Onur Öymen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Onur Öymen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2017 Salı

Türk İsyanları, Kürt İsyanları ve Onur Öymen'e Haksızlık


Türk İsyanları, Kürt İsyanları ve Onur Öymen'e Haksızlık,


Ali Tartanoğlu

Tarih 10 Kasım 2009. Meclis'te «Kürt'e Türk Satışı» müzakere ediliyor. Tam 10 Kasım'da... «Oh olmuş... İyi ki ölmüş!..» dercesine...

Bunu örtbas etmek için de iktidar mebuslarında bir Atatürk yalakalığı bir Atatürk yalakalığı... Kendimizden kuşkulanacağız neredeyse.

Diyorlar ki: «Atatürkçülük işte tam da budur.»

CHP Bursa milletvekili Onur Öymen kürsüye çıkınca patlıyor:
«Ne Atatürkçülüğü!.. Atatürkçülük, şehit kanı akmasın, analar ağlamasın diye teröristle, asiyle müzakere etmek midir? Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşında, Şeyh Sait İsyanında, Dersim İsyanında analar ağlamadı mı? Analar ağladı, ağlayacak diye Atatürk asilerle, düşmanla müzakereye, uzlaşmaya mı girişti!..»
Kıyamet koptu. 1938'de Munzur Çayı kandan kıpkızıl olmuş... Bugün de mi öyle Saddam'lık(!)yapılsaymış... Öymen bugüne de aynı şeyi önererek ırkçılık, faşistlik yapıyormuş... Küreselleşmenin post-modernlik çağındayız ya; gerçeklik sen nasıl algılıyorsan öyle imiş, sen beyazı siyah algılıyorsan, gerçek de oymuş ya... Atarsın, belki yiyen bulunur!..

Bakalım, atılanlar yenir mi!?..

Birincisi: Ordu Munzur dağlarındaki eşkıya inlerini durup dururken mi bombalamış? Hırsızın hiç mi günahı yokmuş!..

Kimsenin suç işleyene, isyan edene verilen cezayı suçlamaması şartıyla, suç işleyeni, isyan edeni, kendi payımıza, suçlamayız. Bedelini öder, istediğini yapar!..

Dersim'i daha sonra anlatmak üzere, önce biraz ormanın bütününe bakalım.

Anzavur İsyanı (Bolu-Düzce), Yozgat, Çapanoğlu İsyanları, Hilafet Ordusu, Birinci ve İkinci Konya (Bozkır ve Delibaş) İsyanları, Ali Galip Olayı...

«Hain'in dili, dini, cinsi, milliyeti olmaz; Kürt'ün de haini vardır, Türk'ün de» derdi Uğur Mumcu. Bu isyanların büyük kısmı doğrudan «Türklerin» çıkardığı isyanlar. Sertlik dozu, isyanın çapına göre değişmiş ve bu isyanların da hepsi bastırılmış. Kimse «bunlar Türk'tür, varsın isyan etsinler» dememiş.

Ortaokulu ve liseyi okuduğumuz Konya'da Delibaş İsyanının öykülerini dinlerdim sık sık. İsyan sırasındaki baskın ve çatışmalarda ölenlerin sayısı bir yerlerde mutlaka kayıtlıdır. Ama Konyalıların dilinde «her gün 11 kişi asılırdı» sözü vardı.

Ali Galip kim? Kayserili bir Türk… Atatürk'le aynı sıralardan yetişip Harbiye’yi bitirmiş, Osmanlı ordusunda yarbaylığa kadar yükselmiş. 1911'de ordudan ayrılıp 1919'a, Mondros Mütarekesi dönemine kadar, kendi ifadesiyle, ziraat ve ticaretle uğraşmış. Tam Erzurum Kongresi sonrası, Sivas Kongresi arifesinde İngiliz işgalcilerin telkiniyle Damat Ferit Hükümeti tarafından Elazığ valiliğine atanmış. Niye? Azılı bir İttihat-Terakki ve Mustafa Kemal düşmanı olduğu için. İngilizler ve işbirlikçi Damat Ferit, Milli Mücadeleyi önlemek için ülke yönetiminde etkin noktalarda bulunan millicileri tasfiye etmek, yerlerine de adeta kuyudan adam çıkartırcasına memuriyetten ayrılalı sekiz sene olmuş Ali Galip gibileri getiriyor. Çünkü önce Amasya Tamimi, arkasından Erzurum Kongresi, şimdi de Sivas Kongresi derken, İngilizleri ve işbirlikçisi Osmanlı yönetimini bir telaşın aldığı açık.

