Mehmet Eymür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehmet Eymür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2019 Salı

PKK'ya Silah Satışı,

PKK'ya Silah Satışı,



18/1/2009 - 14:42 - Atin
   
      











Merak ettim, baktım. 
Son günlerde bahsedilen PKK'ya silah sevkiyatını AYDINLIK gazetesi 10 sene önce yazmış. PERİNÇEK ve İşçi Partisinin PKK'ya giden silahlardan bilgisi olduğu bu haberden anlaşılıyor...

Aydınlık gazetesi 6 Aralık 1998 tarihli ve 594 sayılı kapak haberinde, "Devletin en yüksek kurumlarının PKK'ya silah satışını saptadığını ve silah ticareti ile ilgilenen görevlileri isim isim belirlediğini" bildirmiş.


Açıklamayı 3 Aralık 1998 tarihinde Doğu PERİNÇEK'in yardımcısı, İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Hasan YALÇIN, İP Genel Merkezi'nde düzenlediği basın toplantısında yapmış. Hasan YALÇIN, PKK'ya silah satan bir örgütlenmenin, devletin en yüksek kurumları tarafından açığa çıkarılıp soruşturulduğunu açıklamış. Ancak "devletin en yüksek kurumlarının" hangi kurumlar olduğu belirtmemiş.  


İP Genel Başkan Vekili Hasan YALÇIN, "Devletin en yüksek kurumları, Susurluk'la ortaya çıkan Özel örgüt'ün PKK'ye silah sattığını saptadı. Özel örgüt'ün silah ticareti ile ilgilenen görevlileri isim isim belirlendi. PKK'ye silah satış faaliyetinin başında CIA-MOSSAD ekibi bulunuyor. Soruşturma devam ediyor" demiştir.

YALÇIN şu hususlara da değinmiştir:

 "Soruşturmanın dayandığı istihbarat raporlarına göre,  başlangıçta örgüt, Suriye devletine de silah satıyor. Bu silahların PKK'ye gittiği ortaya çıkınca ilişkiyi perdelemek için diğer kanallar kullanılıyor. Silah ticaretine aracılık yapanlar arasında MED TV’nin finansörleri de bulunuyor. Bunlar için "eroin ve silah tüccarları" deniliyor.


PKK'ye ve çeşitli bölge ülkelerine silah satışını planlayan ve koordine eden ekibin başındaki kişi emekli Amerikalı General Harry "Heinie" Aderholt, General Richard Secord ve Albay Tom McGravey. Söz konusu ekip, MOSSAD şeflerinden David Kimche ile birlikte çalışıyor.

Susurluk olayıyla ortaya çıkan özel örgüt'ün, PKK ile silah ve uyuşturucu ticareti yaptığı artık devlet belgelerine geçmiş bulunuyor."

Evet, tipik PERİNÇEKvari  bir Aydınlık haberi... Burada belirtmediğimiz detaylarda her zamanki gibi, içinde oldukları bir faaliyeti başkalarına yükleme çabası bulunuyor.
Acaba, 10 yıl sonra  "sanığı" olarak yargılanacaklarını bilseler bu haberi  yayınlar mıydılar?


(Not: Küçük resimlerin üstüne tıklayarak büyültebilirsiniz)


19 Şubat 2019 Salı

Devletin karanlık yüzü




Devletin karanlık yüzü  







Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var.
6 Haziran 2015 günü Diyarbakır’da HDP’nin seçim mitinginde bomba patladı, 4 kişi öldü, 400’den fazla kişi yaralandı. 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta Kobane’ye yardım malzemesi götürmek üzere toplanan sosyalist gençlerin arasına bir intihar bombacısı daldı, 33 genç öldü, 100’den fazla kişi yaralandı. İki olayda da faillerin IŞİD militanı olduğuna dair güçlü emareler vardı ama henüz soruşturmalarda bir adım ilerlenmedi. Ardından Ceylanpınar’da iki polis evlerinde kurşuna dizildi, olayı HPG’ye bağlı yerel bir grup üstlendi, beş gün sonra PKK sorumluluğu reddetti. Bu olay da hala aydınlanmadı. Ardından TSK’nın IŞİD ve PKK’ya eş zamanlı harekatı başladı. Elbette “az IŞİD, çok PKK” şeklinde. IŞİD sözlü tehditle yetindi şimdilik ama PKK’nın fiili cevabı gecikmedi. Bombalamalar, mayınlamalar, roketatarlı saldırılar. Devlet zaten sürekli arazideydi. Onun eli hiç bir zaman armut toplamazdı zaten. Resmi kaynaklara göre korkunç bilanço son olarak şöyleydi: 43 güvenlik görevlisi (asker, polis ve korucu), 14 sivil, 58 PKK’lı hayatını kaybetti, 186 kişi yaralandı. kaybetti, 197 kişi yaralandı. PKK kaynakları güvenlik güçlerinin kaybının 250 civarında, kendi kayıplarının 30 civarında olduğunu iddia ediyorlar.
 
