Sosyal Bilimler Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal Bilimler Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2016 Pazartesi

DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 2






          DEVLET YOLUYLA KAPİTALİZM BÖLÜM 2


Bu trendin bir sonucu olarak yarış(rekabet) sakatlanmakta; “ekonomik karar alma süreci”ne politikanın nüfuz etmekte ve bu yarışın sonunda yeni ve farklı 
“kazananlar” ve “kaybedenler” ortaya çıkmakta; “China Investment Corporation (CIC)’’ın, bundan böyle Çin Maliye Bakanlığı’na, yapılmış fonlama için faiz ödemeyeceğini deklare etmiştir.46” gibi, serbest piyasa ekonomisi prensipleri çelişen kararlar ortaya çıkmaktadır. Ian Bremmer’e göre, devlet kapitalizmindeki yükseliş, global marketlerin “kitlesel verimsizlikler (massive inefficiencies)” ile tanışmasına ve popülist siyasetin, ekonomik karar sürecine yerleşmesine yol açmıştır.47 

Devlet güdümlü bu yeni sistemin aktörlerinin(görünürde ekonomik) niteliklerine baktığımızda, bunların dört başlık altında toplandığını görüyoruz: 

-Toplamda dünya petrol rezervlerinin yüzde 75’inden fazlasını kontrol eden, görünüşte ulusal, aslında çok uluslu petrol şirketleri, 

-Ağırlıklı olarak devlet sahipliliğinde olan ve Petro-kimya, enerji üretimi, demir-çelik üretimi, liman ve gemi işletmeciliği, silah ve ağır makine üretimi, 
telekominikasyon, ulaşım, havacılık konularında faaliyet gösteren şirketler, 

-Çokça örneği Rusya, Çin ve bazı gelişmekte olan ülkelerde görülen, görünüşte “özel mülkiyet”, gerçeğinde ise, “devlet-destekli ulusal büyük şirketler”. 
Rusya’da genellikle oligarkların sahipliliğinde olan bu kategoride, yukarıda sıralanan iş kollarına ek olarak madencilik, metalurji, bilgisayar, 
kimya, otomobil gibi sektörler bulunmaktadır. 

-Ulusal varlık fonları (SWFs). Çalışmamızın önceki bölümünde örneği verilen büyük fonlardan sadece Norveç’in demokrasiyi temsil etmesi; seffaflık 
notu yönünden de, sahipliliği Norveç, Singapur, Hong-Kong gibi ülkeler olanların dışında kalan UVF’nin bu konudaki notunun düşük olması,48 
anılan fonların yönetiminde ve sahipliliğindeki devlet ağırlığı konusundaki düşünceyi güçlendirmektedir. 

Başat özelliği, devlet yönetimi sorumluları ile, şirket veya teşebbüs sahip-yöneticileri arasında oluşan sıkı bağ olan devlet kapitalizminin, global pazarlar açısından taşıdığı riskleri aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:49 

• Ticari kararların, bu tür karar ve operasyon hakkında yeterli deneyim ve bilgi sahibi olmayan siyasi bürokrasiye terk edilmesi ve bunun sonunda piyasaların 
rekabetten ve verimlilikten uzaklaşmaları. 
• Yatırım kararlarının arkasındaki dürtünün, ekonomik olmaktan çok politik olması ve neticede verimlilik ve etkinliğin ihmal edilmesi. 
• Verimlilik ve etkinliğin savsaklanması sonucu tüketici fiyat yükünün artması ve enerji konusunda çok bariz olmak üzere, üretim girdi maliyetinin yükselmesi nedeniyle özel firma karlarının düşmesi. 
• İş ve devlet politikasının iç içe geçmesi, iç ve dış politik koşulların (ulusal çıkarlar ve dış politika hedefleri) iş kararlarında daha çok etkin hale gelmesi. 
• İş hayatında geçerli olan çeşitli yazılı ve yazılı olmayan “etik kurallar”ın, iş ve devlet yönetiminin aynı merkezde toplanması nedeniyle aşınması ve bunun sonucu olarak “kuralsızlık” ve/veya “kişiye göre değişen esnek kurallar”ın egemen olması; moral değerlerde yıpranma. 

Anılan sistemle ilgili bir diğer korku da, sistemin global ticaret sisteminde yarattığı etkilerdir. Şöyle ki, açık veya gizli devlet desteği alan ve bundan yararlanan piyasa aktörlerinin, bu konuda getirilecek açıklık (seffaflık) kurallarını kabul etmeleri çok zor olacak, bu olgu da dünya ticaretinin gelişmesini olumsuz etkileyecektir. 
Sistemin gelişmekte olan ülkelerdeki yansımasına baktığımızda ise, özel sektör şirketlerin sağlamak için yıllarını verdikleri ayrıcalıkları ve değerleri, devlet 
destekli şirketlerin kolayca ve kısa zamanda elde etmeleri cazibesi ön plana çıkmakta ve önemli bir kamuoyu desteğini arkasında bulmaktadır. 

Bilindiği gibi, ABD’de post-Ronald Reagan ve Margaret Thatcher döneminin yarattığı ekonomik performansla son 30 yıldır uzlaşmış ve bunu “serbest ticaret-
sermaye akışında serbesti-globalizasyon”olarak hayata geçirmiş bulunan devlet ve piyasa işbirliği, 2008 finansal krizi ile ağır darbe almıştır. Krizin yarattığı hasarı onarmak amacıyla, daha önceki dönemlerde denenmiş olan “ekonomide devletin uygun rolü” tekrar gündeme gelmiştir. Bu süreçte yaşananları, işsizliği azaltmak, direşken bir şekilde düşen büyümeyi tekrar arttırmak, özellikle gelişmiş ekonomilerdeki yüksek borçluluğu makul bir seviyeye çekme bağlamında “devletin etkin olması” olarak sunan görüşler bulunmaktadır.50 Yine bu yaklaşımda olanlar, devlet ağırlıklı ekonomi ve iş modellerinin uygulandığı Çin, Rusya ve diğer G20 ülkelerinden çok şey beklemektedirler. 

