlar Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idam edildikleri; hükûmet bunalımlarının yaşandığı; 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’de Hükûmete karşı iki askerî darbe girişiminin vukubulduğu  ve kamuoyunun dikkatinin de tamamen iç konular üzerinde yoğunlaştığı,  iç çalkantılar ve siyasî istikrarsızlıkla geçen  bir dönem olmuştu. 27 Mayıs 1960’ dan 1963 yılının sonuna kadar geçen 43 aylık devrede Türkiye’de 4 ayrı Hükûmet işbaşında bulunmuştu.

Rumlar, Türkiye’nin bütün dikkatini iç konulara verdiği bir dönemde  önce ortaklık Devleti’nin  anayasasını değiştirmek suretiyle Kıbrıslı Türklerin toplumsal hak ve yetkilerini ortadan kaldırmak istemişlerdi. Sonra da, Türkiye’nin iç durumundaki tehlikeli istikrarsızlıklardan cesaret bularak ve  o dönemde ülkemizin yirmi güne yakın zamandan beri  yaşamakta olduğu Hükûmet buhranını da kendi amaçları bakımından  uygun fırsat bilerek,  21 Aralık 1963 günü soydaşlarımıza karşı etnik temizlik hareketini başlatmışlardı.

Bununla beraber, Türkiye Milletiyle, Devletiyle, gençliği ve basınıyla bir bütün halinde “Kıbrıs Millî Davasına” sahip çıkmak için ayağa kalkmıştı. TBMM’de 
siyasî partiler, iç politika mülâhazalarını bir kenara bırakarak, Hükûmete Kıbrıs konusunda tam destek vermişlerdi.

50 yıl sonra bugünlerde Türkiye’de askerî darbe girişimleri yaşanmamaktadır. Bu sevindirici ve kutlanması gereken bir durumdur. Ama, ne yazık ki, Türkiye, bir 
süreden beri gerginlikler içindedir. Ülkemiz,  Cumhurbaşkanı  Gül’ün de kaygıyla işaret ettikleri gibi, “zor ve çalkantılı” bir dönemden geçmektedir.  Türkiye’de 
“Hükûmete karşı darbe”, “istiklâl savaşı”, “savaş ilânı”, “paralel devlet veya yapı” gibi huzur kaçıran; gerginlikleri daha da arttıran sözler dile getirilmektedir.  Türk Milleti’nin gündemini bu ülkemizi “zor ve çalkantılı” hale getiren olaylar; siyasî Partiler arasında cereyan eden sert tartışmalar; 2015 yılının yaz aylarına uzanan bir zaman dilimindeki seçimler oluşturmaktadır.  Kıbrıs konusunda, belki de “millî davanın” kaderini belirleyecek önemde gelişmeler yaşanırken TBMM ancak “fezlekeler” konusunda “olağanüstü” toplantı yapabilmektedir.

Oysa, meselâ, BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM’nin yaz tatilindeyken 25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmış olduğu hatırlanmalıdır. 

O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalardaKKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  
TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir.

ABD Kongresi’nde Senato Tahsisatlar Komitesi’nin Dış Operasyonlar Alt Komitesi’nde son günlerde bir konuşma yapan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de 
Suriye ile ilgili gelişmeleri anlatırken sözü Türkiye’ye de getirmiş ve Türkiye’de yerel seçimlerin yaklaştığını hatırlatarak “Türkiye’de şu anda çok fazla siyasi dinamikler var. Türkiye için böyle bir dönemde bu konulara (Suriye) tamamen odaklanılması zor; şu anda seçimler nedeniyle daha çok içe dönükler” 
demiştir. [xxxi]

Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu gerçekçi biçimde anlatan John Kerry’ye  “Türkiye’nin şu sıralarda seçimler dolayısıyla içe dönük olduğunu ve Suriye 
konusuna odaklanmasının mümkün olamayacağını kabul ediyorsunuz da; bu durumda ki Türkiye’den, aynı dönemde, 50 yıldır çözülememiş olan Kıbrıs 
konusunun çözümünü sağlamak için neden adımlar atmasını bekliyor ve Türkiye’ye baskı yapıyorsunuz; Kıbrıs görüşme sürecini yeniden başlatmak için neden ön plânda aktif diplomasi uyguluyorsunuz” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.

