NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Eylül 2018 Pazar

Erbakan böyle Uyarmıştı: İran'dan Sonraki Asıl hedef Türkiye!


Erbakan böyle Uyarmıştı: İran'dan Sonraki Asıl hedef Türkiye!


    Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan, 2003'te yaptığı açıklamalarda uyarılarda bulunmuş ve Siyonizmin İran'dan sonraki hedefinin Türkiye olduğunu 
söylemişti.

https://www.youtube.com/watch?v=FO5m4v4FPt8

***

4 Ekim 2017 Çarşamba

Erbakan ve Öğrencileri


Erbakan ve Öğrencileri

 SADİ SOMUNCUOĞLU, 
05.03.2011  
 
Türk siyasetinin son 40 yılına damgasını vuran liderlerden Necmettin Erbakan da ebedi âleme göç etti. Misyon adamı Necmettin Erbakan’a Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk Milletine başsağlığı dileriz.

Hocayı Odalar Birliğinde ve  Türk siyasetinde renkli bir portre olarak gördük. 1969  seçimlerinde bağımsız Konya milletvekili seçildi. Ocak 1970’de, bazı asırlık tarikatlar üzerine MNP’yi kurdu. Parti bu özelliğiyle bir ilkti. Bilindiği gibi o tarihe kadar tarikatlar siyasetle ya hiç ilgilenmez, ya da ilgileneni olursa bu bilinmezdi. Gelenek böyleydi. Tarikatlar bütün Müslümanlara, hangi düşüncede,  hangi partide, hangi konumda olurlarsa olsunlar, dini ve dini terbiyeyi öğretmeyi görev bilirlerdi. Bu gönüllülüğe dayalı samimi ve halisane gayretler, son asırlarda giderek zayıflasa da, boşluğu bir ölçüde dolduruyor, faydalı oluyordu.
Türk Milletinin, Hoca Ahmet Yesevilerden, Yunuslardan, Mevlânalardan, Hacı Bektaşlardan, Şahı Nakşibendilerden, Hacı Bayramlardan ve nicelerinden gelen din anlayışı böyleydi. Aynen itikat imamımız Maturidî’nin söylediği gibi; “Din başka, siyaset başka, şeriat başka” denilirdi. Din vahye dayandığı  için değişmez. Allah’ın emirleri neyse odur. Dinde zorlama ve baskı yoktur. Ama değişken olan siyaset ve şeriat yoruma dayandığı için, Allah bu alanı insanın sorumluluğuna, onun akıl ve düşüncesine bırakmıştır.
İşte değiştirilen bu anlayıştır. Yani; din/tarikat-parti-siyaset aynı çerçeveye konmuş; siyaset dinin, din siyasetin içine tam olarak girmiştir. Böyle olunca da sevgi, saygı, barış, kurtuluş, hoşgörü, birlik ve güzel ahlâk dini; bu defa nereye gitmişse tam tersi olmuştur. Âdeta; baskı, zorlama, suçlama, aşağılama, tahammülsüzlük, dışlama, yabancılaşma, öfke, nefret, bölünme, ayrışma, düşmanlık, çatışma gibi haller ortaya çıkmıştır.
Kültürümüze ve din anlayışımıza uymayan bu değişikliğin kaynağı nedir? diye sorduğumuzda karşımıza şu tablo çıkıyor: Tarihte Müslüman ülkeler (Türkiye hariç) emperyalistlerin işgaline uğramış, buna karşılık köklü bir mücadele verilmiştir. Bu mücadelede yegane güç kaynağı olan İslam dini yorumlanarak, nefret etme ve düşmanla mücadele ideolojisi haline getirilmiş, yapılan mücadele sonunda bağımsızlık kazanılmıştır. İslam’ın siyasi ideoloji halinde yorumlanması ise kolay olmamış, pek çok ilim ve düşünce adamı  ciddi çalışmalar yapmış, büyük boyutlu kitaplar yazılmıştır.
Bu ülkeler bağımsızlıklarını bir şekilde kazandı, ama geride İslam’ı siyasi bir ideoloji halinde yorumlayan kültür kaldı. Toplum bu kültürü, bir manada İslam’ın gerçek hali olarak kabul etti. Bu da mazur görülebilir.
Kabaca ifade edilen bu anlayışı besleyen ve Türkçeye tercüme edilen bu çok sayıdaki eser kampanyalarla topluma sunulmuş ve büyük itibar görmüştür. Bunların çoğu da, iç ve dış bazı kaynaklarca finanse edildiğinden, parasız dağıtılmıştır. Her biri  10, 15 cilt hacminde olan bu eserleri yayımlayan firmalara bakıldığında, bir çoğunun mali gücünün olmadığı görülüyor. Yani ticari veya hayri bir teşebbüsten bahsetmek mümkün değil. Belli ki, sürekli ve sistematik propagandaya dayalı bir amaca hizmet ediliyor. Tabii konu sadece ücretsiz kitap dağıtmaktan ibaret değil. Bunu tamamlayan, çoğu masum pek çok dernek, vakıf, cemaat, fikir ve kültür adamının canhıraş faaliyetlerini de görmek gerekir.
Yanlış anlaşılmaması için kaydedelim. İslam dünyasında telif edilen bu eserlerin, Türkiye’de yayımlanması gayet tabiidir. Hatta gereklidir. Bilinmesinde yarar vardır. Ama yukarıda anlatılanlar bu değil. Türk Milletinin din anlayışını kendilerine göre biçimlendirmek üzere, çatışma ideolojisi haline getirilen  “İslam” yorumunun ithalini gerçekleştirmeyi amaçlayan niyetten bahsetmek istiyoruz.
Sonuç: Acaba bugün dini konuda ülkemizde yaşanan sıkıntıların temel sebeplerinden biri bu programlı “ithal İslam” anlayışı olamaz mı?
Yeniçağ, 05 Mart 2011

30 Eylül 2017 Cumartesi

BU ANAYASAYI ENİNDE SONUNDA KABUL ETTİRECEĞİZ

'' BU ANAYASAYI ENİNDE SONUNDA KABUL ETTİRECEGİZ ''




