Orta Doğuda Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orta Doğuda Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Eylül 2016 Salı

Orta Doğuda Demokrasi ve Demokratikleşme



Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme


Orta Doğu’da Demokrasi ve Demokratikleşme.,
Yrd. Doç. Dr. Erdem Özlük



Ortadoğu’da demokrasi ve demokratikleşme konusu çerçevesinde öncelikle Arap Baharı ve devrimler hakkında ayrıntılara değinmeyeceğimi belirterek başlayayım. 

Bunun iki nedeni var. 

İlki program kapsamında Arap devrimi ile ilgili tartışmalar yapıldı. İkincisi ise bu tip gelişmeleri devrim olarak adlandırmak için, sağlıklı bir okuma yapmak
için biraz daha zamana ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim. Devrimlerin başladığı 17 Aralık 2010’a kadar geçen süreçte Ortadoğu’nun geldiği süreçte demokrasi konusundaki çetin sınavının hikâyesini anlatmaya çalışacağım.




Üç farklı Ortadoğu tanımı vardır. Geniş anlamdaki tanımı yaparsak 23-24 ülkeyi katarak Kuzey Afrika ve Batı Sahradan Türkiye’yi de içine alarak Pakistan’a kadar uzanan, Güneyde Yemen ile Orta Asya ülkeleri ve Kafkasları da içine alarak yapabiliriz. Ya da etnik temelli Arap Ortadoğu’su denilebilir. Bunlarında yanında benim de tercih ettiğim dar anlamda bir Ortadoğu tanımı vardır. Batı da Mısır’dan başlayan Yemen’i içine alan İran’a kadar uzanan Afganistan’ı dâhil etmeden Türkiye’yi kısmen içine alan bir tanım kullanabiliriz.

Diğer bir sorun ise Demokrasi tanımıdır. Bu zor fakat eski olan kavram bundan 2500 yıl kadar önce Perikles’in Cenaze Evi söyleminde dile getirdiği (isonomia ve isegoria) Eşitlik ve Özgürlük’ün 2500 yıllık bir biyografisi olan bir kavramdır. Ama 1990’lı yıllardan sonra dünyanın farklı bölgelerinde farklı coğrafyalarında demokrasi ve demokratikleşmek kavramı uluslararası ilişkiler öğrencileri için en temel ve en popüler konularından biri olmaya başladı. 
Kavrama ilişkin tartışmalar ve söylemler kavramların tanımlamasını da oldukça zorlaştırdı. Buna dair birkaç isim zikredecek olursak Shumpert, Samuel Huntington, Robert Dahl gibi bir sürü isim vardır. Bu isimlerin vurguladığı birçok söylem vardır. Bunlardan en önemlisi özgür, adil ve yarışmacı seçimlerdir. Özgür
ve adil seçimler demokrasi için sürekli yapılan vurgulardan biridir. Ama yeterli değildir. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Ortadoğu’da demokrasi ve demokratik leşme olarak anlaşılan şey genellikle çoğunluğun yönetimi olarak anlaşılır. Bu doğru değildir. Bu durum özellikle Türkiye dede yapılan tartışmalarda da tıkanmamıza neden oluyor. Yaklaşık 1 asra yakın geçmişe sahip olmamıza rağmen Türkiye’deki demokrasinin konsolidasyonu yani bütün kurum ve kavramları ile demokrasiyi özdeşleştirmekten bahsediyorum. Demokrasiyi konsolide edebilmek için

Przeworski, demokrasiyi (The Only Game in Town) şehirdeki tek oyun olarak tanımlar bunun anlamı demokrasiyi tüm kural ve kurumlarıyla özümsemek demektir. Eğer demokrasiyi Ortadoğu’daki gibi çoğunluğun yönetimi olarak algılarsak neden bu kavramın bölgede oturmadığının cevabını ilk etapta vermiş oluruz.