Bu konudaki çalışmaların birinde, devletin karar ve sahipliliğinde ağırlığı olan teşebbüslerde, bu modelin getirdiği çeşitli zorluklar olmasına karşın, anılan ekonomik birimlerin performansının giderek düzeleceği ve bu tür iktisadi işletmelerin dünya çapında oyuncu olma yolunda ilerledikleri ve yöneticilerinin, giderek daha az devlet kararı bekler hale gelecekleri belirtilmektedir.51 Yine bir başka çalışmada da, Çin devlet şirketlerine yönelik “devlet kayırmacılığı”nın ve devlete yakınlığın sağladığı avantajların giderek azaldığı; sınır ötesi işleriyle ilgili onay sürecinin özel ve kamu şirketlerinin her ikisi için de aynı olduğu; kamu kontrolü-izni gibi süreçlerde subjektif kriterlerin her iki tür işletme için de terk edildiği vurgulanmaktadır.52

Bu konuda vurgulanmaya değer bir diğer konu da, özellikle kamu kontrollü Çinli altyapı şirketlerinin çeşitli ülkelerde taahhüt üstlendikleri ve dışlanmadıkları; 
buna karşılık da, Çin Hükümetinin hisse alımlarında seçici davrandığı, ekonomi üzerindeki sıkı bağlarını gevşettiğini ve bürokratların son zamanlarda sadece, “farklılık yapabilecekleri” endüstrilerde yoğunlaştıkları olgusudur.53 

DEVLET KAPİTALİZMİNİN GELECEĞİ 

Son 30 yıldır kendi arasında uzlaşmış bulunan devlet ve piyasa işbirliği, serbest piyasa ekonomisi sisteminin 2008 finansal krizi ile ağır darbe almıştır. Krizin yarattığı hasarı onarmak amacıyla, daha önceki dönemlerde denenmiş olan “ekonomide devletin uygun rolü” tekrar gündeme gelmiştir. Bu dönemde yaşanan sorunlardan: işsizliği azaltmak, direşken bir şekilde düşen büyümeyi tekrar arttırmak, özellikle gelişmiş ekonomilerdeki yüksek borçluluğu makul bir seviyeye çekme bağlamında ortaya çıkan “devlet güdümünde kapitalizm (state-directed capitalism)”, önemli bir hata yapılmazsa sürecek gibi durmaktadır. Anılan bu yeni oluşumda başı çeken Çin artık kendisini, “liberal ekonomi”ye ulaşma yolunda bir istasyon değil, aksine, uyguladığı sistemi “sürdürülebilir” bir model olarak görmektedir.54 Keza, devlet ağırlıklı ekonomi ve iş modellerinin uygulandığı Çin, Rusya ve diğer G20 ülkelerinden çok şey beklenmektedir. 

“Devlet eliyle kapitalizm” konusunda yukarıda aktarmaya çalıştığımız gelişmeler sonunda, piyasanın veya global ticari şirketlerin bu devlet rekabetiyle, stratejik 
şirket hisse alımlarıyla nasıl başa çıkacakları; deniz aşırı ülkelerdeki fikri mülkiyet haklarından (intellectual property rights) yararlanan Çin’in, aynı hakları kendi ülkesinde güvence altına almaması, özellikle ABD’de sorgulanır olmaya başlamıştır.55 Bu gelişmelerin sonunda, özellikle piyasa ekonomisinin daha etkin olduğu Batı ülkelerinde “korumacılık” eğilimlerinin de güç kazandığı; serbest piyasa cephesindeki ülkelerin ABD’den öncülük beklentilerinin arttığı görülmekte dir.56  Bu arada, Rusya, Çin gibi bazı gelişmekte olan ülke yöneticilerinin, kendi devamlılıklarının güvencesi olarak bazı değerli ulusal aktifleri ellerinde tutmak ve bu kaldıracı yüksek tutmak için çalışma gösterdiklerini de söylemek gerekir.57 


Bremmer’in “politika ve ekonomini kesişmesi”(intersection of politic and economics) olarak nitelediği bu yaşananlara, yukarıdaki iki örnek dışında Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Meksika’yı örnek olarak vermekte; ABD, İngiltere ve Japonya’da da, 2008 krizinden sonra “serbest piyasa kapitalizmi”nin uzun dönem sürdürülebilirliği hakkında tereddütler uyandığını belirtmekte,58 buna ek olarak da, 2008 krizi sonrası en büyük darbeyi, piyasa sisteminin kalesi sayılan gelişmiş ülkelerin alması; buna karşılık Çin, global ticarete daha az entegre olmuş Hindistan, Mısır ile, toksik banka varlıklarına bulaşmamış diğer bazı gelişmekte olan ülkelerin daha az etkilenmelerinin de, serbest piyasa ekonomisi kuramının ve gerçeğinin altını oyan bir diğer faktör olduğu vurgulanmaktadır.59 

2007-09 arasında yaşananların, serbest piyasa tutuculuğunu geriye götüreceği; yaşanan krizin ehliyetli politik liderlik ve aktif hükümet gerekliliğinin artık oy verenlerce anlaşılmış olduğu; bireylerin politikacı ve bazı kurumlara güveninin, banka sistemine olan nefreti ölçüsünde sarsıldığını belirten çalışmada60ayrıca; 4,0 olarak nitelenen günümüz kapitalizminde hükümet ve piyasa arasında yeni ve karmaşık bir ilişki yumağı olacağı, dünyanın artık körü körüne piyasa çözümü odaklı olmayacağı, bireyin uluslararası kurumlara yetki devrinden öte, demokratik yolla seçilecek yönetici ve saygın düzenleyicilerin daha güçlendirilmesini isteyeceği öngörüleri bulunmaktadır.61 Tümüyle pazara dayalı kapitalizm (free-market capitalism) ve gevşek kurallı (deregulation) dönemin sonuna gelindiği konusundaki katıldığımız bir diğer görüşü de belirtirken;62 son olarak, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerin yanında, giderek devlet yönetiminde daha çok hakim olan “yumuşak güç-soft power” yaklaşımının bir yan ürünü olarak ortaya çıkan ve zaman içinde gelişmiş ülkeleri daha da çok etkileyecek olan ve yakın bir zamanda ortadan kalkması ufukta görülmeyen63 “devlet kapitalizmi”yönlü bu değişimin sürdürülebilirliği, globalleşmenin yarattığı orta sınıfa sürdürülebilir refah sunulması ve “yozlaşma”dan uzak durmasına, alternatif yeni doktrinler üretilmesine bağlı olacağını söyleyebiliriz. 