Kıbrıs başlatılan yeni çözüm girişiminin 1974’den bu yana esasen istikrarlı bir sükûnetin ve güvenlik ortamının hüküm sürdüğü  Ada’da çözüm için yapılan son 
hamle olmasını temenni ediyoruz.  

Herkes Kendi Yoluna

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Ortak Bildiri’nin yayınlanmasından kısa bir süre önce dile getirdiği “…bir kez daha ret çıkacak olursa sonuçsuzluk anlamına 
gelmez. Bu problem onlarca yıl, yüzlerce yıl sürecek değil. Bu sefer bir tarafın hayır demesi üzerinden bir şey olmaması lâzım. Bu sefer öyle veya böyle 
Kıbrıs'ta kalıcı ve nihai bir çözümün olması lâzım…” şeklindeki sözleri [xxxii] Türkiye’nin Kıbrıs konusuna ilişkin gelecekteki tutumu bakımından bir teminat 
olarak kayda geçiriyoruz.

Çünkü, bu sözleri “Kıbrıs’ta çözüm olsun da nasıl olursa olsun” şeklinde değil, “makûl bir süre içinde ortaya âdil ve kalıcı bir çözüm için anlaşma çıkmadığı 
takdirde, artık Kıbrıs’ta tarafların her birinin kendi yolunda yürüyeceği” ve “Türkiye’nin de KKTC halkını KKTC bayrağının altında kendi yolunda yürürken 
destekleyeceği” şeklinde anlamakta veya anlamak istemekteyiz.


