Merkel Almanyası..
Prof.Dr.Sait Yılmaz
23 Ağustos 2018
Bir süredir Almanya’nın güneybatısında Lüksemburg, Fransa, Belçika ve Hollanda sınırlarına yakın bir yerde tatildeyiz. Günlük olarak çeşitli ülkeleri gezip, değişimleri gözlemliyoruz. Özet olarak söylemek gerekirse, diğerleri ile Almanya arasındaki farkın giderek açıldığını söyleyebiliriz. Fransa’nın durumu özellikle kritik ama bunu başka bir makaleye bırakalım. 2008’deki büyük krizden beri Avrupa Birliği ülkeleri liderlerinden sadece biri iktidarda kaldı; Almanya Başbakanı Angela Merkel. Merkel, birliğin kumanda odasında, borç krizinden göçmen akımına her çözümün odağında o var. İç ve dış politikada
gösterdiği performans, ülke içi muhalefeti de eritti. Merkel’in başarısının arkasında hem ülke içinde kendi halkına verdiği istikrar duygusu, Avrupa’da ise istikrarlı bir birlik hedefi var1.
Ama bu istikrarın görünmeyen yüzünde; Avrupa Birliği entegrasyonunun yavaş ilerlemesi, Avrupa kuralları ve normlarını daha Alman yapmak ve dünyanın sorunlarını Almanya’dan uzak tutmak var. Bu politika başarılı oldu; kimse Para (Avro) Birliği bölgesini terk etmedi ve birlik 2007’den beri hala genişliyor. Tek kayıp, İngiltere oldu. Almanya, neden böyle yapıyor, Merkel’in misyonu ne, tarihsel perspektiften anlatalım.
Alman JeoEkonomisi..
Almanya, düz bir ülkedir. Kuzeyindeki Ren nehri, ana ekonomik damarıdır. Ren nehri, hem insanların etrafında yaşaması hem de zenginlik ve ticaret bakımından Frankfurt ve Köln gibi şehirlerin kurulmasını sağladı. Aynı şeyler diğer iki Alman suyolu olan Elbe ve Tuna için de söylenebilir. Ancak zenginlik, barış demek değildi. Ren nehrinin iki tarafında yaşayanlar kaleler kurarak Cermen dünyasını bölünmüş durumda tuttular. Almanya’nın bugün bulunduğu topraklarda, M.S. 800-1806 yılları arasında, Orta Avrupa’da Kutsal Roma İmparatorluğu’nun
mirası olan çeşitli ölçekte devletler vardı. Bunlar prensler tarafından yönetiliyordu, bazıları bağımsız şehirlerdi. Bu Cermen halkları komşularını yenerek tek bir devlet haline gelecek kadar askeri yönden güçlü değildi. Hayatta kalmaları ekonomik kaynaklarına ve aralarındaki koalisyonlara bağlıydı. 13. yüzyılda bu devletlerin bir grubu kuzeydeki Lubeck ve Hamburg merkezli bir ticaret federasyonu kurdular. Federasyon, Baltık sahillerine kadar genişledi ve
Loncalar Ligi olarak biliniyordu2. Ligin gücü ticarete dayanıyordu, dev gemilerle İngiliz limanlarına kereste ve tahıl da dâhil olmak üzere ham madde taşıyorlardı. Dönüşlerinde ise Rusya’daki Novgorod’a elbise ve fabrika yünü götürüyorlardı. Gelişen Alman sanayisi 16. yüzyılda Londra’da ağırlık sahibi olmuştu. Ancak, yeni kıtanın (Amerika’nın) bulunması ile ticaret yollarının Atlantik’e kayması Loncalar Ligi’nin 1669’da dağılmasına yol açtı. Kutsal Roma’nın mirasını endüstrileşme döneminde Prusya aldı.
19. yüzyılda Avrupa’da Prusya’nın da dâhil olduğu büyük güçler tarafından Viyana Kongresi (1815) ile getirilmeye çalışılan ittifak sistemi ve güç dengesi üç olayın etkisi ile aşınmaya başladı; milliyetçiliğin yükselişi, 1848 devrimleri ve Kırım Savaşı. 1856’daki Kırım Savaşı ile Avusturya, Prusya ve Rusya’nın muhafazakâr birliğini dağıttı. İngiltere ve Fransa, İstanbul ve Akdeniz’e inmek isteyen Rusları durdurmak için Osmanlı tarafında savaşa girdi.