Demokrasi aslında özgürlük, eşitlik, çoğulculuktur. Bu üç unsuru bünyesinde barındıracak önemli bir isim bize mihmandarlık eder; Jürgen Habermas. Eleştirel teorinin yaşayan en önemli ismidir. Demokrasiyi tanımlarken dört unsura vurgu yapar. Bunlardan ilki, bir merkez ve çevre ilişkisidir. Uluslararası ilişkilerde Marksist bakış açısının (bağımlılık ekolü veya yapısalcılık olarak da kullanılır), kalkınma ve azgelişmişlik sorununu tanımlamak için kullanıldığı merkez ve çevreden farklıdır buradaki merkez ve çevre. Habermas ayrıca bir kamusal alandan ve hukuk düzeninden bahseder. Gerçek anlamda bir toplumun demokratik olarak tanımlanabilmesi için ve Ortadoğu’nun her anlamda demokratikleşmesi için Habermas’ın kullandığı anlamda demokrasinin boyutlarının karşısında bir tik atmak gerekir.

Merkez dediği sistemik olarak kurumsallaşmış yasama, yürütme ve yargıdan bahseder. Genel olarak devletin erklerinden bahseder. Bunların birbiri ile sistematik olarak çalıştığı kurumsallaşmış bir yapısı olması ve bu erklerin ayrı olması lazım. Dünyada en iyi işleyen demokrasilerde erkler farklı güçlerin altındadır. Bugün ABD beğensek de beğenmesek de dünyanın en demokratik ülkesidir. Bizlerin Ortadoğu’da gördüğü ABD böyle olmasa bile kendi içinde erkleri sürekli ayrı tutması ve bunların birbirlerini kontrol-denge altında tutması ABD’yi demokratik kılar. Fakat bir ülkenin demokratik olarak tanımlanması için merkezde yer alan güçlerin kurumsallaşmış olması ve erklerin birbirlerini kontrol-denge altında tutması yetmez. Bunu dışından işleyen kurumların ve yapıların olması lazımdır. İşte bunlara Habermas çevre kurumları denir. Bunun
başında sivil toplum gelir. Bir ülkede eğer güçlü bir sivil toplum yoksa demokratikleşme var diyemeyiz. 2010 yılında yapılan araştırmada dünyadaki
67 farklı ülkenin demokratikleşme tecrübeleri maceraları analiz edilirken 54 ülkenin demokratikleşmesinde sivil toplum kuruluşlarının birincil planda katalizör olduklarını, ampirik olarak yapılan araştırmalarda ortaya konulmuştur.

Çevreyi oluşturan bir diğer etken de akademik dünya yani düşünenlerden oluşur. Avrupa’nın tarihsel evriminde bu önemli bir noktadır. Batını üstünlüğünden bahsederken bunun nedenleri ve gerekçeleri ile farklı hikâyeler var. Avrupa’nın karanlık çağ dediğimiz dönemden bir sonraki aşamaya geçmesi bir değişim-dönüşümdür. Bunu sağlayan kriterler vardır.

Mesela önceden Avrupa’da olan feodalizm sistemi vardı. Bu sistem, üretim, toprak, kişisel ilişkilerden oluşan bir sistemindir. Bugün Avrupa Konseyi’nde yaklaşık 47 devlet var. Bundan 400-500 yıl kadar önce Avrupa’da siyasal birim sayısı bu rakam 500’ün üzerindedir. Fakat zamanla Vestfalya Barışı’nın yaratmış olduğu etki ile birlikte bu feodal yapıdan bugün ki modern devletler oluşmaya başlamasıdır. Buda en büyük etken oluşan yeni sınıfların yavaş yavaş şekillenmeye başlamasıdır.

Feodalizmde en temel sınıf, dua edenler yani kilisedir. Sistemi yöneten onlardı; haç olmadan taç olmazdı. İkincisi savaşanlar vardı. Ve son olarak çalışanlar vardı. Feodalizm kabaca bu üç sınıfla tanımlanabilir.
Daha sonra bu sınıflara yenileri eklenmiştir; sanatçılar. Sanatçılar bir toplumun modernleşmesinde en önemli katalizörlerdi. Bizler Avrupa tarihinde Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform hareketlerinin olduğu dönemler yeniden doğuş olarak anlatılır. Bu eksik bir anlatımdır. 

