Nuh Mete Yüksel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nuh Mete Yüksel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 2

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 2



2002 yılında Alman vakıflarına yönelik casusluk iddiaları üzerine açılan davanın iddianamesinde, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang 
Sachsenröder, Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve Börte Sagaster, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, FİAN temsilcisi Birsel Lemke, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar, eski Bergama Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay, Lemke ve Konyar'la bağlantılı 
çalıştığı bildirilen Özcan Durmaz hakkında, TCK'nın "devletin emniyetine karşı gizli anlaşma" başlığını taşıyan 171. maddesine göre 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis istenmiş ve sonrasında sanıklar beraat etmiştir. Görüldüğü gibi Alman devletinin desteğini arkasına alan Yücel Sayman, casusluk suçlamasından beraat etmiştir. 4 Mart 2003’de yapılan son duruşma neticesinde Ankara 1 No’lu DGM, Alman vakıfları soruşturması kapsamında haklarında dava açılan onbeş kişinin hepsinin beraatine karar verildi. 
Dış İşleri Bakanlığımızdan aynı gün yapılan açıklamada, “Türk adaletinin tarafsız ve objektif karakterini vurgulayan bu karar, Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğuna öteden beri inandığımız Alman vakıflarının bu niteliklerini de doğrulamaktadır. Alman vakıfları aleyhine açılan davanın tüm sanıklarının beraat kararıyla, ükelerimiz arasındaki köklü dostluğun ve yakın ilişkilerin bu süreçten daha da güçlenerek çıkmış oldukları değerlendirilmektedir.” denildi. (43) 

Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere mesele örtbast edilmiş oldu ve üstü kapandı. Oysa ahir ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Hablemitoğlu Almanlar ifade verdikten 7 ay sonra Aralık 2002'de öldürülmüştü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaşmış ancak bir süre sonra bundan vazgeçilmişti. 

Hablemitoğlu suikastını Gülen grubu üzerine yıkma çabası ise Alman istihbaratının maharetiydi. Veli Küçük’e Ergenekon veya Kılıç’tan emir geldi, verildi, o da talimatı HSYK'nın kınama cezası verdiği Nuh Mete Yüksel’e verdi. DGM Cumhuriyet Savcılığı görevinden alınarak Ankara Cumhuriyet Savcılığına atanmıştı. DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, görüntülerin montaj değil gerçek olduğuna karar verdiği günlerdi. Kurul'un kınama cezası verdiği Yüksel, DGM Savcılığı'ndan ayrıldı. Türkiye'nin en tartışmalı davalarının savcısı olarak bilinen Yüksel, hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kasetin montaj olduğunu ve 
kendisine komplo düzenlendiğini söyledi.Yüksel, son olarak Fetullah Gülen ve Alman Vakıfları ile ilgili dosyalar hazırlamış davaların açılmasına önayak olmuştu. İlginç durum ise şantaj kasedinin Çağdaş Eğitim Vakfı ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer'in başkanlığı yaptığı vakıfta bulunması idi. Yeni Şafak gazetesi ise, savcıyı çiçek suladığı (!) evden çıkarken görüntülemiş  ti. ÇEV ve Ergenekon, Alman istihbaratıyla koordineli çalışıyordu. 

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama'da siyanürlü altına muhalefet eden köylülerin temsilcileri mahkemede 'beraat etti'. 'Türkiye'nin bütünlüğü aleyhine legal casusluk faaliyeti yürütmekle' suçlanan sanıklar için DGM'den oybirliğiyle beraat kararı çıktı. 

Dava eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından, öldürülen Dr. Necip  Hablemitoğlu'nun 'Alman Vakıfları Bergama Dosyası' kitabına dayanarak açılmıştı. Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Türk Dışişleri Bakanlığı birer açıklama yaparak beraatten duydukları memnuniyeti dile getirdi. Bu dava açıldığı günlerde Almanlar da ülkelerindeki Türk vakıflarına baskın düzenleyerek 300 kişiyi gözaltına almıştı. 

Bu konuyu ülkemizde pek az yazar ve gazeetci yazma cesaretini gösterdi. Bunlardan en medyatiği olan Alman Narkotik İstihbaratı'nda görev yapmış Talip Doğan Karlıbel, Alman faşistlerle Türk Ergenekon'u arasındaki ilişkiyi deşifre etmişti. Karlıbel Alman faşistlerle Ergenekon çetesinin bağlantısını ortaya koyan sansasyonel açıklamalar yaptı. Birde kitap yazan 
Talip Doğan Karlıbel, bu ilişkinin temelini ideolojik birliktelik olarak ortaya koyuyordu. 

VELİ KÜÇÜK VE ALMAN FAŞİSTLERİ 

Karlıbel, Alman faşistlerin, Türkiye'nin AB sürecini bloke etmek için Ergenekoncularla birlikte hareket ettiğini, Ergenekoncuların da kendi çıkarları çerçevesinde bir devlet yapılanması kurmak için Almanya'daki faşistlerden destek almak istediğini söylüyordu. Karlıbel'in verdiği çok önemli ve şaşırtıcı bilgi ise; Alman ve Avusturya Özel Harp Dairesi'nde uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'le, Veli Küçük'ün özel günlerde bir araya geldiklerini söylemesiydi. Bununla ilgili birçok belgenin Alman Güvenlik birimlerinde bulunduğunu belirten Karlıbel, şunları söylüyordu; "Birçok buluşmaları olmuş. Bununla ilgili bir sürü belge var. 

Gerhard Frey'in başında bulunduğu, Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi'nin geleneksel çadır günleri yapılır. Bu çadır gününe dünyadaki faşist liderler gelir. 

Buraya Türkiye'den Veli Küçük katılıyor." (44) 

İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları: 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe bilen, Türkiye’nin etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. 
Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır. Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir 
fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar. 

Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum”. 

Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve 
sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır. Önceleri, 
Almanya’da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak… 

K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ 

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir. Eski ANAP’lı bakanlardan Bülent Akarcalı en önemli destekçileri… 

Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. 
Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yol açmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… 

Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir”. 

Kongreya hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde Alman derin devletinin ilgisi de büyüktü. BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmişti. 
Alman iç istihbarat örgütü olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemişti: 

“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. 
Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümet ten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin 
çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” . 

Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: 
“Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimler  in Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir.” 

Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. 

Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmekte dir. 
TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik ilgileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu ’nun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere bağlı kalmakta ne kadar duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır. 

KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermekte bu konuda çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Zaten kitabın ilk bölümünde Gezi olaylarına Alman devletinin ilgisi yeterince açıklanmıştı. Bir gençlik hareketi olarak algılatılmak istenen bu olaylara Alman hükümeti Merkel düzeyinde, Alman medyası ve Alman derin devleti büyük ilgi göstermiş ve desteklemişti. 

Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar Türk istihbarat kurumlarının anlaşılamayan hoşgörüsü altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22). KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir. 

 Hablemitoğlu’nun yazdığı bu raporu oldukca paranoyak bulabilirsiniz. Mehmet Eymür’ün savunduğu gibi daha çok MİT mensubu bir istihbaratçının kaleminden çıkmış gibi duruyor. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 1

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,

Şimdi de bir Alman akademisyenden bahsedelim. Bu, Türkiye’deki Laz’larla ilgilenen bir akademisyen. Bu akademisyenin adı Wolfgang Feuerstein. Bu Alman akademisyen Lazların ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamak amacıyla BND içinde bir birim meydana getirmişti. Bu birimin desteklediği, yayınladığı dergi ve kitaplar Türkleri bu konuda yönlendirmek manipüle edebilmek için Türkiye'ye gönderilmişti. Burada küçük bir parantez açalım ve Feuerstein de bir diğer Alma akademisyen Udo Steinbach gibi Türkiye'ye giremediğini belirtelim. Nedeni basit: Steinbach, PKK lideri Öcalan ile Ankara arasında arabuluculuk önerisini resmen ileten bir başka ‘derin’ akademisyen. 1994’den beri yasaklılar listesinde. Steinbach ile 1 Ekim 2000’de Hamburga’ta yapılan görüşmede bu satırların yazarına, "İslam'a yapılan saldırıları, Müslümanlara yapılan baskıları merak edenler, Kemalist sistemin 80 yıldır Türkiye'de yaptığına bakabilirler" ifadelerini kullanmıştı. Yine görüşmenin bir yerinde Müslümanlar'ın yaşadıkları her yerde elbette cami inşa edebileceklerini söyleyen Steinbach, "Batılı aydınlar, profesörler, siyasetçiler hep Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor. 
Neden Müslümanlar'ın özgürlüklerinin nasıl gasp edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini kimse düşünmüyor?" diye sormuştu. 

Bugünlerde 2012 itibariyle Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanı olan Prof. Dr. Udo Steinbach, "Müslümanlar'a demokratik bir ortam hazırlamadan, onlara demokratik haklarını vermeden onlardan entegrasyon beklemek, haklı bir talep değildir, bir dayatmadır" görüşünü savunmaya devam ediyor ve Batı'nın İslam'a karşı çok önyargılı olduğunu ve Batı medyasının tamamen kötü niyetli bir şekilde Müslümanlar'ı karalayan yayınlar yaptığını her fırsatta dile getiriyordu. Batılı devletlerin ve elitlerin "İslam'da reform" gibi taleplerinin gülünç olduğuna da işaret eden Steinbach, "Müslümanlar'dan, İslam Peygamberi'nin yaşamadığı, kabul etmeyeceği bir hayat yaşamaları 
isteniyor. Bu dürüst bir davranış değildir" diyor ki, gerçek müslümanların kafasını okuyor. 
Dünyanın her yerinde olabilecek adi vakaların İslam toplumunda yaşanması halinde bunun İslam'a mal edildiğine de işaret eden ediyor ve şu tesbitlerde bulunuyordu: "Bu açıkça saptırmadır, af buyurun ama İslam düşmanlığıdır. Zoraki evlilikler dünyanın her yerinde var. 

Cinayet, gasp, anarşi her toplumda var. Lübnan'daki, Türkiye'deki, Suriye'deki namus cinayetleri her toplumda var. Peki bu tür vakalar Müslümanlar arasında olduğunda neden dinine mal ediliyor? Adam karısını öldürmüş, kadın kocasını aldatmış, anne baba kızını istemediği biriyle evlendirmiş. Bunun İslam'la ne alakası var? " Şimdi Steinbach’ı biraz daha 
yakından tanıyalım. 

Udo Steinbach, Almanya'da politika ile ilgilenen herkesin tanıması gereken, özel istihbarat teşkilatının yöneticisi, Ermenilerin soykırım konusunda kullandığı tezleri Ermeni diasporası adına Türkiye aleyhine kullanan akademisyen Taner Akçam'ın işvereni, Alman İslamı projesinin kuramcısı, PKK’lı Kürtçülere çok yakın olması yanısıra onların teorik destek vericisi bir isimdir. Defalarca Suriye'ye giderek, Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapmıştır. Alman’ya da alınan Prof.Dr. ünvanına sahip olduğunu ve ayrıca emekli yarbay olduğunu da belirtelim. Klasik filoloji ve Arap edebiyatı okuyan ve doktorasını anonim Arap masalları üzerine yapan Steinbach, 1966 yılında yayınlanan " 20.yüzyılda Türkiye. Avrupa’nın Zor Partneri " kitabı ile meşhur oldu. 1971-75 yılları arasında Alman İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) "yakın bir kurum" olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Berlin) Bilim ve Politika Vakfının Orta Doğu Masasını yönetti. 1975 yılında Almanya’nın 
sesi radyosunun Türkce bölümüne müdürlük yapan Steinbach, 1976'da Hamburg’daki Doğu Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve 2012 itibariyle halen burada müdürüdür. Anadili gibi Türkçe konuşuyor ve yazıyor. 

Türkiye’nin iyiligini (!) isteyen Emekli Alman Yarbay Türk gazetecilere şunları yapın diyor: 

1- Laiklik kaldırılsın. 
2- Türk ulusalcılığı kaldırılsın. 
3- Bunları Atatürk getirdi, dikte etti, zorladı; dolayısıyla yapay bunlar, Atatürk’u de kaldırın. 
4- Atatürk zaten dinsizdi. Kaldırın gitsin Kemalizmi. Yoksa AB’ye almayız. 
5- Kürtler Türklerden çok Almanlara benziyor. Sonuna kadar arkalarındayız. 
6- Kürtlerle Konfederasyona gidilsin, Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi eyaletler kurulsun. 