(20 Temmuz 2015, Suruç Katliamı’nda ölen sosyalist gençler)
 DERTLEŞME
Yazılarımı veya sosyal medyadaki paylaşımlarımı okuyanlar bilirler ki devletin şiddetini asli, yapısal ve sistematik, ezilenlerin kendilerine şiddet uygulayan devlete karşı verdikleri mücadelede başvurdukları şiddeti, tali, savunmacı, tepkisel, veya türev şiddet diye nitelerim. Bu yüzden de öncelikle ve ağırlıkla devletin şiddetini eleştiririm. Bu konuda yüzlerce yazı yazmışımdır. (‘Şiddet’ konusunu ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Ancak Ceylanpınar’daki polis cinayetlerinden beri özellikle sosyal medyada defalarca PKK-HPG şiddetine dair daha net sözler etme ihtiyacı duydum. Çünkü artık PKK şiddetinin türev şiddet olmaktan çıkıp kurucu, stratejik şiddet haline dönüştüğünü düşünüyorum. Bu yüzden örneğin “Ceylanpınar katliamı nedeniyle HPG’yi lanetliyorum” dedim. Örneğin “PKK’nın mayınlama, bombalama gibi eylemlere hele de öldürmelere derhal son vermesini” diledim, örneğin “Devlet ne kadar şiddete başvurursa başvursun İsa gibi öteki yanağını çevirmesini, böylece devletin şiddetini teşhir etmesini ve devleti sürekli barış masasına davet etmesini” önerdim. Örneğin “sivil itaatsizlik türü eylemlerin daha çok sempati toplayacağını” hatırlattım. (Merak edenler Twitter’daki mesaj arşivime bakabilirler.)
Bu yüzden de PKK sempatizanı veya sol siyasal kültürden gelen izleyicilerim tarafından “fabrika ayarlarına dönmekle”, “içimdeki Beyaz Türk’ün hortlamasıyla”, “Kürtleri anlamamakla”, “korkaklıkla”, “liboşlukla”, “naiflikle”, “aptallıkla” vs. suçlandım. Buraya kadar sorun yok. Nihayetinde tepkilerin çoğu sert de olsa, çoğu haksız da olsa, ‘eleştiri’ niteliğindeydi.
YANDAŞ MEDYANIN MANİPÜLASYONU
Ancak Siirt’te 8 askerin uzaktan kumandalı mayınla öldürülmesi olayını kınarken “Siirt’teki olayın faili ‘meçhul’ çünkü henüz üstlenen yok. Kaldı ki biz yıllar sonra pek çok olayın JİTEM’in işi olduğunu öğrenmiş bir kuşağız” yazınca farklı bir durumla karşı karşıya geldim. Mesajım iktidarın ‘besleme’ haber siteleri tarafından anında “Ayşe Hür Siirt katliamını PKK yapmamıştır dedi” şekline çevrildi, bu format iktidarın borazanı bazı televizyon kanallarında uzun uzun işlendi ve ardından binlerce Ak, Ülkücü veya Ulusalcı ‘trol’ün hakaret yağmuru başladı. Cinsel içerikli hakaretler, tecavüz ve ölüm tehditleri, hatta kafamın kesilmesini öneren hastag’lar.. Ama en çok da, “keşke JİTEM olsa da seni temizleseler” dileği.
(19 Ağustos 2015’te Siirt’te ölen Askerlerimiz)
Bunlar olurken demokratik örgütlerin, kadın örgütlerinin, gazetemin, arkadaşlarımın ve 5-10 kişi dışında okurlarımın desteğini gördüm mü derseniz, ne yazık ki HAYIR! Yalnız bırakılışım benim tavırlarımla, çizgimle ilgilidir muhtemelen, yoksa bunun onda biri şiddette saldırılarda kol kanat gerdiklerini biliyorum yakın gördükleri kişilere. Sorun değil. Tehditler ise beni yıldırmaz, korkutmaz. Ne demişler “demirden korksaydık trene binmezdik.” Ama iktidar yanlısı medyanın ve daha önemlisi onların yönlendirdiği gençlerin düşünsel, davranışsal, siyasal, ahlaksal vb. düzeyi tüylerimi ürpertti. Uzatmayayım, aklıma iki ihtimal geldi. Ya bu gençler sadece fikir belirten bir yazarı öldürmek, 60 yaşında bir kadına tecavüz ettirmek üzere JİTEM’i göreve çağıracak kadar kötü yürekliydiler, ya da JİTEM’in ne olduğunu bilmiyorlardı. İkinci ihtimale daha ağırlık vererek bu haftayı JİTEM’e ayırdım. Elbette, hisleri galeyana getirmek gibi bir amacım olmadığı için teknik bir yazı kaleme aldım. Yine de bilmeyenlere fikir verebilir, bilip de unutanların hafızasını canlandırır diye düşünüyorum. Bu arada PKK’nın Siirt katliamı ve benzeri eylemlerini lanetliyorum. Ölenlerin sevenlerine baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum. Gelelim konumuza:
CEM ERSEVER CİNAYETİ
“İlk bulunan ceset Kızılcahamam yakınlarında, ormanlık araziye atılmıştı. 30 yaşlarındaki esmer kadının kimliği tespit edilemedi. İkincisi, bir hafta sonra Elmadağ’daki kireç ocaklarında bulundu. Elleri bağlanmış, ağzı bantlanmış, kafasına iki kurşun sıkılmıştı. Kısa bir araştırmadan sonra kurbanın, emekli Jandarma Binbaşı Cem Ersever olduğu anlaşıldı. İki gün sonra, Ersever’in yardımcısı ve PKK itirafçısı Mustafa Deniz’in cesedi Polatlı’da bulundu. Elleri bağlanıp kafasına tek kurşun sıkılmıştı. Araştırma derinleştirildiğinde, kimliği belirsiz ilk cesedin de Ersever ekibinden olduğu anlaşılacaktı: (Adı) Mahsune (idi). (Dr. Mahsune Dgoube Suriyeli idi.) Cesetler, Ersever’in ‘Üçgendeki Tezgah’ adlı kitabını anımsatırcasına, Ankara’nın üç ayrı köşesine bırakılmıştı.”
Esrarengiz cinayet zinciri, 1993 Kasımı’nın ilk günlerinde gazetelerin manşetlerine çıktı. O güne kadar sadece Güneydoğu’dakilerin duyduğu bir gizli teşkilattan bahsediyordu basın: Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele, yani JİTEM. Cem Ersever, kurucusuydu. İsminin baş harflerini kullandığı bir de slogan vardı: ‘Teröre karşı en etkili deterjan ACE!’ Katiller, basını arayıp şu notu bırakmıştı: ‘Bitlis Paşa’nın katili Ersever infaz edildi.’”
EŞREF BİTLİS’İN UÇAK KAZASI
Bu satırlar, Serhan Yedig’in "Bir var bir yok Hem var hem yok JİTEM” başlıklı yazısından. (20 Kasım 2005, Hürriyet Pazar) Bitlis Paşa Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Resmi açıklamaya göre, Orgenaral Bitlis, 17 Şubat 1993 günü Diyarbakır’a gitmek üzere uçağa binmiş, “anti-buz sisteminin çalışmaması sonucu” uçak düşmüş ve Bitlis’le yanındakiler ölmüştü. Bitlis’in ekibinden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da 22 Ekim 1993 günü Lice’de Kanas marka suikast tüfeğiyle öldürülecekti. Cinayeti PKK’nin işlediğini iddia etti devlet ama PKK bunu kabul etmedi. Aynı uçağa son anda binmekten vazgeçen Albay Kazım Çillioğlu ise 3 Şubat 1994’te görevli olduğu Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı’nın lojmanlarında ölü bulundu. Yüzeysel bir inceleme ile ‘intihar’ raporu verildi. 11 Şubat 1994 tarihli Ortadoğu gazetesinde, Çillioğlu’nun, bir üst düzey komutanın PKK’ya müsamaha göstermesinden rahatsız olduğu, operasyonlar konusunda Genelkurmay’la görüş ayrılığına düştüğü, bu yüzden öldürülmüş olabileceği yazılmıştı. Cinayetler bu güne dek aydınlanmadı.
Bu arada 1993 yılından itibaren kendisinin JİTEM’in tetikçisi ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu söyleyen biri, sicil numarasını vererek ama yüzü karartılmış biçimde Kadir Çelik’in programlarına çıkıp Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Medat Serhat cinayetlerini devletin işlediğini defalarca anlatıyor ve kimse bunları yalanlamıyordu. Kısacası JİTEMciler marifetlerini göğüslerini gere gere anlatıyorlardı, böylece topluma gözdağı veriyorlardı belki de… (1997’ye kadar sahne alan bu adamın sahte ‘Yeşil’ olduğu anlaşılacaktı sonunda.)
SONER YALÇIN’IN KİTABI
1994 yılında JİTEM’e dair çok ayrıntılı bir kitap yayımlandı. Kitabın yazarı Soner Yalçın konuyla ilgilenmeye, 2000’e Doğru Dergisi muhabiri olduğu 1991 yılında başlamıştı.
Ardından Cem Ersever’i konuşmaya ikna eden Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları’nı (Doğan Kitap) yayımladı. Yalçın’a göre JİTEM, 1987’de Binbaşı Arif Doğan tarafından Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı kurulmuş, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Samsun, Erzurum’da örgütlenmiş ti. Kadrosunda muvazzaflar ve hapishaneden özel izinle çıkarılan PKK itirafçıları vardı. Kitapta yanı sıra, en gözü kara PKK itirafçılarından Alaattin Kanat, İbrahim Babat, Adil Timurtaş tanıtılıyor; bunların işlediği Vedat Aydın (1991), Musa Anter (1992), Mehmet Sincar (1993)  ve diğer önemli cinayetler anlatılıyordu. Denetimdışı grubun uyuşturucu ve silah kaçakçılığına da karıştığı anlatılıyordu.
(1990’larda faili belli veya meçhul cinayetlere kurban gidenler. Büyük resim: Uğur Mumcu, Özdemir Sabancı, Necip Hablemitoğlu, Behçet Cantürk, Savaş Buldan. Küçük resimler: üstte Medet Serhat, altta Vedat Aydın. )
ŞEYTAN ÜÇGENİ CİNAYETLERİ