Eğer bu dönüşümü sadece sanat ve edebiyat olarak tanımlanırsa onu etkilerini belirli bir alana hapsetmiş olursunuz. Aslında daha fazlasını  ifade eder.
Bir sanatçının yaptığı heykel- resim içinde bulunduğu toplumu yansıtan değiştiren büyük bir etkendir. Bu etken Avrupa’yı dönüştüren en büyük
etkenlerden biriydi. Diğer eklenen sınıf ise Thinkers yani düşünenlerdi.
Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım olarak eksik çevirisini düzeltecek olursak devamında söylediği “Şüpheleniyorum öyle ise varım” cümlesi ile kraldan, tanrıdan, papadan, dogmatik inançlardan, skolastik inançları sorgulamıştırlar. Bu şüpheler reform hareketini başlatmışlardır.
Üçüncü gelen sınıf ise çok önemli bir rol alan burjuvaydı. Burjuva sadece ticaretle uğraşan, kar maksimizasyonu peşinde olan bir sınıf değil aslında
daha fazlasıdır. Almanca kökenli olan ve kentli anlamına gelen bu kavram değişmiş ve başka bir forma ulaşarak ticaretle uğraşan kentte yaşayan
ve parası olan kimselerdir. Paraları olduğu için daha fazla hak isterler.

Yani paramız var ama ekonomik hakkımız yok, ekonomik hakkımız var ama sosyal haklarımız yok, sosyal hakkımız var ama siyasi hakkımız yok derler ve elde ederler. Böylece Avrupa’daki tüm değişim sürecinde Burjuva kilit rol oynar. 4 Temmuz 1776 da ABD’de bir bağımsızlık bildirgesi yayımlandı. Özgürlük bildirgesi ya da bağımsızlık deklarasyonu denir ama aslında değildir. Bu bildirgenin ilan edilmesini 1783 Paris Antlaşmasına kadar devam edecek ulusal kurtuluş mücadelesi olarak adlandırılabileceğimiz bu bağımsızlık mücadelesinin sloganı “temsil olmadan vergi olmaz” idi. Özgürlük, kurtuluş sloganları yerine onları iten motivasyon vergi- temsil arasındaki sıkıntıydı. Bu yüzden çevreyi
oluşturan aktörlerin özgür olması gereklidir. Türkiye’deki demokratikleşme hikâyesinde Adnan Menderes’in dile getirdiği slogan “ Her Mahalleye bir Milyoner ” di. Fakat bu milyoner siyasal iktidarın oluşturacağı bir milyoner olacağı için siyasal iktidar ile organik bağ kurulur ve itici bir güç olamaz.

Bu yüzden STK’lardan, akademisyenlere, stratejik araştırma merkezlerine, medyaya kadar tüm bu kurumların seslerini duyurabilecek yapıya sahip olmaları gerekir. Çevre iyi çalışmaz ise bunun sonucunda Merkez egemenliği ilan eder. Demokratikleşmede de süreç tıkanmış olur. Kamusal alan konusunda Habermas dendiği zaman akla gelen bir kavramdır.