[i]Cumhuriyet Gazetesi, 24 Kasım 2013, s. 2
[ii] 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı BM Belgesi.
[iii] 1 Nisan 2003 tarihli ve S/2003/398 saylılı BM Belgesi
[iv] http://www.tccb.gov.tr/konusmalar/371/87261/turkiye-buyuk-millet-meclisi-yeni-yasama-yilinin-acilisinda-yaptiklari-konusma.html
[v] 6 Ekim 2013 günkü Milliyet gazetesi 
http://dunya.milliyet.com.tr/ban-artik-dunya-kibris sorunundan/dunya/detay/1773322/default.htm 
     ve 
http://haberkibris.com/ban-artik-dunya-kibris-sorunundan-yoruldu-2013-10-06.html
[vi]  5 Mart 2014 tarihli Hürriyet gazetesi 
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25949192.asp
[vii]  15 Mart 2014 tarihli hürriyet gazetesi 
     http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26011416.asp
[viii]  Carol MIGDALOVITZ,  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19 
     http://www.dtic.mil/dtic/tr/fulltext/u2/a473618.pdf
[ix] T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın 23 Mart 2013 tarihli ve 83 sayılı açıklaması  
      http://www.mfa.gov.tr/no_-83_-23-mart-2013_-gkry_nin-dogu-akdenizdeki-hidrokarbon-kaynaklari-uzerindeki-iddialari-hk_.tr.mfa
[x] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/statements-speeches/foreign-minister-avramopouloss-letter-of-response-to-turkish-foreign-minister-davutoglu.html
[xi] http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=49180:davutoglu-ile-catherine-ashton-gorusmesi&catid=219&Itemid=837
[xii] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-abd-disisleri-bakani-kerry-ile-istanbul-da-biraraya-geldi.tr.mfa
[xiii] http://www.reuters.com/article/2013/05/17/us-turkey-cyprus-idUSBRE94F1BY20130517
     http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2013/05/16/joint-press-conference-president-obama-and-prime-minister-erdogan-turkeyn
[xiv] http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2013/08/08/remarks-president-obama-and-prime-minister-samaras-greece-after-bilatera
[xv] Sabah Gazetesi, 4 Ekim 2013, 
       http://www.sabah.com.tr/Gundem/2013/10/04/50-yillik-sorunu-3-ayda-cozelim; 
       ayrıca bknz. 
       http://www.isvecpostasi.com/haber/391/erdogannin-isvec-basbakani-ile-ortak-basin-toplantisi.html
[xvi]  11 Şubat 2014 tarihli Hürriyet gazetesi 
         http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25782146.asp
[xvii]  http://www.diplomasimuhabirhaber.com/?p=1541
         http://www.turkishny.com/other-news/4-other-news/115958-eroglundan-anastasiadise-muzakere-mektubu/pdf
[xviii] http://www.whitehouse.gov/the-press-office/2014/02/11/statement-press-secretary-cyprus
[xix]  http://www.cyprus.gov.cy/moi/pio/pio.nsf/All/5EF6647132248905C2257B200073BBD8?Opendocument
[xx]   http://gadebate.un.org/sites/default/files/gastatements/68/CY_en.pdf
        “Nonetheless, I welcome the decision of Turkey to respond positively to my proposal to hold
         meetings with the negotiator of the Greek Cypriot community.”
[xxi] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nun-kktc-disisleri-bakaniyla-yaptigi-ortak-basin-toplantisi_-9-ekim-2013_-ankara.tr.mfa
[xxii]  Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu - www.usak.org.tr  Başbakan Erdoğan’ın USAK'ta Verdiği Konferansın Tam Metni , 3 Şubat 2010,  
        http://www.usak.org.tr/usak_det.php?id=4&cat=1197
[xxiii] Andreas PAPANDREOU, Democracy at Gunpoint: The Greek Front, 
         DOUBLEDAY&COMPANY, INC., GARDEN CITY, NEW YORK, 1979, s.129-30.
         Türkçesi: Namlunun Ucundaki Demokrasi, Semih KORAY, Mehmet Emin YILDIRIM, Bilgi Yayınları, İkinci Basım Ekim 1988, s.161-162.
[xxiv] http://gnora.com/Library/2013/47969.aspx?lang=en-GB
[xxv] 14 Aralık 2013  
        http://www.aa.com.tr/tr/s/262880--uluslararasi-toplumda-kalici-baris-icin-psikolojik-atmosfer-olustu
[xxvi]  5 Şubat 2014 
        http://www.yeniduzen.com/Haberler/haberler/nuland-kibris-ziyaretiyle-ilgili-aciklama-yapti/34893
        http://cyprus-mail.com/2014/02/05/courageous-steps-taken-to-heal-the-islands-division/
[xxvii] T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın 11 Şubat 2014 tarihli ve 45 sayılı Açıklaması; 
        http://www.mfa.gov.tr/no_-45_-11-subat-2014_-kibris_ta-bm-gozetiminde-kapsamli-cozum-muzakereleri-hk.tr.mfa
[xxviii] T.C. Başbakanlığı’nın 20 Şubat 2014 tarihli basın açıklaması 
         http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Article/pg_Article.aspx?Id=ba01d452-bf2e-4221-8971-afe25012e355
[xxix] Dışişleri Bakanı Ahmet DAVUTOĞLU’nun verdiği demece dair A..A. mahreçli 
        “Kıbrıs'ta yeni bir bina inşa zamanı” başlıklı haber;  
         http://www.aa.com.tr/tr/haberler/288218--kibrista-yeni-bir-bina-insa-zamani
[xxx] http://famagusta-gazette.com/introductory-statement-by-the-president-of-the-republic-on-the-joint-declar-p22308-69.htm
[xxxi]  14 Mart 2014  http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26003351.asp
[xxxii]  http://www.ahaber.com.tr/Gundem/2014/02/09/davutoglundan-tazminat-aciklamasi
 

Uzman Hakkında
Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi
Uzmanın Diğer Yazıları
 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
  “KKTC Sonsuza Dek” 
 
Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

E-Bültenimize kayıt olarak yeni araştırmalardan haberdar olabilirsiniz
 Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Mahmut ÖZDEMİR

***

Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs., BÖLÜM 4

Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs.,   BÖLÜM 4


Tugay Uluçevik, Kıbrıs, Millî Dava, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, KKTC, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Ortak Bildiri,


Erdoğan – BMGS Görüşmesi

Başbakan Erdoğan’ın  5 - 6 Eylül 2013’deki G-20 Zirvesi vesilesiyle St. Petersburg’da görüştüğü BMGS Ban Ki-moon’a “50. yılına giren Kıbrıs sorununu 3 
ayda çözelim" teklifinde  bulunduğu  ve böylece “Ada’ da çözüm için yeni diplomasi trafiğinin başladığı” haberi sonradan basında yer almıştır.[xv]
Diğer Temas ve Görüşmeler:Kıbrıs konusundaki temas ve görüşmeler 2013 Eylül ayının ikinci yarısında  BM Genel Kurulu vesilesiyle New York’ta yoğunluk 
kazanmıştır. Türkiye, Yunanistan, ABD, İngiltere, AB, KKTC ve GKRY  arasında yüksek düzeyli temaslarla Kıbrıs sorunu için yeni bir görüşme sürecinin zemini 
hazırlanmıştır.