SONUÇ 

2000’li yılların başından itibaren, ABD ve AB gibi, Batılı gelişmiş ekonomiler dışında kalan ve çoğu G20 üyesi olan Çin, Rusya, Suudi Arabistan otokratik Körfez ülkelerinde “devlet kapitalizmi”nin yaygınlaştığını görmekteyiz. Siyasilere, “liberal kapitalizm” dönemine göre daha çok “güç” sağlayan ve “yeni elitler” yaratan “devlet kapitalizmi”nin özellikle, “yükselen ekonomiler” olarak adlandırılan Çin’in yanı sıra Brezilya, Rusya, Hindistan ve Singapur’da oldukça etkin olduğu ve bunlara son zamanlarda Güney Afrika’nın da eklendiği gözlenmektedir. 

Bir diğer ifade ile, anılan ülkelerde, liberal ekonomistlerin “görünmez el” i yerine, “devlet kapitalizmi”nin “görünen el”inin piyasaya müdahale etmekte ve bu “ekonomik alandaki devlet güçlenmesi” daha çok bazı stratejik sektörlerde (stratejik enerji varlıklarında) yoğunlaşmaktadır. 

Son dönemde ABD, Avrupa ve geri kalan gelişmiş ülkelerin çoğunda görülen “devlet müdahalesi” dalgasının, son ekonomik krizin yarattığı sıkıntı ve sancıları 
hafifletmeye, resesyon tehlikesini azaltmaya yönelik olup, ekonomiyi yönetmek gibi bir iddia taşımadığını, “devlet kapitalizmi”nin bu ülkelerde, piyasanın kendi 
özgün işlerliğinin aksadığı durumlarda ekonominin itici gücü işlevini gördüğünü söyleyebiliriz. Gelişmekte olan ve özellikle otokratik rejimlerin hakim olduğu ülkelerde ise, serbest pazar ekonomisi doktrinine reaksiyonu içeren “ağır bir devlet eli” şeklinde bir dönüşüm olduğunu ve bu gelişmenin ekonomik faaliyet ve özellikle ülke içi politik gücün iç içe geçmesine, siyasilerin yetki ve etkilerini artırmasına yol açtığı çok açık bir gerçektir. Diğer yandan, kamu sermayeli şirketlerin, doğrudan veya örtülü olarak devletten destek alarak kendilerine farklı bir güvence yaratmaları ve piyasayı düzenleyen merci olan devlet tarafından sahip olunmaları nedeniyle rekabet koşullarındaki eşitliğin bozulduğu da göze çarpmaktadır. Konunun bir diğer farklı boyutu da, kamusal sermayeli şirketlerin olduğu bir ortamda, devletin “ekonomik ağırlığı”nın artması, “yetkinin kötüye kullanılması”na da yol açma olasılığıdır. Kamu sermayeli şirketlerin ekonomide daha fazla paya sahip olduğu ülkelerin “şeffaflık ligi”nde alt sıralarda yer almaları, bu tehlikeli olasılığın hayata geçmesini kolaylaştırabilir. 

Anılan trendin zaman süreci ile ilgili olarak da, “devlet kapitalizmi” yönlü bu değişimin devamının, globalleşmenin yarattığı orta sınıfa “sürdürülebilir refah” 
sunulması ve “yozlaşma”dan uzak durmasına, alternatif yeni doktrinler üretilmesine bağlı olacağını söyleyebiliriz. 


Kaynakça;


