PANZER VE KÜRT İSYANI, KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ BÖLÜM 2
NAZİLERİN YABANCI İŞÇİ POLİTİKASI
1929’da başlayan Büyük Ekonomik Depresyon, ekonomilerini kurtarmak isteyen Almanların faşistleşmesine kapı aralarken, iç ve dış düşman üretmelerine yol açtı. Nazi rejimi, inanılmaz miktarda yabancı işçi gücünü sömürmeye başladı. Çünkü Avrupa’yı işgal planları yapan Adolf Hitler, 11 milyon Almanı askere almıştı. Boşalan işci gücüne yenisi konmadan sa-
vaşamazdı. Bu nedenle öncelikle geleneksel işci gücü tarlası, hazır rezervi olarak gördüğü Polonya’yı işgal etti. İşgal edilen topraklarda bir hafta içinde kurulan İşçi Alma Ofisleri, polis ve asker kolluk kuvvetiyle, çalışacak tüm genç erkek ve kadınları topluyordu. Hitler, sadece bazı Avrupa ülkelerinde biraz dostca davrandı ve gönüllü işcilik metodunu tercih etti. İspanyol, İtalyan ve Hırvatlara kibar davrandı. Savaş sonunda 7 buçuk milyon yabancı işçi gücü kullanılıyordu ve bunun 1.8 milyonu savaş esiriydi. 1944’de endüstriyel üretimin dörtte biri yabancı işciler tarafından sağlanıyor du. Nazi rejimi ve savaş makinesi, yabancı işci sömürgeciliği olmasaydı, daha erken çökebilirdi.
Yabancı işçilere nasıl davranılacağının prensiplerini yazan ve yöneten Alman Sauckel idi. Filozofisi özetle şöyleydi: “Tüm işçiler mutlaka beslenecek ve barınacak yer verilecek ki, maksimum seviyede sömürülebilsinler ve yüksek seviyede verim alınabilsin.” Bunun anlamı yabancı işçilerin asker gözetimi altında çalıştırılmasıydı. Kaldıkları barakalar da kontrol altındaydı. Sosyal hayatları ve sivil hakları yoktu. Sağlık sigortaları bulunmuyordu. Polonyalı,
Rus ve Yahudiler, etnik aidatlarını gösteren özel bir kimlik taşıyordu. Pek çok yabancı işci, kötü beslenme, ağır iş şartları, bakımsızlık, hastalıklar ve ağır cezalardan dolayı öldü. Sauckel’in sert disiplin kurallarının temelinde insanlıktan yoksun şu emri ve tavrı vardı: “Yabancı işçiler bir nebze olsun umurumda değil. Eğer iş yerlerinde en küçük bir hata yapar veya suç işlerlerse, önce hemen polise bildirin. Asın, kurşuna dizin onları. Umurumda değiller. Eğer tehlikeli iseler yok edilmeleri gerekir.”
Nazilerin yabancı işcilere yaptıkları zulüm sadece kölelere yapılan eziyet ve işkencelerle kıyaslanabilir. Aynı zihniyetin yansımalarını, izlerini daha sonraki dönemde de görmekteyiz.
1955 ile 1973 arasında Almanların uyguladığı misafir işçiyi kabul etme düzeni, aile birleşmesine karşıydı ve göçmenlerin sürekli yerleşmesini engelliyordu. Ancak ailelerin birleşmesini engelleyemediler, başaramadılar. 1973’de Alman hükümeti, yabancı işçilerin ülkelerine dönmesi için elinden geleni yaptı. Türkler ve Kuzey Afrikalılar gitmediler. 1974 ile 1981 arasında
yabancı göçmen kadınların oranı yüzde 12 arttı. Yabancı çocuklarda yaşı 15’i bulanların oranı yüzde 52’ye çıktı. 1970’lerin sonunda yabancı göçmen yerleşimcinin nüfusu 4 milyondan 1980 ların ilk yıllarında Türklerin sayesinde beşyüzbin birden arttı. Bu durum Almanları rahatsız etti.
Bu gün Alman istihbarat birimleri gurbetçilerimize karşı karanlık bir proje yürütüyor. Şimdi de onları tanıyalım.
FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND)
Yukarıdaki bölümlerde efsane Alman istihbaratçı Gehlen’den bahsedilmişti. Bu istihbaratçı Alman istihbaratının çevresini değiştirmişti. Fakat bu değişimlerin hemen hepsi Alman derin devlet anlayışının lehine oldu. Federal Almanya İstihbarat Servisi’ne gelince. Bu servis = Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von Gehlen’in idaresinde kurulan Federal İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan çalışıyordu ve bütçesi de, 1952’de 40 milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir süre önce teşkilattan ayrılmasına rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Almanya İstihbarat Servisi, küçük hücreler şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd etmeden aynı titizlikle çalışan teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de büyük paslaşmalar ve dayanışmalar içinde çalışmıştır.
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü olarak da faaliyet göstermektedir. Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı Köln’e bağlı Ehrenfeld’ de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin bulunduğu kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir.
Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri bu grup yapar. Eylemlerinde ünlü ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür.
DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ
MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı.
Almanların ayrılması sonrası Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta kalbi olmuştur. Doğu ve Batı Almanya arasında öykülerin gerçeklerle karıştığı casusulukla ilgili olaylar yaşanmıştır. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını Avrupa yani Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır. 1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığın oluşturduğu bir konseyle kontrol altında tutmuştur. Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur çalışmıştır. karargahı Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya ‘da adam kaçırma ve öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini aşkın ajanının bulunduğu bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri
şunlar olmuştur:
1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini sağlamak.
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak.
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması yapmak.
4. Daire : Din ile mücadele müesseleri ortadan kaldırma.
“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek.
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da oluşturmuştur.
Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim daha vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu teşkilatların koordinasyonun dan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumludur. Bu da bir gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faali-
yet göstermiştir. Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üretimi gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü bir servis olmuştur.
Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır.
Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman casuslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı altında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır.
Arşiv bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir.
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ülkeler üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgilerin çokça olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk yapacak Türklerin sayısında bir artışın olması da doğaldır.
Necip Hablemitoğlu’nun kaleminden Almanya tarihine göz atmakta yarar var:
XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II. Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi kabul edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini öngörmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabilecekleri sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Macaristan, Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında toplamak yani pan-germenizm!..
1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)
Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Örneğin, Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yolunu tehdit etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ül-
kesine gelmesi ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma izini ile gelen sözde arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan kuşkuları giderememişti. Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı
İmparatorluğu üzerinde emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve Fransa’yı da harekete geçirmişti. Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü, bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının bir yansıması olan vefasızlığın bedelini, Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topraklarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen Osmanlı yöneticileri, özellikle de İt-
tihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I. Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs 1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti. Bu üç emperyalist ülkenin yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı Devletinin ittifak önerisini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz olarak- gündeme gelmişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle anlayan Alman Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek” talep etmişti:
Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını zaafa uğratmak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal savaş) çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel Kurmayı emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti.
Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı. Şöyle ki:
I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu gecikmenin bedeli Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti.
II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin Türk birliklerinin ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak kullanma oyunu, Hıristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına yönelik olarak Çanakkale’de sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de
oyalamayı hesaplayan Alman Genel Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders vasıtasıyla planını uygularken, Türk tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa Kemal’in ünlü müdahalesine kadar…
III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu.
Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert karşı çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu
iki ülke kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri ile ilgili kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı.
IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla işbirliğine gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik
açıdan önemi büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde, Alman Kiliselerinde şükran ayinleri düzenlenmişti.
Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine seyirci kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile alay edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile mesafeli durmaya gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti. Atatürk, Almanya’nın dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak bu ülkenin çıkarlarının ve de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi.
2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)
Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları, Versay Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun neden olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti. İtilaf Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar
Dolara çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le birlikte, pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da ileri gidilerek “ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler Almanyası’nın ilk hedefi, Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak İdil (Volga) nehrinin boylarında yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki birkaç yüz kişilik küçük bir Alman kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad (Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu.
Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na dönüşmesine gelecekti.
3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği
2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu olağanüstü zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı. İşte bu noktada Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti kurulmasını kâğıt üzerinde yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa Radyosu” na izin verirken; diğer taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve
eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı “satın almaya” başladılar. Alman Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik duygularıyla izah edilmezdi; konunun insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Stalin, Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye sınırında yaşayan “güvenilmez halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska) Türklerini, Çeçenleri, İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına kadar cinsiyet ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri sürgün bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun
% 46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra, Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak, onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı… Ya Türkiye?!.
