SİNAN AYGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİNAN AYGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2015 Pazartesi

GÜMRÜK BİRLİĞİMİ.. HALKIMIZIN DİRLİĞİMİ. ŞÖYLEŞİ


GÜMRÜK BİRLİĞİMİ.. HALKIMIZIN DİRLİĞİMİ. 




Ankara Ticaret Odası (ATO )Başkanı Sinan Aygün:


Hedefleri Kıbrıs’tan başlayarak Türk varlığını ortadan kaldırmak

Kıbrıs AB hayallerine satılıyor

TÜRKSOLU: Kıbrıs Türkiye için neden bu kadar önemli?

Sinan Aygün










SİNAN AYGÜN: Kıbrıs tarih boyunca Türk toprağı olmuş bir ada devlettir. Bu adada soydaşlarımız yaşamaktadır. Rumların boş hayalleri yüzünden burada kan hiç durmamış ve Türk varlığı neredeyse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Türkiye 1974 Temmuz ayında, duruma müdahaleyi zorunlu görerek harekata başlamış ve adadaki Türklerin geleceğini güvence altına almıştır.
Çok uzun yıllar boyu birbiri ile kanlı bıçaklı olmuş iki ayrı milletin bir arada yaşayamayacağı alenen belli iken, bir takım dışsal dayatmalarla adayı geçmişin kaos günlerine geri döndürmenin hiçbir anlamı yoktur.
Batının “Türkleri mümkün olan ölçüde egemenlik alanı olarak gördüğü yerlerden uzaklaştırma politikası”nın halkalarından birisini oluşturan Kıbrıs konusu, Batının bu politikasına “dur” deme ve bundan sonra aleyhimize atacağı adımlara set çekme adına çok önemlidir. Artık Batı, Türkiye’nin her istediğine “evet” diyen bir ülke olmadığını anlamalıdır. Bunu anlatmanın en iyi yolu Kıbrıs’a sahip çıkmaktan geçer.

Atatürk zamanında, tüm yokluklara ve güçsüzlüklere rağmen hiçbir suretle taviz verilmemiş, Batıya karşı her zaman başı dik durulmuştur. Tam tersine Türkiye’den bir karış toprak dahi verilmediği gibi zorla elimizden gidenleri geri almak için büyük uğraş verilmiştir. Örneğin Hatay... Atatürk, çizmiş olduğu Misak-ı Milli hudutları içerisinde olan ancak; o tarihlerde Türkiye topraklarında bulunmayan yerleri almak için de büyük gayret sarfetmiş fakat ömrü vefa etmemiştir. Bir de şimdiye bakın! Binlerce şehit vererek aldığımız yerler, gerçekleşmeyecek bir AB üyeliğine satılmaktadır. Bundan büyük acı olur mu? Uzatılan AB havucuna kanarak, Kıbrıs gibi bir vatan toprağını kaptırmanın hiçbir anlamı yoktur, olamaz. Bir kez daha tekrarlamak isterim ki; Kıbrıs vatan toprağıdır. 

Bu topraklar üzerinde elde edilecek hiçbir ödül için pazarlık yapılamaz.

TÜRKSOLU: Annan Planı’nın yeni hali Kıbrıs Türkü için neler getirecek?
SİNAN AYGÜN: Annan Planı çerçevesinde sağlanan çözüm anlaşması “zafer” olarak niteleniyor. Bizim için zafer KKTC’nin varlığının devamıdır. Bunun dışındaki hiçbir çözümü, aksi yönde ne söylenirse söylensin, başarı olarak değerlendirmiyoruz.100 bin Türk’ün evini terk edecek olması mı zafer? KKTC’de kamu sektöründe çalışan her 10 kişiden 7’sinin işini kaybedecek olması mı zafer? Her 10 aileden 9’unun mülklerini kaybedecek olması mı zafer? 

KKTC’nin ekilebilir topraklarının %70’inin Rumlara verilecek olması mı zafer? Hangisi?

Siz bir anlaşma yapıyorsunuz ve bunu “zafer” diye niteliyorsunuz. Binlerce şehit vererek aldığınız KKTC’nin varlığını sadece AB’den tarih almak adına, sona erdiriyorsunuz. Böyle zafer olur mu? Bizim bildiğimiz zafer, çatışmalarda karşı tarafın kazanımlarından daha fazlasını elde etmektir. Biz bu anlaşma ile hiçbir şey kazanmadık ki? Kimse 90 bin sayfalık anlaşmanın içeriğinde neler olduğunu bilmiyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, görüşmeleri yürüten Türk heyeti bile anlaşmanın tümünü gözden geçirebilmiş değil. Sayın Başbakan’ın; bürokratların telkinleri doğrultusunda “evet” dediğini zannediyorum. Ancak takdir edersiniz ki, “Kıbrıs” sadece birkaç bürokrata bırakılacak kadar basit bir mesele değildir. Bu konunun halka çok iyi anlatılması gerekirdi. Ama görüyorum ki, hiç kimse planın detayları konusunda yeterince bilgi sahibi değil. Üstelik tarihten gelen, savaşta kazandıklarımızı masa başında yitirme korkusu yüzünden, ciddi endişeler yaşıyoruz.
Sinan Aygün