Kemalizmi kurduran Almanlar acaba bugün neden kaldırmak istiyor olabilir? Almanların Türkiye’nin kimliğini değiştirme girişimini Atatürk döneminde de görmek mümkündü. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve yaveri Hasan Rıza Soyak’a göre CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 28 Haziran 1935’te İtalya ve Almanya’ya yaptığı seyahat sonrasında faşizm ideolojisini esas alan bir tüzük hazırlamış, sabaha kadar tüzüğü inceleyen Atatürk, sabahleyin hışımla odasından çıkarak “Kim bu zorbalar, bu kuvveti kimden alıyorlar, kendilerini milletin iradesinin üstünde zannediyorlar, İsmet bunu okumamış herhalde” demiştir. Soyak’ın “Efendim imzası var okumamış olması mümkün değil” sözleri üzerine, “Okumamış, okumamış, geri verin iyice okusun” diye cevap verecektir. Soyak ayrıca Peker’in “Her partinin bir ideo-
lojisi var, bizimki Kemalizm olsun” dediğini Atatürk’ün de Peker’in tüzük taslağındaki faşizm terimini kastederek “Sen bana hakaret mi ediyorsun” diye azarladığını ileri sürer. Atatürk’ün faşizme hiç sıcak bakmadığının kanıtı olarak gösterilen bu hikâyeyi tamamlayan unsur ise, Recep Peker’in 15 Haziran 1936’da CHP Genel Sekreterliği’nden bizzat Atatürk tarafından uzaklaştırılmasıdır. Hâlbuki bu tasarruf uzun süredir gündemde olan liberalizmdevletçilik çekişmesiyle ilgilidir. Nitekim 1936’dan itibaren, aynen İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, parti teşkilatlarıyla devlet teşkilatları birleştirilecek, dâhiliye vekili, CHP genel sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde CHP başkanlığına atanacaklar, Umumi müfettişler ise hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi olacaklardır. 

İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le hep aynı düşünmüyordu. Ataürk, ordunun siyasete karışmasına karşıydı. Yazar Atilla İlhan bu durumu şöyle izah ediyordu: ‘İsmet Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki beraberlik çok ciddi bir dostluk sanılıyor ki, değil... 

1935'li yıllarda İsmet Paşa yeni bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tüzüğü hazırlamaya karar veriyor. İsmet Paşa, o zaman hem Başbakan hem CHP'yi idare ediyor. Genel sekreteri de bildiğimiz Recep Peker. Yeni tüzük hazırlansın diye İsmet Paşa Recep Peker'i Avrupa’ya gönderiyor, Avrupa' daki  partileri incelemesini istiyor. Tüzük geliyor, İsmet Paşa ve Recep Peker İmzaladıktan sonra Mustafa Kemal'e sunuyorlar, tüzüğü önce katipi olan Hasan Rıza bey alıyor. Hasan Rıza Bey de akşam Mustafa Kemal'e takdim ediyor. Ertesi sabah geldiğinde Hasan Rıza Bey, Mustafa Kemal'i daha banyodan yeni çıkmış bornozu sırtında elinde o belge ile görüyor, 
Mustafa Kemal soruyor, "Kimmiş bu zorbalar?" diyor. Tabir aynen bu. "Hangi zorbalar?" diye soruyor Hasan Rıza Bey. M.Kemal diyor ki, "Bu tüzüğün söylediği zorbalar.’ Çünkü tüzüğü hiç beğenmemiş, hatta kızmış, neden? Nedeni çok basit. İsmet Paşa, Recep Peker'i Almanya ve İtalya'ya göndermiş. İncelediği partilerse biri Nazi Parti, biri Faşist Parti. CHP 
tüzüğü bir Nazi ve Faşist parti tüzüğü. Tüzükte bir yeni kuruluş var, o da Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir yüksek konsey. O yüksek konseyin, Almanya ve İtalya'daki ismi "Yüksek Faşist Konsey." Yani Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi anlamsız bir hale geliyor. Mus-
tafa Kemal, "İsmet bunu görerek mi imzalamış?" diyor. 6 ay sonra Recep Peker'i 1 yıl sonra da İsmet Paşa'yı görevden alıyor. İsmet Paşa'nın o tüzüğü yaptırmasının nedeni; Mustafa Kemal'in hasta olduğunu bilmesidir. Gazi'nin öleceğini de biliyorlardı. Nasıl olsa ölecek kendi iktidar olacak, iktidar olunca da uygulayacaktı. Tüzüğün bir kısmını Mustafa Kemal Atatürk, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi. 

Aslında Kemalist kadroların faşizme sempati duymalarının tarihi epey eskidir. Örneğin daha 1923’te Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey, Yenigün gazetesinde yayımlanan bir röportajında “Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşün-
celere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılâp yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır” diye yazar. Halk evleri’nin selefi Türk Ocakları’nın Büyük Reisi, iki kere Maarif Vekili Hamdullah Suphi 
(Tanrıöver), 1930’da Türk Yurdu dergisinde “Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. (...) Biz faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz” der. Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Başyazarı Falih Rıfkı (Atay), 1931 yılında yazdığı “Faşist Roma, Kemalist Turan” başlıklı ma-
kalesinde “Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir” diye akıl verir. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Kadro’nun 11. sayısındaki “Ankara-Moskova-Roma” adlı makalesinde “Mussolini sayesinde, daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi 
işleyen bir memleket halini almıştır” der. 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi, “faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluğun” doğal olduğunu belirtirken, makalenin Fascio (Mussolini faşizmini simgeleyen baltalı değnek demeti) ile Ay Yıldız’ı çevreleyen defne dalından bir taç bulunan büyük, renkli bir kenar süsü ile kuşatılması dikkat 
çeker. Bu sevgi karşılıksız değildir elbette. Bunu Mahmut Soydan’ın çıkardığı Milliyet gazetesinin 16 Temmuz 1933 tarihli sayısında yer alan şu beyanattan anlayabiliriz: “Alman Başvekili [Hitler] diyor ki: Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safhında 
bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır.” Soydan’a göre Hitler kendisine, “Türkiye’nin hayrete şayan inkişafından takdirle bahsetmiş” ve “Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında sempati çok kuvvetlidir” demiştir. Bu karşılıklı sempatinin eseri olduğu anlaşılan 1936 sonrası faşizan uygulamalardan ancak İkinci Dünya 
Savaşı’nda Almanya’nın yenileceği anlaşılınca vazgeçilecek, ancak rejime sinen faşist ruhu söküp atmak yakın tarihlere kadar mümkün olmayacaktır. (36) 

Steinbach’ın Türk faşizmini salık verip Kemalizmden kurtulmamızı tavsiye ederken Almanların kendi üllkelerini faşizmin esaretinden henüz kurtaramaması manidar ols a gerek. Her devlet, topraklarında yaşayan insanlara hükmetmek ister. Bu temel istek Alman devleti için de geçerlidir. Dolayısıyla Almanya’nın ülkesinde yaşayan Türklere her zaman kuşkuyla yaklaştı. Dönemin Federal Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly bile, Almanya' da homojen ve milli bir Türk azınlıktan rahatsız olmaktaydı. Hatta Türk dernekleri Alman siyasetçiler tarafından toplumsal   barışı tehlikeye sokan etnik çıkar örgütleri olarak tanımlanıyordu. Belki de bu yüzden Almanya'da Türk Ulusal Kimliği'ne karşı çıkan bölücü, mezhepçi yıkıcı derneklere müsamaha ediyordu. 