Davutoğlu, müzakerelerin başlamasının kararlaştırılmasından sonra verdiği bir demeçte “son yıllarda ilk defa bütün ilgili aktörlerin bu sürece katkıda bulunma 
konusunda güçlü bir irade sergilediklerine” işaret etmiş ve   "BM, AB, garantör devletler olarak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile ABD çok ciddi çaba sarf 
ettiler. Bu yeni bir aşama" ifadesini kullanmıştır.[xvi]

Anastasiadis’in Tutumu

Çözüm arayışı için girişimlere Nikos Anastasiadis’in göreve gelmesinden hemen sonra başlatıldığına yukarıda işaret etmiştik.  İlk iyi niyetli girişimi Rum 
Lider’in göreve başlamasından 3 gün sonra   KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu mevkidaşına gönderdiği bir mektupla yapmıştır. Mektubun bir örneği de BMGS’ne 
gönderilmiştir.[xvii]

Nikos Anastasiadis ise müzakerelerin başlatılması için bir istek ve acelecilik göstermemiştir. Yaptığı bir açıklamada “ekonomik kriz içinde olan tarafların 
müzakere masasında baskıya ve şantaja maruz kalabileceğini bildiğim için önce ülkemin içine düşmüş olduğu ekonomik kriz konusuyla uğraşmak 
mecburiyetindeyim” mealinde sözler dile getirmiştir. 

Yeni bir müzakere sürecini kendisine en uygun gelen zamanda ve şartlarda başlatabilmek için, teslim etmek gerekir ki,  zamanı ustaca kullanmıştır. 
Müzakerelerin başlamasını ortaya attığı çeşitli şartların Türk tarafınca kabulüne bağlamıştır. GKRY’nin sözde “Münhasır Ekonomik Bölgesindeki” (MEB) karbonhidrat yataklarıyla ilgili iddialarını ABD, İngiltere, Yunanistan ve AB’den destek alarak İsrail ile işbirliği halinde sürdürmekten ve ortamı gerginleştiren tutumlar takınmaktan da geri kalmamıştır. Sözde MEB’de GKRY’nin ve İsrail’in hava ve deniz unsurlarının Türkiye’ye gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirdiği ortak tatbikatın, müzakere sürecinin yeniden başlatıldığı günlere tesadüf ettirilmesinde sakınca görmemiştir. Bunları yaparken Türkiye’ye karşı  Yunanistan ile birlikte elindeki AB üyeliği kozunu oynamıştır.

Ortak Bildiri yayınlandıktan sonra ABD Başkanı adına yapılan açıklamada yer alan “ABD Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi deniz bölgelerindeki kaynakları araştırma ve 
geliştirme maksadıyla egemenlik hakkını kullanmasını desteklediğini teyit eder” şeklindeki beyanların, Rumları bu konuda daha da pervasız kılacağı muhakkaktır. 
[The United States reaffirms its support for the exercise of the sovereign rights of the Republic of Cyprus to explore and develop the resources in its off-shore zones].[xviii]

Anastasiadis’in Eroğlu ile ilk buluşması göreve gelmesinden 3 ay sonra 30 Mayıs’ta BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’ın düzenlediği akşam yemeğinde 
sosyal bir etkinlik olarak gerçekleşmiştir. Kendi önerisi olmasına rağmen, müzakerecisini tayin etmesi 6 ay almıştır.

Bu süre zarfında, ekonomisini, AB’nin de yardımlarıyla nispeten toparlamış; koalisyon ortağı DİKO’nun Kongresi’nden önce müzakereleri başlatmaktan kaçınmış; 
Yunanistan’ın AB dönem başkanlığını 2014 başında devralmasını beklemiştir. Şimdi de Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinin ertesine kadar, 
benzetme yerindeyse, dikkatlice sahada top çevirmeye çalışmaktadır.