15.07.2007

Erdoğan'dan Erbakan'a tepki geldi Başbakan Erdoğan, Petkim'in Ermenilere satıldığı yönündeki iddiyı yalanladı. Bahçeli ve Baykal'ı topa tuttu. Erdoğan, Erbakan'ın kendisine yönelik eleştirilerine de ilk kez sert çıktı. 15.07.2007 Erdoğan'dan Erbakan'a tepki geldi ERDOĞAN: " PETKİM DEĞERİNİN ÇOK ÜZERİNDE SATILDI " AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Petkim'in değerinin çok üzerinden satıldığını belirterek, "Petkim'in satışına yapılan bu itirazı talihsiz bir adım olarak görüyorum" dedi. Erdoğan, Samanyolu Televizyonu'ndan canlı yayınlanan "Özel Gündem" programında soruları yanıtladı. Özelleştirme ile ilgili sorular üzerine Erdoğan, devletin ticaretle uğraşmayacağını, ancak istikamet verebileceğini ifade ederek, bunun bütün gelişmiş ülkelerde böyle olduğunu ifade etti. Erdoğan, hangi özelleştirme yapılsa birilerinin çıkıp iptali için müracaat yaptığını ifade ederek, "İşsize iş mi arıyorsun işte sana iş. Petkim için neler söyleniyor? Ermeni, falan, filan... İşi bilmeden konuşuyorlar. Petkim değerinin çok çok üzerinde satıldı. Devlet ticaretle uğraşmaz. Devlet istikamet verir, denetler, düzenler, serbest piyasa ekonomisindeki anlayış budur. Gelişmiş ülkelerde bu böyledir. Bu bize vergi getirecek, yeni teknoloji getirecek, yeni yatırımlar getirecek. Bu konuda ön kesemeyiz" dedi. Özelleştirme konusunun kendisine Seka'yı hatırlattığını ifade eden Erdoğan,bütün medyanın SEKA'nın tekel olduğu dönemde kağıdı SEKA'dan aldığını, ama özel sektörün kağıt piyasasına girmesiyle, SEKA'nın teknolojiyi takip edemediğini, yarışa devam edemediğini kaydetti. Erdoğan, şöyle konuştu: "Yanılmıyorsam, SEKA'nın 650 milyon dolar zararı vardı. Kapatma kararı aldık. 'İşçileri mağdur etmeden, burayı belediye devredip halka açacağız' dedik. Hemen yaygara koptu. 'Burası birilerine peşkeş çekilecek' dendi. 'Biz bu sektörden devleti çekiyoruz' dedik. 'Yeteri kadar kağıt üretiliyor' dedik. 'Burayı belediye devrederek, aklımda kaldığı kadarıyla 700 dönüm araziyi Kocaeli halkının emrine amade hale getireceğiz, adeta Hyde Park gibi bir park haline getireceğiz' dedik. Daha sonra bu bölgeyi Park ve müze yaptık. Şimdi SEKA Park'ta yeşil alanlarda, halk mutlu tatil yapıyor, dinleniyor." Petkim olayının da bunun benzeri bir olay olduğunu ifade eden Erdoğan, yapılan itirazı veya mahkemeye gidişi talihsiz bir adım olarak gördüğünü kaydetti. Petkim ihalesini alan firmanın asıl patronajının Kazak olduğunu belirten Erdoğan, Rus ortağı prosedürü tamamlamak için yanlarına aldığını söyledi. YOKSUL SAYISI AZALIYOR Alt gelir gruplarıyla üst gelir grupları arasındaki makasın kapanmaya başladığını ifade eden Erdoğan, "Bu yoksul kesimin sayısının azalması demektir. Bu sayıda yaklaşık 3 milyon civarında eksilme var. Orta tabaka güçleniyor. Orta tabakada bulunanların sayısının artmasını, alt gelir gurubun sayısının azalmasını hedefliyoruz. 4.5 milyon insan alt gelirden orta tabakaya geçti, bunu yakaladık" dedi. Şu ana kadar 140 bin konut teslim ettiklerini, 280 bin konut yapımının devam ettiğini anlatan Erdoğan, "Hedefimiz önümüzdeki yıl sonuna kadar bunu 500 bine çıkarmak" dedi. Erdoğan, asıl mutluluğun dar gelirlilerin ev sahibi olması olduğunu da ifade ederek, "Evime taşındım, diyor ya bu ayrı bir mutluluk" diye konuştu. "İş adamlarının sol partiye oy verecekleri, ama AK Parti'nin iktidar olmasını istedikleri" yönünde bir anket sonucunun yayınlandığının hatırlatılması üzerine Erdoğan, gazetede böyle bir sonucu görünce üzüldüğünü ifade etti. Öncelikle bunun bir demokratik hak olduğunu, saygı duyduğunu ifade eden Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti: "Şimdi AK partinin iktidarda olmasını isteyeceksin. Niye? Başarılı. O dönemde ciddi paralar kazandık, diyeceksin, Türkiye bir sıçrama yaptı, diyeceksin, ama oyunu hala AK Parti'den esirgeyeceksin. Şimdi tabii bizi üzen, oy verirken onlardan ne bekliyorsun? Hizmet bekliyorsan. O zaman oyunu gelir AK Parti'ye verirsin. Oyunu vermiyorsan AK Parti'nin heyecanını paylaşmıyorsun, ama Ak Parti'den de nemalanıyorsun." Erdoğan, seçim atmosferinde bile borsanın rekor kırdığını ifade ederek, bu sırada OYAK satışının görüldüğünü, Vakıfbank için üste para istenirken, Ziraat Bankası, Halk Bankası ile birlikte değerli bankalar arasına girdiğini söyledi. "Her şeyi satıyorsunuz, peşkeş çekiyorsunuz" denildiğini kaydeden Erdoğan, "Sakarya'da arazi verdik fabrika kuruldu. Burada binlerce insan çalışıyor. Burada Sakaryalılar çalışıyor, yabancılar değil. Olmasa ne olurdu? Bugün orada sığırlar otlardı. Aynı şekilde Korelilere orayı vermeseydik bataklık olarak kalacaktı. Şimdi orada Sakaryalı, Kocaelili kardeşlerimiz çalışıyor. Otomotiv ihracatı şu anda Türkiyede en önemli kalem. Bunların büyük katkısı var. Hamasi duygularla, milliyetçi havalarına girerek böyle yaklaşımlar doğru olmaz" diye konuştu. "SAYIN BAHÇELİ'Yİ DİNLEDİĞİMDE BU SİYASETÇİ Mİ YOKSA BAŞKA GÖREVİ Mİ VAR' AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Sayın Bahçeli'yi dinlediğimde bu siyasetçi mi yoksa başka görevi mi var. O bağırışlar, o çağırışlar, o tehditler... Aman yarabbi nasıl hareketler bunlar. Bir siyasetçiye yakışır mı? Demokrasi içinde mücadele eden insana yakışır mı?" dedi. Erdoğan, Samanyolu Televizyonu'ndan canlı yayınlanan "Özel Gündem" programında soruları yanıtladı. Erdoğan, dünyada işsizliğin arttığını çok güçlü fonlarla bu soruna çözüm arandığını söyledi. Türkiye'de güçlü bir fon oluştuğuna işaret eden Erdoğan, bu döneme yönelik farklı bazı projeleri olduğunu belirtti. Türkiye'de tarım sektöründen sanayi ve teknolojiye doğru bir kayma yaşandığını anlatan Erdoğan, hizmet sektörüne bir yönlendirme yaptıklarını ve görev geldiklerinde 10,3 olan işsizliğin şu anda 9,7 olduğunu kaydetti. İktidarları döneminde yaklaşık 2,5 milyon işsizin işe kavuştuğunu, bunun çok önemli bir rakam olduğunu dile getiren Erdoğan, ülkede her yıl nüfusun 1 milyon artığını, istihdam alanına giren nüfusun ise her yıl 600 bin kişi olduğunu anlattı. Erdoğan, iktidarlarında en azından bu sayıyı absorbe ettiklerini, artış yerine düşüş yaşandığı söyledi. Hedeflerinin hiç olmazsa istihdam alanına gireni absorbe etmek, yeni iş alanları yaratarak, işsizliği azaltmak olduğunu ifade eden Erdoğan, emeğe dayalı sektörlere öncelik vereceklerini, başlattıkları bazı çalışmaları bu dönemde sürdüreceklerini bildirdi. Erdoğan, "Başka siyasi partiler gibi bu konuda da kuru sıkı atmıyoruz" diye konuştu. Bu konuda bir harita çıkaracaklarını, envanter çalışmasıyla nasıl adımlar atılacağına bakacaklarını söyleyen Erdoğan, organize sanayi bölgelerini hayvancılığa yönelik kuracaklarını kaydetti. MİLLİYETÇİLİK Başbakan Erdoğan, ulusalcılık ve milliyetçilik konusundaki soruları yanıtlarken de, milliyetçililiğin kafatasçılık olmadığını ifade etti. "Lafla da milletçilik olmuyor" diyen Erdoğan, milliyetçiliğin, vatanını, milletini, yüreğinden sevmek, bu sevgiyi hizmet etmekle göstermek olduğunu dile getirdi. Ülkenin kalkınması için, Türk milletinin refah düzeyinin yükselmesi için, üzerine düşeni yerine getirmenin gerçek milliyetçilik olduğunu belirten Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: "3,5 yıl bizden önce görevde bulunan beyefendiler bulundukları süre içerisinde acaba ülkeme ne kazandırdılar? Şimdi soruyorum, 22 tane banka hortumlanarak fona devredildi. Bunun hesabını kim verecek? 40 milyar dolar bu fakir ülkeme o dönemde maliyeti var. Kim bunun sorumlusu? Hiç hesabını soran, hiç hesap veren oldu mu o dönemde? Bunu faturasını ödeyenler var mı? TMSF olarak bizden önceki dönemde bunlara en ufak bir darbe yok. Bizim dönemimizde TMSF bunların sırtına bindi, tavuklarına, koyunlarına varıncaya kadar hepsini aldı, ihalesini yaptı, sattı." İmarzedelere 9 katrilyon lira ödediklerini belirten Erdoğan, "Şimdi çıkmış dürüstlük örneği olduğundan bahsediyor. Sen bu kadar dürüst adamsan önce bir defa dürüst babanı, kardeşini çağır bir gelsinler de şu 9 katrilyonu bir öde" dedi. Bu bankanın bono çıkarmak gibi yetkisi olmadığı halde çıkarması nedeniyle yaklaşık 2 katrilyon liralık bir yük geldiğine işaret eden Erdoğan, süratle bunun ödenmesine de başlanacağını bildirdi. Erdoğan, Kıbrıs Rum Kesimi'nde kurulan bir sanal şirketle Türkiye Cumhuriyeti aleyhine dava açıldığını belirterek, "Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı olduğum sürece, bu can bu tende oldukça bir kuruş buradan para vermem, bedeli ne olursa olsun. Dürüstsen gelir burada yargılanırsın. Buradan çıkacak neticenin başım gözüm üstünde yeri var. Kaçma, burada ol, burada da kimseyi aldatma" diye konuştu. 22 Banka fona devredilirken MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin en ufak müdahalesi olmadığını dile getiren Erdoğan, "Sen hükümetin ortağıydın, hani milliyetçiydin. Neden 22 bankanın hortumlanmasına müsaade ettin? Niye müdahale etmedin? Niçin durdun sen? Bu dönemde 1 tane banka fona devredildi mi? 1 tane hortumlanan banka var mı? Devlet bankaları zararda mı? Döneminde Ziraat Bankası, Halk Bankası, Pamukbank zararda. Siz nasıl milliyetçisiniz?" dedi. TOPRAK SATIŞI Başbakan Erdoğan, gayrimenkul satışının kendileriyle başlamadığını, 1935'ten beri mütekabiliyet esasına dayalı olarak yapıldığını söyledi. Bu konudaki kampanyayı yürüten MHP'inin iktidar orta olduğu dönemde yabancılara gayrimenkul satışı yapıldığına işaret eden Erdoğan, kendi dönemlerinde daha fazla toprak satışı olmasının istikrar ve güvenden kaynaklandığını dile getirdi. Bunların zarar değil, kar olduğunu belirten Erdoğan, buraları alanların ülkeye para bırakacaklarını, bunun açık ekonomi anlayışına destek veren örnekler olduğunu kaydetti. Erdoğan, "GAP Yahudilere, yabacılara satıldı" açıklamalarının gerçeği yansıtmadığını belirterek, 1 metre kare satılmış yer olmadığını bildirdi. Başbakan Erdoğan, şunları söyledi: "Milliyetçi kendi içinde özellikle dışlayıcı olamaz. Kendi ülkesin insanına karşı nefret, kin taşımaz. Bunlara şaşıyorum. Bunlar eli silahlı, devamlı kin, nefret, kan... Adeta bundan zevk alıyorlar. Sayın Bahçeli'yi dinlediğimde, bu siyasetçi mi, yoksa başka görevimi var... O bağırışlar, o çağırışlar, o tehditler... Aman yarabbi nasıl hareketler bunlar. Bir siyasetçiye yakışır mı? Demokrasi içinde mücadele eden insana yakışır mı? Yarın parlamentoda aynı çatı altında olduğumuzu düşünün, bu tür tavırda olan insanla siz birbirinize selam bile veremezsiniz. Türkiye'nin birliği beraberliği için çalışacak olan insanlar bu duruma düşerse bu ülkenin hali ne olur?" Erdoğan, korkuyla kimsenin milliyetçi olmayacağını, insanların umutla, sevgiyle, saygıyla olacağını dile getirerek, "Bu konuda gerçek milliyetçi biziz. Ülkemize, vatandaşımıza ne kazandırdığımız ortadadır. Ülkemizin itibarı ortadadır" dedi. "80 YAŞINDA ERBAKAN'A YAKIŞTIRAMIYORUM" Başbakan Erdoğan, bir başka soru üzerine, eski Başbakan Necmettin Erbakan'ın kendisine yönelik eleştirilerine üzüldüğünü söyledi. 18 yaşından itibaren Erbakan'ın yanında emek verdiğini ve 31 yaşında İstanbul İl Başkanı olduğunu hatırlatan Erdoğan, şöyle konuştu: "Tek üzüntüm şudur: O konuşmalarında o denli hakaretler var ki, bütün bu hakaretler karşısında 80 yaşını devirmiş olan Sayın Erbakan'a ben bunları yakıştırmadığım için cevap vermiyorum, vermeyeceğim de. Onun içindir ki aldığım eğitim, aldığım terbiye bana böyle bir cevabı vermeme mani. Veremem, vermeyeceğim de. O'na da yine aynı şekilde milletim gereken cevabı zaten verdi, 22 Temmuz'da da verecek. Sen bir taraftan sandalyeyle dolaşacaksın, bir taraftan çeşitli hastane raporları, şunlar, bunlar, filan, falan çıkarıp göndereceksin, ondan sonra da bu siyasi mücadelenin içerisinde bir şeyler toplayabilir miyim, bir prim yapabilir miyim, bunun gayreti içerisine gireceksin. Bırakın da artık yetiştirdiğin gençler var. Bunlar yapsın. Hakikaten o şahsına, yaşına, ismine yakıştıramadığım bütün hakaretlere asla ben o şekilde cevap vermeyeceğim. Takdiri ben milletimin ferasetine bırakıyorum. Yıllarca beraber yürüdüğüm o hareketin içerisinde kalmış olan arkadaşlarıma, kardeşlerime bırakıyorum ve diyorum ki 22 Temmuz da bunun en güzel cevabı, en hayırlı cevabı olacak. Takdir milletimindir." ERDOĞAN: -"CHP-MHP KOALİSYONU ASLA UMUT OLAMAZ" AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP-MHP koalisyonunun asal umut olamayacağını söyledi. Erdoğan, Samanyolu Televizyonu'ndan canlı yayınlanan "Özel Gündem" programında soruları yanıtladı. Erdoğan bir soru üzerine, muhtemel bir CHP-MHP koalisyonunun asla umut olamayacağını söyledi. Erdoğan, iki partinin her yerde beraber olduklarını belirterek, "Özellikle Ak Partiye yüklenme konusunda. Kullandıkları söylemlere bakıyorsunuz, hep aynı, aynı şeyleri söylüyorlar. Hiç aralarında fark yok. Demek ki bir yerden düğmeye basılıyor ve şu anda o düğmeyle komuta devam ediyor" diye konuştu. Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçimi konusundaki bir soru üzerine ise şunları söyledi: "Parlamento içerisinden bir cumhurbaşkanı olabilir. Parlamentonun içinden bir cumhurbaşkanı çıkaramıyor muyuz? Anayasada ifade edilen bir cumhurbaşkanı adayı parlamento içinde yok mu? Eğer dışarıdan bir cumhurbaşkanı aranacaksa onun yolu açık zaten. Oradan da gelebilir. Buyursun CHP dışardan bir aday ortaya koysun. Çok da manidar olan şudur, 'millete gidelim' diyoruz. Millete gittiğimiz zaman parlamentoda zaten senin şu kadar grubun var, bu kadar grubun var. Hiç böyle de bir endişen olmaz. Millete gittiğimizde CHP parlamento dışından birini aday gösterir, biz parlamento içinden birini aday gösteririz. Geliriz millete, milletimiz kimi isterse onu cumhurbaşkanı yapar. Bundan daha ideali olur mu? Buraya gelip de bize uzlaşma dersi vermeye kalkmasın. Uzlaşmaz birini arıyorsanız o da Sayın Baykal'ın ta kendisidir." TERÖR- Terörün hiçbir zaman sıfır olmadığına da işaret eden Erdoğan, "Koalisyon hükümeti terörü sıfır olarak teslim etti. Yok böyle bir şey. İçişleri Bakanlığının rakamları ortadadır. Güvenlik örgütlerimizin rakamları ortadadır" dedi. Bir şehit haberi aldığı anda şehidin annesinin babasının içine nasıl ateş düşüyorsa, sorumluluk mevkisinde olan birisi olarak kendi içine de ateş düştüğünü ifade eden Erdoğan, güvenlik güçleri ile çok ciddi bir dayanışma içerisinde vakur, kararlı bir şekilde terörü çökertmenin gayreti içerisinde oldukların belirtti. Erdoğan, terörün tamamen kazınmasının çok kolay olmadığını dile getirerek, bunun bütün dünyada böyle olduğunu, bu sorunun çözümü için tüm toplumun el ele vermesi gerektiğini söyledi. Erdoğan, "Bu bir milli mesele, bunu beraber halletmek zorundayız" dedi. Terörle mücadele konusunda ciddi çalışmalar yürüttüklerini ifade eden Erdoğan, terör örgütünün ülkeye soktuğu bombaların her gün yakalandığını, ciddi sonuçlar alıklarını kaydetti. Erdoğan, "Çıkıyor mesela Sayın Ağar, 'bu işi sıfırlarım' diyor. Bu iş lafla olmaz. Sen emniyet müdürü iken 2 bin 300-2 bin 400 şehit vermişiz. Zirve yapmış. İçişleri Bakanlığı yaptığın dönemde zirve yapmış. Biz bu sayılara gelmedik" diye konuştu. ŞEHİT CENAZELERİ Şehit cenazelerinde atılan sloganlar ve cenazeye katılımlarla ilgili bir soruya da Erdoğan, "Çeteler bu işlerin içinde. Organize edenler onlar. Bunların hep tespitleri var. Bu işler şimdi yargıya da sirayet ettiği için detaylarına giremem. Artık yargıyla alakalı" yanıtını verdi. Erdoğan, cami avlularının miting alanı olmadığını, cenaze adabının bulunduğunu kaydederek, "Hele bu şehit cenazesiyse olay çok daha farklıdır. Bizim dinimizde İslami ve insani bir görev yapmaya oraya gelirsin orada bir huşu, sessizlik içinde kalkarsın cenaze namazına katılacaksan katılırsın, dışarıdan izleyeceksen izlersin ve sessizlik içinde dağılırsın" diye konuştu. Kocatepe Camii'nde de imamın, cenaze adabını anlattığını, ancak cenazeye gittiklerinde kendisinin ve bakanların yuhalandığını aktardı. "DİNİ GÖREVİMİ YAPIYORUM" "Ben buraya bir dini görevimi yapmaya geldim, sen beni nasıl yuhalarsın" diye konuşan Erdoğan, cami avlusunun birlik beraberlik yeri olduğunu, o cenazenin herkesi birleştirmesi gerektiğini anlattı. "Orası düşmanlık kin nefret yeri değil" diyen Erdoğan, "Sen de ibadetini yap ve sakin bir şekilde ayrıl. Ama acaba ben o şehidin üzerinden kaç tane oy devşiririm? Kendi özel işaretlerine varıncaya kadar burada yapıyorlar. 1999 mantığı bugün geçerli değil artık. Benim milletim, inanıyorum ki, bunu seçimlerde artık gayet iyi değerlendirecek" dedi. Şehit ailelerine sahip çıkmak için ellerinden geleni yaptıklarını ifade eden Erdoğan, "Devlet olarak, hükümet olarak üstümüze ne düşerse yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz" diye konuştu. GÜVENLİK GÜÇLERİNİN DURUMUNUN İYİLEŞTİRİLMESİ Erdoğan, bazı güvenlik birimleriyle ilgili ideal koşulları sağlayamadıklarını ama Doğu ve Güneydoğu illerinde lojman sorunlarını çözmeye başladıklarını söyleyerek, güvenlik güçlerinin hepsine lojman imkanı sağlamak için çalışacaklarını kaydetti. Erdoğan, polislerin lojman sorunun tamamen çözmek için ellerinden geleni yapacaklarını dile getirdi. Başbakan Erdoğan, ekonomik şartlar noktasında da ilk masaya yatıracakları konunun polislerin ekonomik durumlarını olacağını anlattı. ÖZGÜRLÜKLER- " Eşleri başörtülü Devlet memurları" ile ilgili bir soru üzerine de Erdoğan, şöyle konuştu: "O problemi olanlar da öyle zannediyorum bu özgürlükler noktasındaki kıstası eninde sonunda kabul edecekler. Çünkü, biz şu anda bir insanın ehliyetine, liyakatine bakarız. Şimdi devletin üst derecedeki yöneticileri, bizim devlete aldığımız yöneticiler değil. Bu insanlar diyelim ki bir müdür, 10 yıl hizmetinin olması lazım, bir daire başkanının 15 yıl hizmetinin olması lazım. Bizim iktidar sürecimiz, daha 5 yıl olmadı. Bu insanlar, bizden 5 yıl, 10 yıl önce devlete girme hakkını zaten elde etmiş. Ama gelen iktidarlar onları sağa sola savurmuşlar. Şimdi biz başarılı olan bürokratı zaten makamından almadık. Başarılı olmayan bürokratı orada tutmanın anlamı yok. Zaten başarılı olsalardı, önceki hükümetler başarılı olurdu. Bunların bir kısmı, bakıyorsunuz belli yanlışlara karışmışlar. Biz bunları değiştirmek zorundaydık. Ama Sayın Baykal, dün çirkin bir açıklamada bulundu. '15 bin öğretmeni bir anda değiştirdiler' diyor. İşte Danıştay karar vermiş de, bu karar yürürlüğe girmeden 15 bin öğretmeni değiştirdiler. Çok çirkin. Yani bir ana muhalefet liderine bu yakışmıyor. Kim bu insanlar? Bu ülkenin çocukları. Biz bu okulları öğretmensiz mi bırakacağız? Bu öğretmenlerin hepsi imtihana girmişler, bunu kazandıktan sonra da bilgisayar sistemi ile de atamaları, aldıkları puan sıralamasına göre yapılmıştır. Bunlar kimdir, kimin nesidir? Bilemeyiz. Sayın Baykal'ın vicdanı bunu nasıl kabul ediyor? Hangi mantıkla, hangi anlayışla bunu söylüyor anlamak mümkün değil. Bunu neye göre söylüyorsun. Kamu personeli imtihanları neye göre yapılıyor, nasıl yapılıyor? Biliyorsunuz, bu sistem bizden önceki hükümetin oluşturduğu sistem. Biz devam ettiriyoruz, değiştirdiğimiz yok. Aynı sistemle hala almaya devam ettiğimiz elemanlar noktasında maalesef verilen çok olumsuz kararlar var. Bunu da biliyoruz. Adalet Bakanlığı'nda şuraya buraya alınacak elemanlar da 10-15 yıldır hangi şekilde alınıyorsa aynı şekilde alınırken, bakıyorsunuz olumsuz haberler geliyor. Ondan sonra siz bunları alamıyorsunuz. Bunlar da sıkıntılara neden oluyor. Bizim bu noktada herhangi bir sıkıntımız söz konusu değildir. Biz hiçbir zaman böyle bir ayrımcılığın içine girmedik. Üst düzeydeki yöneticiler, bizim dönemimizde girmiş yöneticiler değildir. Devlete eskiden girmiş yöneticilerdir. Ehliyetine güvendiğimiz yöneticiyi biz her yere getiririz." ÜNİVERSİTELERDE TÜRBAN Erdoğan, program sunucularının, "Siz, başörtüsü konusunu siyasi malzeme yapmakla eleştiriliyordunuz. Seçim beyannamenizde de başörtüsü konusunu koymadığınız için seçmeninize gammazlanmak durumuyla karşı karşıya kaldınız. Üniversitede öğrencilerin okullarına istedikleri gibi gitmeleri konusunda AK Parti geri adım mı attı" sorusunu ise şöyle yanıtladı: "Şimdi bir defa 2002 seçimlerinde benim vatandaşlarıma böyle bir sözüm yok. Ben böyle bir söz vermedim. Kimse kalkıp da ne televizyon, ne yazılı medya, ne basın bunu söyleyemez, bunu ispat edemez. Yok böyle bir şey. Ve bunun iki yolunu ben ortaya koydum. Dedim ki, bir: toplumsal mutabakat. İki: kurumsal mutabakat. 'Türkiye'de bu konuda toplumsal mutabakat var, kurumsal mutabakat yok' dedim. Bunun sağlanması gerekir. Ben bu olaya bir defa özgürlükler açısından bakıyorum. Özgürlükler açısından bakarak da diğer siyasi liderlerin yaptığı gibi işin istismarını yapmıyorum. Zaten ailemde, çocuklarımda bu işi biz yaşıyoruz. Bu iş konuşulmaz, yaşanır. Mağduriyetini de yaşadık. Bunu konuşanlar, gelsinler bu konsensüsü parlamentoda yapsınlar. Şimdi Bahçeli çıkıyor konuşuyor. Sayın Bahçeli'nin parlamentoda olduğu dönemde kendi milletvekili arkadaşlarının uyguladığı tavrı bilmiyor mu? Kendi milletvekili arkadaşının parlamentoda nasıl girip çıkması hususundaki tavrını bilmiyor mu? Biliyor. Ama şimdi işin istismarını yapıyor. Sayın Baykal'ın teşkilatı şu anda başörtüsü dağıtıyor, gazetelerde gördük bugün. Türban dağıtıyorlar. Kendisi işte ben Bosna'ya gittim, Bosna'da işte şöyle başörtüsü dağıttım, bunları konuşuyor. Acaba oradan bir şey alabilir miyiz? Bir ara otobüslerle, Meclis gurup toplantılarına başörtülü hanımları getirdiler, mesaj verebilir miyiz, diye. Ters tepince bakıyorsunuz, esip gürlüyorlar. Ondan sonra tekrar toparlama çalışmasına giriyorlar. Yani akşam başka, sabah başka. Bunların ipi ile kuyuya inilmez. Durum bu." "GÖNLÜMDEN GEÇEN" Dürüst, ilkeli davranılmadığını iddia eden Başbakan Erdoğan, "Bir konuda, açık, net ilkeni koy ortaya. Biz özgürlük açısından bakıyoruz" dedi. Kendi gönlünden geçeni de ifade eden Başbakan Erdoğan, " Başı açığı, başı örtülüsü hepsi rahatlıkla üniversitesine gidebilsin. Arzumuz budur. Ama toplumsal mutabakat var, kurumsal mutabakat yok" diye konuştu. Meslek liselerine uygulanan katsayı konusunu da "ciddi bir yanlışlık" olarak değerlendiren Başbakan Erdoğan, zaman içinde bunların kurumsal mutabakatla aşılacağına inandığını dile getirdi. Erdoğan, bu konuda toplumsal mutabakatın kesinlikle var olduğuna işaret ederek, "Gidelim referanduma halkın bu konuda ne dediğini görelim. Şu anda gittiğim mitinglerde vatandaşımın başı örtülüsü de, baş açığı da oradadır. Türkiye, bu. Böyle olmalı. Birbirini dışlayan değil, kucaklayan. Bunu başarmamız lazım" diye konuştu. YAKLAŞIK 3 SAAT SÜRDÜ Erdoğan, 3 saate yakın süren ve gece geç saatlerde biten programın sonunda, sandık başına gitme çağrısında bulundu. Erdoğan, sözlerini şöyle tamamladı: "Şu ana kadar belki kendilerinin verdikleri bir karar olabilir, bu kararı tekrar gözden geçirerek, Türkiye'nin geleceğine oy verdiklerini düşünerek, geçmişte bu insanlar ne yaptı ki gelecekte ne yapacaklar, tüm bu yolsuzluklar hangi iktidarların döneminde oldu, bu suiistimaller hangi iktidarların döneminde oldu, bu dönemde yolsuzlukların somut bir örneği var mı, yoksulluğun somut örneği var mı, yasaklarda acaba onların dönemine göre bu dönemde daha mı iyiyiz, daha mı kötüyüz? Bu kıyaslamayı yaparak ben vatandaşlarımızın oyunu Türkiye'nin geleceğine vermelerini istiyorum. Biz, dün neredeydik, bugün neredeyiz? Rakamlarla konuşuyoruz. Sağlıkta, eğitimde, sosyal alanlarda attığımız adımlar ortada. Mukayeseni yap. Bir eksilme varsa verme, yoksa ben oyuna talibim. Mutlaka vaktini ayır, sandık başına git, senin oyun önemli, değerli. İhmal etmeyin 22 Temmuz'u."