Habermas kamusal alan ile kastettiği köy kahvesinden üniversite sıralarına ya da futbol maçından tiyatro izlemeye kadar kamusal alanda yapılan tüm konuşmalar kamusal alanın bir parçasını oluşturur. Dördüncü Murat’ın kahvehanelerin, içkinin yasaklanmasında öncelikli neden dini hassasiyetler değildi. Buralarda yapılan konuşmalar ülkedeki değişimler için bir kıvılcım yaratabilir. M. Buazizi 17 Aralık 2010 da önce kendisini sonra Tunus’u ve Ortadoğu’nun belli bölgelerini yakmış oldu. İşte bu çeşit yangınlar dünyayı etkileyebilir. İşte bu kamusal alanlar iktidarını perçinlemek isteyenler için tehlike arz eder. Habermas bunları söylerken sosyal medya yoktu fakat şuan en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Neden 2010’dan sonra Arap devrimleri patlak verdi sorusuna pek çok açıklama getirilebilir. Ekonominin düşüşü, siyasal tahakküm, petrolün olumlu olumsuz etkileri, İsrail etkeni, ABD ve AB’nin dışardan müdahaleleri vs, hiç biri yeni değildi. Ortadoğu’daki birçok 30 yıllık iktidar birkaç yıl içinde devrildi. Sebep ise sosyal medyaydı. Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve önemi bakımından örneklendirmek gerekirse bundan 3-4 yıl evvel Batman’da yoğun bir şekilde töre intiharı-cinayetleri olarak adlandırabileceğimiz genç kızlar intihar ettiler. 

     Bu sosyolojik bir vakadır. Fakat bunun araştırması yapılırken bunun nedeni olarak 14-15 yaşındaki kızlar 50-60 yaşındaki adamlar ile evlendirilmek zorunda
kaldılar. Sonuç olarak bu kültürel yapı bu intihara sebebiyet vermiştir.

Bu durum bana göre eksik bir analizdir. Bir olguya davranışa töre demek için kemikleşmiş olması gerekmektedir. Yaklaşık 200-300 yıldır devam eden bu geleneğe rağmen intiharların son yıllarda yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz. Biz bunun adına ontolojik güvenlik diyoruz yani sizin algıladığınız dünya ile yaşadığınız dünya arasında farklılık giderek artmaya başlamadır. Bu ontolojik güvenli sorunu ortaya çıkar ve kendinizi güvende hissetmezsiniz. Yüz yıllarca yaşanılan bu geleneğin ardından son dönemde bu kız çocukları televizyon ve internet yani medya aracılığı ile bu durumun normal olmadığını algılamaya başlaması sonu oluşan bu güvenlik sorunu tramvaya dönüşerek bu çocukları intihara sürükledi.

Bir anlamda rutinin dışına çıkılması ile oluşan ontolojik sorunu yaratan etkendir. 17 Aralık 2010 da bu insanları sokağa döken faktörler sadece ekonomik veya siyasal anlamda tahakküm altında olmaları değildi. Ontolojik güvensizlik durumun oluşması bu insanları sokağa döktü.

İşte kamusal alan, güçlü bir kamusal alan ülkenin demokratikleşmesi noktasında ya da demokratik bir ülkenin konsolidasyonu noktasında önemli belirleyici bir faktördü.

Dördüncüsü kamusal alanda sizin bütün bu alanlarda özgürlüklerinizi güvence altına alabilecek bir hukuksal yapı olması gereklidir. Bunlar yoksa demokratik leşmeden bahsedemeyiz. Bu konuya geçmeden demokrasi Ortadoğu’da nasıl yerleştirilebilir sorusunu sormadan evvel bir diğer tartışmaya değinmek gerek. Bu mesele analiz düzeyi meselesidir.

Her bilimsel çalışmaların sınırları vardır ve sınırları ortaya koymak gereklidir. Yukarıda bahsettiğim Ortadoğu ya da demokrasi tanımım gibi.

Fakat Ortadoğu ve demokrasiyi birleştirirken de bu sınırları çizmek gereklidir. Analiz sınırlarından kastımı izah etmek için II. Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan dört faktörü sıralayacak olursak; Hitler faktörü, Almanya’nın durumu, Milletler Cemiyeti’nin başarısız olması ve uluslararası sistemin başarısız olması.. II. Dünya Savaşı’nın çıkma nedeninin temelinde hangisi doğrudur? Burada tek yanlış hangisi doğru sorusudur. Analiz düzeyini belirlemeniz gerekir, cevap Hitler ise birey düzeyinden, Almanya ise devlet düzeyinde, uluslararası sistem iyi dizayn edilmemişti diyorsanız sistem üzerinden analiz yapıyorsunuzdur uluslararası veya eğer MC başarısız diyerek cevaplarsanız ise uluslararası
aktörler üzerinden analiz yapıyorsunuzdur demektir. Soruma tekrar dönecek olursam Ortadoğu ve demokrasi neden buluşamıyor? Bunu tek yanıtı var dışsal faktörlerdir. Benim yapmış olduğum analizde, demokratikleşmeye engel uluslararası sistemin uluslararası faktörlerin Ortadoğu’nun  demokratik leşememesinde dışsal faktörleri önemli görüyorum.