Anastasiadis Şartlarını Kabul Ettirdi

Anastasiadis, 28 Şubat 2013 tarihindeki yemim töreni konuşmasından itibaren yeni bir sürecin başlaması için ortaya attığı şartların birçoğunu Türk tarafına 
peşinen kabul ettirmeyi başarmıştır. Bazı şartlarının ve görüşlerinin de Ortak Bildiri’ye yansıtılmasını sağlamıştır. Bunda kuşkusuz, içeride ve dışarıda zor 
bir dönem geçiren  Türkiye’nin de aktif rolü olmuştur.

Rum tarafının elde ettiği peşin ödünlere bir göz atalım:

(1) Müzakerelerin Düzeyinin Düşürülmesi: Anastasiadis, müzakerelerin sürekli olarak iki Lider arasında yapılması yerine atanacak görüşmeciler düzeyinde 
yürütülmesini önermiştir. Bu kabul edilmiştir.

(2) “Çapraz Görüşme” Yöntemi: Anastasiadis, görevi devralırken yemin töreninde yaptığı konuşmada “Kıbrıs ile Türkiye arasında, işgale son verilmesi suretiyle 
Kıbrıs sorununun halledilmesine yol açacak bir yeni ilişki kurulması için çalışmaya hazırız” demiş ve Kıbrıs sorununun çözümünü sağlama amacıyla “işgal 
gücünü Kıbrıs Türk tarafının masaya koyacağı tekliflerden mesul kılacak bir yöntem” oluşturulmasından söz etmiştir.[xix]

Rum lider bu görüşleri istikametindeki bir yöntemi Türkiye’ye ve KKTC tarafına kabul ettirmiş bulunmaktadır.

Kıbrıs Rum liderliği, öteden beri, Kıbrıs sorununun aslında iki toplum arasında değil, Kıbrıs adasını “istilâ ve işgal etmiş” olan Türkiye ile “KC” arasında bir 
sorun olduğu görüşünü savunagelmiştir. Sorunun Türkiye ile KC arasında görüşülerek çözülebileceği savını ileri sürmüştür.

23 Eylül 2013 günü Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanlarının New York’da Kıbrıs Türk ve Rum görüşmecilerin müzakere sürecinde çapraz olarak - Rumların ve Yunanistan’ın kullandığı deyimle “paralel” olarak - Ankara ve Atina’yı ziyaret etmeleri hususunda anlaşmaya varmaları, Anastasiadis’in öngördüğü yeni görüşme yöntemine uygun düşmüştür.

Anastasiades, bu anlaşmadan duyduğu memnuniyeti BM Genel Kurulu’nda 26 Eylül 2013 günü yaptığı konuşmada“Kıbrıs Rum toplumu temsilcisi ile görüşme 
yapmaları konusundaki teklifimi kabul etme kararı aldıkları için  Türkiye’ye teşekkür ederim” diyerek dile getirmiştir.[xx]

Görüleceği üzere, Türkiye, zevahiri kurtarma amacına matuf belirli bir formül çerçevesinde de olsa “çapraz görüşme” yöntemini kabul etmek suretiyle 
Anastasiadis’e peşin özlü bir taviz vermiştir. Halbuki, Kıbrıs Rum tarafı Türkiye ile doğrudan görüşme ihtiyacını duyuyorsa bu görüşme 4’lü konferans 
çerçevesinde pek âlâ gerçekleşebilirdi. Türkiye bu istikamette  ısrarlı ve kararlı davranmalıydı.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu bu anlaşmayı "tarihî" olarak nitelemiş ve "böylece bir psikolojik eşik aşıldı" şeklinde bir teşhiste bulunmuştur. [xxi]Bu fevkalâde 
düşündürücüdür. Hele  “psikolojik eşik” sözüyle Türk kamuoyunun “psikolojik eşiği” kastediliyor  ise, durum gerçekten vahimdir.

Bununla beraber, Davutoğlu’nun “psikolojik eşik aşıldı” sözünü birçok iç ve dış konularda atılan  adımlar için sık sık kullandığını da biliyoruz.