Yukarıda biraz olsun tanıttığımız Steinbach ise şöyle diyordu: "Türkiye'nin AB’ye üye olması halinde, AB'deki Müslüman nüfus artacak... AB şimdiden 15 milyon Müslüman'a sahip ve 'İslamlaşmaya' devam edecek. Bu durum kaçınılmaz. Sonuçta giderek daha güçlü şekilde Avrupa'ya doğru bastıran bir İslam dünyasıyla komşuyuz. Eğer Türkiye, AB üyesi olursa artık Türklerle Müslüman sayısının 90 milyon olduğu ve böylece Avrupa'da yaşayan Müslüman sayısını önemli ölçüde artırdığı sorusu ortaya atılmayacak. 
Sorulacak olan, daha çok, AB'nin dönüşüm sürecine bağlı olarak Avrupa'nın kültürel dönüşüm sürecini gerçekleştirip  gerçekleştiremeyeceği. Avrupa bunu yapabileceğine inanmıyorsa tüm bunlardan vazgeçmeli, çünkü bu durumda bir gelecek söz konusu değil." 

Almanya gezimizin ana sebebi sanırım Almanların kendilerini anlatma ve kendi lehlerine yazacak Türk gazeteci kazanma girişimiydi. Gezi bende tam tersi etki yaptı doğrusu. Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri konusunda önemli bilgiler, 1999 ve 2000 yılında ortalığa saçıldığında Ankara’daydım. Hablemitoğlu’nun yaptığı faaliyetleri de detaylarıyla biliyordum. Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon, geçmişte hep Alman derin devleti Kılıç ile dirsek temasında çalıştı. Asıl sorulması gereken sorular şunlardır: 

Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır? Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir? Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır? 

Sorulması gereken bu soruların hasıraltı edildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. (37) 

Kuşku yok ki, Necip Hablemitoğlu, Alman ve Amerikan gladyosu arasında kalmıştı. Yeni düzenin ilk kurbanıydı. Suçu basitti: Avrupa Parlamentosunun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülkeyi ortaya çıkardı: Almanya... Sonra Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşik merkezde karşısına hep Alman Vakıfları ve örgütleri çıktı. Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı  projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde "etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, radikal yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanma lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'nin tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmaktaydı. 

Dr. Necip Hablemioğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında, Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyordu. Ancak bu araştırma hayatına mal oldu. Bugün artık Almanya’nın dünya altın piyasasını kontrol etme çabaları biliniyor. Aynı şekilde Bergama’da altın aranması olayına organize bir şekilde karşı çıkan köylülerin sistemli protes-
tolarının arkasındaki güç de biliniyor: 
Alman Vakıfları. Dr. Necip Hablemitoglu'nun Bergama'da siyanürle altın aranmasına direnen köylülerin aslında Alman komplosunun birer 
parçası oldukları, Almanya’nın bu köylüleri kendi ekonomik çıkarları için çevrecilik hassasiyeti altında ayaklandırdığı, bunu da siyasi parti uzantısı olan vakıfları kullanarak gerçekleştirdiği ile ilgili iddialarının hemen ertesin de, 18 Aralık 2002 ‘de suikasta kurban gittiği artık çok açık bir gerçek. 

Dr. Hablemitoglu, Alman vakıfları ile ilgili yeni ve çok önemli bilgileri, Ankara 1. Nolu Devlet güvenlik Mahkemesinde görülmeye başlamadan, Alman vakıfları davasında açıklamasına bir hafta kala öldürülmüştü. 

Halen Türkiye’deki faaliyetlerine düşünce kuruluşu pozisyonunda devam eden bu Alman vakıflarının, Almanya’daki her bir siyasi partinin çizgisini temsilen birer temsilci gibi bulunduklarını söylemek mümkündü. Bunların önde gelenlerinden Konrad Adenauer vakfı, Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat partisinin, Heinrich Boll vakfı, Yeşiller partisinin, Feridrich Naumann vakfı, hür dekokrat ve liberallerin, Friedrich Ebert vakfı ise sosyal demokratların çizgisine paralel faaliyet yürütmektedirler. 

Öldürülmeden birkaç gün öncesinde Yasemin Güneri ile röportaj yapan Dr. Hablemitoğlu şu son uyarıyı yapmıştı; “Bergama'daki 'sivil itaatsizlik' eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya'da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı'nca karşılanmaktadır. FIAN Vakfı'nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılmaktadır. FIAN'ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama'nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve Sivrihisar'daki 'altın karşıtı' diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.” 

Dr. Hablemitoğlu, Merkezi Almanya'da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların Türkiye'deki uzantılarının Almanya'nın çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçılarının, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev 
yapmalarına mevzuatı olanağı olmadığından, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olan Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcilerinin, diplomatik dokunulmazlık kapsamında, gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerlerinin de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet gösterdiklerini anlatmıştı. (38) 

Hablemitoğlu’nun kitabında yazdığı "Türkiye"de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat servisi BND"nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan taşeron NGO"lardır." sözleri üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir. 