1 Ömer Faruk Çolak, “Hoş Geldin Devlet Kapitalizmi”, Dünya Gazetesi, 23.09.2011, 
http://www.dunya.com/ho%C5%9F-geldin-devlet-kapitalizmi-%C3%B6mer-faruk-% (5.01.2012) 
2 H.Ömer Köse, “Küreselleşme Sürecinde Devletin Yapısal ve İşlevsel Dönüşümü”, Sayıştay Dergisi, Nisan-
Haziran 2003, Sayı: 49, http://www.sayistay.gov.tr/yayin/dergi/icerik/der49m1.pdf (18.01.2012) 
3 Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, Seelan Singham, “Improving Performance at State-owned Enterprises, 
McKing Quarterly, May 2009, https://www.mckinseyquarterly.com/Improving_performance_at_stateowned_enterprises_2357 (6.02.2012) 
4 Ian Bremmer, The End of The Free Market, Portfolio, New York, 2010, s.4-6 
5 Stefan Halper, Beijing Consensus-How China’s Authoritarian Model will Dominate The Twenty-First Century, 
Basic Books, New York, 2010, s.68-70, 
6 Joshua Kurlantzick, Charm Offensive-How China’s Soft Power is Transforming The World, Yale University 
Press, Binghamton, 2007, ; Stephen S. Cohen & Bradford DeLong, The End of Influence-What Happens 
When Other Counries Have The Money, New York:Basic Books, 2010, Joseph E. Stiglitz, Freefall-Free 
Markets and The Sinking of The Global Economy, Allen Lane, London, 2010,; A.Ersin Dedekoca, Ekonomi-
Politik Pencereden ABD-Çin İlişkileri;Eski Dünyaya Yeni Düzen, Barış Kitap, Ankara, 2011, Thomas 
J.DiLorenzo, How Capitalism Saved America, New York:Three Rivers Press, 2004; Anatole Kaletsky, Capitalism 
4.0 The Birth of a New Economy, Bloomsbury Publishing,London, 2010 
7 http://media.economist.com/sites/default/files/sponsorships/MM150/20120121_state_capitalism.pdf 
(01.02.2012) 
8 http://www.state.gov/secretary/rm/2012/02/184623.htm (28.02.2012) 
9 Korkut Boratav, “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?”, Küreselleşme Emperyalizm Yerelcilik İşçi Sınıfı, Ankara, 
İmge Kitabevi, 2000, s.19, 46, 47; Köse, agm. s.19 
10 http://ekutup.dpt.gov.tr/yerelyon/oik554.pdf (25.12.2011); Köse, agm. s.26 
11 Ian Bremmer, State Capitalism Comes of Age, Foreign Affairs, May-June 2009, 
http://www.foreignaffairs.com/print/65076 (31.01.2011); Çin’in “devlet sahipli teşebbüsleri (China’s stateowned 
enterprises)” hakkında daha geniş bilgi için: Jonathan R. Woetzel, “Reassessing China’s State-Owned 
Enterprises”, July, 2008, McKinsey Quarterly, 
http://www.mckinsey.it/storage/first/uploadfile/attach/140418/file/reth08.pdf (10.01.2012) 
12 Bremmer, age. s.43,52’de devlet kapitalizmi, devletin, politik kazanç için piyasaya hakim olduğu sistem olarak 
tarif edilmekte; devlet kapitalizminin piyasayı, ülke içi ve uluslararası platformlarda kendi siyasi ve ekonomik 
kaldıracını yükseltmek amacıyla kullanıldığı belirtilmektedir. 
13 Gerard Lyons, How State Capitalism Could Change The World, Financial Times, June 7,2007, 
http://www.ft.com/cms/s/0/6eb8da08-1503-11dc-b48a-000b5df10621.html#axzz1IA0YM2gO 
(15.09.2011) 
14 Stiglitz, age. s.185 
15 DiLorenzo, agm. s.223-230 
16 Cohen &DeLong, s.6,7, Bu gelişmeyi, büyük ve kanayan şirketleri ve çalışanların işlerinikurtarmaya yönelik paslanmış estrümanlarla müdahaleyi imgeleyen- “limon sosyalizmi” olarak nitelemektedir. 
17 Bremmer, agm. 
18 Jean Pisani-Ferry&Indhira Santos, “Reshaping The Global Economy”,(Electronic Version) Finance&Development 
Magazine, March 2009, Volume 46, http://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2009/03/pisani.htm (28.05.2011) 
19 “Cash Injection to The CIC” 11.02.2012, http://www.swfinstitute.org/swf-news/injection-to-theCIC/
(8.03.2012). 
20 China Huijin applies for $50 billion government injection, 25.03.2010, http://www.swfinstitute.org/sovereign-
wealth-funds/china-huijin-applies-for-50-billion-government-injection-according-topaper/(8.03.2012) 
21 Russia’s Oil Reserve Fund Received Cash Injection, 2.02.2012, http://www.swfinstitute.org/swf-news/russia%
e2%80%99s-oil-reserve-fund-received-cash-injection/ (13.02.2012) 
22 “The Rise of State Capitalism” The Economist, 21-27 January 2012, s.11, 
http://media.economist.com/sites/default/files/sponsorships/MM150/20120121_state_capitalism.pdf 
(01.02.2012) 
23 Metin Ercan, “Devlet Eliyle Kapitalizm”, Radikal Gazetesi, 28.01.2011 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleID=1076979 (06.02.2012) 
24 Bremmer, age. s.65 
25 Bremmer, agm, http://www.foreignaffairs.com/articles/64948/ian-bremmer/state-capitalism-comes-of-age 
26 Siglitz, age. s.58-76’da, “flawed response” olarak isimlendirdiği bu durumu ayrıntılı olarak irdelemektedir. 
27 Stiglitz,age. s.184,185 
28 Türkçede henüz tam kabul görmüş bir çevirisi olmayan ve çeşitli kaynaklarda Bağımsız Varlık Fonları, Ulusal
Varlık Fonları, Ulusal Yatırım Fonları, Ülke Yatırım Fonları, Devlet Refah Fonları veya kısaca Ulusal Fonlar diye adlandırılan “Sovereign Wealth Funds” 
aslında ülkelerin resmi rezervleri dışındaki birikimlerini anlatmaktadır .
http://www.tusiad.org/bilgi-merkezi/sunumlar/bagimsiz-varlik-fonlari-sovereign-wealth-fundsraporu 
/ (28.03.3011) 
29 Sevinç Akbudak, “Ulusal Varlık Fonları Gelişmeler ve Düzenleme Çalışmaları”,SPK Araştırma Raporu, 
16.05.2008, http://www.spk.gov.tr/yayin.aspx?type=yay03&submenuheader=-1 (29.03.2011) 
30 Sovereign Wealth Funds, A Work Agenda of IMF, Fabruary 29, 2008, 
http://www.imf.org/external/np/pp/eng/2008/022908.pdf (29.03.2011); Lyons Gerard, “State Capitalism: 
The Rise of Sovereign Wealth Funds, 13November 2007, 
http://banking.senate.gov/public/_files/111407_Lyons.pdf (06.02.2012) 
31 Sovereign Wealth Funds, TUSİAD International Strategic Focus Report No.1,17 April 2008, 
http://www.tusiad.org/__rsc/shared/file/TUSIADInternationalStrategicFocusReportNo1SovereignWealthFunds.pdf 
(28.09.3011); Stephen Jen, “Sovereign Wealth Funds-What Are They and what is happening?”, World Economics,
Oct-Dec.2007, http://relooney.fatcow.com/0_New_2857.pdf (08.10.2011)ve Sevinç Akbudak, agm, 
32 “Sovereign Wealth Funds Could Be Growing Even Faster in 2012”23.02.2012, 
http://www.swfinstitute.org/swf-article/sovereign-wealth-funds-could-be-growing-even-faster-in-2012/ 
(8.03.2012) 
33 Gerard, agm. 
34 Martin Wolf, “The Brave New World of State Capitalism”, The Financial Express, October 17,2007, 
http://www.thefinancialexpress-bd.com/print_view.php?news_id=14575 (05.12.2010) 
35 Sovereign Wealth Funds Rankings, Largest SWF by Assets Under Managements, 
http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/(9.03.2012) 
36 “ Çin, Devlet Fonlarıyla Ava Çıkıyor”, Ufuk Korcan, Vatan Gazetesi, 28.02.2012, 
http://haber.gazetevatan.com/spk-azerbaycanin-sermaye-piyasasini-yeniden-kurmaya-talip/433546/4/Haber 
(29.02.2012) 
37 Akbudak, agm, 
38 Bremmer, age. s.5 
39 Bremmer, age. s.72 
40 Lyons, agm 
41 Robert D.Atkinson, “The Rise of The New Mercantilism”, The Globalist, May 30,2008, http://www.theglobalit.com/printStoryId.aspx?StoryId=7027 (06.01.2011) 
42 Bu konuda Rusya’da yaşananlarla ilgili olarak, S.P.Peregudov, Business and Burecaucracy in Russia, Russian Politics and Law, vol.47,no.4 July-August 2009 
43 Bremmer, age. s.22 
44 Bremmer, age. s.83,166 
45 “The Rise of State Capitalism”, The economist, s.11, agm. 
46 “CIC No Longer to Pay Interest to the State”,26.08.2009, http://www.swfinstitute.org/swf-news/cic-nolonger-
to-pay-interest-to-the-state/ (9.03.2012) 
47 Bremmer, agm. 
48 http://www.swfinstitute.org/fund-rankings/ (10.03.2012) 
49 Bremmer, agm. 
50 “State Capitalism vs the Free Market:Which Performs beter?”,Michael Schuman, George Magnus, Time 
Business, 30.09.2011, http://business.time.com/2011/09/30/state-capitalism-vs-the-free-market-whichperforms-
better/ (23.02.2012) 
51 Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, and Seelan Singham, agm. 
52 Woetzel, agm.
53 The Rise of State Capitalism, The Economist, s.11agm. 
54 “The Rise of State Capitalism”, The Economist, s.11 agm. 
55 Lyons, agm 
56 Robert D.Atkinson, “The Rise of The New Mercantilism”, The Globalist, May 30,2008, http://www.theglobalit.com/printStoryId.aspx?StoryId=7027 (06.01.2011) 
57 Bu konuda Rusya’da yaşananlarla ilgili olarak, S.P.Peregudov, Business and Burecaucracy in Russia, Russian 
Politics and Law, vol.47,no.4 July-August 2009 
58 Bremmer, age. s.22 
59 Bremmer, age. s.83,166 
60 Kaletsky, age. s.269,270 
61 Kalatsky, s.331-334 
62 Roger C.Altman, Globalization in Retreat, Foreign Affairs, Jul/Aug.2009, Vol.88,issue.4, s.2-7, 
http://www.foreignaffairs.com/articles/65153/roger-c-altman/globalization-in-retreat (20.11.2011) 
63 Beremmer, agm, ; Ian Bremmer, “Q&A With Ian Bremmer on State Capitalism”, Foreign Affairs, April 28, 
2009, http://www.foreignaffairs.com/print/65076 (1.02.2012); Arief Budiman, Diaan-Yi Lin, and Seelan Singham, agm. 