Plan İstanbul'da Damat Ferit ve onun Bakanları ile İngiliz yüksek komiseri de Robeck tarafından İstanbul'daki Kürtçülerle birlikte hazırlanmış. Sivas Kongresinin toplanmasına kesinlikle mani olunacak; Kongre basılacak Atatürk ve Rauf Bey ile diğer ileri gelenler «ölü veya diri» ele geçirilecek... İngiliz Casusu Yüzbaşı Noel o zaman zaten bölgede. Bölgeden ayrıca Kürt Bedirhanlı aşiretinden Celadet ve Kamuran Ali ile Diyarbakırlı Cemil Paşazade Ekrem silahlı Kürtlerle onun emrine girecek. Malatya Mutasarrıfı Halil Rami de Kürt ve onlarla birlikte. Bunların başında da Vali Ali Galip…

İstanbul'un derdi Milli Mücadeleyi önlemek. İngilizler de elbette bunu istiyor ama, bu arada hazır Osmanlı çökerken Kürtlere de kendi güdümlerinde bir sözde bağımsız toprak sağlamak.. Ali Galip ahmağı ise bunlardan habersiz, sadece iki rütbe alıp general olmak ve İttihatçılara olan kinini kusmak istiyor. Çünkü Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı hükümetler döneminde hiç terfi edememiş ve bu yüzden kızıp, küsüp emekliye ayrılmış.
Osmanlı hükümeti Türk, Sadrazam Ferit Türk, Ali Galip Türk...

Dedik ya, hainin Kürdü Türkü olmaz!
****

Dersim'e gelmeden önce bir de şu Kürt isyanlarına daha geniş bakalım.

Efendim baskılar varmış da, ezilmişler de dillerini konuşamamışlar da... Onun için bilmem şu kadar isyan çıkmış.

Osmanlı ne yaptıydı da taaa 1850'lerde Bedirhanlılar, 1870'lerde Şeyh Ubeydullah isyan ettiydi?..

Osmanlı dönemindeki bu isyanların, Tanzimat reformları çerçevesinde yapılmak istenen kıyafet filan gibi basit yeniliklere tepkilerden, daha sonraları da Osmanlı'nın bölgede Ermenilere bağımsızlık vereceği, Kürtlerin de Ermeni hakimiyetinde kalacağı söylentilerinden başka hangi gerekçeleri vardı?..

Başımıza, bugün de devam eden Ermeni sorununu açan olayların başlangıcı Türk-Ermeni çatışması mıydı, yoksa Kürt-Ermeni çatışması mıydı? Osmanlı bu çatışmalarda Kürtleri kayırdığı gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve Ruslar tarafından az mı baskı gördü?..

Yunan Bursa'yı ele geçirip, Anadolu içine doğru ilerlerken, ortada ne Cumhuriyet, ne Tunceli Kanunu, ne İskan Kanunu ve hiçbir baskı yokken Kocgiri isyanı niye çıktıydı peki?

Hem isyan edeceksin, en kritik günlerde beni bir anlamda arkadan vuracaksın; hem başaramayacaksın; hem de niye cezalandırıldım diye bağırıp duracaksın. Seksen yıl sonra bile...

Yok öyle şey!.. Sen kazansaydın maaşa bağlayıp, konak verip oturtacak mıydın Mustafa Kemal'i? Hatta kazansalardı Anadolu'da Türk bırakacaklar mıydı? İngiltere Başbakanı Gladstone'un ağzından «Asya'dan gelmişlerdir, defolup gitsinler Asya'ya!!..» diye bağırıp durmuyorlar mıydı 1850'den beri?

Gelelim Dersim İsyanı'na... Dersim İsyanı, Tunceli Kanununun uygulanmaya başlaması üzerine çıkmış. Kanun 1935 Aralığında kabul edilip 1936 Ocağında yürürlüğe girmiş.

Dersim ilginç bir yer... Halkı Alevi-Bektaşi... Ama nasıl olmuşsa olmuş, çok eski tarihlerde, belki yüzyıllar önce, hatta belki Türklerin Anadolu'ya gelişini takiben, Bilal Şimşir'in tabiriyle «bir Sünni denizinin ortasında bir ada gibi» kalmış. Yüzyıllarca, kendilerini kuşatan Sünnilerin aşağılamalarına, itip kakmalarına, baskılara maruz kalmışlar. Dağlara sığınmış ve tepki olarak kendilerini Kürt saymaya başlamışlar.

Yani, en başta, Dersim sorununun temelinde bir Sünni şeriatçılığı bulunduğunu çok rahat söylemek gerekir. Alevilerin laik Cumhuriyeti çok kolay benimsemelerinin altındaki gerçek de bu.

Bölge, iklim ve coğrafya itibariyle tarıma elverişsiz… Geçim kaynakları son derece sınırlı. Halk son derece yoksul. Hele o tarihlerde yol, iz de yok. Buna karşılık bolca ağa, şeyh, seyit, mir var. Geçim bunlar açısından da zor. Çareyi eşkıyalıkta, yakın çevredeki, ovalardaki köyleri, kasabaları basıp, hayvanına hasadına el koymakta bulmuş; bunu yaparken kendilerinden de beter durumdaki köylüleri kullanmışlar. Ele geçenlerin ölmeyecek kadarını da bunlara bırakmışlar.

Sık sık olaylar, isyanlar çıkmış; sık sık polisiye, askeri tedbirler uygulanmış. Bu yüzden sükunet de ancak bir süre hâkim olmuş; sonra yine eski duruma dönülmüş. 1937'ye gelinceye kadar 1876'dan bu yana 11 kez askeri tedbirlere başvurmayı gerektiren olaylar çıkmış bölgede. Osmanlı Dersim'i bu asayiş boyutu dışında adeta yok saymış. O kadar ki, Tanzimat'tan sonra idare yeniden düzenlenip iller, valilikler kurulurken Dersim yine yok sayılmış.