Annan Planı Türkleri Kıbrıs’tan sökme planıdır

Annan Planı’nın bu haliyle kabulü durumunda Türk’ün 400 yıllık Kıbrıs hayali sona erecektir. Biz adil olması durumunda Kıbrıs’ta çözüme karşı değiliz. Ancak bu planın adil olduğu konusunda ciddi şüphelerimiz ve çekincelerimiz var. Annan Planı’nın Türk tarafının isteklerini büyük ölçüde sağladığına ilişkin görüşler gerçeği yansıtmamaktadır. Türk tarafının taleplerinin başında gelen “anlaşmanın birincil hukuk yapılması”na ilişkin beklentiler muğlaktır.
Kesin bir garanti anlamına gelmeyen ve kısa bir süre sonra Rumların siyasal, ekonomik ve hukuki baskılarıyla kolaylıkla delinebilecek olan bu hükümlerle Kıbrıs Türkleri güvenceden yoksun bırakılabilecektir. AB Parlamentolarından onaylanmayan bu anlaşma Lüksemburg Adalet Divanı’nda açılacak davalarla etkisiz bırakılması neticesinde, Rumların Ada’nın bütününde egemen olması kaçınılmaz hale gelecektir. Sözle garanti olmaz. Planın son şeklini ihtiyatla karşılıyoruz. Birincil hukuk konusunun muğlaklığı karşısında, dün başımıza çuval geçirenler, yarın başımıza çorap örebilir.

Önce Türkiye’de Referandum yapılsın

TÜRKSOLU: Kıbrıs’ta referanduma yönelik bir çalışmanız olacak mı?
SİNAN AYGÜN: Biz öncelikle Kıbrıs için referandumun Türkiye’de yapılmasını istiyoruz. Türkiye, 1960 anlaşmaları ile Kıbrıs’ın tamamı üzerinde kapsamlı haklar ve menfaatler elde etmiştir. Bunların değiştirilmesi Kıbrıs’ta yapılacak referandum ile mümkün olamaz. Türkiye’nin haklarına ancak ve ancak Türk milleti karar verir. Bu da Türkiye’de bir referandum yapılmasını gerekli kılar. Kıbrıs’ta bir referandumdan önce Türkiye’de de referandum yapılması şarttır. Kıbrıs gibi hayati bir konuda demokratik bir yöntem olan referandum müessesesi çalıştırılmayacaksa hangi konuda çalıştırılacaktır?
KKTC halkı, öngörülen referandumla anlaşmaya “Evet” dese bile, bu anlaşmanın Anayasa’nın 90. maddesine göre TBMM’de görüşülmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir görüşme için öncelikle tarafların imzasını taşıyan bir anlaşmanın varlığı şarttır. Bu durumda ortaya çıkan son metnin özellikle Türkiye’de referanduma sunulması gerekir. Konuyu referanduma götürmek için Sayın Cumhurbaşkanı’na ve Meclis Başkanı’na görev düşmektedir.
Biz, Kıbrıs halkına Annan Planı’nın çok iyi anlatılması durumunda onay görmeyeceğine inanıyoruz. Avrupa Birliği’nin, ABD’nin veya diğer taraf kuruluş ve devletlerin ne dediği bizi fazla ilgilendirmiyor. 

Önemli olan Türk halkının ne dediğidir.

TÜRKSOLU: Rauf Denktaş, Milli Davamız Kıbrıs’ın yılmaz savunucusu. Sayın Denktaş’ı tasfiye planları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Denktaş Türklük için ilham kaynağıdır
SİNAN AYGÜN: Sayın Rauf Denktaş, ömrünü Kıbrıs Türkünün haklı davasına adamış, sadece Kıbrıs Türkünün değil, tüm Türk Dünyası’nın milli kahraman olarak kabul ettiği bir efsanedir. Binlerce şehit ve gazimizin canları ve kanları pahasına kurduğu KKTC’nin Cumhurbaşkanıdır. Tüm baskılara rağmen, sahip olduğu engin birikimiyle, Kıbrıs Türkünün haklı davasını sürdürmekte ve kalıcı bir çözümün tesisi için mücadele etmektedir.
Kıbrıs Türklüğünün varlığını ve kimliğini koruma mücadelesinde göstermiş olduğu azim, her türlü takdirin üzerindedir. Bu mücadele hem Türkiye, hem de dünya Türklüğü için ilham kaynağıdır.
Bir ömrü, bir gençliği merhum ilk büyük lideri Dr. Fazıl Küçük’le birlikte bir gençliği, bir hayatı Kıbrıs uğrunda var etmiş bir Rauf Denktaş, o günden bugüne Dr. Küçük’ün vefatından sonra bu bayrağı hep dik tutmaya çalışmıştır.
O “Zorda kaldığında gerek olursa giderim Anadolu’ya, alırım milleti arkama yeniden mücadele ederim” diyebilecek kadar cesur bir insandır. Cumhurbaşkanı Denktaş hiçbir zaman masadan kaçmamıştır. 1984 ile 1992’de ortaya konan iki ayrı plan Cumhurbaşkanı Denktaş tarafından kabul edilirken Rum liderler tarafından reddedilmiştir. Kıbrıs davasına ömrünü adamış bir devlet adamının Kıbrıs sorununun çözümü önünde engel olarak görülmesi ayıptır. Tam tersine, Rauf Denktaş gibi bir kahramanın arkasında duasıyla, desteğiyle, sözüyle, inancıyla, imanıyla destek olmak hepimizin vazgeçilmez görevidir. Bizim yaptığımız da budur.