14 Temmuz 2017 Cuma

REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ BÖLÜM 1




 REFAH-YOL HÜKÜMETİ DÖNEMİ, BÖLÜM 1 


1. REFAH-YOL Hükümetinin kuruluşu: 

 ANA-YOL Hükümetinin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan Refah Partisi (RP) lideri Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme girmiştir. Erbakan, diğer siyasi parti yetkilileriyle yaptığı ilk görüşmelerde olumlu bir netice alamamıştır. Bu süreçte 22 Haziran 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinde ANA-YOL koalisyonunun yeniden kurulması yönündeki görüşler yeniden gündeme getirilmiştir. 

 Erbakan’ın temaslarında RP ve Doğru Yol Partisi (DYP) arasındaki görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine, bazı DYP milletvekilleri79 
partilerinden istifa ederek ANAP’a geçmiştir.80 Nihayet 28 Haziran 1996 tarihinde, RP lideri Erbakan, DYP ile ikişer yıl sürecek “dönüşümlü Başbakanlık” önerisi temelinde bir koalisyon hükümeti kurulması konusunda anlaşma sağlamıştır. Böylece ANA-YOL modeli esas alınarak, yeni bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. 
Protokole göre ilk iki yıl için Erbakan’ın Başbakan olması, Çiller’in ise Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olması öngörülmüştür. 

 Kamuoyunda REFAH-YOL olarak bilinen RP-DYP koalisyonu, 8 Temmuz 2006 tarihinde yapılan oturumda yapılan güven oylaması sonucunda, 54’üncü Cumhuriyet Hükümeti olarak kurulmuştur.81 

 RP’nin, DYP ile işbirliği yaparak Türkiye siyasi tarihinde ilk kez iktidara gelmesi, RP dışında kalan toplum kesimlerinde, “ Siyasal İslam ”ın yükselişi olarak 
görülmüş ve “ Laik Cumhuriyet Rejimi ” nin, “ Şariat ” ya da “ Askeri Yönetim ” ikilemiyle karşı karşıya kaldığı şeklinde değerlendirilmiştir. 

 Nitekim, REFAH-YOL’un kurulması merkez medya organlarında şaşkınlık ve tepkiye yol açmış; hükümet aleyhinde kampanya yürütülmeye başlanmış, hükümeti yıpratma faaliyetleri hızlandırılmıştır. 

2. Başbakan ERBAKAN’ın bürokrasi ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkileri: 

 Aralık 1995 seçimlerinde birinci parti olarak çıkan RP’nin lideri Erbakan, partisinin iktidar ortağı olacağını düşünerek, asker, sivil bürokrasisi, sermaye çevresi, üniversiteler, sivil toplum kurulışları ve merkez medya ile iyi diyalog kurmak için gayret göstermiştir. Başta asker ve sivil bürokrasi olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde var olan, partisi aleyhindeki görüşleri bildiğinden, Başbakanlığının ilk günlerinden itibaren, yerleşik iktidar güçleriyle iyi ilişkiler kurulmasına önem vermiş, kendisini yerleşik devletin asıl sahibi gören asker ve sivil bürokrasiyle iyi geçinmeye çalışmış, devlette artık teamül haline gelen, davranış kalıplarının dışına çıkmamaya özen göstermiştir. 

 MGK düzeyinde, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu iç ve dış güvenlik tehditleri hakkında bilgi alan ERBAKAN, Türkiye’nin özellikle ABD, AB ve İsrail’le ilişkilerinin önemi konusunda bilgilendirilmiştir. 

 Nitekim, ERBAKAN, bu bilgilendirmenin yapıldığı MGK toplantısının hemen sonrasında, Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılmasına onay vermiş; sonrasında ise Türkiye ve İsrail Genelkurmay Başkanlıkları tarafından müzakere edilen, “Gizli” gizlilik dereceli “Türkiye-İsrail Askeri Eğitim ve Savunma Sanayii Anlaşması”nı “kamuoyuna açıklanmamak kaydıyla” imzalamış, daha önce yargı yolunun açık olmasını talep ettiği YAŞ toplantısında, askerler tarafından hazırlanan “ihraç dosyaları”nı incelemiş ve neticede “irticai faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle 13 subay ve astsubayın ihraç edilmesine; aşırı sağ ve sol örgütlerle ilişkili 13 subay ve 16 astsubayın da ilişiklerinin kesilmesine kararını imzalamıştır. 

 Bu çerçevede, 1977 yılında Süleyman Demirel liderliğindeki Milliyetçi Cephe Hükümetinden bu yana, Türkiye’de “muhafazakar” partilerin her iktidara geldiğinde gündeme getirilen, Taksim’e Cami inşa etme projesi için gerekli izin, Kültür Bakanlığına bağlı Eski Eserler ve Anıtlar Genel Müdürlüğü’nden çıkmasına rağmen, kamuoyundaki tepkiler üzerine,82 proje 28 Şubat’ın baskıcı uygulamaları nedeniyle yapılamamıştır. 

 31 Ağustos 1996 tarihli gazetelerde RP Van milletvekili Fethullah Erbaş’ın terör örgütü tarafından kaçırılan Türk askerlerinin serbest bırakılması ve 
Abdullah Öcalan’ı silah bırakmaya ikna etmek amacıyla İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal ile birlikte Kuzey Irak’taki bir PKK kampına gittiği, burada 
PKK bayrağı altında çektirdiği fotoğraflarının yayımlanması tepkiyle karşılanmıştır. 

Cumhurbaşkanı Danışmanı Arcayürek, Demirel’in RP’nin PKK’lılara af ve uzlaşma içeren önerilerini sert bir dille eleştirdiğini öne sürmüştür. 

   Başbakan Erbakan’ın, aynı gün düzenlenen 30 Ağustos Bayramı törenlerinde Cumhurbaşkanı Demirel tarafından sert bir dille uyarıldığı iddia edilmiştir. 83 

   Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının da katıldığı, 6 Eylül 1996’da gerçekleştirilen Adli Yıl açılış töreninde bir konuşma yapan Yargıtay Başkanı Müfit Utku “Türkiye’ye şeriat getirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini” ifade etmiş; Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ise “Ülkemiz trafik kazalarını mevlit okutarak ve kurban keserek önlemek isteyen, yağmurun çaresini duada bulan, bütçe açığını karşılamak için Allah’ın nimetlerini kaynak gösteren ve dini politikaya alet eden bir zihniyetle idare edilmektedir” demiştir.84 Utku ve Özgen’in Komutanlar tarafından tebrik edilmesi üzerine, töreni müteakip düzenlenen resepsiyona Başbakan ve Bakanların katılmadığı basına yansımıştır. 

 12 Eylül 1996 tarihinde DYP Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener’in medya patronlarına yönelik olarak, “Çiller fanatiği gençleri tutmakta zorluk yaşayacaklar” şeklinde açıklama yapması gündemi değiştirmiştir. Akşener’in bu açıklaması Meclis’te DSP lideri Ecevit tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş; 
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli ise sözkonusu açıklama hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur. 

 Hükümetin “Zorunlu Tasarruf Yasası” ve “Bedelsiz Otomobil İthalatı Kararnamesi” işçi sendikaları tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 15 Eylül 1996 tarihinde, Bursa’da düzenlenen “yerli üretime saygı” mitinginde, hükümet protesto edilmiştir. TÜRK-İŞ Başkanı Bayram Meral’in Cumhurbaşkanı Demirel’i ziyaret ettiğinde “tasarruf teşvik fonlarının geri ödenmesinin bir takvime bağlanması” ve “Bedelsiz Oto Kararnamesi’nin durdurulması” önerilerinin yer aldığı basına yansımıştır. Meral’in ayıca, devletteki kadrolaşmaya dikkat çektiği öne sürülmüştür. 