Bu durum, işte Tunceli Kanununun çıktığı 1935'e kadar aynen devam etmiş. Cumhuriyet hükümeti o sırada zaten idareye yeni bir düzen vermekte, yeni iller ilçeler kurmakta. Dersim de özellikle bu asayiş sorunu dikkate alınarak, ama bu defa öyle gelip geçici nitelikte değil, kalıcı bir düzen sağlanması amacıyla daha ziyade bir ıslahat programı çerçevesinde ele alınmış. Tunceli Kanunu, işte bu ıslahat programının adı…

Yani konunun üzerine sadece askeri yöntemlerle gidilmeyecek. Aynı zamanda Yöre, baştan ayağa medenileştirilecek: okuluyla, yoluyla, suyuyla, hastanesiyle, köprüsüyle…

Tunceli Kanunuyla birlikte kurulan Dördüncü Umumi Müfettişliğe getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, önce aşiret reislerini bir araya getirip ıslahat programını anlatmış. Reis efendiler orada seslerini çıkarmamış; hatta memnun görünmüşler. Ama dönerken yolları üzerindeki bütün köprüleri havaya uçurmuşlar.

Aslında bu alt yapı yeniliklerinin ağaların, şeyhlerin, seyitlerin hoşuna gitmeyeceği biliniyor. Çünkü bu yenilikler sosyal yapıyı da değiştireceği için eski nüfuzlarını, çıkar olanaklarını kaybedecekler.

Yani, Tunceli Kanunu, ortada bir isyan bulunduğu için, bu isyanı bastırmak için çıkarılmış değil. Yöreyi medenileştirelim, insanlara aş iş sağlayalım, böylece asayişsizlik ve isyan potansiyelini en aza indirelim denmiş.

Ama tahmin edilenler de gerçekleşmiş. Köprüler, yollar, okullar yapılmaya başlanır başlanmaz, homurdanmalar da başlamış. Homurtular giderek eyleme dönüşmüş ve 21 Mart 1937 gecesinden itibaren askeri karakollar basılmaya başlanmış. Askeri birlik karargâhlarına aynı anda baskınlar düzenlenmiş. Telefon telleri kesilmiş. Ama en ilginci köprüler yakılıp yıkılmış.

Ayaklanmanın elebaşı Seyit Rıza… Onun çağrısıyla Yusufanlı, Kureyşanlı, Abbasuşağı, Bahtiyar, Haydaran aşiretleri katılmış ayaklanmaya. Asi aşiret reisleri bir ültimatom göndermiş hükümete. İstekleri şunlar: 
Jandarma dersimden çekilsin. Yeni köprüler yapılmasın. Yeni idari yapı oluşturulmasın. Silahlarına el konulmasın. Vergiler, hükümetle aralarında paylaşılsın.

Bunun üzerine hava kuvvetleri desteğindeki kara birlikleri dört bir yandan asileri kuşatmış. Sarp kayalık dağlardaki mağaralarına doğru sıkıştırmış. Asiler paniğe kapılmış. Ayaklanmanın elebaşlarından Demenanlı Cebrail, Seyit Rıza'ya «teslim olalım» demiş, ama ikna edememiş.

Mayıs'ta başlayan ayaklanma Eylül'de tamamen bastırılmış. Elebaşlarından Roznaklı Kamer, Demenanlı Cebrail, Yusufhanlı Ağdatlı Kamer, Kureyşanlı Hasso Seydo, Bahtiyar Aşiretinden Şahin sağ olarak yakalanıp mahkemeye sevk edilmiş. Seyit Rıza'nın bir oğlu ağır yaralanmış, diğer oğlu teslim olmaya karar vererek babasından ayrılmış. Seyit Rıza'nın sağ kolu Koçgirili Alişir, Bahtiyarlı Şahin'in amcası Alişan öldürülmüş. Seyit Rıza önce dağlardaki mağaralara saklanmış, 12 Eylül 1937 günü de iki adamıyla birlikte teslim olmuş.

Yargılanan 58 isyancıdan 11'i idam'a, 33'ü ağır hapse mahkûm edilmiş, 14'ü beraat etmiş. İdam'a mahkûm edilenlerden dördü çok yaşlı olduğu için cezaları 30'ar yıl hapse çevrilmiş; dolayısıyla sadece 7'si idam edilmiş.

Türkiye'deki ABD Büyükelçisi ayaklanmayı kendi başkentine şöyle anlatmış:
«Dağlık olan coğrafi yapısından dolayı, bölgenin erişilmesi güç bir durumda bulunması, bölge halkının geri kalmışlığı, sorunun temelini oluşturmakta. Sert iklim şartları, toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkıyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil, komşu vilayetlerin insanlarını da etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor; geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri sağlıyor. Türk hükümeti ekonomik açıdan sorunu çözmeye çalışıyorsa da, yöre insanları yollar, okullar, köprüler vs., yapılmasına karşı koyuyor. Son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik şartlarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını, daha önce elde ettikleri haklara tecavüz olarak gören aşiret reisleri tarafından başlatıldı.»