Sonuçta, Viyana Kongresi’nin ittifak sistemi paramparça oldu. Rusya’nın tecrit edilmesi, Avusturya’nın tecrit edilmesi sonucunu doğurdu. Almanya içinde Prusya hareket serbestîsi kazandı. Avrupa’daki büyük değişimlerin dayanak noktası iki devlet adamıydı; Avusturya Dışişleri Bakanı Klemens von Metternich ve Prusya Başbakanı Otto Von Bismarck. Her iki devlet adamı da muhafazakârlık timsali ve usta güç dengesi manipülatörleri olarak tanındı. Metternich’e göre düzen, ulusal çıkarların peşinde koşulmasından çok, ulusal çıkarı öteki
devletlerin çıkarlarıyla ilişkilendirebilme yetisinden doğardı. Bismarck, gücün üstünlük prensibiyle kontrol altına alınabileceği önerisine karşı çıkıyordu. Güvenlik, ancak gücün bileşenlerinin doğru bir biçimde bir araya getirilmesi ile sağlanabilirdi. Bismarck, Alman ulusal devletini yaratma fırsatını gördü ve 1862-1870 arasında Prusya’yı birleşik bir Almanya’nın başına ve Almanya’yı da yeni bir düzen sisteminin merkezine oturttu.
Güçlü Prusya bürokrasisi ve askeri gücü Otto Von Bismarck’ın diplomatik dehası ile birleşince sonunda birleşik bir Alman devleti ortaya çıktı. Ancak, yeni devletin ekonomik gücü ve Kuzey Avrupa Ovası’ndaki özel konumu savaşları kaçınılmaz kıldı. Sonraki 70 yıl bu savaşlar büyük yıkım getirdi. 1871 Fransa-Prusya savaşında ağır yenilgiye uğrayan ve tazminat olarak Alsace-Lorainne’yi Almanya’ya veren Fransa değişmez hasma dönüşmüştü. Almanya baskın bir ülke idi ve her şey güç hesaplarına dayanıyordu. Artık Avrupa’da beş büyük güç vardı ve Bismarck her zaman üçlü grupta olma öğüdü vermişti. Bismarck’ın
1890’da II. Wilhelm ile otorite çatışması sonucu görevden ayrılınca yerine gelenler onun ustalığını sürdüremedi. Önce Rusya kaybedildi. İngiltere’nin 1904’den sonra Fransa ve Rusya arasındaki Dostluk Antantı’na katılması diğer bir darbe idi. Almanya, umutsuzca Fransa-Rusya ittifakını diplomasi ile bozmaya çalıştı. Ardından önce Birinci ve İkinci Dünya Savaşları geldi. Almanya’nın doğal fiziki sınırlarının olmaması, tarihsel olarak komşuları ile neden savaştığını açıklar. Bu yüzden Almanya, iki dünya savaşında da doğu’da Moskova önlerine kadar, batıda ise Atlantik’e kadar karadan genişleme ihtiyacı hissetti. Jeopolitik
açıdan Ural Dağlarına kadar ulaşma istediğinin arkasında ise dünya adasının kalpgahını ele geçirme hedefi vardı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya..
Batı Almanya, 1948’de eski gücüne dönmek için rekabet, ticaret ve ihracatı seçti. Para sisteminin birleştirilmesi için Alman Markı’na geçildi. Alman Markı ekonomiyi ileri taşıdı, ihracat patladı ama halk fakirdi. İstikrarlı bir pazar için 1951’de Fransa ile birlikte Avrupa Kömür ve Çelik Birliği teşkil edildi. Adaneur, Avrupa’nın birleşmesi fikrine kendine öyle adamıştı ki 1955 yılında Sovyetlerden gelen ve Federal Cumhuriyet’in Batı ittifakını terk etmesi halinde Almanya’nın yeniden birleşebileceği teklifini reddetti. 70 yılda Almanya
tarafından üç kez işgal edilen Fransa’nın amacı, Avrupa’nın gelişmesinde lider rol alarak Almanya’ya karşı kalkan oluşturmaktı. Almanya bu dönemde pazara ürünlerini gümrüksüz sokma imkânı buldu ama sesi az çıkıyordu. Alman ihracatı 1950’de %8.5’den 1985’de %27.6’ya yükseldi. Bugün ise Alman GDP’nin %50’sini oluşturuyor. Almanya’nın mükemmel mekanik, elektrik ve kimya mühendisliği yanında güçlü otomotiv sektörü onu dev bir ticaret ülkesi haline getirdi.