Tabii eğitim düzeyi, din-demokrasi arası etkileşim, ekonomik faktörler ya da kendi içsel dinamiklerini yadsımıyorum. 

Fakat bu dışsal faktörler Ortadoğu’yu olumsuz anlamda istisna kılar.

Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi yüzünden yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Kendi analizi çerçevesi içinde durduğu noktadan iyi bir analiz yaptığını da düşünüyorum. 1990’ların başında demokrasi dalgaları olarak adlandırılabilecek üç tane demokratikleşme haritaları çıkardı. Bunun dalgalar halinde yayıldığını düşündü. Birinci dalga 19.yy’da Amerika’yı da katarak oluşturdu. İkinci dalganın da II. Dünya Savaşı sonrası gerçekleştiğini (bu dalganın Türkiye’yi de kapsadığını söyleyebiliriz.) savundu. Üçüncü dalga ise 1970’lerde başladı. Her demokratikleşme olumlu dalgasının belirli dönemlerde tersine dalga olarak kesinti ile karşılaştığını söyledi. S. Huntington bu çalışmayı
1990’larda yapmış olduğu için sonrasını ele almamış olduğundan biz bugün dördüncü dalgadan söz edilebilir. Sovyetlerin dağılması, Doğu bloğunun çökmesi ile Orta ve Doğu Avrupa’da önemli demokratikleşme hamlesi yaşandı. Şimdi Ortadoğu’ya baktığımızda bu 4 dalga içinde dâhil olamadığını görüyoruz. 2010 sonrasında ise yeni bir demokratikleşme dalgası mı geliyor derken Mısır da yaşanan olaylar, Libya’nın konsolide olamaması, Suriye’de yaşanan iç savaş gibi olaylar bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu gösterir. İşte bu durum Ortadoğu’yu istisnai kılar.

Bunun nedenlerini de sorgulamak gerek. Bu nedenlerin başında Ortadoğu da demokrasinin yerleşememesinin nedeni devlet inşası sorunudur, devlet inşası sorunu ise kolonyal mirasın bir sonucudur. Dünyada coğrafi keşifler olarak nitelendirilen sürece ben dünyanın Avrupa tarafından parsellenme süreci olarak adlandırıyorum. Paradoksal bir şekilde, diğer bölgelere nazaran Ortadoğu’da Batı’nın kolonyal güçlerinin varlığı son derece kısıtlıdır. Bu güçlerin Ortadoğu’daki egemenliği yarım aşırı geçmemiş olsa da yaratmış olduğu tahribat 300-400 yıllık bir kolonyal hâkimiyete maruz kalan bölgeden daha derin olmuştur. Kolonyal güçlerin bu bölgeden çekilirken plansız hareket etmesi, dokuyu alt-üst edecek
politikalar izlemeleri, bölgeyi sorunlu kılmıştır. 

Özellikle Soğuk Savaş ortamında da iki büyük güç olan ABD ve Sovyetlerin bölgeye dair hassasiyetlerinin her zaman aynı olduğunu  görürsünüz. Bu hassasiyetlerin başında birbirini çevrelemek gelir. ABD bölgenin enerji kaynakları, jeopolitik konumu nedeni ile birinin  diğerine oranla bölgedeki hâkimiyetini engelleyecek politikalar ürettiler. Bunu sağlayacak rejimlerle de işbirliği yaptılar. 