“Çapraz Görüşme” yönteminin kabulü sadece Türk tarafının Kıbrıs konusuna ilişkin temel ilkelerinden birinin daha  yok olması sonucunu doğurmakla kalmamış, 
BM Güvenlik Konseyi’nin 12 Mart 1975 tarihli ve 367 sayılı kararının Kıbrıs müzakere sürecinin taraflarını belirleyen ve “eşit düzeyde/eşit tabanlı” (on an 
equal footing) yürütülmesi ilkesini saptayan ve Türk tarafınca da kabul edilmiş olan paragraflarıyla da bağdaşmamıştır

Başbakan Erdoğan Hristofyas’a “Muhatabın Ben Değil, Talât” Demişti
Ayrıca, Rum müzakereci ile Ankara’da görüşme yönteminin  kabul edilmesi, Başbakan Erdoğan’ın Kıbrıs müzakere sürecinin Kıbrıs’taki iki Taraf, iki Lider 
arasında olduğu yolundaki doğru anlayışına da ters düşmüştür.

Başbakan Erdoğan 3 Şubat 2010 tarihinde Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nda yaptığı konuşmada [xxii] şunları anlatmıştır: “Hristofyas bana BM'de 
şunu söyledi: 'Ne zaman biz başa baş görüşeceğiz'. Ben de kendisine dedim ki, 'Sizinle ben başa baş görüşmem. Sizin muhatabınız Sayın Talât. Siz Talât ile 
görüşeceksiniz. 4'lü veya 5'li bir görüşme istiyorsan BM'nin riyasetinde bu görüşmeyi yapabilirsin. Garantör ülkeler olarak Türkiye, Yunanistan gerekirse 
İngiltere, taraflar olarak da Kuzey Kıbrıs ve siz'. Ne dese beğenirsiniz, 'Kuzey Kıbrıs hangi sıfatla katılacak?' Onu deyince kendisine şunu söyledim, 'Şu ana 
kadar 41 görüşme yaptınız. 41 görüşmede Sayın Talât hangi sıfatla bu görüşmeyi yaptıysa bundan sonra da o sıfatla yapacak' dedim, öyle kaldı. Ama aynı şeyi 
Papadopulos da söylemişti. Çünkü hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamul olarak fark etmiyor.”

O gün Başbakan Erdoğan Hristofyas’a bir ders vermiş ve Rum görüşmecinin muhatabının Kıbrıslı Türk Lider olduğunu hatırlatmış. Elbette doğrusunu yapmış.
Şimdi ne oldu da Türkiye Rum görüşmeciye Ankara’da Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın Müsteşarı’nı muhatap yapıyor?

Cevaben denilebilir ki “ama Kıbrıs Türk Temsilci de Atina’da aynı gün ve saatte Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Müsteşarıyla görüşecek.”

Bunun hiçbir anlamı yoktur.  Yıllardır Türkiye ile doğrudan doğruya görüşmek isteyen Rumlardır. Çünkü, onların nazarında sorun doğrudan Kıbrıs ile “işgalci” 
Türkiye arasındadır. KKTC Müzakerecisi, acaba Yunanistan’dan herhangi bir talepte bulunacak mıdır? Örneğin, Andreas Papandreou’nun “Namlunun Ucundaki 
Demokrasi” isimli kitabında [xxiii]babası George Papandreou’nun 1964 yazında Kıbrıs’a gizlice sivil elbise giydirilmiş 20.000 Yunan askerini sevk ettiğine 
dair ifşaatını da delil göstererek, Yunan askerinin EOKA çetesiyle birlikte Kıbrıs Türk halkının canına ve malına verdikleri zararların maddî ve manevî 
tazminatını talep edecek midir? Aynı talebi, Yunanistan’ın Ada’daki 15 Temmuz 1974 darbesiyle ilgili olarak yapacak mıdır?

Burada şu soruyu sormak istiyoruz: Acaba Rumlar ve Yunanistan Kıbrıs Türk tarafının veya Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili herhangi bir isteğini veya 
önerisini, on yıllardır sürdürdükleri pozisyonlarını değiştirip kabul etmişler midir?  Sorunun cevabını bildiğimiz halde bu soruyu sormaya ihtiyaç duymaktayız.