 27 Eylül 1996 günü Karadayı’nın Türkiye’yi Afganistan’a benzettiği konuşmasının basında yer alması üzerine, Başbakan Yardımcısı ÇİLLER’in, “Afganistan’la Türkiye’yi kıyaslayanlar Atatürk’ü anlamamışlardır” şeklindeki sözleri basına yansımıştır.85 

 Cumhurbaşkanı DEMİREL ise ertesi gün “laikliğin kıymetini bilin” şeklinde bir açıklama yapmıştır.86 

 YÖK Başkanı ve Rektörler “Atatürk devrimlerinin ve ilkelerinin yakın izleyicisi olacaklarını” ifade etmiştir. 

 27 Eylül 1996 tarihli MGK toplantısında, Genelkurmay ve MİT tarafından verilen birifinglerde, İran’ın PKK’ya destek verdiğinin anlatıldığı, Erbakan’ın bu durum 
karşısında sessiz kaldığı öne sürülmüştür. 

 Cumhurbaşkanı DEMİREL, 1 Ekim 1996 tarihinde TBMM açılışında yaptığı konuşmada, “Cumhuriyetin temel nitelikleri değiştirilemez” şeklinde konuşmuş; bu töreni Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları da izlemiştir. ANAP lideri Yılmaz, 2 Ekim’de, Meclis’teki grup toplantısında “darbe hakkında bilgisinin” 
olduğunu ifade etmiştir. RP Grup Başkanvekili Kapusuz bu konuşmaya tepki göstermiştir. 

 Başbakan Erbakan, 3 Kasım 1996’da gerçekleştirilen ara yerel seçimlerde, “ilk defa halkın inancının iktidara geldiğini” ifade etmiş, partinin seçim propagandası 
çalışmalarında, “üniversitelerde başörtüsü nedeniyle mağdur olan öğrencilerin mağduriyetlerinin sona ereceğini” ve “karayoluyla haccın mümkün olacağını” 
taahhütlerinde bulunulmuştur. 

 5 Aralık tarihli gazetelerde, “üst düzey bir askeri yetkili” kaynak gösterilerek yapılan haberlerde, “Eşkiyanın bile kıyafeti, elinde silahı var. Onu bertaraf etmek kolay, ama diğerlerini tanımak zor. Bu nedenle rejim açısından daha büyük tehlike. Şeriat tehlikesi, ordunun üst kademelernce MGK toplantıları başta olmak üzere her düzeyde vurgulanmaktadır” denilerek, şeriat tehlikesinin PKK’dan daha öncelikli bir tehdit olduğu görüşü gündeme getirilmiştir. 

 Nitekim, sözkonusu YAŞ toplantısında, Genelkurmay Başkanlığı tarafından Başbakan Erbakan’a verilen brifingde “iç ve dış tehditler kapsamında 
irticanın/şeriatın PKK’dan daha öncelikli bir tehdit olduğu” vurgulanmış; toplantı sonucunda, 58 subay/astsubay ile 11 personelin irticacı oldukları 
gerekçesiyle Ordu’dan uzaklaştırılması kararlaştırılmıştır. ERBAKAN, bu dayatma karşısında sessiz kalarak kararları imzalamıştır. 

 20 Aralık 1996 tarihli Hürriyet Gazetesinin manşetinde; “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin” manşeti atılmıştır. Ertuğrul Özkök’ün köşesinde yer alan 
röportajdan alınarak haberde konu edilen bu sözün Dz.K.K.Ora.Güven Erkaya’ya ait olduğunu gazeteci Sedat Ergin tarafından daha sonra açıklanmıştır. 

 9 Ocak 1997 tarihinde Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 

 27 Ocak 1997 tarihli MGK Toplantısında, ilk kez Ağustos ayı MGK toplantısında gündeme gelen irtica konusunun Dz.K.K.Ora.Güven ERKAYA tarafından bir kez 
daha gündeme getirilmiştir. Basına göre bu toplantıda ERKAYA, “Aşırı dinci akımlar bugün PKK tehdidinden daha büyük bir tehlike haline gelmiştir. 
PKK tehdidi ikinci plana düşmüştür” açıklamasını yaparak, irtica konusunun MGK gündemine gelmesini istemiştir. Diğer Komutanların da bu görüşe iştirak 
etmesi üzerine Cumhurbaşkanı DEMİREL’in de, bu konunun Şubat ayında yapılacak MGK toplantısında gündeme alınmasına karar verdiği öğrenilmiştir. 

 3 Şubat 1997 tarihinde Başbakan Necmettin ERBAKAN, partisinin Merkez Karar Yürütme Kurulu Toplantısı'nda yaptığı konuşmada, hükümet programında 
"din-vicdan özgürlüğü" konusundaki düzenlemenin kamuda türban serbestisini de kapsadığını ve bu konuda DYP Genel Başkanı Tansu ÇİLLER ile anlaşma 
sağladıklarını söylemiştir. 

 22-25 Ocak 1997 tarihleri arasında GnKur. Bşk.İsmail Hakkı KARADAYI’nın başkanlığında Gölcük Donanma Komutanlığında üç gün süren bir toplantı yapmıştır. 
Bu toplantıya GnKur. Bşk.İsmail Hakkı Karadayı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı, Ordu Komutanları, Harp Akademileri Komutanları, 
İlgili genelkurmay “J” başkanları daire başkanları, Genelkurmay Adli müşaviri ve diğer ilgili personelin katıldığı anlaşılmıştır.87 

 Basına göre bu toplantılarda Komutanlar şu değerlendirmeleri yapmıştır: 

 - Org. Koman’ın Susurluk Komisyonu’na çağırılması “ Şova ” yöneliktir. 

 - Bir generalin, bir semte Atatürk heykeli dikilmesindeki tutumu için söylenenler üzüntü vericidir. 

 - Ramazan nedeniyle mesainin iftar saatine ayarlanması doğru değildir. 

 - TSK iç ve dış tehdide karşı ülkeyi korumakla görevlidir. Orduyu iç politikaya çekme gayretleri üzüntü vericidir.” 

 Basında, askerlerin sorunların demokratik zeminde çözümlenmesine özen gösterme ve bu maksatla üç maddelik bir eylem planı üzerinde anlaştıkları öne 
sürülmüştür. İlk iki maddenin “Batı Harekat Konsepti esasları çerçevesinde sorunların MGK’da gündeme getirilmesi, brifinglere devam edilmesi 
olduğu, üçüncü maddenin ise sır olduğu” öne sürülmüştür. 

   Refah-Yol Hükümeti Döneminde Önemli Siyasi ve Sosyal Olaylar 

   _Kamuoyunda İrtica Algısı Oluşturan Olaylar: 

 REFAHYOL hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye 
başlamıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur.88 6 Ekim 2006 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “şeriat isteriz” şeklinde 
bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır. RP Başkanvekili KAPUSUZ, bunun bir provakosyon 
olduğunu söylemiştir. 

 Bu gösterilerin zamanlama olarak Başbakan’ın Libya gezisine denk gelmesi bu yayınların etkisinin artmasına yol açmıştır. 20 Ekim tarihinde yine aynı yerde 
gösteri yaparak, Atatürk’e hakaret eden yüz civarındaki Acz-i Mendi gözaltına alınmıştır. 

 Öte yandan, İstanbul’un Fatih/Çarşamba semtinde bulunan Ali Kalkancı’ya ait, tarikat olduğu söylenen oluşum ortaya çıkmıştır. Fadime Şahin adlı bir kadının 
Ali Kalkancı ve Müslüm Gündüz arasında özel ilişkiler olduğu öne sürülmüştür. Gündüz’ün Fadime Şahin’le basılma görüntüleri polis kameralarınca çekilerek 
yayımlanmıştır. Daha sonra, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin’in özel olarak görevlendirilmiş kişiler olduğu öne sürülmüştür.89 

 Bu olayların 28 şubat sürecini tetikleyen kurgulanmış olaylar olduğu, Aczmendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi isimlerin provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür. 

   _Susurluk Olayı: 

 Yerel ara seçimlerin yapıldığı 3 Kasım 1996’da, Susurluk skandalı patlak vermiş; “kanun kaçağı” Abdullah Çatlı’nın, sevgilisi olduğu söylenen Gonca Uslu 
ile birlikte, eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ ve Bucak aşireti reisi ve DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Bucak’la birlikte otomobile bir kamyonun çarpmasıyla, devlet içindeki karanlık ilişkilerin su yüzüne çıktığı öne sürülmüştür. 

 Bu olayın ardından, basın organlarında, “ Derin Devlet ” ve “devlet-mafya-siyaset üçgeni” iddiaları tartışılmaya başlanmıştır. Bu olayın içinde DYP’li bir vekilin 
olması, Çiller’in kazadan yaralı olarak kurtulan Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, ölen Çatlı için TBMM Genel Kurulu’nda “ Devlet için kurşun atan da, kurşun 
yiyen de bizim için şereflidir ” şeklindeki sözleri, basın yayın organlarında eleştirilmiştir. 

 Erbakan’ın, bu gelişmeler karşısında, basında çıkan haberler için “fasa fiso” diyerek, olayı “medyanın abarttığını” öne sürmesi bu kez RP’nin eleştirilmesine 
neden olmuştur. Erbakan’ın koalisyon ortağını korumak için bu sözleri sarf ettiği öne sürülmüştür. 

 Bu gelişmeler üzerine, Çiller, skandala adı karışan İçişleri Bakanı ve eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın istifasını istemiştir. ANAP lideri YILMAZ, 
Cumhurbaşkanı DEMİREL’den Devlet Denetleme Kurulu’nun görevlendirilmesini istemiş ancak Demirel “sistemin işletilmesi” gerektiğini söyleyerek, talebi geri 
çevirmiştir. Müteakip günlerde, YILMAZ, Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğramıştır. 

 Neticede, daha önce, Erbakan’ın Libya gezisine ilişkin kararnameyi imzalamamasından dolayı parti içinde gerginliğe yol açan AĞAR, 8 Kasım 2006’da “ herhalde Kaddafi memnun olmuştur ” diyerek istifasını sunmuş90 ve yerine Meral Akşener getirilmiştir. Akşener’in ilk işinin Ağar’ın imzalamadığı 
Erbakan’ın Libya gezisi kararnamesinin imzalanması olduğu öne sürülmüştür. 

 Bu olayı araştırmak amacıyla, 13 Kasım 1996’da, üç ay için görev yapacak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu kurulmuştur. Komisyon Başkanı 
Mehmet Elkatmış, olayın arkasında JİTEM’in olabileceğini işaret etmiştir. Bu olay hakkında Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş tarafından hazırlanan sözkonusu raporun bir bölümü “devlet sırrı”91 sayılarak yayımlanmamıştır. 

 9 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Çankaya Köşkü'nde bir görüşme yapan Başbakan Necmettin Erbakan, Susurluk kazasıyla ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan raporun Demirel’e sunulduğunu söylemiştir. Susurluk konusunda orduya yönelik açıklamalar yapan Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Hanefi AVCI mahkeme kararıyla tutuklanmıştır. 

 Başbakan Necmettin Erbakan daha sonra Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'yı ziyaret etmiştir. 

 10 Ocak 1997 tarihinde Adalet Bakanı Şevket Kazan düzenlediği basın toplantısında, Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerince hazırlanan Susurluk raporu hakkında bilgi vermiş; adli mercilerce soruşturması istenenlerin 35, tanık olarak dinlenmesi istenenlerin de 85 kişi olduğunu söylemiştir. 

 Başbakan ERBAKAN Susurluk skandalını araştırmak amacıyla MİT’e de ayrıca bir rapor hazırlatmıştır. Bu rapor sadece mecliste grubu bulunan parti başkanlarına 
verilmiştir. 

 Bu gelişmeler sonrasında, 15 Eylül 2011 tarihinde Ankara Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar hakkında 
“ Suç örgütü yöneticisi ” olduğu gerekçesiyle 5 yıl hapis cezası istenmiştir. 

 Konuyla ilgili olarak Dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan Komisyonumuza bilgi vermiştir.92 

  _ “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” Eylemi: 

 Susurluk skandalı toplumda yaygın bir infiale sebep olmuş; skandalın üzerinin örtüldüğümü düşünen “Yurttaş Girişimi” adı verilen bir grup aydın tarafından 
1-29 Şubat 1997 tarihlerinde yürütülen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adlı kampanyalarla, Susurluk’ta açığa çıktığı öne sürülen “derin devlet”  hedef alınmıştır. Ancak, Adalet Bakanı Şevket KAZAN’ın bu eylemi “mum söndü”ye benzetmesi, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, toplumun geniş 
kesimlerinde infiale sebep olmuş; böylece protestolar özellikle Refah Partisi’nin aleyhine dönük kampanyaya dönüştürülmüştür. 

  _ Refah Partili Belediyelerin ve Milletvekilerinin Eylem ve Söylemleri: 

 28 Şubat sürecinin en tartışmalıkonularından bir diğeri de, Refah Partili belediye başkanlarının yaptığı açıklamalar olmuştur. 28 Şubat sürecinde Refahlı 
belediyelerin kamuoyundaki “hizmet veren” imajı zedelenmeye çalışılmış, belediyeler üzerinden RP yıpratılmaya çalışılmıştır. Özellikle, Sincan, Şanlıurfa, Bingöl, Konya, Ankara gibi Refah Partili belediyelerle ilgili haberler öne çıkarılmış; aynı şekilde Refah Partili Rize Milletvekili Şevki Yılmaz’ın, 
İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı’nın, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan’ın çeşitli yer ve tarihlerde yaptığı konuşmaların video kasetleri ara ara 
TV ve gazetelerde “Şok şok…Flaş Haber” üst başlıkları ve gerilim müzikleri fonuyla konu edilmiş, çeşitli tartışma programları düzenlenmiş ve sürekli sıcak 
tutulmuştur. 

 Şevki Yılmaz’ın Arafat’ta yaptırdığı yemin, günlerce TV ekranlarından “Şeriat yemini” gibi başlıklarla haberleştirilmiş, İlahiyat mezunu olan ve dini vaazlarıyla tanınan Şevki Yılmaz’ın yaptığı dini içerikli konuşmalar dönemin ruhu içinde “şeriat konuşmaları” gibi sunulmuştur. Bazı Refahlı belediyelerin ve Refah Partisine yakınlığıyla bilinen dernek ve vakıfların yine aynı dönemde başlattıkları “alternatif Yılbaşı” etkinlikleri de, irticai kalkışma olarak sunulmuştur. 

 Sultanbeyli Belediyesi; 

 28 Şubat döneminde adı sık sık irticaın merkezi olarak takdim edilen İstanbul’un Sultanbeyli ilçesinde, 11 Ocak 1997 tarihinde, dönemin 2’nci Zırhlı Tugay 
Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu tarafından, Belediye Başkanı’nın onayı alınmaksızın, ilçe meydanına Atatürk anıtı yaptırılması uzun süre kamuoyunu 
meşgul etmiştir. 