Başbakan İsmet İnönü, 14 Haziran 1937 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde konu hakkında bilgi verirken; böyle bir direnişin beklendiğine işaret ettikten sonra, 

«Şimdiye kadar olan Dersim tecrübeleri, orada hükümetin bir emrine karşı muhalefet olunca, mühim bir kuvvet toplayarak o mıntıkada ciddi tedibat yapmak ve bırakmak... Biz buna «sel seferleri» dedik. Memleketin bir tarafında bir hadise çıkınca onu kuvvetli bir surette ve sel halinde gelip geçmekten bir fayda hasıl olmayacağı kanaatinde bulunduk. Biz muhalefet edenlerin mukavemetlerini bertaraf ettikten sonra kendi programımızın hiçbir şey olmamış gibi takip olunmasını esaslı vazifemizden saydık. ... Yol yapıyoruz, mektep yapıyoruz, karakol yapıyoruz. ... Cumhuriyet Hükümeti oraya ıslahat programını süs olarak, heves olarak götürmedi. Ne kadar müşkülata uğrarsa, ne kadar çok sene sürerse (sürsün) yaz ve kış bu programı biz orada tatbik edeceğiz» demiş.
İngiltere Büyükelçiliğinin 1937 tarihli Türkiye raporunda da şu bilgiler var:
«Dersim bölgesinde iki yıl önce başlatılan özel reform programına tepki olarak ayaklanma çıktı ve bastırıldı. Bastırmak için asker ve uçaklar kullanıldı. Hükümet kuvvetlerinin zayiatı: 1 subay (teğmen) ile 28 asker şehit; 3 subay ile 46 asker yaralı. Asilerin zayiatı: 265 ölü, 20 yaralı, 27 yakalanan, 849 teslim olan. ... Aralarında Seyit Rıza'nın da bulunduğu 7 kişi idam edildi. Hükümet asilere karşı nispeten yumuşak ve merhametli davrandı. Geçmişte jandarmanın sert davranması ters tepmiş.» (Bilal N. Şimşir, Kürtçülük-II, s. 374-416, Bilgi Yayınevi, 2009, Ankara.)
Demek ki hadisenin Kürtleri yok etmekle, hele hele Alevilerle hiçbir alakası yok.

Asilerin kuvvetinin (İngiliz raporlarında) 1500-2000 bin kişi olduğu belirtiliyor; bu sayıyı üç-beş bine kadar çıkaranlar da var. Arazi takibe son derece elverişsiz... Asiler tıpkı bugünkü PKK gibi dağların zirvelerindeki mağaralara saklanabiliyor. Hava kuvvetlerinin kullanılması bu nedenle zorunlu olmuş.

İsyanın, Hükümet baskısıyla, adaletsizlikle, dil konuşturmamakla ve saire ile de hiçbir alakası yok. Devlet, Güvenliğin hiç bulunmadığı bir yerde güvenliği tesis edebilmek için alt yapı hizmeti götürüyor. Yörenin, çıkarları zedelenen veya zedelenecek olan güç sahipleri düpedüz «yol istemezük, köprü istemezük...» diye ayaklanıyor. Askeri birlik karargâhı, Askeri karakol basıyor, Subay şehit ediyor, Asker şehit ediyor. Köprü uçuruyor.

Evet, Tunceli kanunu, yeni kurulacak ile atanacak ve askeri yetkilerini de taşımaya devam edecek olan general rütbesindeki valiye neredeyse bir bakanınki kadar geniş yetkiler vermiş. Yargılamalarda sert düzenlemeler yapmış. Yasa bu haliyle bir olağanüstü hal, hatta sıkıyönetim yasasına benzetilebilir.  
Ama ayaklanma yasanın bu özelliklerine tepki olarak çıkmamış. Çünkü bu hükümlerin uygulamalarına başlama fırsatı bile henüz doğmamışken isyan çıkmış. Yani tıpkı Patrona Halil isyanı gibi bir tür «medeniyet istemezük» hadisesi.
İsyan eden, ancak kazanırsa haklıdır, başarılıdır. Kazanamazsa veya kazanıncaya kadar başına gelene katlanır.

Sonra... Yukarıda değindik. Türk'ün de haini var. Asi Türkler de var.

Niye bir Allah'ın kulu Delibaş isyanında asılanlardan, çatışmalarda ölen asilerden «insan hakları» adına söz etmez!..

Kürtlere Sevdanın yolları, Türkler Niyazi mi?!..

Amerika taa 10 bin kilometre öteden kalkıp gelip Irak'ta asi Saddam cezalandırıyor, onu alkışlıyorsunuz!..

Mustafa Kemal de Osmanlı için asi değil miydi? Başaramasaydı asılmayacak mıydı? Hakkında zaten idam cezası verilmemiş miydi?

Veee... Kim vermişti idam cezasını?

KÜRT (Namı diğer: Nemrut) Mustafa Paşa!!!!..

Mustafa Kemal kazandı; haklı oldu.

Öyle Sam Amca'nın şapkasına saklanmak, Mitterrand Yenge'nin eteğinin altına, İmam Recep'in oy sandığına gizlenip el şeyiyle gerdeğe girmek yooook!!..

İsyan eden, isyan etmek derken, silah çekip asker, subay öldüren Türk kayrılmış mı?!..

Bir Türk olan «Damat Ferit» adı, günümüz siyasi literatüründe hala «hain» e karşılık gelmiyor mu?

Osmanlı Atatürk ve arkadaşları hakkında idam kararı verirken onların Türklüğünü dikkate almış mıydı?