Soğuk Savaş uluslararası düzeni, tarihte ilk kez birbirlerinden oldukça bağımsız iki güç kümesini yansıtıyordu; Sovyetler Birliği’yle ABD arasındaki nükleer denge ve Atlantik ittifakındaki iç denge. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD, İngiltere ve Fransa, Hint Çini’nden Irak’a kadar geniş bir bölgede savaşlara girişirken, Almanya hep tasarruf etti ve yatırım yaptı. Oynadığı barışçı rol zengin olmak için değil, yarattığı korku ve nefreti unutturmak içindi. 1990’ların operasyonlarında Balkanlar veya Afganistan gibi yerlerde başka ülkelerin arkasına saklandılar. 1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını teşvik ederek, kanlı etnik
savaşın mimarlarından biri oldular3. Libya’da da oyunun tamamen dışında kaldılar. Bugün de gücüne, zenginliğine ve etkisine rağmen, Almanya’nın özellikle Doğu Avrupa’ya yönelik kaotik dış politikası, ülkenin devam eden stratejik körlüğünü gösteriyor4.
1999 yılında Ekonomist dergisi Almanya’yı hasta adam ilan etmiş, Fransa’dakine
benzer sosyal refah odaklı siyasi-ekonomik model işsizliği artmıştı. Uzun süre iyi çalışan Almanya kurgusu, 2000 yılında Avro’ya geçiş ile birlikte sıkıntılar yaşamaya başladı. Volkswagen Group’un personel direktörü Peter Hartz’ın önerileri ile başbakan Gerhard Schröder bir seri reform (Gündem 2010) uyguladı ve işsizliği değil, çalışmayı teşvik etti. Öncesinde Alman şirketleri çok pahalıya geleceği için verimsiz işçilerin sözleşmesini feshetmek istemiyordu. Reformlar; part-time ve geçici işler getirdi, kaynaklar ekonominin canlanmasına yönlendirildi, çalışma teşvik edildi, vergiler azaltıldı, gençler ve işini
kaybedenler iş eğitimine alındı5. 2005 yılında Schröder iktidarı kaybetti ama Merkel geldiğinde herkes ekonominin canlanmasının eski başbakanın sayesinde olduğunu biliyordu. Merkel 2005 yılında başbakan olduğunda; Avrupa Birliği’ne girmek için birçok ülke yarışıyordu. Almanya; rahat, emniyetli bir konumda birliğe komuta ediyordu. Rusya ise çöküş sürecinden kurtulmaya çalışıyordu.
Merkel Almanyası..
Bugün AB derin bir kriz içinde ve pek çok ülke bu durumdan Almanya’yı suçluyor.
Almanya’nın saldırgan ihracat politikaları ve kendine hizmet eden sertliği krizin köklerini ekti. Avro, kendi şirketlerini koruyacak şekilde AB politikasına yön vermesine, kendi çıkarlarına hizmet ediyor. İyi huylu Almanya düşüncesi buharlaşıyor ve eski Almanya korkusu yerini alıyor. Finansal kriz Avrupa’da milliyetçiliğin dramatik yükselişine yol açtı. Ukrayna Savaşı, Almanya’nın dünyasını da dönüştürüyor. Rusya karşısında Almanya, siyasi veya askeri bir rol üstlenmekten kaçınıyor. Almanya’nın ikiz problemi şu; bir yandan birliği
bir arada tutmak istiyor, diğer yandan birliğin yükünü üzerine almak istemiyor6. Ortak para, diğer ülkelerin Alman ticaret makinesine karşı tek silahı olan devalüasyon imkânını elinden almıştı. Üstelik Avro, Mark’tan daha ucuz olduğundan Alman ihracatı daha da güçlendi. Bu haksız rekabet 2008 yılına kadar dengeleri bozdu. Alman GDP fazlası %5.8 iken; İrlanda, Portekiz ve İspanya’nın açığı sırası ile %9.4, %12.1 ve %9.6 idi7. Bu gelişmeler 2008
sonrasında borç patlamalarına yol açtı ve 2011 Avro krizine katkıda bulundu. Almanya, kendi pazarı tarafından aşağı çekilme tehlikesi ile karşı karşıya gidi. Akla diğer ülkelerin de Almanya gibi kendi pazarlarını oluşturma fikri geldi.