 28 Şubat darbesini soruşturan savcıya 6 Kasım 2012 tarihinde ifade veren dönemin Sultanbeyli Belediye Başkanı Nabi KOÇAK’ın; “Doğu Silahçıoğlu'nun 
bölgede provokasyon peşinde koştuğu, Meydana fiber Atatürk büstü diktikleri, amaçlarının büstü yaktırıp suçu Müslümanların üzerine yıkmak olduğu, heykel 
yakılmasın diye 15 gün boyunca başında nöbet tutturduğu, sonra fiber heykel yerine tunç olanını diktikleri" şeklindeki basına yansımıştır. 

  _Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım konuşması; 

KARATEPE’nin 10 Kasım törenlerine ilişkin konuşması basında irticaın ayak sesleri olarak yansıtılmıştır. Karatepe’nin konuşmasındaki “İnancımıza saygı 
duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım… Bu zulüm düzeni yıkılmalıdır….Müslümanlar içinizden bu hırsı, bu kini, bu nefreti, bu inancı eksik etmeyin” şeklindeki sözleri basında günlerce işlenmiştir. 

 Refah Partili Kayseri Belediye Başkanı Karatepe, bu sözleri dolayısıyla medya eliyle suçlanmış, siyasi irade görevden almış, resmi görevlerinden el çektirilmiştir. 
Dönemin Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe 02.11.2012 tarihinde Komisyonumuza bu konuda açıklamalarda bulunmuştur. 93 

 Diğer taraftan, bu süreçte Refah Partili Belediyeler de sıkı gözlem altına alınmış ve teftişten geçirilerek yargısal süreç başlatılmıştır. 

 Bunlardan; Gebze İlçesi Belediye Başkanı Ahmet PEMPEGÜLLÜ hakkında MGK Genel Sekret erliği tarafından alınan ihbar mektubu işlem yapılmak amacıyla İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir.94 Yazının sonuç bölümünde; “Uygun görüldüğü takdirde, konunun 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre incelenmesi için yazımız ve eklerinin Teftiş Kurulu Başkanlığına havalesi” istenmiştir. 

 İçişleri Bakanlığı tarafından söz konusu yazı hakkında işlem yapılmıştır. 

 _ Kudüs Gecesi etkinliği: 

 Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile dönemin İran Büyükelçisinin de iştirak ettiği bu etkinlikte çeşitli şiirler okunmuş, İsrail’in Filistine uyguladığı baskı bir tiyatro 
gösterisiyle izleyicilere gösterilmiş ve Refah Partili Belediye Başkanı tarafından Filistin’de uygulanan baskı ve zulüm konusunda bir konuşma yapılmıştır. 
Ancak bu etkinlik, gazetelerde “Türkiye İran mı olacak?” şeklinde yansıtılmıştır. 

 Sincan Belediyesi tarafından düzenlendiği iddia edilen “ Kudüs Gecesi ” olarak adlandırılan etkinliğin, kamuoyunda bilinenin aksine, Kudüs Platformu ile 
ortaklaşa yapıldığı öğrenilmiştir. 

 Geceye davetli olan İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri’nin yaptığı konuşmada, “Amerika ve İsrail'i düşman ilan ettiği, şeriat çağrısı yaptığı” öne 
sürülmüştür. 

 CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Bagheri'nin Türkiye'nin iç politikasına karışmasına hakkı olmadığını belirterek, " Dışişleri Bakanı'nı göreve çağırıyorum. Derhal tepkisini dile getirmeli ve Türkiye'nin olması gereken tavrını ortaya koymalıdır" demiştir. 

 Bu gelişmeler üzerine, Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Ali Tuygan, Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen " Kudüs Gecesi "ndeki konuşmaları nedeniyle İran'ın Türkiye Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri'yi Bakanlığa çağırarak görüşmüştür. Görüşmenin ardından Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, "Büyükelçinin söz konusu gecede yaptığı konuşmanın, içişlerimize müdahale niteliği taşıyan unsurlar ve Türkiye'nin dostu bazı ülkelere karşı uygun olmayan eleştiriler içerdiği, bu beyanlarının tarafımızdan protesto edildiği belirtilmiştir" denilmiştir. Ancak, Hükümetin söz konusu Büyükelçiyi derhal sınır dışı etmemesi Genelkurmay tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu olaydan üç gün sonra, 3 Şubat 1997 tarihinde Sincan’daki Kudüs gecesine ilişkin olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) tarafından inceleme başlatılmıştır. 

 İçişleri Bakanı Meral Akşener, hakkında açılan soruşturmanın selameti açısından Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın geçici tedbir olarak görevinden 
uzaklaştırdığını açıklamış; Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi de, Yıldız hakkında " Gözlem altına alınması " talimatını vermiştir. DGM Başsavcılığının Esas Hakkındaki Mütalaaında “Kudüs Gününün, Kudüs’le ilgisinin olmadığı; diriliş günü ve Müslümanların günü” olduğu vurgulanmıştır. 

 Bekir Yıldız, Kudüs gecesinde yaptığı konuşma nedeniyle 17.5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Sincan’da düzenlenen Kudus günü etkinliği 28 Şubat sürecinin 
en tartışmalı hadiselerinden birisini teşkil etmiştir. Etkinliklerle gündeme gelen Sincan’da NATO Tatbikatı dolayısıyla tanklar yürütülmüş, tankların caddede 
yürütülmesi medya tarafından “Tanklar Yürüdü” başlıklarıyla verilerek siyasi bir içerik kazandırılmıştır. 

 Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız Komisyonumuzda, bu denli tartışma yaratan olayın Ramazan programları çerçevesinde yapıldığından bahisle, 
Kudus etkinliğinin ilk defa değil, daha önceki yıllarda da aynı platformca düzenlendiğini beyan etmiş ancak bu yıl belediyenin Kültür müdürlüğünce 
yapıldığını anlatarak; 

 “Büyükelçiyle birlikte salona girdik, salona girdiğimizde o güne kadar bizim programımıza bu denli basından ilgi olmazdı, basının çok ciddi anlamda ilgisini 
gördük, bütün televizyonların orada bulunduğunu görünce doğrusu ben o esnada şaşırdım…Görüldüğü gibi dönemin şartları bakımından da birkaç yıldır yapılan 
bir kültürel etkinliği o günkü şartlarda başka bir atmosfer oluşturmak için kullanılmıştır. …Kudüs Gecesi yapıldı, iki gün ortada haber yok, ikinci gün Sabah 
gazetesi bir haber yaptı “Bu ne rezalet diye.” Sabahleyin telefon çaldı, açtımŞevket Kazan. “Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun, hangi süreçten geçtiğimizi biliyorsun, nasıl böyle bir hata olur?” dedi. Böyle girdi arkasından da… Yani sesi titriyordu, kızgındı, bu şekilde ifadeler kullandı” 95 demiştir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

30 Aralık 2015 Çarşamba

NECMETTİN ERBAKAN VE ÖĞRENCİLERİ



05.03.2011  
 
Türk siyasetinin son 40 yılına damgasını vuran liderlerden Necmettin Erbakan da ebedi âleme göç etti. Misyon adamı Necmettin Erbakan’a Allah’tan rahmet, yakınlarına ve Türk Milletine başsağlığı dileriz.

Hocayı Odalar Birliğinde ve  Türk siyasetinde renkli bir portre olarak gördük. 1969  seçimlerinde bağımsız Konya milletvekili seçildi. Ocak 1970’de, bazı asırlık tarikatlar üzerine MNP’yi kurdu. Parti bu özelliğiyle bir ilkti. Bilindiği gibi o tarihe kadar tarikatlar siyasetle ya hiç ilgilenmez, ya da ilgileneni olursa bu bilinmezdi. Gelenek böyleydi. Tarikatlar bütün Müslümanlara, hangi düşüncede,  hangi partide, hangi konumda olurlarsa olsunlar, dini ve dini terbiyeyi öğretmeyi görev bilirlerdi. Bu gönüllülüğe dayalı samimi ve halisane gayretler, son asırlarda giderek zayıflasa da, boşluğu bir ölçüde dolduruyor, faydalı oluyordu.
Türk Milletinin, Hoca Ahmet Yesevilerden, Yunuslardan, Mevlânalardan, Hacı Bektaşlardan, Şahı Nakşibendilerden, Hacı Bayramlardan ve nicelerinden gelen din anlayışı böyleydi. Aynen itikat imamımız Maturidî’nin söylediği gibi; “ Din başka, Siyaset başka, Şeriat başka ” denilirdi. Din vahye dayandığı  için değişmez. Allah’ın emirleri neyse odur. Dinde zorlama ve baskı yoktur. Ama değişken olan siyaset ve şeriat yoruma dayandığı için, Allah bu alanı insanın sorumluluğuna, onun akıl ve düşüncesine bırakmıştır.
İşte değiştirilen bu anlayıştır. Yani; din/tarikat-parti-siyaset aynı çerçeveye konmuş; siyaset dinin, din siyasetin içine tam olarak girmiştir. Böyle olunca da sevgi, saygı, barış, kurtuluş, hoşgörü, birlik ve güzel ahlâk dini; bu defa nereye gitmişse tam tersi olmuştur. Âdeta; baskı, zorlama, suçlama, aşağılama, tahammülsüzlük, dışlama, yabancılaşma, öfke, nefret, bölünme, ayrışma, düşmanlık, çatışma gibi haller ortaya çıkmıştır.
Kültürümüze ve din anlayışımıza uymayan bu değişikliğin kaynağı nedir? diye sorduğumuzda karşımıza şu tablo çıkıyor: Tarihte Müslüman ülkeler (Türkiye hariç) emperyalistlerin işgaline uğramış, buna karşılık köklü bir mücadele verilmiştir. Bu mücadelede yegane güç kaynağı olan İslam dini yorumlanarak, nefret etme ve düşmanla mücadele ideolojisi haline getirilmiş, yapılan mücadele sonunda bağımsızlık kazanılmıştır. İslam’ın siyasi ideoloji halinde yorumlanması ise kolay olmamış, pek çok ilim ve düşünce adamı  ciddi çalışmalar yapmış, büyük boyutlu kitaplar yazılmıştır.
Bu ülkeler bağımsızlıklarını bir şekilde kazandı, ama geride İslam’ı siyasi bir ideoloji halinde yorumlayan kültür kaldı. Toplum bu kültürü, bir manada İslam’ın gerçek hali olarak kabul etti. Bu da mazur görülebilir.
Kabaca ifade edilen bu anlayışı besleyen ve Türkçeye tercüme edilen bu çok sayıdaki eser kampanyalarla topluma sunulmuş ve büyük itibar görmüştür. Bunların çoğu da, iç ve dış bazı kaynaklarca finanse edildiğinden, parasız dağıtılmıştır. Her biri  10, 15 cilt hacminde olan bu eserleri yayımlayan firmalara bakıldığında, bir çoğunun mali gücünün olmadığı görülüyor. Yani ticari veya hayri bir teşebbüsten bahsetmek mümkün değil. Belli ki, sürekli ve sistematik propagandaya dayalı bir amaca hizmet ediliyor. Tabii konu sadece ücretsiz kitap dağıtmaktan ibaret değil. Bunu tamamlayan, çoğu masum pek çok dernek, vakıf, cemaat, fikir ve kültür adamının canhıraş faaliyetlerini de görmek gerekir.
Yanlış anlaşılmaması için kaydedelim. İslam dünyasında telif edilen bu eserlerin, Türkiye’de yayımlanması gayet tabiidir. Hatta gereklidir. Bilinmesinde yarar vardır. Ama yukarıda anlatılanlar bu değil. Türk Milletinin din anlayışını kendilerine göre biçimlendirmek üzere, çatışma ideolojisi haline getirilen  “İslam” yorumunun ithalini gerçekleştirmeyi amaçlayan niyetten bahsetmek istiyoruz.
Sonuç: Acaba bugün dini konuda ülkemizde yaşanan sıkıntıların temel sebeplerinden biri bu programlı “ İthal İslam ” Anlayışı olamaz mı?
Yeniçağ, 05 Mart 2011
 


..

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7





KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 7



.

Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):

Sonuç 

Derin Düşünce sitesi için hazırladığım ‘ Türkiye Darbeler Tarihi ‘ yazı dizisinin özel başlığını bilinçli olarak, ‘ Devlet Kuranların, Millet Kurgusu ‘ olarak seçmiştim. Temelleri itibariyle 
devletin kurulmasında askerlerin rolü etkendir ancak, milleti kurgulamamaları gerektiğini ıskalamışlardır. Bir devlet kurabilirsiniz belki ama o devletin topraklarında yaşayan yurttaşları 
kurgulayamazsınız. İşte bu darbeler, bu kurgulamaların sonucudur. Doğal, kendi halinde, olması gerektiği gibi bir zeminde şiddet ve düşmanlık mümkün değildir. Şiddet, kan, 
düşmanlık, ölüm, bölünme gibi olumsuzluklar hep bu sentetik kurguların sonucudur. Bugün bahsettiğimiz ‘ özgürlük ‘ sorunumuz aslında hep bu hesapçı kurgulamaların etkilerinin 
sonucudur. 

 Tarihin üzerinden geçen zamanla orantılı olarak yazılması kolaydır. Filmlere konu olabilir, belki bir şarkının sözlerine, bir şiire. Bir kalem yazabilir tüm bunları. Ancak fazlası vardır; o 
zamanı yaşayanlar. Daha da fazlası vardır; yaşayanların yakınları. 

 Yaşamak, yazmaktan çok daha zordur. Bir annenin yan odada uyuduğu evler vardır, çocuğunuzla koyun koyuna uyuduğunuz, eşinize sokulduğunuz, üstü açılmış mı diyerek 
usulca kapısını araladığınız odalarda, şevkatinizin baktığı kardeşler… Düşler vardır o evlerde, ışığın süzüldüğü her köşeye sinen, huzurlu düşler. Kabuslar vardır, sarıldığınız her nefesin 
sahibi olduğu kabuslar, vardır. Siz huzuru o evlere davet ededurun, sarıldığınız her canın kendini soluğunuzda saklı olduğu zamanlardan, huzurundan çok uzakta, bir ranza altında 
ayaklarını ve ellerini saklarken anımsadığı, tavaf ederken elektirik morarmış etlerini, çenesinden sızan kanın sıcaklığıyla yıllar sonra dahi canı gırtlağına dayanmış halde o 
kabuslardan uyandığı zamanlar da vardır. Ağlamaya başladığı ama hiç anlatmaya başlamadığı, herkesin sustuğu zamanlar vardır… 

 Zamanlar vardı. Artık yok, olmamalı. Bir dönemin suçlarının asıl faillerini görmeye bu kadar yaklaştığımız zamanlarda, bu acıların geçmişte kalması, darbenin ve darbe 
niyetlerinin devam etmemesi temennisiyle… 

 Bu çalışma sırasında fikir alış verişinde bulunduğum sevgili Hüseyin Kılınç beye ve Mehmet Yaşar Duru beye teşekkürlerimle. 