Buna karşılık, Atatürk ve yakın arkadaşları dışında, başka pek çokları yanında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için de verdiği idam kararını, daha önceki her türlü bozma ve hatta beraat kararına rağmen uygulatma fırsatı bulan KÜRT (Nemrut) Mustafa Paşa, bu insanlar Türk olmasaydı, hele Kürt olsaydı aynı idam kararını verir miydi?

Siz Türklere «salak» mı demek istiyorsunuz?!..

* * * 
Atatürk Hakkındaki İdam Fermanı... 
Dosya Tasnifi
Harbiye-Divan-ı Harp
DOSYA No : 70

Harbiye Nezareti
Adliye-i Askeriye Dairesi
Şube :
Adet : 705

PADİŞAH BUYRUĞU

Mehmet Vahidüddin
(ONAY)

« Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan,

Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, eski yirmi yedinci fırka kumandanı miralaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey, Eski yirminci kolordu kumandanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile Eski Vaşington elçisi ve Ankara milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve sıhhiye eski müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey (Adıvar) ile Üniversite Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip Hanımın, ayrıntıları 11 Mayıs 1336 (1920) tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzre, Mülkiye Ceza Kanunu'nun kırk beşinci maddesinin birinci fıkrası delaletiyle elli beşinci maddesinin dördüncü fıkrası ve elli altıncı maddesi uyarınca, sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi ünvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarının haczedilerek, usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul bir numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından gıyaben verilen hüküm ve karar, ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir. » 

Bu Padişah Buyruğu'nu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1336 (1920)

Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

DAMAT FERİD
(NOT: Söz konusu İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi, başkanlığını Kürt Nemrut Mustafa Paşa'nın yaptığı mahkemedir. A.T.)


***

7 Temmuz 2017 Cuma

Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su..


Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su..


Doç.Dr.Sait Yılmaz

06 Haziran 2017


Transatlantik kavramı, siyasi jargonda daha çok Atlantik Okyanusu‟nun iki kıyısında bulunan Kuzey Amerika ile Batı Avrupa‟yı bir arada tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Transatlantik ilişkilerin tarihi olarak, ABD‟nin İngiliz propaganda mekanizmasının etkisi ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşları‟na girmesi hatta finanse etmesi gösterilebilir. Bu ilişkilerin günümüzdeki kurumsallaşmış güvenlik yapısı, 70 yıldır Kuzey Atlantik İttifakı yani NATO olageldi. NATO savunma örgütü olmaktan çıkıp, güvenlik örgütüne dönüşmüştü. Şimdi ise küresel işler peşine düşmek için kurgulanıyor; yeni konseptin adı “küresel gözetleme, lokal çatışma”. ABD, Rusya‟yı ürkütmeden dağıtmayı planlıyor, İran ve Kafkasya ile ilgili planları iyice hızlandı. Ancak, NATO çok önemli değişimlerin ortasında iken Transatlantik ilişkiler, Trump ile kırılma noktasına geldi. Bu makalede, Atlantik‟in iki kıyısında yakın zamanda neler olduğunu ve son bölümde bunun Ortadoğu ve Türkiye‟ye yansımalarını sorgulayacağız.

Atlantik ilişkileri ve NATO..

Yüzyıldır Atlantik‟in iki kıyısındaki think-tank merkezleri Transatlantik ilişkileri ayakta tutmak için proje üretiyor. ABD ve Batı Avrupa‟nın ticareti yıllık 770 milyar dolar civarında, 40 milyon kişiye istihdam sağlıyor ve karşılıklı yatırım 2 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Bununla beraber, ABD artık güvenlik ve ekonomi gerekçeleri ile Asya-Pasifik eksenine kaymayı hesaplıyor. Ortadoğu‟daki 22 Arap ülkesinin milli gelirleri toplamı bir İspanya etmiyor ve bu ülkelerin toplam ekonomik değeri “1” birim kabul edilirse, Avrupa 500, Asya-Pasifik ise 1500 değerinde, bu da ABD‟nin eksen kayması hesabını doğruluyor. ABD‟nin yeni başkanı Trump, daha seçim döneminde Avrupalı müttefiklerinin Amerikalıların vergilerini harcadığını aşağılayıcı ifadelerle kendine malzeme yapmıştı. 1980‟lerde NATO savunma harcamalarının %40‟ını Avrupalı müttefikleri yaparken, bugün bu oran %20‟ye düştü. 1999 yılında NATO‟da görevli iken Avrupa Komutanı Amerikalı Orgeneral Wesley Clarck‟a “NATO varken, ABD‟nin neden Avrupalıların ayrı bir savunma yapısı kurmalarına müsaade ettiklerini” sormuştum. Cevap gayet sade idi; savunma masraflarını paylaşmak için bir adres istiyorlardı.