Devlet Yoluyla Kapitalizm 
Ersin DEDEKOCA 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışmanı 
Sayı: 1 / Eylül-Ekim-Kasım  2012 
21. Yüzyılda Sosyal Bilimler Dergisi,


****

EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ BÖLÜM 1




EN GÜÇLÜ ÇAĞINDA TÜRK DİLİ:
BÖLÜM 1 



GENEL DEĞERLENDİRME VE BEKLENTİLER 



Prof. Dr. Nurettin DEMİR 
Dr. Nermin YAZICI 
Prof. Dr. Nurettin DEMİR* / Dr. Nermin YAZICI** 
* Gazi Üniversitesi / 
** Başkent Üniversitesi 

Özet: 

Ortak bir ana dilden türemiş olan Türk dilleri, bugün Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanus’una, Kuzey Buz Denizi’nden Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş bir alanda, birinci dil ve azınlık dili olarak konuşulur. Türk dilleri arasındaki karşılıklı anlaşılırlık değişiklik göstermektedir. Türk dilleri geçen yüzyılda büyük değişimler geçirmiştir. Geniş geçerlilik alanına sahip eski yazı dilleri yerlerini küçük, yeni yazı dillerine bırakmıştır. Türk dünyasının tamamında alfabe değişiklikleri 
yaşanmıştır. Türk dünyasında siyasi gelişmeler sonucunda kopan bağ geçen yüzyılın son on yılında yeniden kurulabilmiştir. Yeni dönem öncesinde Türkiye’de bütün bu dillerin tek bir dil mi yoksa ayrı ayrı diller mi olduğu yönünde sert siyasi tartışmalar yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Latin harfleri temelinde ortak bir alfabe geliştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 

Ancak Türkiye’nin yükselen ekonomisi, uluslararası ilişkilerdeki rolü, Türk dizileri, turizm gibi nedenlerle Türkiye Türkçesi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. 
Türk dünyasının önemli bir kısmında ortak iletişim aracına dönüşmektedir. Türkçe konuşur sayısı, konuşulduğu alan, yerine getirdiği işlevler bakımından en 
güçlü dönemini yaşamaktadır. Buna karşılık, bilimsel bir temele dayanmayan dil tartışmalarında Türkçenin kirlendiği, yozlaştığı, bozulduğu, hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu görüşleri dile getirilmektedir. Makalede mevcut durum bu hususlara atıfla incelenmektedir. 

Anahtar Kelimeler: Türk dili, Türk dünyası, Arap Alfabesi, Latin Alfabesi, Kiril Alfabesi 

Dr. Nurettin DEMİR / Dr. Nermin YAZICI 
Günümüz Türk Dili Dünyası 

Günümüzde Türk dünyası denince akla öncelikle dünyanın Türk dili konuşulan bölgeleri gelir. 

Dil dışında Türk dünyasını birbirine bağlayan ortak bir öge bulmak güçtür (Türk dünyasının birleştiği ve ayrıldığı yönler için bk. Johanson 2001). Türk dili, yirmisi yazılı olmak üzere büyüklü küçüklü, kendi aralarında karşılıklı anlaşılırlığın hiç yoktan ileri dereceye kadar değişebildiği, tamamı aynı ortak kökene götürülebilen bir diller veya varyantlar topluluğundan oluşur. Anadilden ilk ayrılan kollardan biri olduğu düşünülen Çuvaşçanın bir Türk dili olup olmadığı konusunda bir ara tereddütler yaşanmış, ancak yapılan çalışmalar onun da tam anlamıyla bir Türk dili olduğunu göstermiştir. Bir terim olarak Türkçe, 
geniş anlamıyla Türkçe kökenli dil ve varyantların tamamını göstermek için, dar anlamıyla da Türkiye’de konuşulan dilin adı olarak kullanılır. 