15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek 


Cafer Solgun

Röportaj dahi olsa, kendimce yaptığım her çalışmanın başına, kısa bir paragraf girmeye çalışırım. Ya da sonuna bir cümle eklerim, 
kendimce toparlamaya çalışırım. Ancak ‘ 12 Eylül Darbesi ‘ başlığında, Cafer Solgun ile yaptığım röportaj özelinde, öyle ‘ acılar 
‘ okudum ki, ne giriş yapacak kelimem, ne de sonuç çıkacak kuvvetim kalmadı. Ne diyeyim; saçlarına yıldız düşmüş anneler 
gibiyim, gibiyiz… Artık bitsin! 

C.B: Cafer bey, sizi zaten daha önce yaptığımız çalışma nedeniyle tanıyoruz. Ancak hafızaların tazelenmesi açısından, bize kendinizden bahseder misiniz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair 
kendinizi tanıtabilir misiniz? 

C.S: Dersimliyim. Aleviyim. Bazı çevreler solcu olmayı neredeyse ulusalcı, devletçi, statükocu olmakla eşdeğer hale getirdiler uzun zamandır; ama eşitlik, özgürlük, demokrasi ve adalet 
değerlerini savunmak, ölçüsü ve ölçütü özgürlük olmak manasında solcuyum. Öğrenim hayatım liseli bir genç iken “içeriye” atılmam sebebiyle yarım kaldı. İlk olarak, Ülkücülerin 
işlediği bir cinayeti protesto etmek için okulumuzda (Çağlayan Lisesi) düzenlenen boykota katıldığım için tutuklandım. 1978 yılıydı, 15 yaşındaydım ve İstanbul 2. Şube (İstanbul 
Sirekeci’deki Sansaryan Han’da idi) ile 1. Şube’de (Gayrettepe’de idi) bir hafta süreyle işkence gördüm. Bu yaşadığım ilk işkence tecrübesiydi; ama maalesef sonuncusu olmadı… 

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin önemli dönemlerini “içeride” karşıladım. Toplam 17.5 yıl hapis kaldım. Bunun 7.5 yılı, 12 Eylül cuntası dönemini içermektedir. Bu 7.5 yılım 1980 Mart, 
1987 Ağustos yılları arasında İstanbul Davutpaşa Sıkıyönetim Cezaevi ile sonradan açılan Metris Sıkıyönetim Cezaevi’nde, daha sonra açılan Sağmalcılar Özel Tip (Hücre Tipi) 
Cezaevi’nde ve sonradan tekrar Metris’te geçti. Çıktıktan sonra 12 Eylül faşizminin yaratmak, şekillendirmek istediği toplum modelini kabullenemediğim ve elbette değerlerimi 
koruduğum için mücadeleme devam ettim. O dönem henüz 12 Eylül’ün etkileri devam ettiğinden yeni yeni başlayan sosyalist yayınlar içerisinde en etkilisi olan Yeni Çözüm dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yaptım. Yasal, demokratik alanda gençliğin 
örgütlenmesi ve mücadelesi içerisinde yer aldım. Daha sonra, gelişen Kürt hareketi ile ilişkili olduğum iddiasıyla 1993 yılında tekrar tutuklandım. Sürgünler nedeniyle çok sayıda 
cezaevinde kaldım. 2002 Kasım ayında tahliye oldum. Gazetecilik yaptım. Öyküler ve araştırma kitaplarım yayınlandı. Sivil toplum alanında Türkiye’nin demokratikleşmesine 
yönelik etkinlikler ile Kürt sorunu ve Dersim ile ilgili sivil inisiyatifler içerisinde yer aldım. 

2007 yılında arkadaşlarımla birlikte Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme Derneği (Yüzleşme Derneği) adında bir dernek kurduk ve halen çalışmalarını sürdürmektedir. 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

C.S: Solcu bir genç idim. Dolayısıyla 12 Eylül darbesini faşist bir cunta olarak anladım. Öyleydi de. Fakat tabii ki darbenin etki ve sonuçlarını doğru anlayacak, tahlil edecek derinlikli bir 
bilincim yoktu; bu, zamanla oluştu. Darbeyi devrimci mücadelenin gelişiminin önünü kesmek için egemen güçlerin başvurduğu bir “çare” olarak görmüş ve direnme kararı almıştık. Ama 
direnişimiz, darbecilerin dayatmaları nedeniyle tamamen bir insanlık onurunu ve inançlarını, değerlerini koruma anlamı ifade ediyordu. Bugünden geçmişe baktığımda, kuşkusuz 
günümüzdeki kadar derinlikli olmasa da 12 Eylül algımızın ve ona karşı direnme kararlılığımızın, temelde doğru olduğunu düşünüyorum. Zamanla anladığım en önemli gerçek 
ise, 12 Eylül öncesi yaşanan kanlı karmaşanın “öngörülen”, planlanan bir süreç olduğudur. Bununla bağlantılı olarak, bütün topluma karşı bir “şekillendirme” amacı taşıyordu. Nitekim 
12 Eylül, daha önce gerçekleşen darbeler içerisinde kendi anlayışını en çok kurumlaştıran darbedir. Yeni bir anayasa getirmiştir. Üniversitelerin başına YÖK’ü getirmiştir. Yargıyı 
yeniden düzenlemiştir; HSYK bir 12 Eylül kurumudur. Çalışma yaşamını düzenleyen yeni uygulamalar getirmiştir. Din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir vb. Yani söz konusu olan 
sadece “devrimci mücadeleyi” engellemek, tasfiye etmek değil; bir bütün olarak ülkeyi ve toplumu Kemalist bir mantıkla yeniden kurgulamaktı. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

C.S: Gerek 12 Eylül’ü algılama biçimimde, gerekse de siyasi anlayış ve düşüncelerimde özde bir değişiklik yok; ama bir “olgunlaşma” olduğu da kesindir. Ama “olgunlaştım” derken 
kastımın “değişmedim” demek olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Bence olgunlaşmış olmak, en önemli değişimdir… 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: Hayat, en büyük öğretmendir. Kuşkusuz bunun için hayat karşısında “öğrenci” olmasını bilmek gerekir. Türkiye yakın tarihinde çok sarsıcı süreçler yaşadı. Bunlardan biri olarak 12 
Eylül, sadece siyasi tarihimiz açısından değil, kişisel tarihlerimiz açısından da adeta bir “milat” anlamı taşıyor. 12 Eylül’de yaşanan zulmün sonrasını hatırlayın: Önce bir Turgut Özal ve 
ANAP dönemi yaşadık. Bu dönemin olumlu ve olumsuz yönleriyle çok önemli olduğunu ve özellikle de “zihniyet değişimi” anlamında objektif olarak çok önemli bir rol oynadığını 
düşünüyorum. Ekonomik bağlamda Türkiye’nin uluslar arası sermayeye hiçbir dönem olmadığı kadar güçlü bağlarla eklemlenmesi, politik düzlemde de kaçınılmaz etkiler yarattı. 

Devamında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen sosyalist blokun yıkılması var. Onun da sonrasında dünyadaki çok sayıda ulusal ve toplumsal temelli sorunun uzlaşma ve 
anlaşmalarla nihayetlenmesi var. Aynı dönem, herkesin anlayış ve algısı, yüklediği anlam farklı olmakla beraber genel olarak “demokrasi” kavramının önem kazanması gündeme geldi. 

Türkiye’de de Kürt sorunu artık gizlenemez boyutlarda gelişti. Beraberinde Kemalist inkarcılık, ister istemez çözüldü. Vesayetçi anlayışın kendisini sürdürmesi için “tehdit ve 
tehlike” önceliklerini güncellemesi gerekti. Öyle de yapıldı. Kemalist aydın cinayetleri, “irtica geldi-geliyor” psikolojisi ve bunun üzerine “bin yıl sürecek” denilen “post modern” 28 Şubat 
süreci gelişti… Kaba hatlarıyla özetlediğim bu süreçlerin zihniyetlerimizi değiştirmemesi, olgunlaştırmaması düşünülemezdi elbette. Bu değişim ve olgunlaşma biraz ağır gerçekleşti; 
ama büyük ölçüde gerçekleşti… Örneğin darbelere karşı olmak günümüzde artık toplumsal bir tavır veya refleks haline geldi. Farklı siyasi veya ideolojik düşüncelerin, farklı inanç ve 
etnik, kültürel kimliklerin demokratik bir çerçeve içerisinde bir arada olabileceği görüldü. 

Kemalist dayatmalar ve bunun en doğrudan süreçleri olan darbelerin demokrasi ve bir arada yaşama kültürümüze zarar verdiği bir toplumsal duyarlılık, hatta bir bilinç haline geldi. 

Kuşkusuz bütün bu gelişmeler deyim yerindeyse zıddını da doğurdu veya netleştirdi. 3-4 sene önce 27 Mayıs da dahil bütün darbelere karşı olmak gerektiğini yazdığımda, bu, bilerek ya da 
bilmeyerek “iyi darbe-kötü darbe” ayrımı yapan solda şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştı. 

Bugün daha ileri bir noktadayız. 

C.B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

C.S: 12 Eylül öncesinin en büyük özelliği, toplumun neredeyse tamamını etkisi altına alan bir sağ-sol kamplaşmasının yaşanmasıydı. Bu kutuplaşma durumu devletin güvenlik birimlerini 
içine alacak boyutlarda yaygınlaşmıştı. ABD ve SSCB’nin başını çektiği uluslar arası düzlemde de bir kamplaşma vardı. Bunun sonucu olarak ABD faşist cunta rejimlerini destekliyordu. 

Türkiye’de de devletin temel politikası ABD’nin “komünizme karşı olmak” konseptiyle uyumluydu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrim, Ortadoğu’da ABD’nin uydusu 
Türkiye’nin önemini daha da artırdı. Türkiye’nin göremediğimiz özgünlüğü, kendisini ülkenin ve devletin sahibi olarak konumlandırmış olanlar açısından, yaşanan kanlı karmaşanın 
“uygun” bir ortam oluşturmuş olmasıydı. (Nitekim darbeci paşalardan biri, 3. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel, sonraki yıllarda “aslında biz darbeyi 1979 Temmuz’unda yapacaktık, ama 
şartların biraz daha olgunlaşmasını bekledik” diyecekti…) Ülkücü, milliyetçi çevreler “komünizme karşı mücadele” adı altında devlet tarafından silahlandırılmış, seferber edilmişti. 

Devrimci güçler ise, “yaklaşan devrim” için mücadele ediyordu. İnsanların öldüğü bu kanlı karmaşa ortamını derinleştirmek için 1 Mayıs (1977), Maraş (1978), Çorum (1980) gibi 
kitlesel katliamlar düzenlemekten de geri durulmadı. O karmaşa ortamında neler olup bittiğini ve Türkiye’nin nereye gittiğini kimsenin gördüğünü söyleyemem… Neler olup bittiğini 
ve sağ-sol kamplaşmasının taraflarının hangi derin senaryolara hizmet ettiğini görmek için 12 Eylül darbesinin yaşanması gerekti maalesef… Sonrasında sol dağıldı, hala bile açık ve net bir 
dille telaffuz edilemeyen ağır bir yenilgiye uğradı, tasfiye edildi. 1980'lerin sonlarında başlayan toparlanma çabaları da, bu bilinçten yoksun olduğu için 1990'lı yılların ikinci yarısına 
gelmeden etkisiz kılındı. 1990'lı yıllardan itibaren ise artık gündemimizde 12 Eylül faşizmine karşı direniş içerisinde kitleselleşmiş bir Kürt sorunu ve PKK olgusu vardı… 

C.B: Bugünden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

C.S: Yukarıda da değindiğim gibi, değişmekten ziyade görüşlerimin olgunlaşmasından, derinleşmesinden bahsedebiliriz. 12 Eylül zihniyetini daha net bir şekilde tahlil edecek bilinç 
ve deneyime sahip olmaktır söz konusu olan. Yoksa 12 Eylül’ün bir faşizm olduğu noktasında o zamanki algım ile bugünkü anlayışım farklı değil. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları 
geleceğe yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

C.S: Tabii ki. Çok şükür geçmişimde utanç duyacağım hiçbir şey yok, neden paylaşmayayım ya da siz neden çekinerek sorasınız? Kişi olarak “çocuksu” hatalarım olmuştur elbette; ama 
“bilerek” herhangi bir hatam olmadığı gibi, duygularım, duyarlılıklarım kişiliğimi oluşturan temel taşlardır hala. Benim de içinde olduğum binlerce kişinin işkence görmesi, tutuklanması, 
haksız yargılamalara tabi tutulması… olsa olsa darbecilerin utancı olabilir; ama onlarda da bu duygu yoktur… Devrimci Sol adlı örgütün üyesi olmak suçlamasıyla tutuklandım. Devrimci 
Sol-Dev-Genç ana davasının “sanıklarından” biri olarak 146/1 maddeden yargılandım. İroniye bakar mısınız: Bu memleketin solcuları “anayasayı ilga etmek” suçlamasıyla idam istemiyle 
yargılandılar, bazılarımız idam da edildi; ama o anayasayı hep darbeciler “ilga” etti. Çiğnedi. Kafasına göre değiştirdi. Bu arada ilginç bir şey daha söyleyeyim: Hala sanığım! Söz konusu 
dava 1982 yılında açıldı ve halen devam ediyor! Şu anda Yargıtay aşamasında… İstanbul’da kurulan 2 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılandım, arkadaşlarımla birlikte… Ama bu 
yargılamanın adil olmadığını söylememe gerek var mı? Yargılamalar işkencealtında alınan ifadelerle yapıldı. Sıkıyönetim savcısı olan subaylar ve yargıçlar da bu işkenceci işleyişin birer 
parçasıydı. Mahkeme salonlarında dayak yediğimiz, saldırıya uğradığımız çok olmuştur. 