Yine aynı araştırmada Alman Doğu Enstitüsü için şu değerlendirmede bulunulmaktadır: 

"Türkiye"deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü ,1961 de Beyrut ta kurulmuştur. Udo Steinbach bir süre müdürü olmuştur. Enstitünün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Ba-
kanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya"nın Türkiye dahil Ortadoğu"da gözü-kulağı olan ve BND"nin kadrolu elemanlarına "Bilimadamı" kamuflajı sağlayan; 1987 de Lübnan"daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul"a nakleden enstitü, 1994"ten 
itibaren tekrar Beyrut'a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika vakfının yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman vakıfları, söz konusu enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye"de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların 'entellektüel' düzeydeki yazar, sa-
natçı ve gazetecileri, enstitünün İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte,sevk ve idare edilmektedir." (39) 

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan vakıflar siyasi faaliyet gösteremezler ve siyasal partilerin uzantısı olan bir statü içinde olamazlar. Anlaşılan iş Alman vakıflarına gelince, üstelik izinsiz olarak yasa dışı bir biçimde ülkemizde özgürce faaliyette bulunmalarına hiçbir engel söz konusu değildi... Dostumuz Almanya’nın ülkemizde cirit atan, etnik ve mezhepsel 
haritamızı çıkaran vakıflarının Yücel Sayman yönetimi dönemindeki İstanbul Barosuyla ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir kaç faaliyete göz atmak yeterli bir fikir verecektir: 

A) Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri 

KONRAD ADENAUER VAKFI 
29 Ekim 2000 ( Tarihe dikkat...) Armada Oteli İstanbul 


B) AZINLIK HAKLARI 

 (İngiliz konsolosluğunun katkılarıyla) HEINRICH BOLL VAKFI 

 24-25 Haziran 2000 Dorint plaza oteli İstanbul 


C) TÜRKİYENİN AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE KIBRIS KONUSU 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

30 Haziran 2001 Mercure Oteli Tepebaşı İstanbul. 

CASUSLUKLA YARGILANAN BARO BAŞKANI 

Etkinliklerin ortak paydası, ulus devletin, bağımsızlık ve ulusal konulardaki duyarlılığın, Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyetin kazanımlarının tartışılır hale getirilmesi ve süreç içinde aşındırılmasıdır. Etkinlikleri Alman vakıflarının finansal desteği ile düzenleyen İstanbul Barosu"nun o dönemdeki başkanı Yücel Sayman, Ankara DGM de açılan Alman Vakıfları ve işbirlikçileri aleyhindeki davanın sanıklarındandır." (40) 

Yücel Sayman"ın casusluk ile yargılandığı davaya, Alman devlet görevlilerinin ilgisi gerçekten çok büyüktü. Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde polisin bazı merkezlere baskın yapması üzerine harekete geçen Dışişleri Bakanlığı'nın, Adalet Bakanlığı'nı gizli bir yazıyla uyararak "Alman hükümeti soruşturmadan rahatsız. 
Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin" dediği ve dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından sürdürülen soruşturmaya siyasi baskı yapıldığı ortaya çıkmıştı. 

Büyükelçi Uğur Ziyal imzalı 25 Aralık 2002 tarihli yazıda, Türkiye'deki bazı Alman Vakıfları'na yönelik polis operasyonlarının Alman Hükümeti nezdinde büyük rahatsızlık verdiği, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'in sık sık bakanlığa gelerek rahatsızlıklarını ilettiğine dikkat çekilerek,"Malum olduğu üzere Alman Vakıfları köklü ve prestijli kuruluşlardır. Friedrich Ebert Vakfı iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin, Henrich Böll Vakfı Yeşiller Partisi'nin, Konrad Adenauer Vakfı anamuhalefet Hristiyan Demokrat Birliği'nin Friedrich Naumann Vakfı ise Liberal Parti'nin özerk vakıflarıdır. Bu vakıfların yıllık bütçeleri 200'er milyon DM olup her birinin yüzü aşkın ülkede temsilcilikleri vardır" denildi. 

Üç sayfalık yazının sonuç bölümünde ise şu görüşlere yer verilmişti: 
"Alman Vakıfları'nın irtibat bürolarının polis tarafından ziyaret edilmelerinin siyasi açıdan iki ülke ilişkilerinde sorun yaratma ve Almanya'daki Türk menfaatlerinin zedelenmesi sonucunu doğurabileceği değerlendirilmekte olup mümkünse bu uygulamadan sarfinazar edilmesinin yararlı olacağı değerlendirilmektedir." (41) 

Şimdi biraz geriye dönelim ve filmin koptuğu noktaya bakalım., Ankara DGMde Alman vakıflarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, 24 Nisan 2002’de Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ile Yardımcısı Dirk Tröndle DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ifade verdi. Vakfın Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm, Suçlamalar yersiz ve asılsız dedi. Aynı soruşturma kapsamında, Konrad Adenauer vakfı yanı sıra, Heinrich Böll, Friedrich Naumann, Körber Vakfı, Orient Enstitüsü bulunuyordu. Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm, bianet'e yaptığı açıklamada, "Alman makamlarının, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirginliklerini Türk makamlarına ilettiklerini" söyledi. Wulf Scönbohm açıklamasında şu noktalara dikkat çekti: 

‘’DGM tarafından yöneltilen ‘Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmak, casusluk faaliyetlerinde bulunmak’ gibi suçlamalar tümüyle yersiz ve asılsızdır. Alman makamları, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirgin olduklarını Türk makamlarına ilettiler. Ancak adli merciler ve devlet güvenlik mahkemesi bağımsız kuruluşlardır. Onlar üzerinde etkileri olamaz. Gazetelerde çıkan ve bize yöneltilen suçlamalara 
ilişkin açıklamaları biz de esefle kınıyoruz. Bize yöneltilen suçlamaları biz de maalesef gazetelerden öğreniyoruz. Bu gibi olayları resmi makamlardan değil gazeteler aracılığıyla öğrenmemize anlam veremiyoruz. Bu gelişmeler in doğru olup olmadığını bilmiyoruz.’’ (42) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

15 Temmuz 2017 Cumartesi

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 16

28 ŞUBAT SÜRECİNİN HUKUKSAL - YARGISAL BOYUTU, BÖLÜM 16

 İŞKENCE İDDİALARI 

 Diğer taraftan 28 Şubat sürecinde 

28 Şubat sürecinin korku ikliminde kurgulanan en önemli olaylardan birisi de 
MALATYALILAR (TALEBE-ŞAFAK-İSLAMİ HAREKET) olarak kamuoyuna bildirilen grupla ilgili tutuklamalar, gözaltılardır. Bu olayda 28 vilayette yüzlerce insan gözaltına alınmış, büyük bi kısmı ağır işkenceler görmüştür. 