ABD ve Sovyetler bu nedenle etki alanları oluşturmaya çalıştı bunu içinde buna uyabilecek rejimler ile yakınlaştılar. Bunun sonucunda anti-demokratik rejimler güç kazanmışlardır.
Diğer yandan toplum ve devlet arasındaki ilişki ise demokratikleşme konusunda ilerleyememesi konusunda diğer önemli bir etkidir. Tunuslu İbn-i Haldun yedi asır kadar önce Ortadoğu’nun toplumsal yapısını tanımlarken kullandığı Asabiyye kavramında olduğu gibi bu kültürün değişmeden bölgeye hâkim olduğunu görüyoruz. Göçebe klanlar, aileler, kabileler gibi algılar yapılar devletin demokratikleşmede kamusal alanın oluşmasını önlerken merkezi törpüleyecek çevrenin yeşermesini de önlemektedir.

Ortadoğu’nun genelinde güçlü bir devlet yapısı vardır. Fakat bu güç ekonomik anlamından ziyade bürokrasi anlamındadır. Ortadoğu’daki güçlü devlet tanımı bunu yansıtarak devlet karşısında zayıf bir toplumun oluğunu gösterir. Peki, neden zayıf bir toplum var? Çünkü Habermas’ın tanımından yola çıkarak güçlü bir çevre yani güçlü bir toplum güçlü bir kamusal alan yoktur. Buna neden olan hem içsel hem dışsal faktörler vardır. Öncelikle içsel faktöre oryantalist bakış açısı ile baktığımızda İslam’ın demokrasi ile ya da İslami kültürün demokrasi ile uyuşmadığı ile ilgili çok fazla tez ileri sürülür. Ben bunların hiç birine katılmıyorum.

Eğer siz din ve demokrasi birbiriyle bağdaşmaz diyorsanız, bir Ortadoğu ülkesi olan İsrail’i nereye yerleştireceksiniz? Yahudi şeriatçı “dinci” bir devlet yapısı olan İsrail Ortadoğu’nun en demokratik ülkesidir. Türkiye’yi de dâhil ederek Türkiye den bile çok daha demokratiktir. İran Ortadoğu’nun diğer ülkelerine kıyasla (yarışmacı seçimlere kıyasla net söyleyemesekte en azından emirliklere ya da Mübarek dönemi Mısır yada Suudi Arabistan’a kıyasla birçok kritere göre daha demokratiktir. Din ve demokrasiyi bağdaştıramayan görüşler Anglosakson ve oryantalist bakış açısı ile meselenin özünü sömürmeye çalışıyorlar.

Uluslararası ilişkilerde Ortadoğu’yu da ilgilendiren bir diğer sorun az gelişmişlik ve kalkınma problemidir. Neden özellikle dünyanın belirli bölgeleri ve coğrafya ları kalkınamamıştır. Bu soruya iki farklı yanıt verilebilir. Yanıtlardan biri kalkınma sorununu kendi dinamikleri ile açıklamaya çalışmaktadır. “Ya Mekke ya makineleşme” sloganında olduğu gibi… Bir Anglosakson akademisyenin Daniel Lerner’ın anlayışına göre (ki din ve gelişmenin- kalkınmanın iç içe olduğunu vurgular) İslam dini kalkınmaya mahal vermediğini ve bu bölgede yaşayan insanların Mekke ve makineleşme arasında tercih yapması gerektiğini savunuyor.