TÜRKSOLU: Türkiye’de sermaye kuruluşları genelde AB yanlısı. Ancak sizin AB’ye karşı net tavrınız biliniyor. AB konusunda ne düşünüyorsunuz?
SİNAN AYGÜN: 1071 yılında Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun bir Türk yurdu haline getirilmesi, Avrupa ile Türkler arasında yüzyıllar boyu sürecek bir mücadelenin miladını oluşturmaktadır. Avrupa, Türkleri kendi topraklarından uzak tutmak ve eğer mümkünse Anadolu’dan atmak adına “mübah gördüğü” her şeyi yapmıştır.
Kapitülasyonlar Osmanlı için artık sonun başlangıcıdır. Balta Limanı Anlaşması ile doruk noktasına ulaşan ekonomik sömürü Tanzimat ve Islahat Fermanları ile siyasi mahiyet de kazanmış ve Avrupa için hedef artık sadece Osmanlı’nın değil aynı zamanda Türk kimliği’nin de yok edilmesi noktasına taşınmıştır.
Her devirde olduğu gibi o dönemlerde de Avrupa, emeline ulaşabilmek adına maşalardan istifade etmiştir. Bu maşalar, “Avrupalı” olmanın en doğru çözüm olduğu hususunda Osmanlı Yönetimi’ni ve halkını ikna için çabalamışlar, imparatorluğu çöküntüye, Türk halkını köleliği iten düzenlemeleri “medeniyet” adı altında yutturmaya çalışmışlardır. Ancak, yıkılacak devletin enkazı altında kendilerinin de kalacağı hiç düşünmemişlerdir.
Avrupa, içerisinde Türk ya da Müslüman halkın yaşadığı her devleti, Hıristiyanlığın ve büyük Avrupa hayalinin önünde bir tehdit olarak algılamıştır. Bu yüzden günümüzde de Avrupa Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik düşüncelerine bu perspektiften bakmakta yarar vardır.
Avrupa bizi hasım olarak görüyor
Kökeninin “Helen kültürüne, Roma hukukuna ve Hıristiyanlığa” dayandığı bizzat en yetkili ağızlarından seslendirildiği halde, Avrupa Birliği’ni bir “medeniyet projesi” olarak lanse etmenin anlamsızlığı ortadadır.
Avrupa tarihinin hiçbir döneminde Türkleri ortak olarak görmemiştir. Kurulan her Türk devleti Avrupa için önce bir “Pazar” sonra ortadan kaldırılması gereken bir “tehdit”dir.
Katılım Ortaklığı belgesinde “Türkiye AB’ne diğer aday ülkelere uygulanan aynı kriterler temelinde Birliğe katılması mukadder bir aday ülkedir” dendiği halde; mali yardım konusunda, Kıbrıs konusunda, azınlıklar konusunda, Gümrük Birliği anlaşması hükümlerinde, Avrupa Parlamentosu kararlarında eşit değil; “Hasım” muamelesine tabi tutulmaktadır. Örnek olarak: Topluluk Türkiye’ye “Kıbrıs” konusunun çözülmesini, siyasi kriterler arasında koşul olarak gösterdiği halde; Güney Kıbrıs’a böyle bir koşul ileri sürmeden üyelik müzakerelerini başlatmıştır. Kıbrıs’taki Türk kuvvetlerini işgal kuvveti olarak isimlendiren Avrupa, Ermenistan’ın haksız olarak işgal ettiği Azerbaycan toprakları hakkında susuyor, diğer ülkelere milyonlarca dolar yardım yapan AB, Türkiye’ye Gümrük Birliği anlaşması ile vermeyi kabul ettiği üç beş dolarlık yardımı Yunanistan’ın vetosunun arkasına saklanarak vermemektedir. AB başka ülkelerdeki azınlıklar konusunda hemen hiçbir işlem yapmazken; Türkiye’deki azınlıkların hamisi gibi hareket etmektedir. AB; kabul edilmiş anlaşmaların gereği olan serbest dolaşım hakkını Türkiye’ye kullandırmamaktadır.