NATO içinde ABD, her zaman hâkim konumda oldu. NATO‟nun esası şudur; ABD, tehdidi yani düşmanı ve buna karşı koyması gereken kuvvet yapısını ve kabiliyetleri belirler ve diğerleri de boşlukları doldurur. Bu yüzden, ABD‟nin belirlediği İran, siber güvenlik, uzay veya küresel terörizm gibi NATO‟ya mal ettiği tehditler Türkiye için de geçerlidir. Bu tehditlere karşı koyması gereken askeri uzman ve kabiliyetler de zaten parayı veren Amerika‟da vardır. Şimdi ABD, bunları “ben sizin için yapıyorum” diyerek daha çok para vermemizi istiyor. Aslında NATO ve AB‟nin savunma kanadı arasında birbirini tamamlayıcı olma temennisinin ötesinde gizli bir rekabet hep oldu. Bir yanda ABD ve İngiltere, NATO‟yu ön planda tutmak için AB‟yi işleyemez hale getirmeye çalıştı. Türkiye‟nin AB üyesi olmasına verdikleri destek de bu planın bir parçası idi. Almanya ve Fransa‟nın direksiyonda olduğu AB kanadı ise NATO‟nun içine tüm Doğu Avrupa ülkelerini doldurarak, onu hantallaştırdılar. NATO, bir dev ve 27 cüceden kurulu bir ittifaktır. Libya‟da harekâtta kullanılan yakıtın %80‟den fazlası ABD tarafından sağlandı. Bütün emirler de ABD‟li komutanlara aitti. Sadece 8 NATO üyesi ülkenin hükümeti uçaklarına bomba atma izni verdi.

NATO’da neler oluyor?

NATO, 1990‟lardan sonra stratejik derinlik konusunda Rusya‟nın aleyhine saldırgan bir şekilde genişledi. Rusya ise Almanya ve Fransa‟ya yanaşarak Atlantik zincirini bölünmüş tutmaya çalıştı. 1993‟deki Budapeşte Anlaşması‟na göre Ukrayna ve Gürcistan bu genişlemenin dışında tutulacaktı. Ukrayna‟nın NATO‟ya girmesi Rusya için stratejik iki açıdan kabul edilemezdi. Öncelikle, Karadeniz‟de Rus donanması için tek uygun yer Kırım-Sivastopol idi. Yani Kırım olmadan Rus donanması Karadeniz‟de yaşayamaz. Rusların 70 km.lik Karadeniz kıyılarında liman yapmak için uygun bir yer yoktur. Diğer neden ise Ukrayna‟nın doğusu ile Moskova arasındaki mesafe 450 km.dir. Yani buraya yerleştirilecek NATO füzelerinin kısa menzilli olanları bile Rusya‟ya rahatlıkla vurabilirdi. Mişa pençeyi vurdu, Kırım‟ı ilhak etti, Doğu Ukrayna‟da ise örtülü işgal devam ediyor. Ruslar buna iyi hazırlanmışlardı; Gürcistan‟da 2008‟de olduğu gibi 2014‟de ABD yani CIA, Ukrayna‟da tuzağa düştü.

ABD, Ukrayna‟da askeri seçeneği göze alamadı çünkü çıkarları hayati değildi ama ekonomik yaptırımlara başladı. NATO ise Rusya‟yı tekrar tehdit listesine aldı yani artık Soğuk Savaş‟a döndük. Nitekim geçen yıl Münih Güvenlik Konferansı‟nda konuşan Rusya Başbakanı Medvedev, “2016'da mıyız yoksa 1962'de mi?" diye sordu ve NATO ile ilişkilerinin yeni bir Soğuk Savaş seviyesine ulaştığını söyledi. 

NATO‟nun gücü; prestiji, savunma garantisi ve caydırıcılığından gelmekte idi ama şimdi Rusya karşısında Doğu Avrupalı üyeleri bunu sorguluyor. NATO‟nun Batı Avrupalı üyeleri gereğinde kullanılmak üzere jenerik planlar ile yetinmek isterken, Doğu Avrupalı üyeleri Rus tehdidi karşısında daimi kuvvet bulundurmayı ve daha fazla Amerikan askeri istiyor.
BM gibi NATO da ABD‟nin hegemonik işlerine siyasi örtü sağlıyor. Ancak, NATO‟yu iyi günler beklemiyor, havası kaçmış NATO, eski NATO değildir. Geçen ay, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg her ne kadar “NATO artık modası geçmiş değil” dese de durum iyi değil. NATO içinde ülkelerin çıkarları çok farklı. Bir ülkenin desteklenmesi için NATO‟nun desteğine ihtiyaç olduğunda „dayanışma‟ sıkça unutuluyor. Böyle durumlarda tıpkı Doğu Avrupa ya da Türkiye‟de olduğu gibi ABD‟nin doğrudan devreye girmesi gerekiyor. Melez Savaş ve siber güvenlik gibi yeni tehditler de ABD kabiliyetlerine bağımlıdır ve ittifakın hassas taraflarıdır. Eğer bir NATO üyesi saldırıya uğrarsa ittifakın tüm ülkelerinin Madde 5‟in uygulanmasına onay vermesi de kolay gözükmemektedir. Ülkeler için akıllıca olan kendi savunmanı başkasına bırakmamaktır. Akıllı savunma konsepti ise her ülkenin silah alımında kendi yolunu izleme fırsatı verdi.

Transatlantik kırılma..