Türkçe kaynaklarda Türk dünyası terimi genel olarak bakıldığında daha fazla değerin paylaşıldığı Müslüman Türk soylular için kullanılır. Ama Türk soylular 
sadece İslamiyet’e mensup değildir. İslamiyet’in dışında, Hristiyan, Yahudi, Budist, Lamaist olanlar da vardır. 

Türk dili ailesine mensup dillerin daha eski bir dönemde Moğolca, Mançu-Tunguzca hatta Korece ve Japoncayla birlikte Altayca denilen bir dil ailesine gittiği görüşü vardır; Altaycanın da içinde bulunduğu daha büyük dil aileleri tasarlayanlar da olmuştur. Ancak elimizdeki dil verileri, Altay dilleri sayılanların bile akraba olup olmadığı tartışmalarını kesin olarak sonuçlandırmaktan uzaktır (tartışmaların son durumu için bk. Johanson 2010). Türkçenin Kızılderili dilleri veya başka dillerle ortak yönleri olduğunu ileri süren görüşler de en azından mevcut haliyle bilimsel olarak savunulabilir durumda değildir. 

Türkçe, 

    Altay dillerinin en çok ve en eski yazılı kaynaklara ve bütün olarak bakınca en kalabalık konuşura sahip, en geniş alana yayılmış, ayrıca en iyi araştırılmış 
koludur. 
Yayıldığı bu geniş alanın büyük bir kısmında Çince, Rusça, Farsça gibi yapı bakımından kendisinden çok farklı dillerin üst dil olarak kullanıldığı bölgelerde 
konuşulmuştur ve konuşulmaktadır. Türkçenin bütün kolları, yayılmış olduğu geniş coğrafyada karşı karşıya geldiği dillerin değişik seviyede izlerini taşıdığı 
gibi ilişki dilleri de Türkçenin izini taşır. Bu karşılaşma sonucu sadece kelimeler alınmamış, dillerin yapıları da değişmiştir. Dil ilişkisine bağlı değişmeler son yıllarda Türkolojide en gözde araştırma alanlarından biri durumundadır. Türkoloji çalışmalarının ulaştığı seviye, başka dillerdeki benzer süreçlerin araştırılmasında 
da kullanılabilecek teorik bir çerçeve de sunmaktadır (bk. Johanson 2007a). 

Türk dil ve lehçelerinin 24’si yazı dilidir: 

Altayca, Azerbaycan Türkçesi, Başkurtça, Çuvaşça, Dolganca, Gagavuzca, Hakasça, Karaçayca-Balkarca, Karakalpakça, Karayca, Kazakça, Kırgızca, Kırım Tatarcası, Kumukça, Türkiye Türkçe,Türkmence, Nogayca, Tatarca, Özbekçe, Şorca, Tuvaca, Tofaca (Karagasça), Yakutça, Yeni Uygurca. 

Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi konuşur sayısı çok az olduğu için bunların bazıları, örnek olarak Tofacayı, Karaycayı dilin bütün işlevlerini 
yerine getiren yazı dilleri saymak gerekir. Bunların çok çeşitli yerel varyantları yanında Çin’in Kansu Eyaletinde konuşulan Sarı Uygurca, Hsün-ha Özerk Bölgesi’nde konuşulan Salarca, Batı Sibirya’da konuşulan Çulım Tatarcası ve Orta İran’daki Halaçça gibi yazı dili olmayan ama Türk dili tarihi açısından büyük öneme sahip, bir yazı dilinin ağzı sayılamayacak Türk dilleri de vardır. 

Türkçenin Konuşulduğu Alan 

Türk dilleri bugün kuzeydoğuda Sahalin Adası’ndan ve güneydoğuda Çin Seddi’nden, batıda Avrupa Birliği ülkelerinde yaşayan Türk dilli göçmenleri de hesaba katarsak Atlas Okyanusu’na, Kuzey Buz Denizi kıyılarından Basra Körfez’ine kadar uzanan çok geniş bir alanda konuşulmaktadır. Bu geniş coğrafyada batıda TürkiyeTürkçesi ve Azerbaycan Türkçesi, Batı Türkistan’da Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Kazakça, Karakalpakça, Doğu Türkistan’da ise Uygurca kalabalık konuşura sahip Türk dillerini oluşturur. Bunlardan başka Volga bölgesinde Tatarca ve Başkurtça, bunların doğusunda, Altay Dağları’nın kuzeyinde Güney Sibirya Türk dilleri ve Türk dünyasının kuzeydoğu kanadını oluşturan Kuzey Sibirya’da ise Yakutça ve Dolganca konuşulur. Daha batıda Çuvaşça, Nogayca, Kumukça gibi diller konuşulur ve yazılır. Ayrıca Çin, Afganistan, İran, Irak, Bulgaristan, eski Yugoslavya ve Romanya’daki büyüklü küçüklü bölgeler veya dil adaları vardır (daha fazla bilgi için bk. Johanson 2006, 2007a). 

Geniş Türk dünyası Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve en azından Türkiye açısından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 
olmak üzere, yedi bağımsız ülkeyi kapsar. Bunun yanında Rusya, İran ve Çin’de kalabalık Türk dilli gruplara rastlanır. Bunlardan başka Moğolistan, Polonya, Ukrayna, Moldova, Irak, Almanya, Fransa, Belçika gibi daha pek çok ülkede Türk dilli gruplar vardır. Türkçenin farklı kolları alfabetik sırayla verecek olursak Afganistan, Avustralya, Azerbaycan, Batı Avrupa Ülkeleri, Bulgaristan, Çin, Ermenistan, Gürcistan, Irak, İran, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızistan, Litvanya, Makedonya, Moldova, Moğolistan, Polonya, Romanya, Rusya, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan, Yugoslavya, Yunanistan gibi pek çok ülkede anadili olarak konuşulmaktadır. Son yıllarda Türkçeye karşı yabancı dil veya ikinci dil olarak da artan bir ilgi gözlenmekte, Türkiye’de ve Türkiye dışında pek çok kurum ve kuruluş bu ilgiyi karşılamaya çalışmaktadır. Türkçenin azınlık dili olarak konuşulduğu bölgelerde bile, Türk olmayanların Türkçeye ilgilerini gösteren araştırmalar da vardır. Örnek olarak Almancada yaygınlaşan döner, lan, dolmuş gibi Türkçe kökenli bazı kelimelerin yaygınlaşması genel bilgi durumundadır. Bunun yanında Türk olmayanların Türkçelerini araştıran dikkat çekici çalışmalar yapılmıştır ( Örnek olarak Hamburg’daki Türk olmayanların Türkçeleri hakkında bk. Dirim – Auer 2004). 