Gümrük Birliği Türkiye’nin zararına olmuştur

Gümrük Birliği’ni bu görüşler altında değerlendirmekte sayısız yarar vardır. Tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne giren tek ülke Türkiye’dir. Eğer AB, koyduğu üyelik kriterleri konusunda samimi ise neden diğer ülkeleri önce tam üye yapmış ve bilahare Gümrük Birliği’ne dahil etmiştir? Neden başka ülkelere gösterdiği hoşgörüyü Türkiye’den esirgemiştir? Örneğin Yunanistan tam üye olduğunda Türkiye’den daha mı demokratikti? İspanya bizden daha mı gelişmişti? AB, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nda vermiş olduğu yazılı taahhütlere rağmen, bunları çiğnemekte en ufak bir sakınca görmedi. Bakınız bugün Gümrük Birliği’nin Türkiye’ye 83 milyar dolar civarında kayıp verdirdiğini en yetkili ağızlar söylemiş ve yeniden ele alınmasını zaruri görmüşlerdir.
Türkiye-AB dış ticaret açığı Türkiye aleyhine 1990 yılında 2,435 milyon dolarken, Gümrük Birliği Anlaşmasının yürürlüğe girdiği 1996 yılında 5,793 milyar dolara, 1998 yılında 10,774 milyar dolara fırlamıştır. Sadece üç yıllık artış 33.493 milyar dolar. 1996-2000 açığı 54 milyar dolardır. 2003 yılı sonunda bu rakam 83 milyar dolara ulaşacaktır. 1992-1995 arası ile 1996-1999 Gümrük Birliği dönemi karşılaştırdığımız zaman; AB’ye ihracatımız; % 9’dan % 6.5’a düşmüştür. İhracatın ithalatı karşılama oranı: % 70’den % 55’e düşmüştür. İthalatımızdaki tüketim mallan oranı % 6’dan % 9-10’a çıkmıştır. Tüm bu göstergelere bakarak “Evet, Gümrük Birliği faydalı olmuştur” deme imkanımız yok.
Diğer bir önemli husus ise bu anlaşmanın hukuken geçersizliğidir. AET’nin yapısı, ismi, kapsamı 1992 yılında Maastrich Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne dönüşmüştür. Bu köklü dönüşüm ve değişim üye ülkelerde halk oylamaları yapılmasını ve yeni durumun Avrupa ülkeleri parlamentolarının onaylarına sunulmasını zorunlu kılmıştır. Ancak, Türkiye’nin AB ile gümrük anlaşmasını içeren ortaklık konseyi kararı, sadece Avrupa Parlamentosu’nun onayına sunulmuştur. Dolayısıyla bu anlaşmanın TBMM’nin onayına da sunulması gerekir. Türkiye’nin büyük kayıplarına yol açan bu metin hukuken yok hükmündedir. Bu yüzden dava açılmıştır. Ortada düzeltilmesi gereken büyük bir yanlışlık vardır.
Ancak buradaki önemli bir ayrıntıyı özellikle belirtmeliyim: Biz Gümrük Birliği’nin iptali için bir dava açmış değiliz. Açtığımız davanın mahiyeti, hukuka aykırılığın tespiti davasıdır. Hukuka aykırılık tespit edilir ise; bu anlaşmanın hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağı kendiliğinden ortaya çıkar.
Ben, AB’ye karşı değilim. Karşı olduğum, her Türk vatandaşını rahatsız eden çifte standartlardır. Tam üyeliğin kriterleri her ülke için aynı olmalıdır. Halbuki AB, Türkiye’ye başka diğer ülkelere başka davranmaktadır. Bizi almamak için en basit oyunlara başvurmaktan kaçınmamaktadır.

Salzburger Nachrichten’de 4 Eylül 2003 tarihinde Helmut L. Müller imzalı yazılan yazıda aynen şu ifadeler yer almaktadır:

“Avrupa Türkiye’ye hiç dürüst davranmadı. Boğaz’daki ülkeye bundan kırk yıl önce, gizlice somut bir katılımın mümkün olduğunca geciktirilmesi umularak, bir Avrupa perspektifi verildi. Ama bu oyalama stratejisi artık işlemez hale geldi. AB Türkiye’ye (1999’da Helsinki’de) adaylık statüsü ve (2002’de Kopenhag’ta) gerekli reformların yapılması halinde giriş müzakerelerine başlama ümidi verdi. Almanya’da süren Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki tartışma her ne kadar üst düzeyde gerçekleşse de, yine aynı iki yüzlü tutum devam ediyor.”
Danimarkalı gazeteciler Thomas Lauritzen ve Michael Ulveman tarafından kaleme alınan “Spidsen For Europa” yani Avrupa’nın Zirvesi’nde adlı kitaptan:
“Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen zirve öncesi 14 AB başkentini ziyaret ediyor. Ve bu ziyaretlerde tüm başkanlar yalnız kaldıklarında Rasmussen’e “Türkiye’ye tarih vermeyelim” diyorlar. Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer de Başbakanı Gerhard Schröder gibi Türkiye’nin AB üyeliğine karşı... Hatta “Türkiye’nin üyeliği felaket olur” diyen Fischer zirve öncesi Möller’le yaptığı ayaküstü bir sohbette “Türkiye için bir ‘B’ planı düşünmeliyiz. Öyle bir üyelik yolu bulalım ki, Türkler hiçbir zaman AB’ye üye olamasınlar” diyor.
İşte bizi tam üye olarak alacağına inandığımız Avrupa... Bunları ben değil bizzat onlar söylüyor. Bu söylemler onurumu kırıyor ve bu ülkenin bir ferdi olarak beni fazlasıyla rahatsız ediyor. Buna tepkimi açıkça ortaya koyuyorum. Ve biliyorum ki birçok kişi de benim gibi düşünüyor.