Önce AB içinde son 20 yılda neler olduğunun bir özetini yapalım. AB üyesi ülkeler savunma masraflarını ABD‟ye yükleyerek, ekonomik gelişme yolunu seçtiler. Bugün birkaç ülke dışında AB üyesi ülkeler, Soğuk Savaş zamanında kalma, çöp ordulara sahipler. ABD‟nin stratejik ulaştırma ve istihbarat kabiliyetleri olmadan bağımsız harekât yapma kabiliyetleri çok sınırlıdır. AB içinde 2008‟e kadar ülkeler önem derecesine göre beş halka içinde gruplanmıştı. Çekirdek ülkeler Almanya, Fransa ve İngiltere idi.
- İngiltere, zaten ABD‟nin AB içindeki Truva Atı ve küresel kirli işler ortağı oldu. İngiltere, Almanya varken AB içinde kendine bir lider rol göremedi, parasını 1 koyup 30 alacağa işlere harcamak için yön değiştirdi. AB için fatura ödemek istemiyor, üstelik, imparatorluk kültürü sömürmeyi ve çalmayı gerektirir.

- Fransa ise Akdeniz ve Afrika‟daki oyunları için uzun zamandır ABD ile stratejik işbirliği içindedir. Fransa, derin sosyal ve ekonomik krizde ve birlik içinde kalmak zorundadır. Bu yüzden, küresel sermayenin adamı yeni Cumhurbaşkanı oldu.
- Almanya‟ya gelince; NATO içinde sert gücün parçası olmak yerine AB içinde yumuşak gücün lideri olmayı seçti. Almanya artık NATO‟da kritik kadrolar yerine AB içinde Maliye Bakanlığı ve ekonomi ile ilgili önemli konumları elinde tutuyor.
Başından beri Avrupa Birliği‟ni oluşturan mantık şu idi; ailenin babası Almanya parayı kazanacak, diğerlerine parayı dağıtacaktı. 

Kuzeydeki ülkeler Protestan ahlakına sahip olduğu için mali disipline uydular ve sorun çıkmadı.

 Ama güneydekiler, hırsız politikacılar tarafından yönetildiği için hepsi paraları çarçur etti. Düşünün, geçen yıl AB‟den milyarlarca Avro altyapı fonu alan Bulgaristan‟da bütün para iki kişinin özel hesabına gitti. Özetle, Avrupa Birliği, Avrupa Birleşik Devletleri olmak yerine Alman İmparatorluğu‟na doğru gidiyor.
Yakın zamanda kadar ABD‟nin Avrupa üzerindeki etkisi ekonomi ve askeri ittifakın karşılıklı yararları üzerinden yürütülürdü. Şimdi ise uzun yıllardır ABD‟nin Avrupa‟dan kovulmasını isteyen Rusya‟nın hayalleri gerçek oluyor. Nitekim Alman başbakanı Merkel, geçenlerde Bavyera‟da yaptığı konuşmada; ABD, İngiltere ve Rusya ile ilişkilerin öneminden bahsettikten sonra “Avrupalıların artık kendi yollarını kendi elleri ile çizmesi” gerektiğinden bahsetti. Merkel, “başkalarına dayandığımız günler geride kaldı” demeyi de ihmal etmedi. Bunun gerisinde Almanya‟nın artık bir küresel vizyonu olduğu saklıdır. NATO‟nun ilk Genel Sekreteri Lord Ismay, 70 yıl önce şöyle demişti; “Ruslar dışarıya, Amerikalılar içeriye, Almanlar aşağıya”. Şimdi Alman başbakanı Merkel, Amerikalıların artık içeride olmadığını ve Almanya‟nın Avrupa ile birlikte daha bağımsız bir rol alacağını söylüyor.

Trump ve Ortadoğu NATO’su..

Trump‟ın siyasi eğilimi kendi ekibince “İlkeli Realizm (Principled Realizm)” olarak adlandırılıyor. Realizm, dış politikada gerçekçiliğe dayanır ama Trump‟a göre dünya sahte işlerle dolu ve kendi gerçeklerine dünyayı ikna etmek, bunlarla etkilemek istiyor. Trump ile ilgili en büyük endişe duyulan alan, Transatlantik ilişkilerin geleceği üzerine. Trump Realizmi, ABD‟nin en büyük ittifakı olan NATO‟nun meşhur 5. Maddesini reddediyor, NATO‟nun yeni ülkelerinin başbakanları ile görüşmeye tenezzül etmiyor. İsveçlilerin akşam yemeğinde horlayarak uyumalarına neden oldu. Almanlar ile görüşmelerini ise “çok kötü” diye tanımladı. NATO ittifakının iç dengelerini yok sayan Trump, 25 Mayıs 2017‟deki NATO Zirvesi‟nde Avrupalı müttefiklerden savunma harcamalarını GDP‟lerinin %2‟sinde tutma yükümlülüklerini gündeme getirdi. Bu yükümlülüğü yerine getiren ülkeler sadece Estonya, Polonya, Yunanistan ve İngiltere‟dir. NATO ülkelerinin savunma harcamalarını artırmaları için öncelikle bunu gerektiren ulusal vizyonları ve siyasi iradeleri olması lazım.