Bunlardan bir tanesinde, 6 Kasım 1982'de yapılan anayasa referandumu ve cuntanın şefi Kenan Evren’i cumhurbaşkanı yapma oylamasında, mahkemede “cunta anayasasına hayır!” 
dediğimiz için saldırıya uğradık… 12 Eylül hukuku, neresinden baksanız tipik bir faşizm idi… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

C.S: Emniyette çok ağır işkenceler gördüm. İlk defa işkence gördüğümde 15 yaşındaydım. İkincisinde (1980) de 18 yaşından küçüktüm. Yaşımı belirtmemin nedeni, işkencecilerde 
hiçbir vicdan, izan kırıntısı dahi bulunmadığının anlaşılması içindir. Falaka, askı, elektrik, tazyikli soğuk suya tutma, “denizaltı” dedikleri işkence (askıda iken yüzüme pamuklu bir bez 
koyup suya tuttular. Boğuluyorsun, ciğerlerin patlayacak gibi oluyor. Sonradan bunun CIA’nin bir işkence yöntemi olduğunu öğrendim.), kaba dayak gibi çok sayıda işkence yöntemine 
maruz kaldım. İnsanların işkence altındaki bağrışlarını dinlettiler. Bu işkenceler 12 Eylül döneminde cezaevlerinde de başka yöntemlerle devam etti. Dayatılan kurallara (İstiklal 
Marşı okuma, askerlere “komutanım” diye hitap etme, Atatürk eğitimine katılma vb.) uymayınca kaba dayak ve falaka başta olmak üzere saatlerce süren işkence seansları 
oluyordu. Dayatılan şey sadece “kurallara” uymak da değildi; amaçlanan “nedamet” getirmek, yani “itirafçı” olmaktı… O dönemin TRT programlarını hatırlayanlar bilir: Çeşitli 
cezaevlerinden sağcı veya solcu tutuklular “Atatürk’ün ne kadar büyük adam olduğunu şimdi anladım” türü açıklamalar yapmak üzere ekrana çıkartılırdı. Yine “şükür” diyeceğim; çok 
işkence gördüm, toplamı yüzlerce günü bulan açlık direnişlerine katıldım, ama bu tür utançla anacağım bir “hatıram” yok… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 


C.S: “Amacın hasıl olması” olarak yorumluyorum… Kuşkusuz başka birçok neden de sayılabilir. Örneğin dönemin devrimci örgütleri kendi durumlarını çok “abartılı” 
değerlendiriyorlardı. 12 Eylül öncesi kitlesel kabarışın sağlıklı, istikrarlı bir kabarış olmadığını görememişlerdi. Ufukta bizi bekleyen bir “devrim” yoktu. Örgütsel yapılar sanılanın aksine 
son derece güçsüz idi, vb. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

C.S: Hayatımın değişik dönemlerinde kendi hayatım adına vicdani muhasebeler yaptım. Kişilik ve düşüncelerimin acılarla olgunlaştığını söyleyebilirim. İşkencecilerim de dahil kimseye karşı 
kin, nefret, düşmanlık duyguları içerisinde değilim. Yüzleşme ve hesaplaşmanın ülkemizin geleceği adına olması gerektiğine inanıyor, bunun için uğraş veriyorum. Ama bütün bunlar 
kişisel olarak “normal” olduğumu söylemek için yeterli mi? Emin değilim… Bazen hepimizin psikolojisini sakatladıklarını düşünüyorum. En azından kendi adıma söyleyebilirim bunu. 
Çok duygusal ve hassas bir yapım olması, bu hikaye ile doğrudan bağlantılı mesela. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

C.S: Tabii ki öyle bir düşüncem yok. Kemalist zihniyeti bilince çıkaramadığım dönemlerde ben de içerisinde olduğum sol yapılara hakim olan anlayış nedeniyle örneğin 27 Mayıs darbesi 
için “o farklı” gibi şeyler düşünüyordum. Ama bunu aşalı çok oldu. Darbelerin her türü ülkemizin kendi dinamikleri ile, kendi mecrasında ileriye doğru yürümesine yapılan 
müdahalelerdir ve “iyisi-kötüsü” yoktur. Zaten söylemleri şöyle ya da böyle olsa da tümü de aynı zihniyetten beslenerek yapılmıştır. Aralarında olduğu varsayılan farklar sadece 
konjonktüreldir; yani dönemin ihtiyaçlarına göre Kemalist zihniyet ve vesayetin hakimiyetini korumaktan başkaca bir amaçları olmamıştır. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

C.S: Zihniyet olarak hiçbir farkı yok. 12 Eylül’ün deşifre olmasından, artık savunulamaz hale gelmesinden dolayı 12 Eylül darbesine karşı olduğunu söyleyip de 28 Şubat’tan yana olmak 
ya da Ergenekon soruşturmasına “öyle bir şey yok, AKP muhalefeti tasfiye ediyor” türü tepkiler vermek, İlkersiz, tutarsız tutumlardır. Farkında olarak ya da olmayarak asıl realiteyi 
görmekten kaçınmaktır. 12 Eylül’ün öncesi de sonrası da dahil olmak üzere bütün darbelerin, darbe girişimlerinin, planlamalarının, organizasyonlarının mimarı ve sorumlusu, kendisini 
Türkiye’nin etnik, dini, kültürel gerçeklerini “yok” etmekle mükellef gören anlayış ve bu anlayışın örgütlü kadrolarıdır… 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

C.S: Bir önceki soruya cevabımda tarif ettiğimi sanıyorum. Bir başka ifadeyle de belirtilebilir: Türkiye’de TSK, herhangi bir ordu değildir. Kendisini “kurucu güç” olarak görmektedir. 
Dolayısıyla “kurduğu” rejimi “korumak-kollamak” misyonu ile kendisini donatmıştır. Böyle olduğu için de, herhangi bir ülkenin ordusundan farklı olarak adeta bir iç savaş ordusudur. 
Zira kendisine “düşman”, “tehdit” veya “tehlike” olarak bellediği bütün dinamikler, aslında Türkiye’nin gerçekleridir… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 


C.S: Daha önce de 12 Eylül Anayasası çeşitli maddeleri itibarıyla değiştirildi. Ancak ilk defa bu anayasanın özüne “dokunan” bazı değişiklikler yapılmak isteniyor. Benim istemim ve 
beklentim, 12 Eylül anayasasının “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” denilen maddeleri de dahil tümüyle değiştirilmesi, Türkiye’de yaşayan herkesin farklılıklarıyla 
varlığını güvence altına alan bir anayasa yapılmasıdır. Mevcut 26 maddelik değişiklik paketi, Kürt sorunu ve Alevilerin istemlerini görmezden gelmek ile malul olduğu ve bahsettiğim 
nitelikte olmadığı için son derece yetersizdir. Ancak bizi “bir adım ileri” götürecek mahiyettedir. 13 Eylül günü yeni, sivil ve demokratik anayasa istemimizi her zamankinden 
daha canlı bir şekilde gündeme getirmemiz şartıyla, “evet” oyu vereceğim. (Bu arada ilk defa sandığa bu vesileyle gideceğimi de belirtmiş olayım.) Sonucun “evet” çıkması yeni anayasa 
talebimizi gündemleştirmemiz yönünde daha olumlu bir ortam sağlayacaktır. Referandumda “boykot” tavrını anlayışla karşılamak gerektiğini düşünüyorum; Kürtler ve Aleviler açısından. 

(Ama Alevi örgütlerinin tutumu da malum; 12 Eylül’ün en çok gadrine uğramış bir toplum olmakla 12 Eylül anayasasını, mevcut statükoyu korumak birbiriyle hiçbir şekilde 
bağdaştırılacak tutumlar değildir.) Ancak statükocular dışındaki insanlarımız açısından “hayır” demenin asla doğru bir tercih olmadığına inanıyorum. 12 Eylül anayasasını savunma 
durumuna düşmenin, 12 Eylülcüleri yargı önüne çıkarmayı engellemenin “hayırlı” bir iş olmadığına inanıyorum. 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

C.S: 12 Eylül darbesinin herkes adına çok ciddi ve öğretici bir “yüzleşme” konusu olduğuna inanıyorum. Türkiye toplumunun da 12 Eylül ve darbeler ile yüzleşmesi gerekiyor. 

Darbecilerin kendilerini “başarılı” addetmelerine neden olan, biraz da “biziz” çünkü… Günümüzde ortaya çıkan duyarlılığın kalıcı bir bilince dönüşmesi, geleceğimize daha güvenle 
bakmamızın en büyük umut kaynağıdır… Kişi olarak acılı süreçler yaşamış olmamın bir “bedeli” olacaksa eğer, isterim ki bu “bedel”, herkes adına daha demokratik, özgür bir 
Türkiye olsun ve bizler, bugünkünden daha farklı sorunlar için uğraş verelim… Mesela Dersim’e bu sene neden az turist geldiğini tartışalım… Ya da İstanbul’daki ulaşım sorunu 
neden hala çözülmedi diye eleştirelim belediyeyi… Veyahut da gayrısafi milli hasıladaki düşüş nedeniyle hükümetin ekonomiden sorumlu bakanını istifaya davet edelim… “Normal” 
dertleri olan barış içerisinde huzurlu bir Türkiye’de yaşayacaksak, kişi olarak yaşadığımız bütün acıların unutulmasından yana hiçbir şikayetim olmaz. Çocuklarımızın bizim anılarımızı 
dinlemekten sıkılmalarına da alışırım. Bir hakkım, katkım olmuşsa böyle bir cennet Türkiye’ye, “helal” ederim… Öbür türlü vicdan sahibi her insan gibi ben de rahat ve huzurlu 
bir uyku bile uyuyamayacağım… Biraz duygusal bir kelam etmiş olacağım, ama, yaşıyorsam, 
bunun içindir… 

Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında 



Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin, 28 Şubat Post Modern Darbesi, bizzat yaşadığım ve halen yaşamakta olmamdan kaynaklı olarak, bu dizi içerisinde, benim için 
belki de en zorudur. 

 O Günlere Dönelim 

Dönemin Refah Partisi 1995 Genel Seçimlerinden birinci parti olarak çıkar. 1996 yılında DYP-ANAP koalisyon 
hükümetinin güven oyu Anayasa Mahkemesince geçersiz sayıldığından, dağılmıştır. Bunun üzerine 
TBMM’de birinci parti durumunda olan RP ile ikinci parti durumunda olan DYP, Refah-Yol Hükümetini kurmuştur. 

Hükümet kurulduktan bir süre sonra hem RP’li ağızların ‘ yanlış, çarpıtılmaya müsait, şımarık ‘ söylemleri, mevcut ‘ şeriat geliyor ‘ ürküntüsü halinde, paranoyakça yaşayanların askere yüz 
dönmesine mahal vermiştir. 

 Bazı Olaylar; 


Ekim 1996; Erbakan’ın, Mısır, Libya ve Nijerya’yı ziyareti. 

Kasım 1996; Susurluk Kazasıyla ortaya çıkan polis-mafya-siyasetçi üçleminde RP içerisinden ‘ fasa fiso ‘ denmesi. 

Kasım 1996; Kayseri’nin RP’li Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin ‘ laik düzeni ‘ eleştirmesi ve alternatifler üzerinde yönlendirmesi. (Karatepe bu konuşma nedeniyle 
hem 1 yıl hapis, hem de para cezasına çarptırılır) 
 
11 Ocak 1997; Erbakan’ın tarikat liderleri ve şeyhlere iftar daveti vermesi. 


 Tüm bu gelişmelerden sonra; 

22 Ocak 1997; yüksek rütbeli subaylar ‘ irtica ‘ endişesine karşı toplanır. 

30 Ocak 1997; Sincan Belediyesi Kudüs Gecesi düzenler. İran büyükelçisinin davetli olduğu gecede gösterilen ‘ cihad oyunu ‘ büyük tepki alır. 

5 Şubat 1997; Sincan’dan askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. 
 
5 Şubat 1997; daha sonra başörtüsü yasağı mağduru kadınlara; ‘ Arabistan’a gidin ‘ diyecek olan Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan’a birkaç mektup gönderir. 

Tam bu dönem, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya; ‘ irtica PKK’dan daha tehlikeli ‘ der. 
 
11 Şubat’ta ‘ Şeriat’a Karşı Kadın Yürüyüşü ‘ gerçekleşir. (Kadınlar, kadınlar aleyhine yürür) 


 Tüm bu gelişmelerden- geliştirmelerden sonra 28 Şubat 1997 günü, 9 saat süren MGK toplantısı yapıldı. MGK sert ve vurgulu bir biçimde ‘ laikliğin ‘ Türkiye’de hukukun ve 
demokrasinin teminatı olduğunun altını çizdi. MGK’dan çıkan kararlar Necmettin Erbakan’ın önüne gelince, Erbakan bu hali ile imzalamayacağını belirtti. Kısa bir süre sonra imzalamak 
zorunda(?) kaldı ve imzaladı. Dönemin Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş RP’nin kapatılması için dava açtı. Aynı dönem, Genel Kurmay ‘ irticai faaliyetleri desteklediğini ‘ iddia ederek birçok 
firmaya el koydu. Erbakan istifa etti. 


 Vural Savaş

Necmettin Erbakan

 Her şey bu şekilde sonlanmadı elbet. Hemen ‘ 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim ‘ gündeme geldi. İlkeler yeniden altı çizilerek hatırlatıldı, sanki unutulmuş gibi! 

 28 Şubat 1000 yıl sürecek ‘ kararları alındı. 

 Sonra sanırım görünen cesetler olmadığından kaynaklı, ölüler, faili meçhuller olmadığından kaynaklı, yahut bir yumuşatma hali olsun için bu darbe ‘ 28 Şubat Post-Modern Darbesi ‘ 
olarak tanımlandı. 

 Post-Modern Darbe başlığında birçok yorum yapıldı. Ben ‘post’un bürünülen bir şey olduğu çağrışımından yola çıkarak yorumladım. Çünkü resmi tarihin yazdıklarının altındakileri 
yaşadım, yaşadık. Birçok iddia ortaya atıldı, birçoğu yaşadıklarımızla paralel düşününce neredeyse ispatlandı. 

 Çok net hatırlıyorum. Önce sokaklarda ellerinde asalar, sakallı, cüppeli birçok insan görür olduk. İsimlerinin ‘ Aczimendi ‘ olduğunu öğrendik. Aynı dönemlere yakın olmalı. 

MÜSLÜM GÜNDÜZ ( ACZİMENDİ TARİKAT LİDERİ )

FADİME ŞAHİN ( MÜRİT )

ALİ KALKANCI


Televizyonlarda, yolda gördüğümüz adamlardan birini gördük; saçlarından sürüklenerek götürülüyordu, baskın ne hikmetse an ile kameralara yansımıştı, elinde başörtüsüyle 
masum(!) bir genç kız, başörtüsüyle saçını yüzünü örtmeye çalışıyordu. Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı, Fadime Şahin; televizyonlarda her akşam ama her akşam, haber programların 
hepsinde, şarlatan şeklinde, sapık, tacizci şeklinde lanse ediliyordu. 