ALMANLARIN TÜRK LEJYONU
Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkıma uğrayan Almanya’ya “bin yıllık bir gelecek” vaat eden Hitler, 1800’lerin felsefe akımlarının öncüsü Almanya’nın yerine büyük bir disiplinle ilerleyen askeri Almanya’yı koyabilmiş ve bu şekilde askeri anlamda çok büyük başarılar
göstermişti. Neredeyse 3 yıl içinde tüm Avrupa’ya ve Mısır hariç Kuzey Afrika’nın tamamına “Gamalı Haç”a boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Alman ordularını uçsuz bucaksız Rus cephesine yönelten Hitler’in bilinen hataları olmasaydı, III. Reich uzun yıllar hükmünü sürdürürdü. Biliyoruz ki durum böyle olmadı. Schutzstaffel; Türkçe karşılığı ile “Koruma Timi” anlamına gelen bu mutantan harp makinesini yaygın kullanımıyla “SS” olarak biliyoruz. Kuruluş amaçları Adolf Hitler’in şahsi güvenliğini sağlamaktı. Toplama kampları kurulana kadar polis görevi de yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Bundan sonra Waffen-SS ve Allgemeine-SS olarak 2 gruba ayrıldılar. Allgemeine-SS isimli grup polis görevi yaptı. Genellikle ordu kökenli olmayan subaylar tarafından idare edildi. Çok büyük savaş suçları işleyen SS bölümü Allgemeine-SS kuvvetleridir. Waffen-SS ise ordu eğitimi almış subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942’den sonra gençler askerlik vazifelerini burada yapmaya başlayınca da parti muhafızı gibi bir özelliği kalmadı. Naziler Paris’ten Moskova’ya kadar çok büyük toprakları işgal ettikleri için işgal ettikleri bölgelerin halklarından da asker
temin etmişlerdir. Waffen-SS toplamda 38 tümene sahipti ve bunların 26 tanesi Alman olmayan kavimlerden oluşmuştu. Öncelikle Alman kavmine akraba kavimlerden askere alım olsa da, daha sonra diğer kavimlerden de tümenler oluşturulmuştur.
Bunlar:
Macaristan, Letonya, Estonya, Arnavutluk, Hırvatistan, Hollanda, İtalya, Flamanya, Valonya, Rusya ve Belarus birlikleriydi…
Bu 38 tümen haricinde gönüllü birlikler de Naziler için savaşmışlardır. 31 farklı isme sahip olan bu gruplar arasında Türk Dünyası’na akraba halklar da vardır. Özbek, Kazak, Kırgız, Azeri, Çerkes, Çeçen, Kırım Tatarı, Gürcü, Ermeni, Türkmen, Dağıstanlı, Karakalpaklar, İnguşlar, Çuvaşlar, Udmurtlar’dan oluşan bu gönüllü birliklere Doğu Lejyonları diyoruz.
Stalin’in ordusunda Rus iklimine uygun olmayan teçhizatla görev yapmak mecburiyetinde kalan bu halklar gerek Sovyet baskısı gerekse uzayan savaş sebebiyle milyonlarca kurban verdiler. Aileler bir daha birleşmemecesine parçalandı ve büyük acılar yaşandı. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov “Toprak Ana” isimli eserinde o dönemde yaşanan drama ışık tutarken her açıdan baskı altındaki bir halkın simgelerle konuşan dili olmayı da başarmıştı. 22 Haziran 1941 günü başlayan Barbarossa Harekâtı’nın başında, Doğu Cephesine yönelirken, Baltık halklarının, Ukraynalıların ve Sovyet zulmünden yılan onlarca ulusun Nazi ordularını çiçeklerle karşılamasını görerek, Sovyetler için, “Biz sadece kapıyı tekmeleyeceğiz ve tüm
çürük bina yıkılacak.” diyen Führer savaşın muhtemel süresi hakkında yanılıyordu. Başlangıçta Führer’in sözü doğru çıkacak gibi görünmekteydi. Zaten zorla cepheye sürülen Kızıl Ordu’nun binlerce askeri ya firar ediyor ya da subaylarını öldürerek teslim oluyorlardı. Kış mevsimi başladığı vakit iki milyonu aşkın esire sahip olan Almanya bu gönüllü tutsakları SS Birlikleri’ nin içine serpiştirmişti. Zaman geçtikçe sayıları ve etnik çeşitlilikleri artan bu askerler Waffen-SS yönetiminde örgütlendiler.