(3) KKTC Müzakerecisine TC Diplomatik Pasaportu Verilmesi: 

Türk tarafının pozisyonunda ciddi bir aşınmaya sebep o olan bir başka önemli taviz de, şayet rivayetler ve basında yer alan bazı haberler gerçeği yansıtıyorsa, iki Taraf’ın müzakerecilerinin 27 Şubat 2014 Perşembe günü Ankara’yı  ve Atina’yı “çapraz” ziyaretleri vesilesiyle verilmiş bulunmaktadır. Edindiğimiz resmî olmayan bilgilere göre Rum Müzakereci Ankara’ya KC tarafından verilmiş AB pasaportu ile gelmiştir. 
Oysa, Kıbrıs Türk Müzakereci Atina’ya KKTC pasaportu ile gönderilmiş değildir. Kendisine, maalesef TC diplomatik pasaportu verilmiştir. Türk basınında çapraz ziyaretler konusunda “KKTC'li bir temsilci 55 yıl sonra Atina’da” gibi başlıklarla haberler yayınlanırken, gerçek durum kamuoyuna doğru biçimde yansıtılamamış tır. KKTC ve Türkiye’de  ilgili resmî makamların bu konuda bir açıklama yapması gerekir. İlgili makamlar tarafından bu konuda açıklama yapılmamış olduğuna göre bu konuda kamuoyundan gizlemek mecburiyetini hissettikleri bir durum var demektir.

Bu konuyla ilgili olarak şu hususu hatırlatmak isteriz: Kıbrıs müzakere süreciyle ilgili olarak on yıllardır geçerli olan anlayış, Kıbrıs’taki iki tarafın Liderlerinin ve/veya ilgili memurlarının yaptıkları görüşmelerin, “tarafların birbirlerinin statüsü hakkındaki resmî pozisyonlarına halel vermediği” şeklinde olagelmiştir. Yani, Kıbrıslı Türk Lider kendisiyle görüştüğü için  Rum Lider’in “KC Cumhurbaşkanı” statüsünü ve sıfatını kabullenmiş olmadığı gibi, Rum Lider de Türk Lider’in “KKTC Cumhurbaşkanı” statüsünü ve sıfatını kabullenmiş olmamıştır. Bu anlayışın “çapraz ziyaretler” için de geçerli olmasının sağlanması icap ederdi.

Durum, KKTC ile ilgili uluslararası tecrit tedbirleri sebebiyle Türkiye’nin KKTC vatandaşlarına bir kolaylık olsun diye kendilerine TC Pasaportu vermesi veya bir 
zamanlar Talabani ve Barzani’ye Saddam dönemindeki ambargoları aşabilmeleri için TC Diplomatik Pasaportu verilmiş olması  durumlarıyla aynı değildir. KKTC’nin 
görüşmecisi Kıbrıs müzakere süreci çerçevesinde yine Kıbrıs sorununun tarafların dan biri olan Yunanistan’a gitmektedir. Pasaport konusu daha başlangıçta Davutoğlu – Venizelos arasında görüşülüp bu konuda ortak bir anlayışa varılması, ondan sonra da “çapraz görüşme” yöntemi hakkında karar alınması  gerekirdi. TC pasaportu verilmesi, şayet doğruysa, hiç düşünülmemeli; hattâ gerekiyorsa bu sakat görüşme yönteminden vazgeçilmeliydi.

Kıbrıs Türk görüşmeci “TC” pasaportu ile Yunanistan’a gönderilmiş ise, Yunanistan’ın “KKTC”’den verilme pasaportu kabul etmeyeceğinin anlaşılması 
üzerine, Türk tarafı, hiç olmazsa Rum müzakerecinin de Yunanistan’dan verilme bir pasaportla Ankara’ya gelmesini talep etmeliydi.

Diğer taraftan, “çapraz görüşmelerle” ilgili olarak madem ki iki taraf arasında “psikolojik eşiğin aşılmasından” ve karşılıklı güven duygusunun yaratılmasından 
söz ediliyor, o zaman, yine iki tarafın birbirlerinin ve havaalanlarının statüleri hakkındaki resmî pozisyonları mahfuz kalmak koşuluyla, Türk Müzakerecinin Atina’ya Larnaka havaalanından Olympic Hava Yolları uçağı, Rum Müzakerecinin de Ankara’ya  Ercan havaalanından THY uçağı ile gidip gelmesi şeklinde bir düzenleme yapılmalıydı. Bu güdülen amaç ve pratiklik bakımından uygun ve faydalı olurdu.