Türk halkını kandırıyorlar!

TÜRKSOLU: Sizce Türk halkının AB yanlısı olduğu propagandası yapılıyor. Sizce bu doğru mu?

SİNAN AYGÜN: Türk halkını çok güzel kandırıyorlar. Türkiye AB’ne tam üye olursa neler kazanacaklarını anlatıyorlar ancak neler kaybedeceklerinden hiç kimse bahsetmiyor. Herşeyden önce hepimizin bilmesi gereken en önemli husus; AB’nin Türkiye’yi hiçbir zaman tam üye olarak almayacağı gerçeğidir. Nitekim yukarıda buna çeşitli örnekler getirmiştim.
Ülkemizin yaşadığı ekonomik sıkıntılar neticesi halkın giderek fakirleşmesi ve yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısının artması insanları yeni arayışlara itmektedir.
Bu noktada AB yanlılarının, eğer AB’ne tam üye olursak “zenginleşeceğiz, refaha ereceğiz, daha fazla sosyal haklar elde edeceğiz” demelerinin vatandaşlarımızın üzerinde etkili olmasını normal karşılamak gerekir.
Halkımızın şunu iyi bilmesi gerekir ki, anlaşmalardan doğan haklarımıza rağmen Avrupa Birliği, Türkiye’yi dışarıda bırakmak için akıl almaz senaryolar üretmiştir.
Örneğin Kıbrıs konusunun AB üyeliği ile yakından uzaktan en ufak bir alakası olmamasına rağmen, bu hususu tarih vermek için pazarlık konusu yapabilmişler ve Kıbrıs ile ilgili olarak bağlayıcı kararların altına imza atabilmişlerdir. Menfaati ya da Türkiye’yi red etmek için kendi hukukunu bile rahatlıkla çiğneyebilen AB’nin hangi sözüne güvenilerek halkımız boş hayaller peşinde sürüklenmektedir.
Biz, çok istiyor göründüğümüz için AB her istediğini yaptırabilecek cesareti bulabilmektedir. AB üyeliği için Maastrich ve Kopenhag kriterleri vardır ve bunların neler olduğu bellidir. Halbuki, sadece bir tarih vermek için dahi “Kıbrıs’ı çöz de gel” şartını öne sürmekten çekinmemektedir. Peki böyle bir şart; Maastrich ve Kopenhag kriterlerinin hangi maddesi ile bağdaşmaktadır? AB konseyi ve komisyonu tam üyelik için bu iki kriterin yerine getirilmesini yeterli görürken sadece Türkiye için yeni şartlar ileri sürmektedir. Sadece bu örnek dahi, AB’nin Türkiye’yi dışlamaktaki kararlılığını açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir yaklaşıma rağmen Türk halkının AB’ye “evet” demesi mümkün değildir. Bizim yaptığımız ankette ezici bir çoğunluk AB üyeliği’ne “hayır” demektedir.
Her Türk vatandaşı Avrupa Birliği’ne sorunun muhatabı Birleşmiş Milletler iken, neden Kıbrıs’ta çözüm şartının hukuka aykırı bir şekilde Türkiye’ye dayatıldığını, Annan Planı’nın kabulü için neden sadece ülkemize baskı yapıldığını, Kıbrıs’ı Avrupa kabul ederken Türkiye’nin Avrupalılığını nasıl tartışabildiğini, Bosna-Hersek’te binlerce Müslüman katledilirken kafasını kuma gömen AB’nin insan haklarından nasıl bahsedebildiğini, Türkiye’den ekonomik ve sosyal açıdan çok daha geri ülkeler tam üye olarak alınırken Türkiye’nin neden 40 yıldır kapıda bekletildiğini, Ülkemizi tam üye yapmadan Gümrük Birliği’ne alarak ne gibi bir çıkar umduklarını, Ekonomik açıdan sıkıntılar yaşayan Türkiye’den gümrük birliği ile 85 milyar dolar gelir sağlarken “biz bu ülkeye ne verdik” diye hiç düşünüp düşünmediklerini, Türkiye’nin önüne bundan sonra hangi engelleri çıkaracaklarını, Tüm taahhütlerine rağmen mali yardımları neden engellediklerini, Ülkemizde 35 binden fazla cana kıymış katilleri nasıl içlerinde barındırabildiklerini, Türkiye aleyhtarlarına sorgusuz sualsiz neden kucak açtıklarını, Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni Soykırımı’nı kabul etmesine nasıl izin verebildiklerini sorması ve alacağı cevaba göre kararını vermesi gerekir.