Bu örgütlenmeyi Türkistan Milli Birlik Komitesi’nin kurucusu olan ve Alman-Sovyet Savaşı başladığı dönemde Almanya’da olan Türkistanlı Veli Kayyum Han sağlamıştı. Türkistanlı esirleri kamplardan kurtarmak için Alman genelkurmayı ile görüşmüş ve Türkistan Lejyonu’nu kurdurmayı başarmıştı. 4 Ocak 1944 tarihinde Berlin’de yapılan bir toplantıda SS İdari Merkezi’nin temsilcisi SS Binbaşı Schulte 1 Ocak 1944 tarihinden itibaren geçerli olmak
kaydıyla 450. Türk Taburu’nun ve subaylarının SS kadrosuna alındığını ve birliğin ilk komutanı olan Andreas Meyer’in yarbay yapıldığını bildirmiştir. Bu lejyonda Rus ve Slav ırkına dâhil olmayan, Kırım’dan Kafkasları da içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan topraklarda yaşayan halklar görev yaptı. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve Çeçenlerden müteşekkildir.
Kur’an-ı Kerim ve iki kılıca el basarak, Türkistan Bayrağı’nın önünde yemin eden gençler sağ kollarında “Türkistan, Allah Bizimle” yazılı askeri üniformalarını giyerlerdi. Lejyonun siyasi ve milli tüm işlerini Türkistan Milli Birliği Komitesi yönetirdi. SS Şefi Heinrich Himmler bu tümenin hava yolu ile Orta Asya’ya gönderilip burada bir ayaklanma başlatma fikrine büyük
destek vermiştir. Her ne kadar tümen olarak geçse de Türk Silahlı Kuvvetleri ölçülerine göre alay seviyesindedir. Bu birliğe Trawkini’deki SS Birlik Eğitim Kampı’nda eğitim verilmiştir. Yeterli üniforma, çizme ve donanım yoktu. Birliğin fotoğraflarında çok farklı Waffen-SS üniformaları nın görünmesinin sebebi budur. Beyaz Rusya’nın başkenti Minks’de örgütlenen partizanlara karşı yapılan operasyonlara katılırken ileri düzey eğitimlerini de almaya devam ediyorlardı.”Bu sırada alay komutasında da değişiklikler yapılmıştır. Binbaşı Meyer-Mader alay komutasını bırakmıştır. Bu değişikliğin sebebi konusunda çeşitli rivayetler mevcuttu. Bunlardan birine göre, Binbaşı, anti-partizan operasyonlarından birinde, bir düşmanın
keskin nişancı ateşiyle öldürülmüştü. Başka bir rivayete göre de, 1944 yılının Mart ayında alayda çıkan bir isyan sırasında ölmüştü. Ancak büyük ihtimalle, Wehrmacht’a haber vermeden yeni Türk Birliği için kara kuvvetlerinin diğer birliklerinden asker toplamaya çıktığı için kendisi askeri mahkemeye çıkarılmış ve firar suçundan yargılanmıştı. Rütbesi
binbaşılıktan indirilmiş ve 1944 yılının Mart ayında SS-Sonderregiment Dirlewanger’e (Dİrlewanger Ceza Alayı) gönderilmişti. 2 Mayıs 1944’de de çatışma sırasında öldürülmüştü.
28 Mart 1944’de Yuratishki’de, eski bir ordu yüzbaşısı olan ve 5 Şubat 1944’de Waffen-SS yüzbaşısı rütbesiyle görev yapan SS-Hauptsturmführer Billig tarafından alay komutası devralındı. Bu dönemde bazı düzensizlikler yaşanmış olmalı ki, Yüzbaşı Billig 78 isyancıyı kurşuna dizdirtmiştir. Bu olay ve alkol sorunu yüzünden, 6 Nisan 1944’de Billig komutadan alındı. Onun ardından SS-Hauptstmführer (Yüzbaşı) Hermann 27 Nisan 1944’de alay komu-tasını devraldı. Bu komuta boşluğunda alaydaki isyankâr davranışlar kontrol altına alınmış ve alay tekrar düzene sokulmuştu. Bu huzursuz dönemde alayda yüksek miktarda firar yaşanmış fakat bunların çoğu 7–12 Nisan tarihleri arasında alayın hareketinde tekrardan gönüllü olarak alaya teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Hermann’ın 2 Mayıs 1944’de alay komutasını fiilen devralmasına kadar neden alay kadrosunun yerlerinden ayrılmadıkları ve yeni komutanın gelmesini bekledikler ise bilinmemektedir.”