28 Şubat sürecinde Malatya adeta pilot bölge olarak tespit edilmiş, çökertilen şehir ekonomisinden sivil toplum örgütlerine kadar, bütün şehir dernekleriyle, vakıflarıyla tarassut altına alınmıştır. Bu süreçte kurgulanan senaryoya uygun olarak tutuklamalar başlamıştır. Tutuklamaların ve üretilen örgütün tamamen bir kurgu, bir dizayn olduğunu göstermesi bakımında polis tutanağındaki şu 
ifade yeterince açıklayıcıdır: 

” Bu grubun bu gün olmasa bile uzun vadeli mevcut anayasal düzeni yıkıp yerine şer-i esaslara dayalı İran modeli teokratik bir devlet yapısı kurmak için illegal faaliyetler içerisinde olacakları değerlendirilmekte olup, iş bu değerlendirme ve tespit tutanağı tarafımızdan tanzimle altı birlikte imza edilmiştir.” 

Konuyla ilgili olarak İçişleri Bakanlığı Müfettişlerince yapılan incelemede; (Malatyalılar ( Talebe-Şafak) grubu içindeki kişi ve kuruluşların mal varlıkları, para ve sermaye hareketleri ile bunların birbirleri arasındaki bağlantıları gösterir tespitler yapılmış, söz konusu kişilerin kazanç ve harcamalarında ticari ilişkileriyle ilgili yapılacak herhangi bir hususun olmadığı örgütle ilgili hususun 
da DGM tarafından yürütüldüğü belirtilmiştir. 

Diğer taraftan sanıklardan özellikle jandarma tarafından Ferit Özdemir’e kazdırılmak suretiyle ortaya çıkarılan silahlar (Silahların bir kısmının TSK envanterinde kayıtlı olduğuna dair iddialar var ve bu iddialar araştırılmamış) ve bu silahlarla ilgili söz konusu şahsın ifadelerinden yola çıkarak yargılamalar yapılmıştır. 

Sanıkların tamamının mahkemeye verdikleri ifadelerinde kolluktaki ifadelerinin ağır işkenceyle alındığı tespit edilmiştir. 

Bu şahıslardan Malatya’da saygın bir kanaat önderi olarak bilinen Zekeriya Şengöz ile İstanbul’da esnaflık yapan Fahri Memur mahkum edilmişlerdir. 

Aşağıda yer alan ifadeler bu süreçte; kurgulanan durumu, işkenceleri, hukukun ve kolluk kuvvetlerinin darbe sonrası olağanüstü süreçte ne hale düşürüldüğünü göstermesi açısından son derece dikkate değerdir: 

 Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur ile Malatya cezaevinde yapılan görüşmede;: Tutanak tarihi 23/10/2013 

ZEKERİYA ŞENGÖZ; Başörtüsüne verdikleri destek nedeniyle, 28 Şubat sürecinin Malatya’da çok hazin bir şekilde geçtiğini, Türkiye’de 28 Şubat sürecinin en yoğun bir şekilde mağdur edildiği illerin başında Malatya’nın geldiğini, Sadece o cuma olaylarını ajite etmek ve halka bunu yansıtırken işte, bir başkaldırı, bir isyan şeklinde sunmak için yapıldığını, O zamanın kanallarının 
birkaç tanesi istisna, böyle mütedeyyin, iyi yayın yapan insanların bulunduğu kanallar müstesna, bütün kanallarda halkın müthiş bir şekilde korkuya sevk edildiğini, 

Gözaltında tutma süresinde yedi gün olmasına rağmen , sekiz gün tutulduğunu, hastanede darp yerlerimden dolayı rapor tutulduğu, bu rapor nedeni ile o gün 2 kez hastaneye götürüldüğünü, bunun mahkeme kayıtlarında bulunduğunu, zorla alınan ifadelerle kendilerinin silahlı örgüt kapsamına alındığını, 

Mahkemennin, bulunan silahların üzerine gitmediğini, Makine Kimya Enstitüsünde bu silahların kimlere satıldığı ve satılan yerlerden buralara kadar nasıl geldiği ortaya konulmadığını, 

FAHRİ MEMUR ise; 28 Eylül 2000’de İstanbul’da ayakkabıcılık yaparken Terörle 
Mücadelede göz altına alındığını, burada kendilerine işkence yapıldığını, İstanbul’dan Malatya’ya getirildiğini, beş gün göz altında kaldığını, burada gözleri bağlı olduğu çırılçıplak soyulduğunu,, soğuk suyun altına bekletildiğini ve cereyan yapacak yerde gece bekletildiğini, bunun haricinde, işte yine çırılçıplak soyulduğunu, beton zemin üzerinde yatırıp, kollarını kıpırdatamayacak şekilde, bir de dizinin üzerine battaniyeyi birkaç kat yapıp üzerine 2 kişi oturmak suretiyle, işte elektriğin bir ucunu parmak ucuna bir ucuna penisine bağlayarak sürekli elektrik verdiklerini, bunun yüzlerce defa tekrarlandığını bu şekilde ifadelerinin alındığını belirtmiştir. 

Bu davada yargılanan ancak hükümlü olamayan sanıklarla yapılan görüşmede ise; 

Turgay Aldemir; göz altı sürecinde yaşadıkları olayları anlatırken arkadaşlarımıza, kendimize tamamen soyup soğuk suda elektrik vermeden tutun, Filistin askısına kadar tamamen soyunmuş halde işkenceler yapıldığını, 

Hastanelik olanlar olduğunu, kayıtların çoğunun silindiğini, daha sonra da adliye safhasına geçilirken, hastaneye götürülürken doktor diye hizmetlilere evrak imzalattırıldığını, 

Polislerin travmasını anlatma açısından cezaevinin kapısına götürüldüklerinde polislerin “Hayat bu, olabilir, görev icabıydı, helalleşelim ayrılalım.” Şeklinde konuştuklarını, 

Ailelerin tarif edilemez travmalar yaşandığını, özellikle, çocukların okullarda 
soruşturulduğunu çek koçanlarının mafyada satıldığını, 

FIRAT DİRİKOLU ise ; Annem altmış yaşında 3’üncü sınıfa giden kızının olduğu, her ikisinin de büyük tranva yaşadığını, kızının kapının önünde çökmüş ağlarken gördüğümü, ayakkabılarıyla içeriye girdiklerini, girerken çok azılı “köpek bir teröristin evine girer gibi” girdiklerini, eşini de beraber göz altına aldıklarını, 

Göz altında iken çırılçıplak soyduğunu, tutuklu bulunan başka bir genci de çırılçıplak soyduklarını Amerikalı askerlerin Irak’lı olan insanları üst üste yığıp böyle çırılçıplak birtakım şeyler yaptıklarını yapmak istediklerini, “Eğer sen konuşmazsan, senin eşine yapmayacağımız şey olmaz burada onun için özür diliyorum- çırılçıplak soyar her türlü şeyi yaparız.”Şeklinde konuştuklarını, 
soğuk suyla ıslatıp klimanın karşısına aldılar ve akşamdan sabaha kadar beklediklerini,. Tuvalete götürerek, tuvalete çırılçıplak yatırdılar ve tuvaletin pis fırçasıyla üzerine bir jel gibi bir şey sürdüklerini, ağzıma, yüzüme, her şeyi böyle sürdü, ondan sonra vücudumun kasıldığını, gerildiğini hissettiğini ve yedi gün boyunca bu işkencelerin devam ettiğini belirtmiştir. 