Sorun Türk varlığının ortadan kaldırılmasıdır

TÜRKSOLU: Sizce sorun Kıbrıs, Kürtçe eğitim, Gümrük Birliği mi yoksa bu tartışmaların altında çok daha büyük bir plan mı yatıyor?
SİNAN AYGÜN: Sorunun bunların hiçbirisinin olmadığı bellidir. Sorun, yüzyıllardır hedeflenen Türk varlığının ortadan kaldırılmasıdır. Milletçe bu plana karşı çıkmamız gerekirken adeta figüranı olmayı kabul eder bir pozisyona düşürülmemizden son derece rahatsızız.
Dış güçlerin, kendi menfaatlerini koruma ya da çıkar sağlama amaçlı politikalarına teslim olmayı, bu ülkenin verimli kaynaklarının başkalarına peşkeş çekilmesini, halkımıza üçüncü sınıf insan muamelesi yapılmasını, tüm bunlara cevap vermeyen politikacılarımızı hoş görmem mümkün değildir. Bu toprakların üzerinde yaşayan herkesin de aynı paralelde olması ve bizleri yok etmek isteyenlere karşı durması gerekir.


..

8 Şubat 2015 Pazar

İÇİMİZDEKİ HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ 2





İÇİMİZDEKİ  HANÇER , FENER RUM PATRİKHANESİ  2




PATRİKHANE’NİN 5 AŞAMALI PLANI


İstanbul’da Ortodoks dünyası için yeni bir Vatikan yaratmayı hedefleyen Patrikhane 5 aşamalı bir strateji izlemektedir.

BİRİNCİ  AŞAMA: 

Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarının vesayetinden ve engellemelerinden kurtulmak Bilindigi gibi Fener Rum Patrikhanesi,  Lozan Anlaşması geregince
 “Azınlık statüsünde”dir. 
Dolayısyla, Patrik ve kendisine baglı 12 metropolit ancak Türkiye vatandaşı olan ruhaniler arasından seçilebilir. TC hükümetlerinin uygun görmediği, 
onaylamadığı herhangi bir ruhani bu göreve aday bile gösterilemez. Fener Rum Patrikhanesi’ne “Vatikan Statüsü” verme düşüncesinde olanlar, ilk aşama olarak TC kanunlarnın vesayetinden kurtulmalarının gerekliliğine inanmaktadırlar. 

Bunun için de Patrikhaneye “Ekümeniklik” sıfatı vermek yeterlidir. Türkiye bunu tanıdıgı  anda artık Patrikhaneyi kontrol edemeyecektir.


İKİNCİ AŞAMA:

'' Suriçi İstanbul”un Patrikhanenin Ekümenik damgası› altnda eski Konstantinople olarak yeniden ihyası Patrikhane, Türk ve Rum işadamlarının satın  alarak Azınlık Vakıfları”na, onların da Patrikhaneye hibe ettikleri gayri menkullerle, bu düşüncenin altyapısını önemli ölçüde gerçekleştirmiştir. 
İstanbul’u sorunlarından kurtarma gibi projelerle de “Suriçi İstanbul” esas Şehirden ayrılır, kültürel ve dini çehresi öne çıkarılırsa, Vatikan’a giden 
yolda çok büyük bir merhale kat edilmiş olacaktır. 
Zira BM, AB, UNESCO ve Dünya Kiliseler Birliği gibi kuruluşların parasal yardımıyla Şehrin eski Bizans ve Hristiyan çehresi ön plana çıkarılmaya
çalışılacaktır. Mülkiyetine sahip olduğu çevre araziyi yerleşime kapatarak, kendi kontrolüne almaya çalışacaktır.

ÜÇÜNCÜ AŞAMA: 

Hristiyan ülkelerin İstanbul’da dini ateşelikler açmaları Ankara’da büyükelçilikleri bulunan tüm Hristiyan ülkeler, Patrikhane civarında yani  Konstantinople’de birer “Dini Ateşelik” açacaklardır. Bunlar, bir süre sonra Vatikanla aşacak, istikbaldeki devletin büyükelçilikleri olacaklardır.

DÖRDÜNCÜ AŞAMA: 

BM, AB ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşların surlar içindeki tarihi Konstantinople’nin “Açık şehir” haline getirilerek, Türkiye ’nin hükümranlık 
hakkını tartışmaya açmaları Diğer üç aşama gerçekleştiği andan itibaren Türkiye artık gelişmelerin önünü alamayacaktır. 
Başta BM, AB, UNESCO, Dünya Kiliseler Birliği vb. birçok uluslararası kuruluş, tarihi Konstantinoplenin restorasyonunda katkı sahibi olacaklardır.
Şehrin Bizantinist ve Hristiyan karakteri ön plana çıkarlacaktır. 

Sonuç olarak Şehir bu haliyle dünyaya açık bir ortak metropol haline getirilecek, dini ateşelikleriyle, kültür mozayiğiyle artık bir Türk şehri değil,  Şimdilik sembolik de olsa 270 milyonluk Ortodoks dünyasının kalbi ve kıblesi olacaktır.

BEŞİNCİ AŞAMA: 

Vatikan’ın (Bizansı’n) Resmen kuruluşu Bu safhada “Ekümenik” bir Patrikhanenin önderliğinde Bizansı yeniden ihya edilmiş olacak, önce İstanbul ’un tamamı, kademeli olarak da boğazların Avrupa yakasndaki topraklarımız elimizden çıkacaktır. Ekonomik darbogazlarla boğuşan, dış baskı ve  ambargolarla bunalar, PKK terör örgütü ve sözde dost komşularıyla boğuşan bir Türkiye bu safhada dünyayı karşısına alamayacaktır. 
Bu mücadelede hiçbir yerden destek de bulamayacaktır.