Birlik Rusların Minks’deki cephe gerisi sabotaj faaliyetlerine karşı mücadele ettikten sonra 22 Haziran 1944 tarihinde çökmüş olan Merkez Ordular Grubu’nun savaş bölgesinden, önce Lomza’ya oradan da Bialystock yönüne gönderildi.
“26 Ağustos 1944’de Doğu Müslümanları SS Alayı 9. Ordu’nun Emrine alındı. Bu tarihte tekrar Von der Bach’ın kolordu grubuna dâhil oldu. Dış Mahallelerdeki çatışmalar 27 Ağustos 1944’e kadar sürmüştü. Sonuç olarak Weichselviertel’deki çatışmalar 3-10 Eylül arasında, Mokotow’daki çatışmalar 11-23 Eylül arasında, Zoliborz’daki çatışmalar da 29 Eylül-2 Ekim 1944 tarihleri arasında sürmüştü. 15 Eylül 1944’de alaya, Radom bölgesi üst SS şefliği ve polis şefliği komuta etmişti. 24 Eylül 1944’de Alayın bazı kısımlarıyla, Albay Lang Muharebe Grubu’na bağlı 3. Panzer Grenadier Taburu bünyesindeki Staufer Muharebe Grubu yer değiştirdi. 29 Eylül 1944’de 9. Ordu’nun komutasında olan bölgeye ‘Varşova Muharebe Bölgesi’ adı verildi. Bölgede Dirlewanger Alayı’nın yanı sıra, Polis Taburu ‘Brückhardt’, Polis Taburu ‘Krabbe’ ve Müslüman SS Taburu ‘Kalus’ bulunmaktaydı. Bunun dışında Doğu Müslümanları Alayı’ndan bahsedilmiyor. 3 Ekim’de Polonya Anavatan Ordusu teslim oldu. Bu sırada alayın herhangi bir kısmının görev alıp almadığını, belge yetersizliği yüzünden bilmiyoruz.”
Bu birlikler tüm Nazi geri çekilişinde ve hatta Berlin Müdafaası’nda görev yapmışlardır. Bugün tam sayısından emin olamasak da takriben bir buçuk milyon asker Kızıl Ordu’dan ayrılarak Naziler için savaşmıştır. Bunlar ideolojik olarak Nazi yanlısı olmasa da Rus işgalini önlemenin Almanya’ya destek olmaktan geçeceğini hesaplayan insanlardı. Dönemin şartlarını dikkate alan bir değerlendirme bizi bu bakış açısının da yabana atılmaması sonucuna ulaştırır. Birçoğu uzayıp giden savaşlarda ölen bu insanların bazıları da Stalin’in tarafından idam edilmiştir. Müttefiklere esir düşen bir kısmı ise savaş sonrasında Stalin’e teslim edilmişlerdir. Onların yolculuk güzergâhında bulunan Türkiye bu insanlar için sahte bir ümit ışığı olmuş, Türkiye’nin kendilerini salıvereceği umudunu taşıyan bu askerler hayal
kırıklığı içerisinde Stalin’in idam mangalarının önüne sürülmüşlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya’ya karşı oluşturulan tugaylar bugün dahi bir tartışma ve karalama kampanyasının konusudur. Balkanlarda Boşnak ve Arnavutlar, Orta Asya’da Türk halkları halen Nazi işbirlikçisi olmakla itham edilir haldedirler. Bu kara propagandanın altında tüm halkları baskı altında tutmaya yönelik siyonist hesabı görmemek mümkün değildir. Biz konu ile ilgilenen herkesi bugünden geriye doğru bakarken o günün şartlarını hesaba katmaya ve kendi vatanlarına yönelen birinci derecedeki bir tehlikeyi atlatmak için kendilerine daha uzak bir tehlike ile ortak mücadele yürütmelerinin gerçek sebeplerini daha dikkatli tahlil etmeye davet ediyoruz. (119)
Bugünkü Almanya aslında Hitler’in eski sağkolu, CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki has adamı Gehlen’in eseridir. Bu nedenle Gehlen Organizasyonu’nu anlamadan Kılıç’ı çözemeyiz.
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
116. Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’.
117. Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı. hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
118. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 102.
119. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 111.
***