Malatya’da dinlenen diğer şahıslarda benzer nitelikte işkenceler gördüklerini ve ailelerinin mağdur edildiklerini ifade etmişlerdir. 

28 Şubat Sürecinde Anadolu sermayesi üzerinde yapılan baskılara örnek olaylardan birisi Dost Sigorta üzerinde yapılan baskılar olmuştur. Bu Sigorta şirketi yöneticileri ilen yapılan görüşmelerde; 

Şirket yöneticisi Şaban BAYRAK; 28 Şubat sürecinden önce de 12 Eylül darbesinden sonra da kendilerine yönelik baskı ve işkence gördüklerini belirterek bu hadise ile ilgili olarak;” 1981 Ocak ayında eve geldiler, gece iki, iki buçuk sırasında. 10-15 tane kadar veya 10 tane kadar polis ve asker gece eve geldi. Kaldırdılar. İki saat, iki buçuk saat evde arama yaptılar. Tabii çocuklar evin bir 
tarafında, biz evdeyiz. Ne var ne yok … gibi her tarafı didik didik aradılar. Aldıkları şey, siyasi kitaplar o zamanki dönemde. Tabii, bunlarla beraber bizi de aldılar, götürdüler. Geldiğimiz yer, merkez komutanlığı olarak, Doğumevinin gasilhanesine saat beşe doğru bizi oraya koydular. Oradan da Zincidere’ye getirdiler. Tabii, akşama kadar parmaklarımız duvarda, ayağımız 70 santim dışarıda, akşama kadar bu şekilde beklettiler bizi. Asker bekliyor. Düzeltecek olsan dipçikle vuruyor veyahut da copla vuruyor, ayağına tekmeyle vuruyor. Akşama kadar o şekilde bekledik. Gözümüz bağlı ve ne olduğunu bilmiyoruz. Gece indirdiler tecride, sabahleyin kalktığımızda bir karavana geldi. Büyük bir 
karavana içerisinde çayı plastik bardaklarda dağıttılar, ortada zeytin, peynir, ekmek verdiler; o gün yedik. O gün bir liste yayınladılar, dediler ki, yemek yiyecekler ve yemeyecekler, uyuyacaklar ve uyumayacaklar; böyle bir şey vardı. Bizim ismimiz okundu, biz yemek yemeyeceğiz ve uyumayacağız. O listede bizim adımız var. Tam 13 gün yemek vermediler ve uyutmadılar. Nasıl 
duruyoruz? Duvara asılı bir su borusu var, oraya bağlı çarşaf ip, elimiz yukarıda asılı ve o şekilde bekliyoruz. Kapıda asker bekliyor. O şekilde 13 gün. Ama su içiyoruz. Tabii yemek geliyor, on yedi, on sekiz, yirmi yaşında gençler yemek geldiği zaman eğer bir parça ekmek ortada saklar da asker gittikten sonra verirse o kuru ekmek bekliyor akşama. Ne zaman boş kalırsa o ekmeği yiyerek bu 13 gün geçecek. Ama tabii, uyku da uyutmadılar, yemek de vermediler. 13 gün sonra sorguya aldılar. Sorguya aldıklarında bize dedikleri şu: ‘Sen Erbakan ’dan talimat aldın. Kayseri’de yapılan … 1400 yürüyüşünü tertip ettin, mali durumunu karşıladın ve bu konuyla ilgili Hoca’dan emir aldın, bu yürüyüşü tertip ettin.’ İfadesi imzalatmak istediler. 

Oradaki 13 günden sonra, 17 gün, bir ay boyunca falakaya yatırdılar. Falakaya yatırdıktan sonra yere su döküyorlar, çıplak ayaklarında suyun üzerinde hoplattırıyorlar, asker tepende bekliyor. İşte beklerken o kış günü tependen aşağı buzlu suyu döküyorlar. Asker bekliyor. Sonra öğrendik ki, o zıplama ayaktaki şişi alırmış; yani öyle falakaya yatırıyorlar copla. Tabii, tecride getirirken de kollarımdan tutuyorlar, öyle sürüklenerek geliyoruz. Sabahleyin kalkıyoruz yine sorguya çıkıyoruz. Sorguda yine elimiz o şekilde duvarda bekliyoruz gözlerimiz bağlı. İşte, eline vuruyor copla. Copla vurduktan sonra elin şişiyor, kan toplanıyor. Bu sefer asker yanında bekliyor, yerde eğiliyor suya, 
betona elinle vuruyorsun. Bu işkenceyle beraber zaman zaman da -gözün bağlı ne olduğunu bilmiyorsun- silme tokat giriyorlar, ağzın burnun kan içerisinde böyle çıkıyoruz. 17 gün sonra, yani 30 gün dolduğunda dediler ki serbestsin. Bizi serbest bıraktılar. “ açıklamasını yapmıştır. 

28 Şubat dönemi ile ilgili olarak ise; şirket yöneticilerinden; Mustafa TEKELİ 

“1998 senesinde Dost Sigortayı biz kurma kararı almıştık; o da şöyle: Anadolu insanı olarak kendimiz ya kurduğumuz işletmelerden ya babalarımızın kurduğu işletmeleri büyütme çabası içerisindeyken bir araya gelerek daha güçlü işler gayretimiz, niyetimiz bizi Dost Sigortaya ulaştırdı, kurma niyetine ulaştırdı. 