1994 yılı, karanlık cinayetler yılıydı. uyuşturucu kaçakçısı olduğu söylenen Liceli Behçet Cantürk, Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci ve Medet Serhat (eşi Yurdanur Serhat suikasttan sağ çıkmıştı), Cantürk’ün ortağı Savaş Buldan ile arkadaşları Hacı Karay ve Adnan Yıldırım Sapanca-Düzce-Adapazarı arasındaki ‘şeytan üçgeni’nde ölü bulundu. Bu kişilerin PKK’nin finansmanını sağlayan kişiler olduğu söyleniyordu. Yani JİTEM ‘vatan hizmeti’ yapmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Devlet rutin dışına çıkabilir” görüşündeydi, yani JİTEM’i zımnen kabul ediyordu. Başbakan Tansu Çiller, PKK destekçisi işadamlarının listesinden, ‘Bask tipi çözüm’den bahsediyordu. Ersever cinayetinin bir iç hesaplaşma olduğunu savunuyordu. Çiller malum, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin müellifiydi.
JİTEM VAR MI YOK MU?
1995’in Nisan ayında TBMM Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun hazırladığı rapordaki bazı ifadeler basına ‘şok bilgiler’ diye yansıdı. Raporda, yasadışı işlere karışmış korucular, PKK itirafçıları ve JİTEM arasındaki karanlık ilişkilere değinildikten sonra dil gayet steril bir dille “JİTEM’in faaliyetlerinin ne olduğu anlaşılamamıştır. (...) Devlet organlarının kanunlarla sınırlı görev ve yetkileri aşılıp, yasal boşluklardan yararlanıp yeni kurumlaşmalara gidildiği görülmüş tür. (...) JİTEM yetkisiz, görevsiz olduğu polis mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapmaktadır. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan kuruluşun faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan devletiminiz lehine olumlu bir davranıştır” deniyordu.
Deniyordu ama, 2 Mart 1995’te MİT ajanı Tarık Ümit kimliği bilinmeyen kişilerce kaçırıldı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Vanlı işadamı Senar Er’in babası JİTEM tarafından 100 Mark fidye için kaçırıldı. Görüşmeler sırasında fidye 1 milyon marka kadar çıktı ancak para ödenemediği için babadan bir daha haber alınamadı. 12 Ağustos 1995 günü, Eşref Bitlis’in ekibinden Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden, resmi hikayeye göre PKK ile girdiği çatışmada alnından aldığı bir kurşunla öldü. Eşinin alnında değil ensesinde kurşun yarası olduğunu söyleyen Tomris Özden’e göre ise, eşine dönemin Giresun Jandarma Komutanı Veli Küçük ve ekibi tarafından JİTEM’e girmesi yönünde baskı yapılmıştı. Öldürülmesi bununla ilgili olabilirdi. (Bir PKK itirafçısının Özden'in çatışmada ölmediğini söylemesi ve askerlerinden birinin ‘Komutanımızı yanındaki asker öldürdü’ iddiası üzerine Rıdvan Özden suikastı dosyası 2009’da açılacak ama sonuç alınamayacaktı.)
SUSURLUK KAZASI VE JİTEM
3 Kasım 1996’de Susurluk Çatalceviz mevkiinde, bir Mercedes’e bir kamyon çarptı va Türkiye tarihinin en büyük politik skandalı patlak verdi. Mercedes’te, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak,  İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş sahte kimlikli Ülkücü militan Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us vardı. Kaza, MİT Operasyon Dairesi’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi’ne bağlı iki hukuk üstü silahlı grubun daha varlığını ortaya çıkarmıştı. JİTEM’in adı tekrar geçince, Susurluk Skandalı’nın ardından TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu konuyu bu işi en iyi bilecek kişiye, eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman’a sormaya karar verdi. Koman davete fiziken icabet etmedi mektupla şu cevabı verdi: “Jandarma teşkilatı içinde JİTEM adında legal ya da illegal bir örgüt kurulmamıştır, yoktur. Ama jandarma dışında bu ismi kullanıp kanunsuz işler yapan bir grup vardır.” Halbuki aynı günlerde Milli Güvenlik Kurulu’nin (MGK) hazırladığı bir raporda JİTEM’in adı geçiyordu. Elbette kimse Koman’a veya MGK’ya bu çelişkiyi sormaya cesaret edemedi.
YEŞİL’İN MESUT YILMAZ’I DARP ETTİRMESİ
Susurluk Skandalı patladığında iktidarda Erbakan Hükümeti vardı. Erbakan’ın Susurluk’ta ortaya çıkan kirli ilişkileri protesto etmek için halkın yürüttüğü Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini “Glu glu dansı yapıyorlar” diye alaya alması deyim yerindeyse Erbakan Hükümeti’nin sonunu getirdi. Yerini Mesut Yılmaz Hükümeti aldı. Mesut Yılmaz’ın başta Susurluk Skandalı’nı deşmeye niyeti yoktu belki ama 23 Kasım 1996’da hiç hesap olmadığı halde “yakıt ikmali için uğradığı” Budapeşte’de bir otel lobisinde, daha JİTEM’in tetikçilerinden ‘Yeşil’in organize ettiği bir saldırıda burnu kırılınca, ülkeye döner dönmez, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’dan “ülke menfaatleri ve terörle mücadele adı altında yürütülen para, güç, menfaat sağlamaya yönelik tüm faaliyetleri araştırmasını” istedi.
Rapor yazılırken komisyon Kaçakçılık İstihbarat ve Organize Suçlar eski Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’la Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yı dinledi. Avcı, “çetelerin başı (dönemin Emniyet Genel Müdürü) Mehmet Ağar’dır” dedi. Elbette devlet ve Ağar üstüne alınmadı. Avcı, JİTEM’ci Cem Ersever’in yine JİTEM’ci Kemal isimli biri tarafından öldürüldüğünü söyledi. Daha sonra “JİTEM’cilerin mafya ile ilişkilerine” dair bir bilgi notu iletti komisyona. Elbette bunlar da sümenaltı edildi.
(Devlet için ‘kurşun atanlar’: ‘Yeşil’ Mahmut Yıldırım, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken)
JİTEM’CİLER BİRBİRİNİ ELE VERİYOR
 Komisyon 152 faili meçhul (!) cinayetin sorumlularından biri olduğu söylenen, JİTEM’in kurucularından Tuğgeneral Veli Küçük’ü de davet etti ama Küçük, hakkındaki suçlamalara bir televizyon kanalından “ne şimdi ne sonra öyle bir açıklama yapmayacağım” diye cevap verdi. 16 Şubat 1997’de gazetelere TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece askeri yetkililer ve üye milletvekillerinin katıldığı gizli bir oturumda JİTEM’in bütçesinin kabul edildiği yansıdı. Komisyon üyesi CHP’li Sinan Yerlikaya’ya göre sadece rakamlar vardı ortada ve komisyon üyelerine hiçbir bilgiyi sızdırmamaları konusunda yemin ettirilmişti.
Bir kaç gün sonra gazetelerde MİT ve JİTEM adına çalışan İranlı iki uyuşturucu kaçakçısından Yeşil’in 300 bin mark fidye aldığı okundu. İlginç olan, 25 Ocak 1995 tarihli Özgür Ülke gazetesinde “İranlıların ARGK gerillarınca öldürüldüğü”nün yazmasıydı. ARGK, PKK’nın koluydu. Bu nedenle Yeşil’in ve dolayısıyla JİTEM’in PKK ile ilişkisi olabileceği ihtimali konuşulmaya başladı. Bir kaç gün sonra JİTEM’ci bir assubay Uğur Mumcu cinayetinde Alaattin Çakıcı’nın rolü olduğunu açıkladı. Kısacası JİTEM’ciler birbirini ele veriyordu.
Bu arada Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili İbrahim Şahin bir türlü yakalanamıyordu ama adamları Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu’nun ifadeleri alınıyordu. Tansu Çiller ve ailesinin dinlenmesinden ise nedense vazgeçilmişti. Gazetelerde JİTEM’in Güneydoğu Anadolu’da “yargısız infazlar yaptığı” yazılıyordu. Ve TBMM’nin Susurluk Raporu Nisan 1997’de yayımlandı. Komisyon Başkanı Mehmet Elkatmış, “raporda JİTEM’i yeterince sorgulayamadık, bu içimde ukde kaldı” dedi.
KUTLU SAVAŞ’IN SUSURLUK RAPORU
Kutlu Savaş’ın hazırladığı II. Susurluk Raporu (birincisi MİT tarafından hazırlanmış yüzeysel bir rapordu, çok eleştiri almıştı) ise 1998’de tamamlandı. Rapor 120 sayfa idi. Bunun 11’i devlet sırrı gerekçesiyle açıklanmadı. JİTEM’le ilgili en çarpıcı bölüm, itirafçılardan İbrahim Babat’ın 76. sayfada özetlenen ifadesiydi. Babat şöyle diyordu: “JİTEM birlikleri içinde teröre karşı başarılı çalışmalarımız olmakla birlikte açığa çıkmamış ve gizli kalmış ve bugün de devleti sıkıntıya sokan bazı keyfi, hukuk dışı, pis uygulamalar olmuştur” dedikten sonra bazı dava arkadaşlarının devletçe nasıl öldürüldüğünü, (geçen dönem HDP Milletvekili olan) avukat Hasip Kaplan’a nasıl bombalı suikast planlandığını anlattı.   
Raporun yayımlanmasından bir kaç ay sonra gazeteci Necdet Açan, Babat’la cezaevinde görüştü, ifadenin tam metni yayımladı. Babat olayları, amir ve kurbanlarının ismiyle anlattı. (Babat’ın ifadeleri üzerine dönemin İdil Cumhuriyet savcısı, 16 Eylül 1989'da öldürülen üç kişi ile ilgili dosyayı tekrar açtı. Ancak Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Babat’ın ifadesinin alınmasına izin vermedi. Bu ve benzeri bir çok engellemeden sonra İbrahim Babat 2002'de kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen yasadan yararlanarak tahliye edildi.)
 
(JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır’daki Şehitlik semtinde yer alan JİTEM Bölge Karargah’ında toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. Fotoğrafı çeken: Adil Timurtaş. Kaynak: Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura /open-flux.blogspot.com)
JİTEM PINAR SELEK’İN PEŞİNDE Mİ?
Artık JİTEM’in varlığı inkar edilemez hale gelince, Mesut Yılmaz yetkililerle görüşüp sonucu kamuoyuna şöyle duyurdu: “Şu anda JİTEM yok, temizlemişler!” Sene 1998 idi.
15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Ardından yargılandı ve İmralı’ya konuldu. ‘PKK Meselesi’ buzdolabına kondu. Yeşil’in İHD Başkanı Akın Birdal’ın yaralanmasında, Sabancı Suikastı faillerinden Mustafa Duyar’ın öldürülmesinde parmağı olduğu yazıldı. Bunun üzerine Aralık 1999’da jet bir kanunla Jandarma İstihbarat Teşkilatı kuruldu böylece güya JİTEM geride bırakıldı. Halbuki 2001 Şubatında Hizbullah’ın bir JİTEM’ciyi öldürdüğü, bir JİTEM’ciyi de MİT’e havale ettiği yazıldı gazetelerde. Elbette hepsi ‘iddia’ olarak kaldı. 2005 yılının Mayıs ayında Mısır Çarşısı Davası’nda önce itirafçı olmaya karar verip Pınar Selek’i suçlayan Alaattin Öget, kararından vazgeçip, “MİT ve JİTEm Pınar’ı mahkum ettirmek için beni kullandı!” dedi. Daha sonra iki sıra arkada oturan Pınar Selek’e: “Seni öldürecekler, dikkat et!” dedi.  Pınar’ın davası kaç kere temyize gitti geldi bilmiyorum. Hala Almanya’da yaşıyor. JİTEM’in kendisine garezinin vazgeçmesini bekliyor belki de.
YAŞAR BÜYÜKANIT: TANIRIM İYİ ÇOCUKTUR
9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’nde patlayan bombadan sonra olay yerinden kaçarken halk tarafından yakalanan astsubay başçavuş Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş’ten birinin PKK itirafçısı, diğerinin jandarma istihbaratçısı çıkması JİTEM’i yeniden hatırlattı. TBMM Başkanı Bülent Arınç hükümete çağrıda bulundu: “JİTEM var mıdır, nasıl çalışmaktadır, nasıl bir görev yüklenmiştir? Net bir açıklama yapılmalı.”
Olayı soruşturan Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya, arkasında hükümetin olmasından aldığı cesaretle bir kişinin ölümüyle biten bu bombalı saldırının devlet görevlileri tarafından düzenlenen bir terör eylemi olduğu savunduğu gibi, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın sanık Ali Kaya için, “Tanırım, iyi çocuktur” sözleriyle adli yargıyı etkilemeye teşebbüs ettiğini belirtti. Ancak baltayı taşa vurmuştu. Sarıkaya’nın Büyükanıt hakkında soruşturmaya talebi Genelkurmay tarafından reddedilirken Sarıkaya Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 20 Nisan 2006 günü almış olduğu kararla meslekten ihraç edildi. Neyse ki mahkeme Sarıkaya'nın iddianamesinin iade edilmesini gerek görmedi de yargılama sonucu sanıklar 39'ar yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak elbette JİTEM evlatlarını terketmedi. Yargıtay olayda askeri yargının görevli olduğu gerekçesiyle bozdu. Üyeleri değiştirilen mahkeme bu görevsizlik kararına uyularak dosya askeri ceza mahkemelerine gönderdi. Sivil mahkemenin ağır cezalara çarptırdığı sanıklar, askeri mahkeme tarafından ilk celsede serbest bırakıldılar. Sonunda sadece Tanju Çavuş 8 yıl ceza aldı. Böylece ‘iyi çocuklar’ bu işten de sıyrıldılar.
2008’de Avusturya veya Almanya’da yaşadığı sanılan Yeşil’in 10 milyon dolarlık bir servete sahip olduğu, Yeşil’in Veli Küçük’le ilişkisi yansıdı gazetelere…Bunlar soruşturuldu mu? Hayır. Yeşil’in servetine el kondu mu? Hayır…
ABDÜLKADİR AYGAN’IN İTİRAFLARI
 PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan 2009 Ocak ayında Star gazetesine verdiği röportajda "Görev yeri: JİTEM" yazan resmi maaş bordrosunu gösterdi ve görev yaptığı yerde JİTEM yazılı tabela bulunduğunu söyledi. Aygan Ülkede Özgür Gündem gazetesine verdiği röportajda ise JİTEM'in eski Diyarbakır Grup Komutanı olduğu iddia edilen emekli Albay Abdülkerim Kırca'nın emriyle gerçekleştiğini söylediği pek çok cinayeti tek tek sıraladı. Abdülkadir Aygan'ın anlatımlarında JİTEM tarafından öldürüldüğü söylenen kişiler şunlardı: Musa Anter, Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yetmez, Edip Aksoy, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilemeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Mele İzzettin Acet ve şoförü Mehmet Emin Kaynar, Hakkı Kaya, Harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl. Bu kişilerin hemen tamamının Kürt olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu röportajdan bir kaç gün sonra Abdülkerim Kırca intihar etti. Genelkurmay Başkanlığı Kırca’nın ölümü üzerine sert bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Aygan "sözde itirafçı" olarak niteleniyordu.
13 YIL SONRA JİTEM DAVASI
Halbuki Aygan’ın belirttiği yerlerde bazı mezarlar açıldı ve iddialarının bir kısmı doğrulandı. Bazı yerlerde insan değil hayvan kemikleri bulundu. Sonunda Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, JİTEM üyesi oldukları, 1992-94 arasında sekiz cinayete katıldıkları iddia edilen beş itirafçı, bir emekli subay ve bir muvazzaf astsubay hakkında tam 12 yıl sonra dava açtı. Temmuz 2009’da İstanbul Cumhuriyet Savcılığı "JİTEM adlı bir oluşumun var olup olmadığı" konusunda, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılar yazdı. Genelkurmay Başkanlığı “bünyemizde (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' derken Jandarma Genel Komutanlığı JİTEM adlı oluşumun, 1990 yılında sonlandırıldığı belirtti.
Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hapiste olduğu için talimatla verdiği ifadesinde JİTEM'in varlığının resmi düzeyde kabul gördüğünü söyledi. Somut olarak da, adını vermediği bir Baro Başkanı’nın arabasına bomba konulmasını, Yeni Ülke gazetesinin yakılmasını, Aydınlık ya da benzer bir derginin basılarak bir kişinin öldürülmesini ve HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesini ifşa etti.
(1990’larda JİTEM’in infazlarda kullandığı ‘beyaz Toros’ araba geçtiğimiz haftalarda AHaber’in programcılarından Cemil Barlas’ın iki twitine konu olmuştu. Birincisinde Barlas “halkı silahlanmaya çalışanların kafalarını beyaz toroslara vura vura almadan terör bitmez” derken ikincisinde “halkı silahla kışkırtana, kan akıtana ne yapılır… torosu beğenmediyseniz başka marka da olur” diyordu.)
CEMAL TEMİZÖZ DAVASI
Uzatmayayım, savcı, sonunda “JİTEM adlı oluşumun, İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınmadan, Jandarma Genel Komutanlığının kendi inisiyatifiyle kurulduğu tespit edildi” dedi ancak oluşumla ilgili asker şahıslar yüzünden “yetkisizlik” kararı verip dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Böylece bu konuda da rafa kaldırıldı.
Eski Cizre Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz, 23 Mart 2009 günü Cizre’de görev yaptığı sırada yaşanan faili meçhul cinayetler nedeniyle gözaltına alındı. Bu olayın öncesinde Cizre’nin Kuştepe köyünde faili meçhul cinayet iddiaları hakkında yapılan kazı çalışmaları sonucu 20 kemik parçası bulunmuş ve soruşturma kapsamında eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atak ve oğlu tutuklanmıştı. Olay hakkında gözaltına alınan kişilerin ifadelerinde Temizöz'ün adı geçmekteydi. 2009 Temmuz ayında açıklanan 104 sayfalık iddianamede Cizre'deki 20 cinayetten sorumlu tutulan Temizöz'ün 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi istendi. Bundan üç ay önce savcı sekiz sanığın da beraatini istedi. Bilmem şaşırdınız mı?
2014 yılında Kendilerine ‘Bıçak Timi’ adını veren JİTEM’ci dört asker ve beş korucu, Mardin Kızıltepe’de, PKK’ya maledilen 22 cinayetin faali olarak yargılanmaya başladı. Dava hala devam ediyor. Sonucunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
GERÇEĞE ULAŞMA YOLU
İşte ‘hem var hem yok’ JİTEM’in özetinin özeti hikayesi böyle. Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatmadığım yüzlerce olay var elbette. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var. Ve elbette, toplumun devlete, devletin vatandaşına, Türkün Kürde, Kürdün Türke uzaklaşması, düşmanlaşması var… Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. (Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım.) Gerçeklerin ortaya çıkması için niyete, cesarete, azme ve teknik olarak Hakikat Komisyonları’na ihtiyacımız var. Var oğlu var. 
Bu süreçte gerçeğin bir nebze de olsa ortaya çıkarılmasında emeği geçen kişilerden yazıda adlarını anmaya fırsat bulamadığım Fikri Sağlar ve Sezgin Tanrıkulu’na çok şeyler borçluyuz.
JİTEM, AKP’lilerin dediği gibi (ya da yazıklandığı gibi) “geçmişte mi kaldı”? Hiç sanmıyorum. Devletin kılcal damarlarına kadar yayılmış, böylesine girift bir suç örgütünün tasfiye edilmesi ancak cesur, kararlı, sistematik ve çok yönlü politikalarla olur. Ortada bunu başarabilecek, daha doğrusu başarmak isteyen bir siyasal iktidar var mı? (Davaların akibetinden gördüğüm kadarıyla yok.) Aynen Diyanet gibi, aynen YÖK gibi, aynen MGK gibi, OHAL Yasası gibi ele geçirilinceye kadar ‘kötü’, ele geçirilince ‘faydalı’ olabilecek yapıları, mevcut iktidar tasfiye eder mi, yoksa kendi çıkarları için kullanır mı? Bundan PKK veya benzeri örgütler de yararlanır mı? (Merhum MİT’ci Mahir Kaynak’ın kızı Deniz Ülke Arıboğan hocamızın “ülke darbeye doğru gidiyor” kehanetini de not edelim.) Cevabı size bırakıyorum….
Özet Kaynakça: Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Doğan Kitap, 1994, Çetin Ağaşe, Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği, Bilge Karınca Yayınları, 2003, Ersin Kalkan, Katille Buluşma Bir Jitem Dosyası: Musa Anter Cinayeti, Güncel Yayıncılık, Timur Şahan; Uğur Balık, İtirafçı Bir JİTEM'ci Anlattı, Aram Yayınları, 2004, Ecevit Kılıç, JİTEM, Timaş Yayınları, 2009, Nevzat Çiçek, İtirafçı, Timaş Yayınları, 2009, Uğur Balık, KERBEROS-PKK'dan JİTEM'e Bir Tetikçinin Anatomisi, Timaş Yayınları 2011, Milliyet Gazete Arşivi.
***