Önceden beri ABD‟nin bir Ortadoğu NATO‟su kurma vizyonu biliniyor. ABD ve İsrail‟in İran‟a yönelik planları uzun zamandır üzerinde çalışılan proje ve Trump‟ın Suudi Arabistan‟a sattığı silahlar bunun bir aşaması. Suudiler, rüşvet olarak ABD‟deki altyapı şirketi Blackstone‟a 20 milyar dolar fon sağlayacaklar. “Önce Amerika” sloganı ile gezen Trump, İsrail‟de ne işgal edilen Filistin topraklarından ne de iki devletli çözümden bahsetti. Bugünlerde Katar ile ilgili gelişmeler gündemde. Katar, Müslüman Kardeşler (Hamas dâhil) ve (Suriye, Libya ve Afganistan‟daki) El Kaide bağlantılarını destekliyor. Taliban‟ın bile Doha‟da diplomatik misyonu var. S.Arabistan‟ın Katar‟dan farkı Müslüman Kardeşleri kendine tehdit görmesi ve İsrail ile arasının iyi olması. CIA, Suriye‟de İsrail, Ürdün ve S.Arabistan ile birlikte çalışıyor.

Katar olayının arkasında ise Rusya ile yakınlaşması ve Türkiye‟nin aracı olduğu, içinde İran‟ın da bulunduğu Astana Süreci‟ne dayalı Suriye‟de ortak çözüm arayışı var. Her şey Rusya‟nın, yakın zaman önce Rosneft‟in %20‟sini Katar-İsviçre ortaklığına satması ile başladı.

Batı ve Türkiye..

Türkiye‟nin Batı ve özelde NATO ilişkileri tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. 70 yıldır, Türkiye‟nin kontrolsüz güç kullanması ve çevresinde bağımsız politika izlemesi istenmedi. Bugünlerde, Batılı başkentlerde, Türkiye‟nin ne düşman ne de müttefik olduğu, yayılmacı politika izlediği düşünülüyor. Türkiye‟nin son yıllarda Avrupa içinde Diyanet İşleri Başkanlığı‟nın kolları üzerinden bir istihbarat kurgusu oluşturduğu deşifre edildi. Almanya ile istihbarat savaşımız devam ediyor ama detaylarını yazamıyoruz. NATO‟da hazırlanan bazı senaryolar Türkiye‟yi hedef gösterdiği için veto ediyoruz. Bazı ülkeler ile sorunlarımız nedeni ile NATO tatbikatlarını bloke ediyoruz. Bu yüzden, “oybirliği” sistemini kaldırmayı sık sık düşünüyorlar. NATO‟da çalıştığım yıllarda “sessizlik süreci” diye bir şey vardı. Verilen süre içinde bir ülkeden ses çıkmayınca bu “olumlu cevap” kabul edilirdi. Batı ise şimdi Türkiye‟ye şöyle bakıyor; “ses yok, demek ki haberler iyi değil”. Türk yetkililerin geçen ay ABD‟de ilişkileri yeniden kurgulama gayretleri bile karşılık bulmadı, çok iyimser bulundu. ABD, Ortadoğu‟daki çıkarlarını korumayı ve IŞİD ile mücadeleyi Ankara‟nın istediği biçimde yapmayı istemiyor. Daha da kötüsü ABD, Türkiye‟yi kendi politikalarının önündeki ana engel, hatta bozucu olarak görüyor. Ama Batılıların unutmaması gereken bir nokta var; Esat ve IŞID‟a sonunda ne olursa olsun, sonrası Washington‟dan çok Ankara‟nın inisiyatifinde olacak.
Türkiye ve ABD arasında ortak bir vizyon sağlayacak stratejik yapışkan bulunmuyor. Çıkarlarımız Karadeniz, Irak, Suriye ve bölücü terörle mücadele de çakışıyor. Görünen o ki Türkiye, Rusya ve Araplarla flört etmeye devam edecek ve Batıda iç sorunlarımız nedeni ile gündemde olacağız. Anlattıklarımızın çoğu işlerin görünen yüzü, karanlık yüzünde ise Türkiye‟nin göremediği pek çok konu var ve geç kalınıyor. Sorunun temeli ne Batılıların PKK ya da FETÖ konusunda Türkiye‟ye dost davranmaması ne de Türkiye‟yi Batı kampında görmek istememeleri. 

Sorun 70 yıldır olduğu gibi bizim vizyonsuzluğumuz ve devlet adamlarımızın kalibresi ile alakalı. 

Türkiye‟de Deniz Bölükbaşı, Onur Öymen gibi devlet adamları çok az yetişiyor. Yetişenler de iktidarların ideolojik seçimlerinin, ayak oyunlarının ya da çarpık terfi sistemlerinin kurbanı oluyor. Devlet adamlığı üç şeyin iyi yönetimi demektir; kaynak, ulusal çıkar ve algı. Bunları beceremiyoruz. Örneğin şu an Batılı merkezlerde geleceğin savaşlarını senaryoları kapsamında tatbikatlar yapılıyor. Bu tatbikatların yazarları arasında en çok tarihçiler ve bilim adamları var. Türkiye‟de Üniversitelerin tarih bölümleri kapatılırken, Batıda emekli askerler; tarihçi, sosyolog ve antropolog rolünde yeni gerçekler yazıyor. Türkiye‟yi yönetenler şunu iyi bilmelidir; güç bir amaç değil araçtır, bu yüzden “nasıl”ı beceremiyorsunuz. 

Eğer sübjektif hedefler peşinde iseniz, en doğru yaptığınız işler bile size yanlış sonuçlar verir. 

Başınız beladan kurtulmaz.


***