Bir gün rahmetli Özal’ı Cumhurbaşkanı iken MÜSİAD olarak ziyarete gitmiştik. Bize “Çocuklar ya 50 kişiyi geçmeyen ileri teknolojili üretim yapın ya da hizmet sektörüne girin.” demişti. Biz de Kayserili olarak hizmet sektörünü pek bilmeyiz. Üniversitedeki hocalarla falan konuştuğumuzda, işte otelcilik, lokantacılık, bankacılık, sigortacılık gibi işler dediler. Bunun üzerine hepimizin iş yerinin sigortalı olduğunu düşünerek sigortacılıkla alakalı araştırma yaptığımızda, zaten 
2.500 tane üyemiz vardı. Biz onların iş yerlerinin ve her birinin de iki üç işi vardı ki, iş yerlerinin sigortasını yaptığımızda bir yanda güçlü bir sigorta şirketi olarak Türkiye’de kurulmuş olacaktık. Bunun için de yaklaşık 10-12 şehirde arkadaşlarla temas kurarak nominal değer üzerinden Dost Sigorta adıyla sigorta şirketi kurup, 13 kişinin üzerinden –kuruluşu kolay olsun diye- kuruluşu 
tamamlamak üzere müracaatta bulunduk. Bakanlar Kurulundan izin çıktı. Daha poliçe kesmemiştik. Hiçbir işlem yapılmadı, fiili işlem yapılmamıştı sigortacılık hakkında. Fakat bizimle alakalı birtakım böyle sesler, duyumlar almaya başladık ki araştırılıyor. İşte, merkez İstanbul’du ve İstanbul’da bina kiralamıştık, 46 eleman almıştık. 

Gece saat on altıda evimize polis gelmiş kızım -o zaman daha evlenmemişti- “baba kapıda polisler var arama yapacaklarmış” dedi. Giyindim çıktım, Nuh Mete Yüksel imzalı bir arama emrini gösterdiler, okuttular sonuna kadar da okuduk. Polis memurlarını içeri aldık. Hayret de ediyorum, dolaplarımı açtım falan baktılar bir şey yok, çok öyle yatak odasını falan da aramadılar. Götürdüler emniyetin alt katına baktım bizimle beraber kuruluşta ismi geçen arkadaşları da getirmişler. Onlar içerisinde çok kıymetli insanlar var ama hele birisi yaşlı Hasan Eser onun geldiğine ayriyeten de üzüldüm. Tecrit aşağı katta bir yerde duruyoruz tek tek yukarı çıkarıyorlar sorguluyorlar. “Siz işte bu 
parayı nereden buldunuz? Niye sigorta şirketi kuruyordunuz? Size kim söyledi bu sigorta şirketi kurmasını? Sermayeyi nasıl tedarik ettiniz? Kredi almışsınız niye kredi alıyorsunuz? Amerika’dan bilgisayar getirtmişsiniz, 100 bin dolara bilgisayar mı olur? İşte 50 bin lira birisi birisine telefon açmış para göndermişsiniz… “ Polis bey, memur bey bir iş adamı için 50 bin lira para göndermek veya birbirine emanet vermek, bankada kredi almak bu yapılan ticaret hayatının normal akışı için olan şeylerdir. Bunlardan dolayı bize bir suçlu gibi nasıl şey diyorsunuz, biz anlamıyoruz falan. Biz, gerçekten durumu idrak etmekte güçlük çekiyoruz ama anlaşılan o ki esas hedef bizim şahsımıza 
yapılacak bir şey yok. Böyle bir zülüm, bir eziyet, bir cezalandırma -bünyemize fiziki olarak- bir şey yok fakat bu İngiliz… 

Biz anladık ki bu şirketi onların eline atmazsak, şirketten vazgeçmezsek daha fazla üzerimizde gelecekler, daha çok yıpratacaklar, daha başka şeyler yapacaklar gözleri dönmüş adamlara al tamam şirketten vazgeçtik 1,5 milyon dolar, 6 ay 46 personeli orada eğittiğimiz yerleri tuttuk, dekore ettik, acentelikte ki personeli eğittik hepsi heba oldu. 15 sene öncesinde 1,5 milyon dolar iyi 
para, böyle bir zarar vermiş olduk. 8 günde 13 tane iş adamı bir bakıma gözaltında tutuldu. Bize gazeteler yerel gazetelerden, ulusal gazetelerden -biz içerideyken getirip gösterdiler- idamla yargılanacak falan dediler, çokluğumuz çocuğumuz burada feryat ediyor. O sırada Hasan Celal Güzel hepimizin evini arıyor: “Endişe etmeyin hiçbir şey olmaz, yok suç falan olmadığı için korkutuyorlar.” diye. Yani bunları biz yaşadık Erol Yanar tek tek ailelerimize telefon açtı. Benim 7 aylık çocuğum telefona veriyorlar o da ağlıyor biz ağlıyoruz ya o ağlamasını biliyor mu, bilmiyor mu? Bilmiyorum yani… Çok… Bir insanın manen çekebileceği en büyük sıkıntıları yaşadık.” 

Saffet Arslan ise; “28 Şubatta Dost Sigorta şahsında tutuklanmanın ekonomik bendeki eseri ölçülebilir şekilde budur. O zaman rekabet ettiğimiz firmalara baksınlar, onların büyümesine baksınlar benimkine baksınlar görecekler. Ve İpek Mobilyayla ilgili, o zaman ki iş yerimle ilgili sevincim, gayretim hiç kalmadı. İnşaatlarım vardı yarım bıraktım, devam ettirmedim ve ben işten çekildim, 
kendi dünyama kapandım, özel dostlarıma çocukluk arkadaşlarıma döndüm. Biraz kitaplarla uğraştım o dönem, ben diyordum ki birileri sizi durdurmaya çalışabilir, siz kendi enerjinizi tekrar kazanıp onlara inat yürümelisiniz ama bunu söylüyorsunuz yarım devam ediyor ne kadar etki yaptıysa bende sürdürülebilir bir enerji işime tevdi etme gücünü kendimde bulamadım 

Ben tutukluktan döndüm işimin başına geçtim, bir baktım Ankara’dan gönderilmiş tetkikli kontrolör, vergi uzmanları didik didik ediyorlar İpek Mobilyayı, o zamanki işimi didik didik ediyorlar. Bütün teyakkuzda çalışanlarım, iş üretemiyorlar memurların baskısına yetişmeye çalışıyorlar. Biz maliyeye bu olmaması gereken hesap vermeye meşgul iken piyasada bir dedikodu yayılıyor “İpek Mobilya battı batıyor” maliyeciye bir gün gittim dedim ki “Yav bakın akşam ben televizyonda batmadık, işimize devam ediyorum diye ilan veriyorum siz gelmişsiniz burada hesap soruyorsunuz. “ 
açıklamasını yapmıştır. 

 17 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***