Konuşur Sayısı 

Türkçeyi ana dili olarak konuşanların sayısı hakkında, Türkçenin konuşulduğu bölgelere ait güncel ve güvenilir veriler olmadığı için kesin bir şey söylemek güçtür. Kaynaklardaki rakamlar 220 milyona kadar çıkabilmektedir (Akalın 2009: 202). Ancak hesaplamalar spekülatiftir. Türkçenin UNESCO verilerine göre dünyanın konuşur sayısı bakımında beşinci büyük dili olduğu şeklinde popüler dilcilikte yaygın iddialar da ileri sürülmektedir. Ancak bu bilginin nasıl ortayaçıktığı konusunda güvenilir bir veriye ulaşılamamıştır. Hesaplama yapılırken başka dilleri bölüp Türk dillerinin tamamını bir bütün olarak alma gibi bir yol izlenerek bu sonuca varıldığı tahmin edilmektedir. 

Bağımsız Devletler ve Dilleri 

Sınıflandırma denemelerinde Türk dillerinin en büyük kolu, Gagavuzca, Azerbaycan Türkçesi, Türkmence ve Horasan Türkçesiyle güneybatı veya Oğuz grubuna dahil edilen Türkiye Türkçesidir. Türkiye Türkçesi, Türk dillerinin en fazla konuşura ve en köklü yazılı geleneğe sahip, en iyi araştırılmış koludur. Yetmiş beş milyondan fazla insanın ana dili olan Türkiye Türkçesi, Türkiye dışında Kuzey Kıbrıs’ta resmi dildir. Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Irak, Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, İsviçre, İngiltere, İsveç, Danimarka, ABD, Kanada, Avustralya, Suudi Arabistan, İsrail, Rusya Federasyonu gibi ülkelerde de konuşulmakta ve yazı dili olarak kullanılmaktadır. 

Türkçeden sonra Oğuzcanın ikinci büyük dalı Azerbaycan Türkçesidir. Kuzey Azerbaycan Türkçesi ve güney Azerbaycan Türkçesi olmak üzere iki büyük kola 
ayrılır. Kuzey’de 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’nde ve güney’de İran’da konuşulur. Türkiye’nin doğusundaki bazı ağızlar da Azerbaycan Türkçesine İstanbul Türkçesinden daha yakındır. Ayrıca Gürcistan, Ermenistan, Irak ve Rusya’da Azerbaycan Türkçesi konuşan gruplar vardır. Azerbaycan Türkçesi konuşanların kesin sayısı hakkında bir şey söylemek güçtür, ancak 20 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. 


Türkmence, Horasan Türkçesi ile Oğuzcanın doğu kolunu temsil eder. Türkmenistan nüfusunun yaklaşık 3,5 milyonu Türkmence konuşmaktadır. İran’da(yaklaşık 400.000), Afganistan’da (yaklaşık 400.000) ve Özbekistan’da (121.600) büyük Türkmen grupları bulunmaktadır. Ayrıca Rusya, Kazakistan ve Tacikistan’da yetmiş binin üzerinde Türkmen yaşamaktadır. 

Türk dilinin büyük kollarından birini de Kazakça oluşturur. Kazakistan yanında Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan Cumhuriyetleri, Rusya 
Federasyonu, Moğolistan, Afganistan, Çin ve Türkiye’de yaşayan Kazaklar da sa-yılırsa 12 milyondan fazla kişi tarafından konuşulduğu tahmin edilmektedir. Farklı Kıpçak boylarının karışımından oluşan Karakalpakların dili de dilbilimsel anlamda Kazakçanın bir ağzı sayılabilecek durumdadır. Karakalpakça, Sovyet devriminden sonra ortaya çıkan Türk yazı dillerinden biridir. 

Türk dillerinin büyük kollarından bir başkası olan Doğu Türkçesinin iki yazı dilinden biri ve Çağatay yazı dilinin doğrudan devamı olan Özbekçe, adını 14.
yüzyılda yaşamış Altınordu emiri Özbek’ten alır. Özbekistan dışında Tacikistan,Kırgızistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da da kalabalık Özbek toplulukları vardır.Özbekçe konuşurların sayısının yirmi milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir. Özbek yazı dili 1930-1937 yılları arasında kuzey ağızlarına dayanmaktayken 1937 yılından sonra İrancalaşmış Taşkent ağzına ve Fergana vadisi ağızlarına dayandırılmıştır. 


Bağımsız Türk Cumhuriyetleri içinde konuşur sayısı az olanlardan biri de Kırgızcadır. Kırgızca Sovyet Devriminden sonra yazı dili olmuştur. Yaklaşık olarak 4 milyon konuşuru olduğu tahmin edilmektedir. 

Kalabalık Türk Dili Konuşurlarının Yaşadığı Diğer Ülkeler 

Yukarıda da işaret edildiği gibi Türk dili geniş bir coğrafyada, pek çok ülkede konuşulmaktadır. Türk devleti olmamakla birlikte Türk dili açısından taşıdıkları 
önem nedeniyle bunların bazılarından, sırasıyla Çin, İran ve Rusya’dan kısaca söz etmek gerekir. 