2 Ekim 2018 Salı

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 8

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 8

İSTİHBARİ FAALİYETLER
Turan Çağlar kimdi? Gazetelere verdiği bu bilgilere nasıl sahip oluyordu? Ve neden bu bilgileri gazetelere vermek istiyordu? Ya adaşı Turan Deniz… O nerede ve nasıl bir taraftı? Turan Çağ¬lar neden ondan yana bir tavır alıyor, MİT Bölge Başkanı Nuri Gündeş de buna neden kızıyordu?
1921 doğumlu ve 1941 Harp Okulu mezunu Turan Çağlar, 27 Mayıs 1960 harekâtının lider kadrosundaki bir askeri istihbaratçı olarak radyo müdürlüğü görevini ifa etti. 1965’ten itibaren Tepebaşı’ndaki Tarhan Han’da "Özel Sektör Enformasyon Bürosu" adlı bir kuruluşu yönetti. Çeşitli Amerikan kuruluşları ile yakın ilişkileri bulunan bu büronun nasıl bir hizmet gördüğü henüz bilinmiyor. Para kaynağının ve nasıl kurulduğu¬nun bilinmediği gibi…
Çağlar’ın yöneticiliğini yaptığı Özel Sektör Enformasyon Bürosu 70’li yıl-larda Odalar Birliği bünyesinde faali¬yet gösteren "özel sektör fikrinin dinamik ve devamlı müdafaası" mis¬yonuna sahip bir büro olarak kamuo-yuna yansıyor. Hakkında çok fazla bilgi bulunmayan büro ile ilgili olarak bilinen tek şey, 70’li yılların sonunda bu büronun gelir ve giderlerindeki bilinmezlik. Gazeteci yazar Uğur Mumcu’nun 17 Ağustos 1979 tarihli bir yazısında bu bilinmezlik şu satır¬larla ortaya konuyor: "Özel sektör fik¬rini yayma ve savunmak için bir yıl içinde 3 milyon 981 bin lira harcama var. Ama nereye olduğu belli değil. Soruyoruz, cevap yok. Paralar nere¬den geliyor, nereye gidiyor. Örtülü bir ödenekten, örtülü isimlere akıyor para."
Özel Sektör Enformasyon Bürosu ile ilgili sorular o dönemde de bu dönemde de yanıtsız. Sadece, Odalar Birliğinin yönetimindeki bu büronun faaliyet amacı açıklanmış kamuoyuna. Nasıl ve kimlere yönelik, kimlerle çalışma yapıldığının bilgisi hiç bir zaman açıklanmıyor.
Emekli General Alpaslan Demirel, Kara Kuvvetleri Mahkemesi eski savcısı Albay Muhittin Gülmez ve Cevdet Sunay’ın emir subayı Turgut Özbahadır Odalar Birliği’nin büro ile de ilgili müşavirleri arasında ancak onlara ulaşmak mümkün değil.
Adnan Kahveci ve bazı ANAP yöneticilerinin kurucuları arasında yer aldığı Özel Teşebbüs Destekleme Ajansı ile Özel Sektör Enformasyon Bürosu arasında bir bağ olmadığını da Ajans’ın bugünkü yöneticileri söylü¬yor. Çağlar’ın bu bürodaki kurucu ve yöneticiliğine ilişkin de bir bilgi yok.
Ailesinin bile bilmediği bu işinin ardından’SA’ bir büyük holdingin Sos¬yal Hizmetler Müdürlüğü ne geliyordu Turan Çağlar. Holding için gerekli her türlü istihbari faaliyeti yürütmekti işi. Eşi Suzan Çağlar, "ben ordudan ayrıldıktan sonra, 1972 yılından 1979 yılına kadar bir bankada görev yaptığını biliyorum yalnızca" diye açıklıyordu durumu.
Turan Deniz’le yoğunlaşan ilişkisi geliyordu gündeme. Cumhuriyetin ilk yıllarının meşhur Diyarbakır Valisi Galip Deniz’in oğlu Turan Deniz 70’li yıllara, İstanbul MİT Bölge Başkanı olarak giriyordu. Kontrgerilla söyleminin Ziverbey Köşkü ve işkencelerle beraber kullanıldığı bu yıllarda. MİT’in bina, eleman ve imkânlarının yasadışı kullanımına karışmadığını kimselere anlatamama, inandıramama kaygısı taşıyordu Turan Deniz.
Döne¬mindeki işkenceli sorgulamalar ve provokasyonlardan dolayı kendini aklamaya çalışıyordu. Üstüne görev olmadığı halde birçok "iş"te sorumluluğu olanları biliyordu.
BİLGİ SIZDIRAN ARACI
Bilgisi dışında gelişen olay veya olayları basına sızdırarak kendini aklama ça¬balarında da, basınla iyi ilişkiler için¬deki eski mesai arkadaşı emekli Albay Turan Çağlar’ı kullanıyordu. Turan Çağlar da o dönem Aydınlıkta yazan pek çok gazeteci dostu aracılığı ile kamuoyuna kontrgerilla ile ilgili bilgiler veriyordu. Bu yetkili ağız tarafın¬dan sızdırılan bilgiler de Aydınlık’ta yazı dizisi oluyor, manşet oluyor, köşe yazılarına konu teşkil ediyordu. Doğu Perinçek de bunu doğruluyor ve Çağ¬ların verdiği bilgilerin bir kısmını dizi¬lerde kullandıklarını söylüyor.
Turan Çağların ilişkileri oldukça genişti ve "Turan Deniz kaynaklı" bil¬gileri basma sızdırmakta güçlük çek¬miyordu, Ama zorluk, Turan Deniz’in MİT’teki görevinden ayrılmasından sonra başlamıştı. Basına sızdırılan bil-gilerde ismi verilenler hâlâ görevdey¬di ve artık Çağlarla da uğraşıyorlardı. Artık arabayla kaçırmalar, kısa gözaltı¬lar, tehditler, dayaklar ve işkenceler giriyordu devreye. Nuri Bey ve arka¬daşları çok kızmışlardı zaten. Eyüp Beyin, Özcan Bey’in tepkileri de az değildi doğrusu…
Ama Turan Çağlar’ın basınla ilişki¬leri vardı ne de olsa. Gözaltı ve dayaklardan sonra bu ilişkileri devre¬ye sokmayı deniyordu. Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Uğur Mumcu böyle bir dayak olayından sonra, konunun dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e iletilmesinin kendisinden istendiğini şöyle anlatıyordu:
"Turan Çağlar bana haber göndererek, MİT tarafından kaçırılmasının, dayak atıl¬masının Başbakan Bülent Ecevit’e yansıtılmasını istiyordu. Ben de ilet¬tim Bülent Ecevit de ilgileneceğini söyledi. Buna rağmen Çağların yine gözaltına alındığını da sonra öğrendim.
ECEVİTE YAZILAN MEKTUP
Uğur Mumcu’ya göre Çağlar bir de mektup yazıyordu Bülent Ecevit’e MİT tarafından yapılan baskıları iş¬kenceleri anlatan…
Bir kez daha gözaltına alınan Çağlar, bu kez de Bülent Ecevit’e yazdığı mektup kendi¬sine gösterilerek dövülüyordu. Çağ¬ların MİT’le ilişkileri artık giderek gerginleşiyordu. Bir eski teşkilat çalışanı¬na göre Cağlar. MİT’in gözünde hain olarak görülüyordu. Peki, ne olacaktı?
Bunun cevabı da 12 Eylül sonrasına kalıyordu. Bu arada Çağlar işinden de olmuştu. Üst düzey yöneticisi olduğu holdingin patronuna "çıkarın bu adamı isten" biçiminde gelen bir uyarı Çağlar’ın iş hayatına son vermişti.
12 Eylül’den sonra hukukun askıya alındığı günlerden bir gün, gazetelerin yazıişlerine bir haber geldi. Sıkıyöne¬tim kaynaklı bu habere göre, emekli Albay Turan Çağlar, ABD lehine casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklana¬rak Mamak Askeri Cezaevi’ne gönderiliyordu. Bu tutuklanmanın öyküsü, eşi Suzan Çağlar’a göre 16 Mart 1983’de başlıyordu. O zaman Levent’te oturduklarını anımsatan Suzan Çağlar şunları anlatıyor;
“Sanıyorum dört kişiydiler. Son derece kibar bir biçimde geldi¬ler ve Turan’ı alıp götürdüler. Hatta kapı¬da yumuşak bir tonda tartıştılar da. Bir ope¬rasyon için bilgisine başvuracaklarını söylüyorlardı. Turan gider¬ken ‘merak etme canım önemli bir şey yok’ diyordu. Bir gün, beş gün… Turan eve dön¬medi ama o kibar bey¬ler arada bir gelip evde Turan’ın eşyalarını karıştırıyor, bazı eşyala¬rını alıp gidiyorlardı. Birinci haftadan sonra ‘Turan bey sizi istiyor’ deyip bizi ona götür¬düler. Turan son dere¬ce iyiydi. Yine, ‘merak etmeyin önemli bir şey yok, bir süre sonra geleceğim’ diyordu. Görevliler de bir soruş¬turma için yardımcı olduğunu söylüyorlar¬dı."
"MİLLİ MÜDAFAYA HIYANET"
Ailesinin 3 Nisan 1983’de sorgu¬landığı yerde görüşüp evde buluşmak üzere vedalaştığı Turan Çağlar’dan ancak 11 Nisan günü bir telgrafla haber alındı. Bu kez Turan Cağlar Ankara’da Mamak Ceza¬evindeydi ve tutukluydu artık. Hak¬kında suçun niteliği nedeniyle Genel¬kurmay Askeri Mahkemesi’nde bir dava açılıyordu. İddianameye göre Çağlar, İngiliz vatandaşı John Hyde ve zamanın ABD İstanbul Konsolosuna para karşılığı, devlet sırrı niteliğinde bilgi satıyordu. Çağlar, bu nedenle de Türk Ceza Kanunu’nun 133 maddesine aykırı davranarak "milli müdafaya hıyanet" etmekle suçlanıyordu.
"Mamak gidişine kadarki bütün: görüşmelerimizde kısa bir süre sonra eve geleceğini söylüyor, önemli bir şey olmadığını anlatıyordu. Ne zaman ki Mamak Cezaevi’ne gitti, ondan sonra çöktü ‘Turan" diyor Suzan Çağ¬lar ve ekliyor: "Anlatamam, açıklaya¬mam ama mahkemede anlaşılır, bu bir komplo diyordu Turan. O zaman utanacaklar bu vatan hainleri, bu vatanı satmaya çalışanlar anlaşılacak diyordu.”
Dava dosyasına göre ABD konso¬losuna verilmiş bazı pusulalar vardı. Bir de Turan Çağların MİT sorgula¬masındaki el yazısı itirafı. Ama dava dosyasının başka neler içerdiği bilinmiyor…
"HUKUKİ DELİLLER EKSİK"
Bir emekli askeri hakimin anlatımına göre dosya, Turan Çağlar’ın geçmişteki bazı ilişkilerine dayandırılıyordu. Bu ilişkiler de bazı görevler nedeniyle kurulmuş ilişkilerdi. Aynı hakimin yorumuna göre, dava dosyasındaki deliller suçun niteliği açısından bakıldığında hukuken eksikti. "Peki, geç¬mişte kurulmuş görev kaynaklı bu ilişki neydi?” diye sorulduğunda ise devlet sırrı duvarı vardı karşıda. "Siyasi ve istihbari ilişkiler" olarak özetlenebiliyordu sadece. Duruşmalar başlarken bazı gazeteci tanıdıklarına mektuplar gönderiyordu Turan Çağlar. “Nedenlerini açıklayamayacağım bir komplo bu” diyordu mektuplarında. Bu açıklanamayacak nedenleri ne o gün, ne bugün kimse öğrenebildi. Ama Turan Çağlar’ın haleti ruhiyesi gittikçe bozuluyordu. Dışarıya ulaştırdığı mektuplarında görülüyordu bu. O mektupların adresi olan gazetecilerden biri "çok sonradan elimize geçen günlüğünde, bozulan ruh hali hemen anlaşılıyordu" diyordu yıllar sonra.
"BENİ ÖLDÜRECEKLER”
“Gide¬rek bir korkuya kapılmaya başladık.” Suzan Çağlar, cezaevi görüşmelerin¬den birinde Mehmet U. adlı bir alba¬yın “Turan Bey ölecek, dava da kalka¬cak ortadan" uyarısından sonra yaşa¬dığı endişeleri böyle ifade ediyordu. “İlaçla, milaçla yapacaklar bu işi" dediği nakledilen Mersinli Albay Meh¬met U. çok fazla şey açıklamıyor, "açıklayamıyordu" anlaşılan. Ama bir süre sonra Turan Çağlara da malûm oluyordu ölüm. Dışarıyı gönderdiği 1983 Temmuz’unun ikinci yarısının tarihini taşıyan mektuplarda komplo¬yu ve öldürüleceğini anlatıyordu. Çok eski bir dostuna ise şöyle yazıyordu:
"Artık biliyorum beni öldürecekler. Bu komplonun başka çıkışı yokmuş… Çocuklarıma yardımcı olmanı rica edi¬yorum. Üzülmesinler… Ölüm ilanımı da şöyle vermenizi arzu ediyorum. Manastır eşrafından…" Yılmaz önadlı bir dosta yazılmış bu mektubun Mamak Cezaevinden çıkış tarihi Temmuz’un son haftasının başlarıydı.