ABD ile Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı anlaşması için görüşmelere
başlanması tesadüf değildi. Ticaret yapmak için daha büyük bir pazara ihtiyaç vardı. Almanya, iflasını açıklayan Portekiz, İspanya, İrlanda ve Yunanistan’a reform diye acı reçete kullanmaya zorladı. İflasını açıklamaktan kaçınan Fransa ve İtalya’ya ise daha az reform baskısı yapıldı. Frankfurt’taki AB Merkez Bankası, Alman Merkez Bankası (Bundesbank) yapısı ve hedefleri içinde yönetiliyor8. Almanlar işlerini kaybetmediler, savaşlardan uzaklar. Ülkenin işsizlik oranı AB ortalamasının yarısı kadardır. Merkel’in politikaları pragmatizm ile birlikte sorunlardan kaçınmayı öngörüyor. Bu politikaların arkasında ise sık yapılan ülke içi anketlerde ortaya çıkan ‘sessiz çoğunluk’ yani popülizm var. Ancak, Avrupa Birliği içinde var gözüken istikrar sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor ve ‘yavaşça’ demek hala sorunların devam ettiği anlamına geliyor. Bu sorunların başında göçmen konusu ve Avro Bölgesi geliyor. Pragmatizm ile artık daha devam edilemez ve daha karalı çözümler gerekiyor.
Almanya daha fazla iç popülizm ve dış aktivizm arasında bir yol ayırımında, bu
konuda verilecek karar Almanya’nın da geleceğini belirleyecek. GDP’nin yarısını ihracattan elde ediyor ve bunun yarısı Avrupa serbest ticaret bölgesinden gidiyor. Bu da zaten AB projesinin kalbidir. Bu yüzden tüketeceğinden çok fazla üretim kapasitesi geliştirdi. Ya başka pazarlara girecek ya da kendisin de ciddi ekonomik krizle karşılaşacaktır. Ekonomik kriz milliyetçiliği artırınca bu ülkeler AB düzenlemelerini kendi refahlarına tehdit görmeye başladılar. Düzenlemelerin ve Avro’nun arkasındaki Alman elini fark ettiler. Bu saldırgan Almanya’nın yeniden doğmakta olduğu imajı doğurdu ve Almanya’nın refahı için hayati olan
serbest ticarete tepki söz konusu. Almanya için önemli olan serbest ticaret bölgesidir yani para birliği o kadar önemli değildir. Ancak para birliği kalkarsa, korumacılık hızla artar. Yunanistan’ın serbest ticaret bölgesi ve para birliğinden çıkması başka ülkeleri arkasından getireceğinden bu yüzden tehlikeli bulundu. Özetle Almanya’nın gücü diğer ülkelerin Almanya’ya pazarlarını açma isteği ve yeteneğine bağlıdır. Pazarlara giremezse Alman gücü bölünür.
Sonuç..
ABD, 19. yüzyıldan beri Avrupa’ya hiçbir gücün tek başına domine etmesini
istemiyordu. Ama şimdi birleşik bir Avrupa tehdit olarak görülüyor. Ukrayna ile birlikte Rus hegemonyası da tehdide başladı. Almanya, Rusya’yı karşısına almak istemiyor çünkü AB krizde iken bir savaşı finanse edemez. Almanya’nın zaten küçük bir ordusu var ve bu ordu örneğin Ukrayna gibi bir yerde melez savaş yapamaz. Bütün bunlar güçlü gözüken Almanya’nın aslında ne kadar zayıf ve hassas konumda olduğunu gösteriyor. Almanya, kendi sanayi üssü için Avrupa’nın geri kalanına ihracat pazarı olarak ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden,
Avrupa Birliği’nin devamı en önemli önceliğidir. Böylece Almanya, çevresini finansal olarak destekleyebilir, işçiler ve mallar yerlerine ulaşabilir, ortak para ile çevre ülkeler Alman mallarını tüketmeye devam edebilir. Avrupa Birliği içinde, Almanya dışında tüm üye ülkeler mutsuz ama aynı umutsuz yolda gidiyorlar. Merkel biliyor ki eski korkular asla ölmez, büyük sopayı devamlı saklı ve kilitli tutuyor.
DİPNOTLAR,
1 Hans Kundnani The Paradox of German Power, C Hurst & Co Publishers Ltd., (2014), 78.
2 Mark Fleming-Williams, Seeking the Future of Europe in the Ancient Hanseatic League, Stratfor, (December 9, 2014).
3 Josef Joffe, Why Germany Is Leading From Behind, Wall Street Journal, (November 4, 2011).
4 Matthew Dal Santo, Germany's Fatal Flaw: Strategic Blindness, Australian Broadcasting Corporation, (July 28, 2014).
5 Milton Ezrati, Thirty Tomorrows: The Next Three Decades of Globalization, Demographics, and How We Will Live, Thomas Dunne Books, (2014), 23.
6 George Friedman, Germany Emerges, Stratfor, Geopolitical Weekly, (February 10, 2015).
7 Fleming-Williams, ibid, (December 9, 2014).
8 John Richard Cookson, The New 'German Question' The National Interest, (September 17, 2015).
***