Din ve demokratikleşme- kalkınma arasında tamamen bir ilişki yoktur demek de yanlıştır. Örneğin ABD 1787 de anayasasını yaptı ve Devlet 1783’te bağımsız oldular. ABD’yi kuran farklı toplumsal zihniyetler vardı. Bunlardan biri püritenizmdir. Burada Marx Weber’in Protestan ahlakından ve kapitalizmimin ruhundan bahsedilebilir. Buna göre Protestanlığın üç ilkesi vardır. Birincisi eğitimdir. Ama bu eğitim din ve dini anlamak için iyi bir eğitim olsa da sadece din alanında sınırla kalmamış diğer boyutlara da sıçramıştır. İkincisi ise çok çalışmaktır. Bu dinamik ABD’nin kalkınmasında önemli rol oynar. Bismarck ABD’nin kısa bir sürede nasıl hızla geliştiğini anlayamadığından ona göre Tanrı üç zümreye torpil yapmıştır, sarhoşlar, aptallar, Amerikalılar... Bu elbette doğru değildir. Bunu kaynağı yukarıdan bahsettiğim çok çalışmayı benimseyen
Protestan ahlakıdır. Bizde ise Protestan ahlakının aksine kanaat kültürü vardır. Üçüncüsü de onlar kendilerini Tanrı tarafından yüklenen bir misyon sahibi olarak görürüler. Bu misyon barbarları medenileştirmektir.

    1492 de Kristof Kolomp San Salvador adasına indiği zaman kendisini karşılayan yerlilere size tanrının sözlerini getirdim demiş ve  “ Barbarları ” medenileştirdiler. Şimdi elimizdeki Oryantalist argümanlara göre, kendi içsel dinamiklerimiz buna engeldir. Eğitim seviyemiz  düşük bunu yükseltmemiz lazım, dinimiz uygun değil değiştirmemiz lazım, siyasal aktörlerimiz uygun değil bunu onarmamız lazım diyebiliriz.

Diğer bir argüman ise evet kalkınamıyoruz, demokratikleşemiyoruz çünkü içsel dinamikler nedeni ile değil sizin yüzünüzdendir. Bizi, yıl90 Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi larca kaynaklarımızı sömürdünüz, bizim devlet inşası sürecindeki tüm imkânlarımızı değiştirdiniz, 
toplumsal yapıyı- haritayı alt üst ettiniz, kapitalizmi oluşturan tüm unsurlar bu bölgenin alt üst olmasına sebebiyet verdi. Öncelikle kalkınamıyorlar çünkü petrolü olan bir bölge. Bu durumda petrol bir değer mi yoksa lanet midir? Dünyada rezervi kanıtlanmış, katı yakıt- fosil yakıtların3/4 ne sahip bir bölgedir. Eğer petrol demokratikleşmek için bir dinamik ise Ortadoğu’nun demokratik leşmesi kalkınması petrol olmayan ülkelerin kalkınamaması lazım. İkinci olarak ekonomi, güçlü bir ekonomi yani GSMH’dan bahsediyoruz. Körfez ülkelerine baktığımızda neredeyse İskandinav ülkeleri ile yarışacak GSMH’la tespit edilebilir. Fakat Yemen ve Suriye dışında düşünecek olursak ekonomik dağılım açışımdan bölgenin zengin olduğunu görürüz. Sonuç olarak ekonomi ve demokratikleşme arasında doğrudan etki olsaydı Suudi Arabistan’ın, Katarın, Umman’ın BAE’nin demokratik olması gerekirdi. Bu da bir paradokstur.
Devam edecek olursak, özellikle belirli devletlerin bölgede iktidarlarını perçinleştirmek için kullandıkları bazı argümanlar var. Bunların başında da İsrail gelir. Güvenlik, uluslararası ilişkiler literatüründe 1952 yılında Arnold Wolfers’ın basit tanımıyla “tehditten yoksun olma durumu” olarak tanımlanır. Bu hatalı bir tanımdır çünkü güvenliği tanımlamak için tehdidi de tanımlamak lazım. 3-4 unsur vardır güvenliği tanımlayabilmek için. Her şeyden önce güvenlik bir araçtır. Mesela silah. İkincisi politikadır bu politikaları ve silahları kullanmak için de bir uygulama gerektirir. Fakat güvenlik her şeyden önce bir algı ve söylemdir. 