30 Temmuz 1983 tarihli gazetelerin sayfalan arasında bir ölüm haberi yer alıyordu Sıkıyönetimin ciddi üslubunu taşıyan. "Emekli Hava Kurmay Albay Turan Çağlar, tutuklu bulunduğu Mamak Askeri Cezaevinde dün sabaha karşı geçirmiş olduğu bir kalp krizi sonucu öldü…" diye başlıyordu gazetelerdeki haberlerin hemen tümü. Turan Çağların ölümü bir kuşku taşıyor muydu? Bu sorunun yanıtı kimine göre "evet", kimine göre "sıradan bir ölüm vakası olarak "hayır”dı Gönderilen mektuplar, Mamak Cezaevindeki bir albayın Çağlar ailesinin fertlerine söylediği "öldürecekler" uyarısı bir anlam taşıyor muydu? Bir vehim miydi yoksa…
Ölümünün üzerindeki kuşkular bir yana, bilinmez o kadar çok şey vardı ki Çağlar’ın bu öyküsünde, her biri ayrı araştırma konusu olan… Özel Sektör Enformasyon Bürosu’nun tümüyle açıklanmayan kuruluşu, çalışmaları, ilişkileri, para kaynakları kadar Çağlar’ın yaşam çizgisindeki her ayrıntı önemli. Çağlar’ın Enformasyon Bürosu kurucu ve yöneticiliği yıllarında bazı görevler nedeniyle daha sonra aleyhinde kullanılan bazı ilişkiler kurmuş muydu? Turan Deniz, yöneticisi olduğu bir kuruluşa sorumluluktan kurtulmak için yasadışı çalışmaların bazı bölümlerini ifşa ederken yasal soruşturma yolunu neden izlememişti? Turan Çağlar defalarca gözaltına alındığı dönemde komünistlere bilgi vermek ve teşkilata ihanetle suçlanırken sürekli izleniyor, her konuşması banda alınıyordu. İz peşindeki o görevliler nasıl olmuştu da aynı dönemlerde olduğu ileri sürülen Amerikan Konsolosluğu ile ilişkilerini tespit edememişlerdi Çağlar’ın? Turan Çağlar MİT’e göre neydi? Vatan haini bir komünist mi? Yoksa yine vatan haini bir Amerikan Casusu mu?
Bir de o eski dost Turan Deniz’in, anlaşılmaz bir biçimde Turan Çağlar’ın hayatından sessizce çıkışı var tabii ki. Yıllarca aileler arasında bile paylaşılan Deniz-Çağlar ilişkisi, Turan Çağlar’ın yaşamının12 Eylül’den sonraki döneminde yoktur. Turan Deniz, adaşı ile ilişkilerini kopardığı gibi ailesiyle de bir daha görüşmez. O çok yakın aile dostunu, sanki bir şeylerden korkar gibi bir daha aramaz. Ne cezaevi, ne mahkeme günlerinde. Aile servetinin bir parçası olan İstanbul’daki binalarının bir bölümü MİT tarafından kiralanarak kullanılan o etkili adam Turan Deniz’in bu tavrı da anlaşılmazdır.
Belki de bunların hiçbirinin önemi yoktu. Çağlar’ın bir çocuğu şunları söylüyor: "Asla inanmadığım ve zaten ispat da edilemeyen suçlama doğru olsa ne çıkar. Babam Amerikan casusu olsa ne çıkar. Yanında olamadığımız, onu koruyamadığımız bir ortamda kuşkulu bir biçimde öldü ve gitti. Daha acısı ne olabilir ki."
Küllenmeye yüz tutsa bile var olan bu acı, bizi ailenin diğer fertlerinin adlarını gizli tutmaya yöneltti. Çağlar ailesinin fertleri daha fazla yıpranmak istemediklerini söyleyince ne yapılabilirdi ki zaten.
Turan Çağlar’ın öyküsü bir türlü bilinemeyen, konuşulamayan, tartışılamayan denetlenemeyen ilişkilerin, olayların günışığına çıkmasına bir küçük katkı belki de. Sonu, var olmanın en hissedilir yanı ölümle biten…”
*****
Evet, Nokta Dergisindeki Mehmet Güç’ün kaleme aldığı “Bir ölümün anatomisi” başlıklı yazıyı okuduk. Alıntı yazıda, baştan itibaren 3 resim orijinal yazıda olanlar, diğerlerini ise ilave ettik.
Bir hayli karışık görünen Turan Çağlar öyküsü aile yönünden acı ve üzüntü vericidir. Ancak ülkemiz ve geleceğimiz için yine de konu üzerinde durmalıyız. Bu tip olayların kökü, içimize girerek adeta bir sarmaşık gibi her tarafımızı saran en yakın müttefikimiz ve dostumuz ABD ile ikili ilişkilerimize dayanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ABD ile sıkı ekonomik ilişkiler geliştirmek isteyen ve Lozan Barış Antlaşması sırasında ABD’nin politik desteğini arayan TBMM ve hükümet, 1923 yılı başında Türkiye’de yatırım yapacak Amerikan şirketlerine yoğun teşvikler içeren Chester Teşvikleri yasasını kabul etti. ABD Senatosu ise 1947 yılında Sovyetler Birliği’ne karşı Batı bloğunu korumak üzere Truman Doktrini’nin bir parçası olarak Türkiye için bir ekonomik ve askeri yardım paketini onayladı.
Türkiye 1950-1953 arasındaki Kore Savaşı’nda ABD ve Birleşmiş Milletler’in yanında yer aldı, 1952 yılında NATO’ya katıldı ve 1955 yılında CENTO’nun kurucu üyeleri arasında oldu. 1954 yılında ABD’ye İncirlik Hava Üssü’nü kurma izni verildi. Bu üs Soğuk Savaş sırasında, 1.Körfez Savaşı ve Irak Savaşı’nda kullanıldı. Bunun yanında bir sürü radar ve dinleme üssü kuruldu. Neticede her alandaki Amerikan yardımları ve müşterek faaliyetlerle Amerikalılar içimize, bütün milli müesseselerimize girdiler ve bizi bizden fazla idare etmeye başladılar. Bazen başarısızlıkla neticelenen kendi çıkarlarına yönelik ve çoğunlukla kanlı neticelenen projelerinin esiri olduk…
Turan Çağlar’ın MİT’ten bilgi taşıdığı AYDINLIK’ın Kontrgerilla yayınlarının, MİT’te ABD çıkarlarına karşı faaliyetlerde bulunan milliyetçi unsurların tasfiyesine yönelik olduğunu rahatlıkla ifade edebilirim. Kontrgerilla yayını
MİT içinde ABD ve İngilizlere hizmet eden İstihbarat Başkan Yardımcısı Emekli Albay Sabahattin Savaşmanın suçüstü yakalanmasının akabinde, Savaşmanı yakalayan ekibe yönelik yapılmıştır.
Şimdi Nokta Dergisindeki “Bir ölümün anatomisi” yazısındaki bazı sualleri 28 Ocak 2013 tarihli HaberTürk gazetesindeki Zülfikar Aydın’ın “MİT fezlekesinden çarpıcı bilgiler” başlıklı haberle tamamlayalım.
“27 Mayıs 1960 darbesinin önde gelen isimlerinden Albay Turan Çağlar ile ilgili MİT fezlekesinden film gibi casusluk raporu çıktı. Raporda CIA’nın Çağlar’a yönelttiği sorular da var: “Orduda sol darbe olur mu? Ecevit daha ne kadar sola kayar? Evren’in dişçisi ile evlenme dedikodusu gerçek mi?”
ERGENEKON davasına bakan 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin MİT’ten istediği “casusluk” dosyalarından film senaryosu gibi bir fezleke çıktı. Ünlü sanatçı merhum Barış Manço’nun kayınpederi Albay Turan Çağlar ile ilgili fezlekede, 12 yıl CIA’ya çalışan Çağlar’ın, başlangıçtan suçüstü anına kadar faaliyetleri yer alıyor.
NICK ADLI KİŞİ
1960 darbesine katılan ve İstanbul Radyosu Müdürü olan Çağlar, bu dönemde İngiliz ve ABD’li bazı istihbaratçılarla tanıştı. 1971’de ise çalıştığı bankaya gelen ve ABD Konsolosluğu’nda çalıştığını belirten “Nick” adlı kişi Çağlar ile CIA bağını kurdu. Fezlekede, Nick ile 15 günde bir görüşen Çağlar’ın “Nick, Türkiye’nin sola kaymasını istemediğini söyledi, 12 Mart’ın nedenleri, daha sonra genç subayların bir darbe hareketinin içinde olup olmayacağına ilişkin fikirlerini aldı” ifadesine yer verildi.
‘MÜSTEŞAR SOLCU MU?’
Nick’in 2 yıl sonra Türkiye’den ayrılmadan önce son buluşmaya getirdiği ABD’li ajana, Çağlar tarafından hangi konularda bilgi verildiği de fezlekede yer aldı: “Orduda ihtilal yapacak sol bir grup olup olmadığı, Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapma ihtimalinin olup olmadığı, Türkiye’nin Yunanistan ile bir harbi göze alıp almayacağı, MİT Müsteşarı Bahattin Özülker’in solcu olup olmadığı.” Çağlar bu kapsamda TSK’nın Kıbrıs’a yapacağı çıkarmaya 28. ve 39. Tümen ile Hava İndirme Komando Tugayı’nın katılacağı, muhtemel çıkarma harekâtının Magosa’dan olacağı bilgisini verdi. Çağlar, Amerikalılara verdiği bilgiler karşılığında Turan Tural takma adıyla makbuz imzalayarak, 1 ila 3 aylık dönemler içinde 15 ila 25 bin lira aldı.
LALE’NİN EĞİTİMİ
Çağlar’ın kızı Lale Çağlar’ın 1973-1974’te Oxford Üniversitesi’ndeki eğitim masrafları da ABD tarafından karşılandı. Fezlekeye göre Kıbrıs harekâtı nedeniyle Türkiye-Amerika ilişkileri gerildi ve CIA Çağlar’a kriptolu görüşme imkânı sağlayacak bir çanta vermek istedi ancak Çağlar yakalanma ihtimaline karşı çantayı almadı. Çağlar ve CIA ajanları randevularını şifreli yöntemlerle belirliyor, Fındıklı’da bir binada bir araya geliyorlardı. Kopukluk olması halinde Çağlar “Jack” ve “Harry” takma adlarıyla konsolosluğu arıyordu. İlişki Savaşman olayının patlak verdiği 1978’e kadar devam etti. MİT, Çağlar’ı da Doğu Perinçek liderliğindeki grupta yer alan isimlerle ilişkisi nedeniyle sorguladı.
1.5 MİLYON TL ALDI
MİT, Çağlar’ın casusluk faaliyetlerini, 1982 yılında “açıklanması sakıncalı” bir kaynağından haber aldı. Aynı yıl delil toplanmaya başlandı, Çağlar’ın Levent’te Amerikan Konsolosu John McGlosson ile yaptığı gizli buluşma fotoğrafla belgelendi ve bir sonraki buluşmada suçüstü yapıldı. Çağlar’ın üzerinde 20 sayfalık doküman, Glosson’da ise Çağlar’dan istediği bilgileri içeren not kâğıdı bulundu. Çağlar’ın evinde de Amerikalılara verdiği 6 yazılı raporun karbon kâğıdıyla çoğaltılmış örnekleri ele geçirildi. Çağlar, 41 sayfalık ifadesinde CIA ile ilişkilerini en ince ayrıntısına kadar anlattı, aldığı paraya ilişkin “takriben 1 ila 1,5 milyon Türk Lirası’na tekabül eder” dedi. Fezlekeye göre Çağlar’a “Orgeneral Kenan Evren’in sağlık durumu ve bir diş doktoru ile evleneceğine dair dedikoduların doğruluk derecesi” de soruldu.”
*****
Tabiatıyla şu soruları sorabilirsiniz: Nuri Gündeş’in ismi Aydınlık’ın Kontrgerilla dizisinde geçmese Turan Çağlar yakalanır mıydı? Bana kalırsa yakalanmayabilirdi…
Turan Çağlar olayında benim de aklımı kurcalayan husus şu; 16 Mart 1983 günü evinden alınan ve sorgulandıktan sonra adalete teslim edilen Turan Çağlar’a MİT’te gözaltında iken bir ara serbest bırakılarak mı suçüstü yapılmış? Yoksa suçüstü yapıldıktan ve bu husus görüntülendikten sonra önce serbest bırakılıp sonra mı evden alınmış? Bir diğer olasılık, MİT’te gözaltında iken Amerikalı ile buluşmaya zorlayıp öyle mi suçüstü yapmışlar. Her üç şık da hukuki açıdan sakat sayılır…
Peki, Çağlar’ın ölümünde Gündeş ve ekibinin rolü oldu mu diye de sorabilirsiniz. Nokta’daki yazı sanki böyle bir ihtimali ortaya koyuyor…
“Nuri Gündeş” deyince biraz durup düşünmek gerek. Onun bir personelinin tayini konusunda personeline “benim tayininden haberim olmadı” diye karşısında üzüntüyle gözyaşları döktüğüne, personel gittikten sonra ise gülerek, “ben hem ağlar, hem de adamın ipini çekerim” dediğini hayretle gözlemiştim. Onun için bu hususu ancak Nuri Gündeş ve o tarihte bu operasyonun başında olan Şenkal Atasagun bilebilir diyeceğim…
***