YUNANİSTAN’IN PATRİKHANE’YE VERDİĞİ HEDEFLER

Yunanistan tüm Ortodoks ülkeler üzerinde etkinlik sağlamak, Megali İdea’yı canlı tutmak, Bizansın mirasçısı olarak Patrikhaneyi ön plana çıkarmak  maksadıyla, Patrigin faaliyetlerini desteklemektedir.

22 Ekim 1991’de Birinci Bartholomeos Patrik seçildikten sonra Yunanistan Dışi İleri tarafından Fener Patrikhanesi’ne “Gerçekleştirilmesi istenen hedefler” verilmiştir. 

Bu hedefler Şunlardır:

- Patrikhane’nin faaliyetlerinde “ekümenik” vasfını kanıtlaması
- Patrikhane’nin Rus Kilisesi ve Doğu Avrupa’daki kiliselerle ilişkilerini güçlendirmesi
- Heybeliada Ruhban Okulu’nun faaliyete geçirilmesi
- İsviçre/ Şambiri Ortodoks merkezinin güçlendirilmesi


PATRİKHANE’NİN STATÜSÜ DIŞI FAALİYETLERİ


Yunanistan tarafından gösterilen hedefleri de kapsayacak şekilde, Patrikhanenin statü dışı faaliyetlerini Şu başlıklar altında toplamak mümkün:

- Ekümeniklik vasfını saglama ve siyasi güç kazanma girişimleri
- Yunanistan ile ilişkileri (Bizansı’n ihyası) ve Ortodoks İttifak kurma girişimleri
- İdari, sosyal ve ekonomik faaliyetleri
- Heybeliada Ruhban Okulunu açtırma girişimleri Patrikhanenin faaliyetleri ile bu faaliyetleri destekleyen yoğun yurtiçi ve yurtdışı teması ve  ziyaretler, Ortodoks cemaati bulunan ülkelerde örgütlenme, kiliseler arası ve dini sorunları çözme, banka ve tv kurma girişimleri, statü dışı olarak kendi içinde “Bakanlar Kurulu” benzeri, idari bir yapılanma gayreti ve Yunanistan’la geliştirilen sıkı ilişkiler.,   

Topluca incelendiğinde;

- Patrikhanenin “Ekümeniklik” vasfını kabul ettirmek suretiyle tüm ortodoks dünyasının Patrikhanesi niteliğini yeniden kazanmayı amaçladığı,
- Yunanistanı’n Fener Patrikhanesine “Ekümenik ve Vatikan modeli bir dini devlet” statüsü kazandırıp, Patrikhanenin dini nüfuzunu da kullanarak  
Ortodoks ittifakı” oluşturmaya çalıştığı,
- Patrikhane’nin oluşturulmaya çalışılan Ortodoks ittifakın içinde etkin rol alarak, Yunan İdealleri ile özlemlerine hizmet eden, bir kuruluş olma yönünde faaliyetlerini sürdüreceği,
- Patrikhane bünyesinde “Bakanlar Kurulu” benzeri bir yap›lanma oluşturarak, kurulması düşünülen devlet için gerekli altyapının oluşturulmaya çalışıldığı,
- Ruhban Okulunu açma girişimlerinin de İstanbul ’da yaşayan 1200 -1500 Rum azınlıgın gerçek ihtiyaçlarn karşılamaktan çok “Helen ve Ortodoks  emellerini” simgeleyen “siyasi bir talep” niteliğinde olduğu degerlendirilmektedir.

RUMLARIN KARADENİZ’E YÖNELİK FAALİYETLERİ

Karadeniz Bölgesi Rumlar için, coğrafi ve tarihi olarak Helen idaresinin Türklere direndiği en son bölge olması› bakımından ayrı bir öneme sahip olup, bölge Megali İdea’nın bir parçası durumundadır.
Yunanistan bu milli hedefini elde etmek maksadıyla, 1916 -1922 yılları arasında Karadeniz’den göç eden Rumların durumunu, öncelikle Yunan ve 
Uluslararası Kamuoyunun gündemine getirmeye ve 19 Mayıs 1919 tarihinin, Pontusların soykırım günü olarak kabul edilmesini sağlamaya yönelik çabalarını sürdürürken, PKK ile işbirliği içerisinde, bölgeye yönelik faaliyetlerini de hızlandırmıştır. 