   Örnekle açıklamak gerekirse, demokratikleşme tasarıları olmadan önce Türkiye’de, MGK siyasetin yapımında çok belirleyici bir oyuncuydu.
Bu rol giderek azalmaya başladı. Kamuoyunda daha çok kırmızı kitap olarak bilenen kitapta içerden ve dışardan Türkiye’yi tehdit eden unsurlar vardır. AKP dönemine kadar bu listenin başında irtica vardı. Fakat birden bu unsur kalktı. Güvenlik noktasında bu algının bizlere söylediği söylem neyden korkmamız gerektiğini belirler. Ortadoğu’daki iktidarları perçinleyen bu güvenlik tehdidi İsrail’dir. Bu durum Mısır da Mübarek rejimin güçlenmesini, İran’da da yine aynı şekilde kullanıldı. 

Bu tehdit demokratikleşmeyi etkileyen faktör ise bölgenin tamamı için ya tehdit tir ya da değildir. Yani İsrail’i tehdit olmaktan çıkarırsak  bölgedeki tüm devletlerin demokratikleşmesi gerekir.

ABD ve AB‘nin dış müdahaleleri bölgedeki demokratikleşmeyi etkileyen en önemli etkendir. Bölgedeki sorunlar halledilmediğinde dış müdahaleye açık bir hale gelen bölgeye dış müdahalede asla gecikmiyor. Irak ve Afganistan olduğu gibi doğrudan ya da bazılarında dolaylı olarak müdahale ediliyor. Şahsen ben bölgeye dış müdahaleyi savunuyorum lakin bu müdahaleden kastım II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve Türkiye’ye yapılan müdahale gibi bir müdahaleyi kastediyorum. ABD dış politikasının bölgeye yönelik en temel önceliği nedir diye sorarsak, cevap İsrail’in güvenliğini sağlamak olur. 

Bu durumda doğal olarak bu bölgeye sürekli olarak müdahale edilmesi doğaldır. Bölgedeki rejimlerin yani merkezin İsrail ile geçinmesi için hayati müdahalelerde bulunursunuz. Örneğin, 1970’lerin sonundaki Camp David sürecinden sonra Mısır İsrail’i tanıdıktan sonra ABD’den en fazla doğrudan yardım alan ikinci ülke olmuştur. Yani ABD’nin bölgedeki önceliği bölgenin kalkınması değil İsrail’in güvenliği olunca Mübarek gibi otoriter yöneticileri destekler hale geliyor. Ya da Tahrir’deki kalabalığın büyük bir başarıyla M. Mursi’yi iktidara taşıması ve gerilen İsrail ilişkileri nedeniyle askeri bir darbe olmuştur. Buna darbe denilemeyişinin nedeni ise yapılan müdahaledir. Bu müdahale Avrupa da olduğu demokratik leşme aygıtlarını yerleştirmek amaçlı değildi. ABD2nin bölgeye dönük ikinci
önceliğiyse özellikle enerji kaynaklarının ucuz ve sağlıklı bir biçimde Batı’ya akmasıdır. Bölgede terör eğilimlerinin yükselmesini sağlayacak olan unsurları yok etmek üçüncü önceliktir ABD için. 11 Eylül’den sonra ABD’nin bu bölgeye demokrasinin gelmesi gerektiğini anlayacağını düşünmüştüm.

Demokrasinin gelmesi yalnızca bölgeyi değil Türkiye’yi de kurtarır. 

Bunun ötesinde hem bölgesel hem küresel anlamda gelişmeleryaşanacaktır. Ama bugün Ortadoğu’dan bahsederken liderler arasındaki çekişmelerin olduğu, toplumun ezildiği, rantçı devlet ve dünyanın kaynayan kazanı olarak nitelendirilmiştir. Bunun nedeni içsel anlamda yaşanan dinamikler eğitim seviyesinin düşüklüğü bir türlü feodal yapının yakılmaması ve bunu  yıkacak sanatçı, akademisyen, bilim adamlarını oluşamamış olmasıdır. 

Devlet-toplum ilişkisinin olmadığı bir ülkenin kalkınması beklenemez. Sonuç olarak çevre gelişmeyince kamusal alanın oluşmasını,  demokratikleşmenin olmasını bekleyemezsiniz.


RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 
ORSAM TUTANAKLARI 
Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****