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 7

MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MEHMET EYMÜR’DEN “CASUSLUK HİKÂYELERİ '' BÖLÜM 7

Sağ-Sol Kapışması
Erel’e göre Bulgarlar o tarihlerde aşırı sağcıların İlim Yayma Derneğine para ve silah yardımı yapıyorlardı. Bulgarların Türkiye ile ilgili planı sağı silahlandırıp sokağa dökmek ve sol üzerinde bir baskı kurarak onların harekete geçmesini sağlamaktı. Sol karşı faaliyete ve silahlı harekete başlayacak, sonunda Ordu müdahale edecekti. Ordunun baskı kurması üzerine, halk ayaklanması ve iç savaş başlayacak, böylece birkaç aşamalı planla halk iktidarı gerçekleşecekti.
Mehmet Erel’in daktilo edilmiş 70-80 sayfa tutan ifadesini günlerce çalışıp bitirmiştik. Herhalde en sakin, en kibar sorgulardan biriydi. Hiram Bey, Mehmet Erel’in dublajda (Dublaj, bir ajanın ağırlığı bir tarafta olmak üzere iki istihbarat servisine birden çalışması. Bu tip ajanlara ‘Dubl-Ajan’ adı verilir.) olabileceğini ve Amerikalılara da çalışabileceğini düşünüyordu. Zira müşterek faaliyette kullanılan birçok elemana daha sonra Amerikalıların yanaştığı tarafımızdan bilinen bir husustu.
Şemsi Bey de Amerikalılarla çok yakın münasebetteydi. Hiram Bey’in kanaatine göre eğer Mehmet Erel dublajda değilse Şemsi Bey Amerikalılar tarafından Erel’e özellikle yakın tutulmuştu.
Sorgudan bu konuda bir bilgi alamadık ve neticede bu bir şüphe olarak içimizde kaldı. Oyun içinde oyun varsa bu kadarını çözememiştik. Emir verilmişti. Dosyaları alıp bir arkadaşımla birlikte Ankara’ya Karargaha gittik. Müsteşar Yardımcısı ve diğer üst amirlere bilgi verdik. Toplantılar yapıldı. Esas konu Erel’den ziyade Şemsi Bey’le ilgili idi. Ona ne yapılacağı düşünülüyordu. Silah taşıdığı için bu silahın nasıl alınacağı ve mukavemet ederse ne yapılacağı saatlerce tartışıldı. Neticede Şemsi bey ne sorgulandı ne de teşkilattan kovuldu. Teftiş Kurulunca yapılan bir idari soruşturmadan sonra Ankara’ya Sorgu Bürosu Amirliğine atandı.
Şemsi Bey birkaç yıl sonra teşkilattan ayrıldı veya ayrılmak mecburiyetinde bırakıldı. Bir müddet Amerikalılarla yakın ilişkisi bulunan tanınmış büyük bir firmada çalıştı. Kasım 1978’de bir kalp krizi geçirdi. Bilahare uzunca bir müddet Hilton Otelinde bir daireye yerleşti. Masraflarını üstlenen kişi ünlü bir mafya babasıydı.
Otel idaresi ve etrafı tarafından MİT İstanbul Başkanı olarak biliniyordu. Bu arada Şemsi Bey’in Amerikalılarla ilişkisi devam ediyor, CIA İstanbul Temsilcisi Charles’in evinde verdiği özel yemeklere katılıyordu. Charles ise, hükümetin değişmesi halinde bunun MİT’e etkilerinin ne olacağını, MİT Müsteşarı ve İstanbul Bölge Daire Başkanlığının değişip değişmeyeceğini merak ediyor bu konularda bilgi almaya çalışıyordu. Şemsi bey vefat edene kadar uzunca bir süre Otel masraflarını da ödeyen mafya babasının bir iş yerinde müdürlük yaptı.
Yeraltı dünyasının 1999 yılında ölen ünlü ismi Dündar Kılıç’ın hayatı, yeğeni Mustafa Dündar Kılıç tarafından kitaplaştırıldı. ’Kurtlar Sofrasında Son Kabadayı’ adlı 120 sayfalık kitapta Dündar Kılıç’ın Milli İstihbarat Teşkilat’ı (MİT) içerisindeki ajanları ve Yılmaz Güney’le olan dostluğu da anlatıldı. Kitapta bu ilişkiler şöyle yer aldı:
«Dündar Kılıç, bu arada kendine sığınan eski MİT’çileri himayesine alıyor, onlardan istifade ediyordu. Eski MİT’çi Şemsi Ülengin’in şirketine müdür olmasından sonra bir eski MİT’çi daha olan Hava Albay Faik Kelican’ı korumaya almıştı.
Zira Kelican Nuri Gündeş yanlısı olduğundan Mehmet Eymür ekibi tarafından takip ediliyordu. Bundan ötürü Dündar Kılıç, Faik Kelican’ı 3 yıl Hilton Oteli’nde ağırlamış ve bir suikaste kurban gitmesin diye de silahlı koruma vermişti.» (Not: Bu tamamen yanlış bir bilgi. Nuri Gündeş’le Faik Kelican’ın arası iyi değildi. Nuri Gündeş Personel Başkanı iken, Müsteşar’a tesir ederek İstihbarat Başkanı N.Y’yi ve Faik Kelican’ı takip ettirmeye kalkmış, o tarihte Takip Şube Müdürü olan ben de ‘teşkilat içindeki sürtüşmelere alet edilmememiz gerektiğini’ düşünerek bağlı olduğum amirim vasıtasıyla emri iptal ettirmiştim. Ayrıca Güneydoğu’da başarılı çalışmaları olan Faik Kelican’a da sempati ile bakardım. M.E.)
«Çiçek Sineması’nda çalışıp, sinemalara film getirip götüren Ali Aslan, daha sonra MİT’e alındığı için ‘MİT’çi Ali’ adıyla tanınmaya başlandı. Dündar Kılıç bu yüzden onunla ilişkisini her zaman canlı tuttu.
İstanbul’a gittikten sonra, Hacettepe’deki yoksullara dağıtılması için sürekli yardım gönderiyordu ve bu yardım köprüsünü de Ali Aslan üzerinden kurmuştu. MİT İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş’in de akrabası olan Ali Aslan’ın, Dündar Kılıç’a zaman içinde çok büyük iyilikleri dokundu.
Dündar Kılıç, iş yerlerinde ve şirketlerinde pek çok MİT mensubunu çalıştırmıştı. Bunlardan bir kısmını bilir, onlara yardım eder, gerektiğinde de bilgi alırdı. Bilemedikleri ise, Dündar Kılıç aleyhine MİT’e bilgi toplarlar, onu yakından takip ederlerdi. Zamanı gelince de değerlendirmeye alırlardı. Dündar Kılıç’ın yardım ettiği MİT’çilerden birisi de Ferdi Tamer’di.
Kılıç-Yılmaz Güney İlişkisi
Dündar Kılıç’ın cezaevi yıllarında tanıdığı Yılmaz Güney ile olan sıkı dostluğu da kitapta yer aldı: "Kılıç, Güney’i kaldığı İmralı Cezaevi’nden sürat motoruyla İstanbul’a getirtiyor ve sabaha kadar eğleniyorlardı. Hatta Kılıç, Güney’i cezaevinden 1980 yılında Zeki Ökten’in ’Düşman’ filminin galasına cezaevinden getirtmişti.»
Mehmet Erel’in dosyası Hukuk Müşavirliğince incelendikten sonra Genelkurmay Askeri Mahkemesine tevdi edildi ve Erel Bulgaristan lehine casusluktan tutuklandı. Milli Müdafaaya Hıyanetten 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkûm edildi.
Daha sonra, Yargıtay safhasında kararın Yargıtay tarafından bozulduğunu ve beraat kararı (Dosya No: 977/317 ve 977/262) verildiğini duydum. Kararın gerekçesi, Askeri Mahkemenin kararında Mehmet Erel’in; “uzun süre MİT’te sorguya çekildiği ve ifadesinin işkence ve baskı altında alındığı” şeklindeki beyanının kayda geçmiş olmasıydı. Mehmet Erel de Sabahattin Savaşman gibi işkence gördüğünü söylemişti. Her ikisine de bir fiske bile vurulmadığını samimiyetle belirtmek isterim. Ancak başka ortaya koyacakları bir sebep olmadığı için bu yola başvurmalarını da onların savunma hakkı olarak görüyorum. Her ikisinin de olanlardan çok üzüntü duyduğuna şahidim.
Yargıtay’ın bu kararından sonra Mehmet Erel’e ne oldu bilmiyorum. Ardı ardına süren ve bitmeyen işler nedeniyle takip etmek mümkün olmadı. Ocak 1988’de vefat ettiğini öğrendim. “Mehmet Erel Şirketler Grubu” mensuplarının onun için duygulu bir ölüm ilanı verdiğini görmüştüm. Allah rahmet eylesin. Bazen esen rüzgârlar insanı hiç ummadığı, istemediği yerlere de sürükleyebiliyor. Mehmet Erel beyefendi bir adamdı…
Tasmalı Çekirge
Erel konusuna son vermeden ilişkili bir mevzuya değinmek istiyorum: Erel konusundan sonra aradan yıllar geçmişti. 1990 yılında bir dostum telefon ederek yeni çıkan bir kitabı okuduğunu, kitabın büyük bir bölümünün Hiram Bey ve benim üzerime inşa edildiğini, kitapta yerden yere vurulduğumuzu bildirdi. Kimin yazdığını sordum. Yazan emekli Büyükelçi İsmail Berduk Olgaçay’dı. Kitabın adı ise ‘Tasmalı Çekirge’. Hiç tanımadığımı söyledim. Dostum kitabı yollayacağını söyledi. İstanbul’a telefon açtım ve Hiram Bey’ e böyle birini hatırlayıp hatırlamadığını sordum, bana söylenenleri aktardım. O da hatırlamamıştı. Dostumun gönderdiği kitabı alıp şöyle bir göz geçirdim.
Emekli Büyükelçinin ismi Mehmet Erel’in ifadesinde geçmiş. Mehmet Erel Bulgaristan’da Bulgar istihbaratına tanıştırdığı şahıslar arasında Olgaçay ismini de vermişti. Yazılarından engin bir kültürü ve geniş bir muhayyile gücü olduğu anlaşılan Sayın Büyükelçi, Mehmet Erel’in avukatı vasıtasıyla 1976 yılı başında öğrendiği ve o tarihlerde bu konuda hiçbir sorgu suale muhatap olmadığı halde, olayı 14 yıl sonra gündeme getirmiş ve bütün meslek hayatı boyunca Hiram Bey ve benim tarafımdan kendisine komplolar düzenlendiği kanaatine varmıştı.
Büyükelçi Olgaçay’ın, Mehmet Erel’in verdiği ifadelerinde ve şimdi hatırlanması mümkün olmayan yüzlerce isimden biri olduğu anlaşılıyordu. O tarihlerde Büyükelçilik gibi önemli bir makamı işgal etmediğine göre bizlerce hatırlanmaması da normaldi. Teşkilat ve adli makamlar o tarihte yaptıkları araştırma ve değerlendirmede herhalde Erel’in Olgaçay’la ilgili ifadesini geçersiz saymışlar veya Olgaçay’ı suçlu görmemişlerdi ki Büyükelçi herhangi bir soruşturmaya, sorgu ve suale muhatap olmamıştı. Buna rağmen, böyle bir ithama maruz kalmanın ne kadar ağır bir şey olduğunu idrak ediyor, ancak adalete tevdi edilen ve gizliliği kalmayan bir olayın Büyükelçi tarafından neden 14 yıl saklı tutulduğunu anlayamıyordum. Sayın Büyükelçi neden 14 yıl önce bu olayı öğrenir öğrenmez amirlerine koşup tepki göstermemiş, neden bu çirkin iftira için hukuki yollara başvurmamıştı. Emekli Büyükelçi Olgaçay’ın bu olaydan hareketle geliştirdiği teoriler, elmayı armutla toplayıp bir neticeye varması ve bütün dünyanın merkeziymişçesine herkesin onunla uğraştığına vehmedip birçok olayı kendisiyle bağlantılı kılması, gerçekten çok ilginçti.