Bu kapsamdaki önemli faaliyetler Şunlardır;

- Yunanistan 1974 ’ten itibaren Türkiye’ye karşı Ermeni, Rum ve Kürt unsurların birleşik mücadelesini sağlama çabası içine girmiş ve bu amaçla “
Küçük Asya ve Kıbrıs Halkları Mücadele Koordine Komitesini” kurmuştur.
- Pontusların soykırım konusunu, Yunan ve Dünya Kamuoyunun gündemine getirme çalışmalarını hızla devam ettirmektedir.
- 1992 yılında Avrupa Parlamentosuna, Yunanistan tarafından “Pontuslu” Rumların soykırımının kabul edilmesi ve 19 Mayısı’n anma günü olarak 
tespitine ilişkin bir karar tasarısı sunulmuştur. 19 Mayıs Günü, “Pontusluların Soykırımının” anma günü olarak 1994 yılında Yunan Parlamentosunda kabul edilmiştir.
- Türkiye’den göç eden Rumların ve yabancı misyonların bölgeye olan ziyaretleri artmıştır.
- Türkiye’yi stratejik rakip olarak gören Yunanistanın Patrikhane ve PKK’ yı da kullanarak Pontus’a yönelik faaliyetleri ile, Karadeniz’in gelecek 
dönem dünya ekonomisinde oynayacağı rolü de dikkate alarak, bu konuda Türkiye’nin avantajları›nı› azaltma gayretleri içinde olacağı,
- Türkiye’den göç ederken, arazi ve gayri menkullerinin tapularını yanlarında götüren Rumların, halen İngiltere, Fransa ve Avusturalya’daki yakınlarını kullanarak, söz konusu tapular uluslararası hukuk çerçevesinde dile getirerek Karadeniz Bölgesinden toprak isteme çabalarını gündeme getirebilecekleri, sözde Pontus soykırımını uluslararası kuruluşlara kabul ettirme yönünde, gayretlerini artıracagı değerlendirilmektedir.


ERMENİLERİN FAALİYETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ,


İstanbul Kumkapı Ermeni Patrikhanesi, Ermenistan ’daki Eçmiyazin Katagikoslugu’na baglı olup, Büyük Ermenistanı’n kurulmasını ve Ermenistan 
ile birleşmesi yönünde faaliyetlerini sürdürmektedir.

Ermenilerin ülkemizden talepleri, sözde soykırımın tanınması, buna karşılık tazminat ödenmesi ve toprak verilmesi olarak özetlenebilir.
Bu maksatla Ermeni Terör Örgütleri, 1973 ’lerden günümüze 31 ’i resmi görevli olmak üzere 47 Vatandaşımızı Şehit etmişlerdir.

6 Nisan 1980’ de Lübnan’da ASALA ile PKK arasında imzalanan bir antlaşma ile, ASALA Türkiye ’ye yönelik terör hareketlerini Karabağ’a kaydırmış ve yerini PKK terör örgütüne bırakmıştır. Sözde Ermeni davasının izlenmesi ise, daha ziyade ABD Kongresi ve Avrupa Parlamentosu gibi siyasi  platformlara kaydrlmştır. Anma faaliyetleri, 1996 yılından başlamak üzere çeşitlilik ve kapsamlı boyutlara sahip bir görünüm arzetmiştir. 
Sözde soykrımın kabulüne yönelik talepleri de dile getirmeyi sürdürmüşlerdir.
Sözde soykırım törenleri; 1997 yılında geçen yıllara oranla daha sessiz ve olaysız geçmiştir. 
Sözde soykırım daha çok siyasi platformlara çekme  çabaları yoğunluk kazanmştır. Bazı yerlerde PKK_ERNK temsilcilerinin de katılımı dikkati çekmiştir.

Önceki yıllarda, Ermeni çevrelerin faaliyetleri, 24 Nisan tarihine odaklanmışken, bu yıl gözlenen bir eğilim de, bu faaliyetlerin kitap yayın,  sergi açılması, Anıt dikilmesi gibi çalşmalarla, tüm yıla yayılarak konunun sürekli canlı tutulmak istenmesi olmuştur.
Son olarak, Ermeniler son yıllarda faaliyetlerini daha siyasi ve kültürel içerikli hale getirmişlerdir.
Ancak Ermeni terör örgütlerinin varlıklarını bugünde muhafaza ettikleri bilinmekte olup, kendi uygun görecekleri koşullarıda yeniden terörist  eylemlere yönelebilecekleri değerlendirilmektedir.

SONUÇ OLARAK:

Türkiye’de yaşayan Rum ve Ermeni azınlık ile Diaspora Ermenileri ve Rumların Yunanistan’ın öncülüğünde Türkiye aleyhtarı faaliyetlerini sürdürecekleri,
Türk Bayragını, kendi insanı dışında ortaklık kurduğu PKK Terör Örgütü, Rumlar ve Ermeni göstericilere yaktıran Yunanistanın;
a) Türkiye toprakları üzerinde başlattığı bu “Özel Savaş” bütün vasıtaları kullanarak her alanda yaygınlaştıracağı,
b) Fener Patrikhanesi ile ilgili olarak Türkiye’nin inisiyatifinide bir çözüm öngörülmediği takdirde, bu kuruluşun dış kamuoyunun desteğini alarak 
ülkemizin iradesi dışında bir yapılanmaya gidebileceği düşünülmektedir.
Bugün ve gelecekte milli güvenliğimizi, birlik ve bütünlüğümüzü etkileyen bu ve benzeri sorunlarla ilgili olarak startejik öngörü modelleri  geliştirilerek bir disiplin içerisinde uygulanması gerekmektedir.,


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM  EDECEK