 Gazeteler ve televizyonlar, Kemalist ideolojinin neferleri, YÖK üyeleri, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin üçlüsü dışında kimseyi konuşturmuyordu. 

 Üniversite dönemlerimdi. Başörtülü olarak okula giremeyeceğimize dair söylentiler dolanmaya başlamıştı. Daha ne olduğunu anlayamadan hocalardan, öğrenci işlerinden 
uyarılar gelmeye başladı. Birden köşelere sıkıştırılan kızlar, akabinde ağlayan kızlar olduk. Sonra onlarla tanıştık; güvenlik görevlileri, peruklar, şapkalar, okul önlerindeki ‘ 
soyundurulma ‘ kabinleri… 

 Önce hocalarla bozuştuk, sonra okulla, sonra ailelerimizle, sonra kendimizle bozuştuk, en sonunda bozulduk. 

 Kamu kurumlarında görevli arkadaşlarımız da katıldı bu bozgunlara; önce kendileri, sonra eşleri görevden alındı yahut sürüldü. 

 Milletin kararı olan Merve Kavakçı, seçilmiş bir milletvekili olduğu halde, TMMM’de yuhalandı. Yeminin etmesine fırsat verilmedi. 

 Biz bu haldeyken, birileri Ali Kalkancı’yı bir gecede ‘ şeyh ‘ yapan birileri, bir gazeteci, bir rütbeli, bir transeksüel zaferlerini kutluyordu. 

 Aradan biraz zaman daha geçtikten sonra Aczimendilerin sesi, soluğu, görüntüsü kesildi. Bir başkası girdi devreye; Hizbullah. Birçok yerden domuzbağı yöntemiyle öldürülmüş insanların 
cesetleri çıktı. Müslüman feminist Gonca Kuriş bu başlıkta ortadan kaldırıldı. Ancak ‘ 28 Şubat Ruhu ‘ ortalıktan hiç kaldırılmadı. 

 Post-Modern’in postları Ali Kalkancı’nın postlarıyla da bitmedi. Post, post üstüne; ekonomik kriz, banka hortumcuları, deprem… 28 Şubat geçiş sürecinde sergilenen oyun, repliğinden 
mimik şaşmadan oynandığı sırada banka hortumcuları, gazete patronlarına peşkeş çekilen dolarlar, ekonomik kriz altındaki nedenler bir posta büründürülerek sunuldu bizlere. Çoğuna  
inandık yahut göz yumduk. 

 Ak Partinin alternatifsiz tek parti olarak Türkiye’nin başına açık ara farkla gelişi, yerini bir süre daha koruyacağı garantisi, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olma ihtimali gündeme 
yeniliği olan bir müdahaleyi getirdi; 27 Nisan E-Muhtırası. 

 Nerdeyse bu olaylar üzerinden 10 yıl geçmişti ki, başörtüsü yasağını çözmeyi seçim vaadi olarak kullanan Ak Parti bu yasağı çözme girişiminde bulundu. Bulunmasıyla birlikte 
kapatılması hemen gündeme geldi. An ile aslında birçoğumuzun bildiği ancak asla yüksek sesle ifade edemediği derin devlet yapılanması olan ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ başlıkları 
yayıldı. An ile alınan mahkeme kararıyla, bu yapılanmanın adının ‘ Ergenekon Terör Örgütü ‘ olarak anılması yasakladı. İsim değiştirilince yapılan tüm hukuksuzluklar bir anda anlam 
değiştirdi(!) 

 İtiraflarla birlikte darbe planları ile tanıştık; JİTEM gerçeği, devlet-siyasetçi-mafya-PKK- asker ilişkisi, 17500 faili meçhul gibi dehşet verici gerçekler(?) ifadelerde yerini aldı. Bir gün 
bir siyasetçi, bir gün bir emekli asker, bir gün bir gazeteci, bir gün bir PKK itirafçısı çıkıp anlattı… Geçiştirilmeye çalışıldı, yalandır, iftiradır dendi. 28 Şubat sürecinde hiç suçu olmadığı 
halde, iş yerine el konulan insanların, evlerini talan edip, arama yapanlar, yan odadan çocuklarının oyuncağını almasına izin vermeyenlere ‘ emir ‘ verirken; iş Ergenekon’a gelince, 
emekli dahi olsa bir askeri soruşturma için davet etmeye dahi tepki verdiler. Darbe zeminlerinin yaratıcısı, sözde gazeteciler tutuklanınca ‘ demokrasi nerede? ‘ diye bağırmaya 
başladılar. 

 Sonra mı? Sonrası bir sonraki, Darbeler Tarihimizin son başlığı 27 Nisan e- Muhtırası başlığında… 

 Bu gün neredeyse üzerinden 13 yıl geçmiş olmasına rağmen, o gün alınan kararların, yasakların halen sürdüğü bir ülke de, yeni başlayan eğitim sürecinde, hala başörtülü genç 
kızlar ‘ bana bir peruk lazım, o da pazartesi lazım ‘ diyorsa ve hala adları üniversite hocası olan bir takım zihinsel özürlüler, düşünme yetisini kaybetmiş vicdansızlar 20 yaşında bir genç 
kıza, sınıfın ortasında, arkadaşları arasına ‘ it ‘ diyorsa, ve hala okul önlerindeki baş açma kulübeleri dolup boşalıyorsa, tüm bunlara rağmen bu işin tezgahçıları, haklarında delil 
bulunamadığı(!) gerekçesiyle bir gecede 100 kişilik bir bölük halinde salıveriliyorsa, 28 Şubat halen devam ediyor demektir, bir düşünün derim; Şeriat nerede, demokrasi nerede? 28 
Şubat’ın ‘post’unun altında. 

 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan 

Demokrasinin bir sistem olarak yer bulduğu ülkelerde, ülke vatandaşlarının seçimleri ve tercihleri ülkenin kaderini belirler. Demokrasinin özde değil, sözde olduğu ülkelerde ise yönetim 
darbe  muhtıra  müdahaleler ile kurgusal bir şekilde sağlanır. 

Aslında bir ülkenin darbeler tarihini inceleyecek kadar uzun bir zaman, belirli aralıklarla darbe ve muhtıraya şahit olunması dahi sistemin olması 
gerekenin dışında olduğuna kanıttır. 
İşte bu kanıtlardan bir kanıt olan 27 Nisan E-Muhtırasını, Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin son başlığı olarak atıyoruz. 

Genel Kurmay Başkanlığı 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20'de laiklikle ilgili bir açıklama yaptı. Her açıklamada mevcut ‘ sertliği ‘ barındıran bu açıklamanın her zaman 
olduğu gibi gerekçesi laiklikle ilgiliydi. 

 Çok uzun yıllar belirli periyotlarla darbe-muhtıra görmüş bir milletin, radyo ile başlayan askeri müdahale ilanları, gelişen teknolojiyle birlikte internet ulaşımına kadar vardı. 
Teknolojinin büyük evrimler geçireceği kadar uzun zamanlarda, darbe-muhtıra ilanı aracı olarak radyodan, internete geçildi ancak darbe-muhtıra müdahaleleri amaç olarak herhangi 
bir evrim geçirmedi, aynı kaldı. 


 Muhtıraya giden süreç… 

10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına 30 gün kala, yasal olarak olması gerektiği gibi Cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecine girilir. Yine anayasal 
olarak Cumhurbaşkanı TBMM tam üye sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oy ile seçilir. Ancak ülke Cumhurbaşkanı olarak önerilecek ismin eylemselliğinden çok şekilciliğine, zihin okuma 
yöntemleriyle ehemmiyet veren, çok sesli, az sayıdaki, baskın azınlığın meydanı olma halinde uzun yıllar baskı ile yönetildiği için, bu uğurda halkın seçimi dahi dikkate alınmadığı için ve Ak 
Parti iktidarı sürecinden rahatsızlık duyan kesimin ‘ ordu göreve ‘ çığlıkları ile Cumhuriyet Mitingleri düzenlediği için bu normal süreç, sanki anormalmiş gibi yaşanır. 

 Cumhuriyet Mitingleri ile ülkeyi kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ederken, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramına tarih olarak yakın düşen önemli 
günlerden bir gün olan Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çakışır. Kutlu Doğum Haftası etkinleri bünyesinde birkaç çocuk, başını örtüp, ilahi söylediği için, asker ve sivil görünümlü militer 
yapı heveslileri büyük rahatsızlık duyar. Gazetelerin köşelerinden, televizyonların ekranlarına, sokaklara ve meydanlara taşan bu kitlenin Ak Parti’nin seçimlerden tek başına iktidar 
olmasından duyduğu rahatsızlığa, birkaç çocuğun şiir, ilahi okuması bardağı taşıran son damla etkisi yapar. Darbecilerin laiklik tehlikesi(!) ihtimaline dahi tahammülü yoktur. İşte her 
şey böyle başlar, halkın seçtiği bir parti ve birkaç çocuğunun dinlerinin en önemli şahsiyeti olan Peygamberlerini anması, bir ülkenin silahlı kuvvetlerini ve kısmi kitlesini darbe-
müdahale-muhtıra lehine harekete geçirir. 

Bildirinin Tam Metni 

Tüm bu gelişmelerden sonra bir görüşe göre gereklilik arz eden açıklama, bir görüşe göre müdahale-muhtıra olan bildiri hiç tereddüt edilmeden yayınlanır. 

 ‘’ Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde 
artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması 
isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi
kapsamaktadır. 
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl 
amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve 
bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır. 

Bu bağlamda; 

Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde kuran okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet 
iptal edilmiştir. 

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan 
çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi 
tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur. 

Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa 
düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk 
İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir. 

Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve 
Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir. 

Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha 
da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret 
almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir. 

Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir 
inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. 
Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek 
şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir. 

Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve 
bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir. 


Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile 
izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz 
yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. 

Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve 
bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir. 
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.” 

 Bu muhtıranın kof bir gerekçe olan; laiklik tehdit altında öyle ise müdahale etmek görevdir, sorumluluğu yanı sıra, bir başka yönü de; Ermeni, Kürt ve ırkçı olmayan vatandaşlarının 
antidemokratik uygulamalara, zulme ve şiddete maruz kalması, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ ilkesine riayet etmeyenleri açıkça ‘düşman‘ ilan etmesidir. 

 Sonuç 

Hükümet bildiriyi üzerine almış ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümetin de laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet alışılmadık 
bir şekilde, daha önceki askeri müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine muhtırayı sert bir tepkiyle karşıladı. Cemil Çiçek konuşmasında Genelkurmay Başkanı’ 
nın resmi olarak Başbakan’ a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirtti. 

Mecliste temsil edilen CHP, ANAP, DYP, HYP, SHP ile TBMM’de sandalyesi olmayan DSP, MHP, İP liderleri erken seçim kararı alınarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yeni Meclis 
tarafından yapılması gerektiğini basın açıklamaları ile belirtmişlerdir. Ancak Hükümet böyle bir yolu tercih etmediklerini ve seçim sürecinin devam edeceğini açıklamışlardır. Abdullah 
Gül ise adaylıktan çekilmeyeceğini açıklamıştır. 

Ülkeyi Cumhuriyet Mitingleri ile kaos ortamına, bölmeye götürenler eylemlere devam ede dursun; bu sürece rağmen Cumhurbaşkanı önerisi olarak 24 Nisan 2007 günü Abdullah 
Gül’ün adı ortaya çıktı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmış; 
Anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi ile Cumhuriyet Halk Partisi tarafından oturumun iptali için 
Anayasa Mahkemesi’ne açılan dava sonucu Meclis’in bu birinci oturumu, Anayasa Mahkemesi’nin 1 Mayıs 2007 tarihli kararı ile iptal edildi. 6 Mayıs 2007 tarihinde Mecliste 
yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11. Cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçim üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçildi. Böylece Nisan 2007'de başlayan 
Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanını seçim süreci sona erdi. 

Ayrıca, TBMM’de 27 Nisan 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi 1. turunda toplantı yeter sayısı olan 367 sayısına ulaşılamadığı gerekçesiyle CHP tarafından Anayasa 
Mahkemesi’ne yapılan itiraz başvurusu 1 Mayıs 2007 tarihinde haklı bulunarak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1. turu iptal edilmiştir. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde erken seçime gidileceği açıklaması yaptı. Ayrıca, 1973 ve 1980'de olduğu gibi askerlerin Cumhurbaşkanlığı sürecine artık 
müdahil olmalarını engellemek için, Anavatan Partisi’nin teklifi TBMM tarafından kabul edilerek Anayasa değişikliği yapıldı ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarının 5 senede bir 
doğrudan halk (cumhur) tarafından seçilmesi kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP itiraz ettikleri için bu değişiklik referandum ile halkoyuna sunuldu ve 
%78 oy oranı ile kabul edilerek kesinleşti. 

Not: Ergenekon Davasının halen sonuna gelinememiş olduğu bu zamanlarda, ispatlanamadığı gerekçesiyle, faillerinin elini kolunu sallayarak gezdiği, yahut bir gecede salıverildiği, Darbeler 
Tarihi yazı dizisine başlık olamamış ‘ darbe eylem planlarını ‘ planlandığına inansam dahi hali hazırda ‘ıslak bir imza‘ mevcut olmadığından-olduğundan(?) bu başlığa konu olması 
gerekirken, etik bulmadığımdan, bu yazıya konu etmiyorum. 

 Bitirirken 

Yazı yazmak yorucu bir uğraştır. Akademik yahut bilgiye dayalı toplamda bir sayfalık bir yazı için dahi, yeri geldiğinde onlarca kitap, makale taramanız gerekebilir. Beyni oldukça yoran bu 
eylemden fazlası da vardır; ruhu yoran yazılar yazmak. 

 Türkiye Darbeler Tarihi yazı dizisinin bilgiye, araştırmaya dayanan bir yönü olduğu gibi ruha baskı yapacak, bezginlik yaratacak bir yönü de oldu. Daha reşit olmadığı bir yaşta işkence 
görenler ile röportajlar, neredeyse bir hiç uğruna asılmış bir başkandan tutunda, eğitim-çalışma hakkı zorla gasp edilmiş başörtülü öğrencilere kadar, katledilen, faili meçhul denilen 
bir yığın insanın, bir yığın acısına şahit olduk. Çok istekli olarak başladığım bu yazı dizisi açıkçası beni çok yordu. Şimdi bitirirken bir görevi teslimin rahatlığı yanı sıra bir eziyetler 
dönemine tekrar şahit olma halinden kurtulmanın huzurunu yaşıyorum. Son başlığımız olan 27 Nisan Muhtırasının da, bu minvalde asker eliyle yapılmış son müdahale olmasını 
diliyorum. 

 ...