Bu muhayyilesi, kültürü geniş Büyükelçimize bir kaç cümle ile cevap verip aydınlatmak ve bu konuyu kapatmak istiyorum: Bay Olgaçay, kitabınızda yer alan ve yabancı bir istihbarat teşkilatı tarafından telefon dinlemelerine dayanarak verilen rapor, yurt dışındaki kaçakçıların yurt içindeki bir kişiyle vaki görüşmeleriyle ilgilidir. Ne rapor bana gelmiş, ne de zamanın Cumhurbaşkanına veya Sıkıyönetim Komutanına tarafımdan iletilmiştir. Cumhurbaşkanı veya Sıkıyönetim Komutanına bu tip raporları ancak Teşkilat’ın en üst seviyedeki görevlileri verebilir. Benim sadece bilgim olmuştur. O raporda bahsi geçen siz değil o tarihte Cumhurbaşkanlığında görevli bir zattır. Raporun sizinle ilgili olduğuna nereden ve nasıl kanaat getirip neredeyse koca bir kitabın yarısında hiç tanımadığınız bizlerle ilgili teoriler ürettiniz? Kendinizi bir kaçakçı gibi düşünmeniz garip… Sayın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk beni teşkilattan atmadı. Bir milletvekilinin oğlunu gözaltına aldığım için zamanın Başbakanı Ecevit MİT’ten başka bir teşkilata tayinimi istedi. Raporlu olduğum için tayinimi tebellüğ etmedim ve rapor bitiminde durumumun düzelmesi üzerine Teşkilat’daki görevime devam ettim. Acaba siz rahmetli Cumhurbaşkanımız Korutürk ile ailevi yakınlığım olduğunu biliyor muydunuz? Sizinle Paris’te çalıştığını belirttiğiniz ve 1988’de ziyaretine gittiğiniz teşkilat mensubu HT, namı diğer Hüseyin Bey’in hakkınızda ne rapor verdiğini bilemem.
Ancak mesleğimin ilk yıllarında tanıdığım Hüseyin Bey’i tuhaf davranışları nedeniyle pek sevmediğimizi, sorgu bürolarında ışıkları kapattırıp mumlar yakarak korkutucu olma maskaralıklarının aramızda alay mevzuu olduğunu belirtebilirim. Bildiğim kadarıyla çok seneler önce teşkilattan ayrıldı ve boğazdaki havuzlu evinde yaşamaya başladı. Teşkilat’la hiçbir alakası kalmadı. Yıllar sonra Erel konusu ile ilgili olarak neden ona gittiğinizi anlayamadım. Yoksa siz hala onun MİT’de etkin bir görevde olduğunu mu sanıyordunuz? Paris’te beraber olduğunuz ve takdir ettiğiniz Galatasaraylı diğer kişi Hiram Bey’in ve benim çok yakın dostumuzdur. Geniş hayal gücünüzü bozmak istemem ama, eğer görüşebilirseniz Hiram Bey ve benim için yazdıklarınızın ne kadar saçma sapan, tutarsız olduğunu size daha iyi izah edecektir. Kim bilir belki bir diplomata yakışacak incelikle geç de olsa özür dileme nezaketini gösterirsiniz.
Evet, 40 sene önceki bir casusluk olayı ve tatsız yansımaları böyle. Yaptığınız görevin niteliği bazen canınızı yakıyor…
Tarih 17 Mart 1997, yer TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Eski bir MİT mensubu olan ve görevde iken Doğu Perinçek’in TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) isimli illegal örgütünden sorumlu Avukat Necdet Küçüktaşkıner, komisyon üyelerine şunları söylüyordu:
“Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Operasyonu’nu planlayan benim. Adı Şafak Operasyonudur. Bu Şafak Operasyonunu yürütürken İstanbul bölge sorumlusu Ferit İlsever’in karargâh olarak kullandığı evi tespit ettik. Bu karargâh, Hiller Samder Boyt adında Robert Kolej’de profesör olan şahsa ait, İngiliz uyruklu.
Ve bu operasyon sonucunda İstanbul bölgesinde ve bütün Türkiye şamil olmak üzere, 266 eleman yakaladık; bu arada İngiliz’i de yakaladık. İngiliz’i aldık emniyete getirdik, gazetelerde yazdı… Bu İngiliz’i, bize sorgulatmadılar. 20 tane konsolosluk arabası geldi. MİT’ten gelen emir, ben, Ankara’dan kimin yaptığını bilemem. Bizim teşkilattan geliyor. Bir de yabancılar üzerimize geliyor, kesin operasyonu, biz de operasyonu kestik; yani ve o tarihlerde bu adamı sorgulayamamamız nedeniyle, biz, yabancı iltisaklarını tespit edemedik; ama şunu şöyle söyleyeyim, bize dediler ki sol örgütü yakala. Biz, sol illegal örgütü deşifre etme çalışmalarına girerken altından İngiliz çıktı.
…Bakınız, ben bunu ek olarak koydum. Şu nokta dergisi 1993 senesi yıl, sayı: 36’dır. Bu dergi mutlaka her Türk vatandaşının okuması lazım, sağcısı solcusu, Alevî’si Sünnî’si, Türkü Kürdü, herkesin okuması lazım. Şu çok önemli belgedir. Bunu okuyunca herkes birçok şeyler öğrenir. Yabancı bir Milli İstihbarat Teşkilatının içerisine… Bunlar çok detaylı şeyler; ama çok sathi anlatmaya çalışıyorum. Bu adamlar bir şeyler yapmak istiyorlar. Burada bir ihtilal hazırlığı var. Turan Çağlar daha önce 27 Mayıs ihtilalinde de yer almış bir adam. Radyoevini işgal etmiş, ondan sonra radyoevi müdürü yapmışlar bunu, Turan Çağlar bu kişi. Daha sonra, bu tabii bırakılıyor, Ankara’dan birtakım adamlar geliyor, bir şeyler oluyor, bırakın bunu, bırakıyorlar ve bunun üzerinde duruyorlar. Bu adam neyin nesidir, fesidir, o tarihten sonra serbest bırakılıyor; ama MİT kontrolü bırakmıyor bu adam üzerindeki ve neticede Turan Çağlar’ın Amerikalı Mark Lesin (yanılmıyorsam) adında bir CIA ajanıyla suçüstü yapıyorlar Levent’teki bir evde.
Buralarda, yer konusunda yanlışlığım olabilir. Adam suçüstü oluyor, Amerikalılara, CIA’lilere bilgi verirken suçüstü oluyor, onlardan para alıyormuş 1000 dolar filan. İşte içimizdeki bir iki kişiye de -soysuz adamlar diyeceğim tabirimi mazur görün- para veriyormuş, orada bilgileri çalıyor, bunları Aydınlık Gazetesine aktarıyor. Bu arada şunu arz etmek istiyorum: Bu adamın CIA’dan aldığı talimat muvacehesinde Aydınlık Gazetesini desteklemesi bence ilgi çekici bir olaydır, Komisyonun dikkatini çekiyorum. Netice itibariyle, adam askerî mahkemede yargılanıyor, yargılanırken de ölüyor. 1980’den sonra; bu dosyada hepsi var.”
*****
Şimdi öncelikle, Küçüktaşkıner’in herkesin okumasını tavsiye ettiği o belgeye yer verelim. Nokta Dergisinin 29 Ağustos – 4 Eylül 1993 tarihli, 36 sayılı yayını, sayfa 36-39:
“Bir ölümün anatomisi
Emekli Albay Turan Çağlar, tam 10 yıl önce Mamak Cezaevi’nde esrarengiz bir biçimde öddü. 27 Mayıs’ın radyo müdürüydü. İstihbaratçılık ve Amerikan kuruluşlarıyla ilişkili "Özel Sektör Enformasyon Bürosu yöneticiliğinin ardından holding yöneticisi oldu. Basına kontrgerilla ile ilgili bilgi sızdırdığı, MİT içerisindeki çatışmaya taraf olduğu iddiaları onun sonunu hazırladı.
10 yıl sonra Turan Çağlar Olayı
Mehmet Güç
Yer: 12 Eylül öncesi yayınla¬nan Aydınlık Gazetesi’nin İstanbul’daki yazıişleri salo¬nu. Tarih: 26 Temmuz 1979. Bir masanın etrafında toplanmış 11 gazete yöneticisi ayakla duran kişiyi dinliyordu, "Kontrgerillanın İstanbul MİT bölge teşkilatında yer alan kişi¬ler…" diye başlayıp devam ediyordu ona boylu, kumral, seyrek ve kısa saçlı adam. İsimler sıralıyor, eylemler anlatıyor, tırmanan terörün ardındaki karanlık ilişkilere ait ipuçları veriyor¬du… 11 gazete yöneticisinin dikkatle dinlediği kişi Turan Çağlar; toplantı, Aydınlık Gazetesi’nin genişletilmiş yazı kurulu toplantısı; toplantı konusu da bir süre sonra başlatılacak kontrge¬rilla ile ilgili kampanyaydı.
Üç saat kadar süren toplantıdan sonra gazeteden ayrılan Turan Çağlar, daha binadan 100 metre uzaklaşma¬dan yolunu kesen bir arabaya bindirilerek kaçırılacaktı. Aslında bindiği araba da arabadakiler de çok yabancı¬sı değildi. En azından aynı kurum içe¬risinde beraber çalıştığı kişilerdi bun¬lar. Bunlardan birinin, dönemin İstan¬bul MİT Bölge Başkan Yardımcısı Özcan Koç olduğu daha sonra öne sürülecekti.
Daha yolda başlamıştı sorgulama. Ne anlattığı ve neden anlattığını soruyorlardı. Teşkilata ihanetle, komünist¬lere bilgi vermekle suçluyor, arada bir de farklı uyarılarda bulunuyorlardı.
Sonra gittikleri bir tanıdık binada ken¬disine birkaç saat önce gazetede yap¬tığı konuşma dinletiliyordu bir teyp¬ten. En çok da "Turan Deniz’in yanın¬da tavır almasının başına bela olacağı" üzerinde duruyorlardı. Sorguculara göre Nuri Bey çok kızmıştı Çağlar’a. Ve "MİT’e ait bina, eleman ve imkânların kontrgerilla yöntemleri için kullanıldığının ifşası da ne demek oluyor?" diye hiddetle sormuştu Nuri Gündeş Bey.
Turan Çağlar ise, teşkilata ihanet etmediğini herkesin bildiği şeyler üzerine konuştuğunu söyleyerek ken¬dini savunuyordu. Turan Deniz ile ilişkisi ise eski bir dostluğa, mesai arkadaşlığına dayanıyordu sadece… Nihayet Çağlar, akşam saatlerinde Belgrad ormanlarında arabadan indirildiğinde kelimenin tam anlamış perişan bir haldeydi.
AJANLIK KUŞKUSU
Turan Çağlar, olaydan bir gün sonra Aydınlık’tan tanıdığı bir gazeteciyi Divan Otelinde buluşmaya çağırıyordu. 27 Temmuz 1979 günü akşam saatlerinde Divan Oteli’ne bir değil iki gazeteci gelmişti. Gazetecilere olayı anlatan Çağlar, “aranızda bir ajan var. O yazı kurulu¬na katılanlardan biri bu" diyordu. O korkulu, kuşkulu günlerde küçük bir panik yaşatıyordu bu iddia. O günün tanığı, ama adının açıklanmasını istemeyen gazeteci-yazar, şimdi. "Turan Çağlar’la bu konuşmadan sonra yaptığımız bir araştırmada o yazı kurulu toplantısına katılmış kişiye dair kuşkularımız oluştu" diyor¬du.
MİT tarafından bütün konuşmaları banda alınan yazı kurulu toplantısı için görüştüğümüz o dönem Aydınlık gazetesinin başyazarı ve gazeteyi yön¬lendiren Türkiye İşçi Köylü Partisi Genel Başkam Doğu Perinçek ise şunları söylüyordu.
“öncesinde de sonrasında da MİT’le ilişkisi olduğunu saptadığımız insanlar oldu. Kuşkulandıklarımız da oldu. Aydınlık, yüzden fazla insanın çalıştığı bir yerdi ve kamuoyunun olduğu kadar. MİT’in de ilgi odağıydı. Bu nedenle o yazı kurulu toplantısında bir ajan olabilir diyorum. Kuşkulandı¬ğımız insanlar vardı ama tabii MİT görevlileri bu kaydı mikrofon yardım¬cılığıyla da yapmış olabilir. Bunu kesin olarak bilmek mümkün değil."
Emekli Albay Turan Çağlar o tarih¬ten 12 Eylül 1980’e kadar "üç kez teş-kilat arkadaşları tarafından arabayla günübirlik "gezilere" çıkarıldı. Sorular soruldu, uyarılar yapıldı ve tehditler savuruldu bir kaç yumrukla beraber.
***