(4) Anastasiadis BM’nin Taraflara Sunduğu “Yakınlaşmalar” Belgesini Reddetti ve Ortadan kaldırılmasını Sağladı: 

Rum lider Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak maksadıyla on yıllardır yapılmış olan çalışmalarda, müzakerelerde  tarafların pozisyonlarında ortaya çıkmış bulunan bazı “yakınlaşmaları” yok farzeden bir anlayış ortaya koymuştur.  2008-2012 döneminde Hristofyas ile yapılan müzakerelerde tarafların pozisyonları arasında meydana gelen “yakınlaşmaları” kayda geçirmek maksadıyla BM tarafından hazırlanan  “Convergencies 2008 - 2012” başlıklı belgeyi [xxiv] BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Downer’ın  taraflara sunması Rum tarafınca sert tepkiyle karşılanmıştır. 

KKTC belgedeki tespitlerle mutabık olduğunu gecikmeksizin BM’ne bildirmiştir. Rumların karşı çıktığı bu belge ortadan kaldırılmış ve Downer’ın da görevi, kendi hükûmetince başka bir göreve atandığı kisvesi altında BMGS tarafından sona erdirilmiştir. Türkiye, ABD, İngiltere, AB gibi çevrelerden  bu tutumu sebebiyle Rum tarafına bir baskı ve tepki gelmiş değildir. Anastasiadis bu konuda da istediğini yaptırabilmiştir.

(5) Anastasiadis Yeni Bir Müzakere Sürecinin Başlamasını Ortak Bildiri Şeklinde Yeni Bir Çerçeve Oluşturulması Şartına Bağladı: 

Rum Lider, göreve başladıktan 7 ay kadar sonra “önemli olan görüşmelerin ne zaman başlayacağı değil, hangi ortak zemin üzerinde başlayacağıdır” diyerek iki Lider’in Özel Temsilcileri’nin bir Ortak Bildiri hazırlamalarını istemiş ve bunda ısrar etmiştir. Anastasiadis’in ortaya attığı bu yersiz ve haksız Ortak Bildiri şartına KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu verdiği demeçlerle karşı çıkmıştır.  Bununla beraber, Türkiye dahil, konuyla yakından ilgilenen ABD, İngiltere, AB gibi aktörlerden destek bulamamıştır.

Gelişmelerin medyadan yansımasına göre, Ortak Bildiri hazırlanmasının KKTC tarafından kabul edilmesini; Bildiri’nin içeriğinin nihai şeklini almasını; 
üzerinde mutabakat sağlanmasını ve bu suretle görüşme sürecinin yeniden başlamasını sağlamak amacıyla Türkiye, ABD, İngiltere ve AB tarafından aktif bir 
diplomasi uygulanmıştır. Yunanistan da elbette devrede olmuştur. Esasen, Yunanistan 1 Ocak 2004’den itibaren AB dönem başkanlığını üstlenmiştir.
Bu çerçevede, ABD, İngiltere ve AB’nin, özellikle, Türkiye’yi harekete geçirmek ve KKTC nezdinde ağırlığını koymasını temin etmek için girişimler yapmış 
olmasını varsayıyoruz.

Baskılar

Bu süreç içinde, KKTC Cumhurbaşkanı’na, hem kendi Hükûmeti’nin CTP kanadınca, hem de, başta Türkiye olmak üzere ABD tarafından da telkinler ve baskılar yapılmış olması ihtimal dışı tutulamaz.  2013 Nisan’ından başlayarak Davutoğlu’nun ABD Dışişleri Bakanıyla ve AB çevreleriyle Kıbrıs konusunda 
yaptığı temaslar; sorunun çözümü için ortada bir “fırsat penceresi” bulunduğuna dair demeçleri; “çapraz görüşme” mekanizmasını kabul etmiş olması; Aralık 
ayındaki Atina ve Lefkoşa ziyaretleri ve “uluslararası toplumda Kıbrıs'ta kalıcı bir barış için ciddi psikolojik atmosfer oluştuğunu”  öne süren  demeçleri [xxv] Türkiye’nin oynamış olduğu rol hakkında esasen fikir vermektedir.


***