Çin 

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, 9 milyon civarında konuşura sahip, Çağataycanın devamı durumundaki Yeni Uygurca gibi görece büyük diller yanında küçük Türk dillerinin de bulunduğu bir ülkedir. Tibet platosunun kuzey kıyısında resmi etnik azınlıklardan biri olan Müslüman Salarların dili Salarca konuşulur. 2000 sayımına göre konuşurları 104.503 kişidir. Kansu eyaletinde ve SinkiangUygur Özerk Bölgesinin kuzeyinde Salarca konuşan topluluklar vardır. 
Semerkand’ın güneyinden 14. yüzyılda buraya gelmişler, Çin ve Tibet halklarıyla birlikte yaşamışlar, bunun sonucu olarak da dilleri Çince ve Tibetçe etkisinde kalmıştır. Ama dillerinde Oğuzcanın da baskın izleri görülür. Çin’in Kansu eyaletinde bugün Sarı Uygurlar olarak adlandırılan, Budist- Lamaist inanca bağlı grupların dili olan Sarı Uygurca bulunur. Hakasça ile aynı dil grubuna giren Sarı Uygurca’nın konuşur sayısı 2000 sayımına göre 4600 kişidir (AWLD). Çin’deki ilgi çekici Türk dillerinden biri de Fu-Yü Kırgızcasıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Mançurya bölgesinde, Harbin’in kuzeybatısında, Çin’in Heilungkiang eyaletinde, 18. yüzyıl ortalarında Altay bölgesinden bölgeye göçmüş Fu-yü Kırgızları tarafından pasif olarak kullanılır (bk. Schönig 1998: 317-319, Johanson 2009: 49). AWLD’ye göre konuşuru 10’un altındadır. 

İran 

Türk dilleri açısından zengin ülkelerden biri de İran’dır. İran’da güney Azerbaycan Türkçesi gibi kalabalık konuşura sahip Türk dilleri yanında, daha küçük 
gruplarca konuşulanlar da vardır. Orta İran’da, başkent Tahran’ın 200 km kadar güney-batısında, Hemedan ile Kom şehirleri arasındaki bölgede konuşulan Halaçça 
bunların dil tarihi bakımından en ilgi çekici olanlarından biridir. Nüfuslarının 28 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir (Doerfer 1998: 276). Azericenin 
bir diyalekti sanılırken Alman Türkologlarından Doerfer’in ve öğrencilerinin yaptığı araştırmalar sonucunda ayrı bir Türk dili olduğu ve eskicil pek çok ögeyi barındırdığı 
ortaya çıkmıştır. 

Horasan Türkçesi, İran’da Horasan bölgesinde, iki milyon civarında konuşura sahip bir Türk dilidir (Doerfer 1998: 276). Yakın zamanlara kadar bu dil Türkmencenin 
veya Azerbaycan Türkçesinin bir ağzı sayılıyordu; ama Doerfer’e göre ayrı bir Türk dili olarak görülmelidir (1969: 8; 1977). İran’da konuşulan bir başka 
Türk dili de Kaşkaycadır. Ağırlıklı olarak Fars eyaletinde yaşayan Kaşkayların nüfusunun 1.5-2 milyon arasında olduğu sanılmaktadır (Dolatkhah 2010)). İranda 
Oğuzcaya dayanan başka ağızlar da vardır (bk. Doerfer 1998). 

Rusya 

Rusya’nın Kuzey doğusundan batıya doğru ilerleyecek olursak önce 14. yüzyılda bugünkü yurtları olan Kuzey Sibirya’da ağırlıklı olarak 1922’de kurulan YakutÖzerk Cumhuriyeti’nde, Saha Sire’nde (Saha Yeri) ve Magadan bölgesi ile Sahalin 
adasında yaşayan Sahaları buluruz. Sahaca konuşanların sayısı 2002 sayımına göre 456.288 (bk. AWLD, 2002 yılına ait 
aşağıdaki sayılar bu kaynaktan alınmıştır). Sahacanın bir ağzı olup Taymır yarımadasında, 2002 sayımına göre 4.865 kişi 
tarafından konuşulan Dolganca bulunur. Dolganlar, Sahalaşmış bir Tunguz topluluğudur (bk. AWLD). 

Güney Sibirya da birkaç Türk dilinin konuşulduğu bir bölgedir. Burada 1922’de Oyrot ağzına dayalı olarak yazı dili haline getirilen Altayca, 1948’e kadar 
Oyrotça olarak adlandırılmıştır. Bugün konuşur sayısının 65 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Tuvaca da Güney Sibirya’da 2002 sayımına göre Rusya Fe
derasyonu’da 24.2754 konuşuru olan görece büyük dillerden biridir ve Çin ve Moğolistan’da küçük gruplar tarafından da konuşulmaktadır. Ağırlıklı olarakHakas Özerk Cumhuriyetinde konuşulan ve 2002 sayımına göre 52.217 konuşuru 
olan Hakasça, tahminen 35 kişinin konuştuğu Çulım, 2002 sayımına göre 6.210 kişinin konuştuğu Şorca, 1986 yılında yazı dili haline getirilen Tofacanın bugün 
30 kadar konuşur kaldığı tahmin edilen Tofaca gibi bir irili ufaklı Türk dilleri de Güney Sibirya’da konuşulmaktadır. 

Güneye, Kafkaslara indiğimizde Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesi, DağıstanÖzerk Cumhuriyeti’nin Stavropol bölgesinde 2002 sayımına göre 90.020 bin civarında 
konuşura sahip Nogayca; Dağıstan Cumhuriyeti’nin Hasanyurt, Babayurt, Kızılyurt, Buynak, Kayakent, Kaytak eyaletleri ile Mohaçkale çevresindeki altı 
köyde 2002 sayımına göre 458.121 kişi tarafından konuşulan Kumukça, Karaçay-Çerkes Özerk Bölgesinde ve Kabardin-Balkar Özerk Bölgesinde 2002 sayımına 
göre 302.748 kişinin konuştuğu Karaçay-Balkarca gibi dillerle karşılaşırız. 

Rusya Federasyonu’na bağlı bir cumhuriyet olarak Orta Volga bölgesinde yer alan Tataristan’da konuşulan Tatarca, 7 milyona yakın konuşuruyla Rusya’daki en 
fazla konuşura sahip Türk dillerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Tatar aydınların çabasıyla yazı dili olarak gelişmeye başlamıştır. Yine Rusya Federasyonu’nun 
bu bölgesinde 1.379.727’i Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti’nde olmak üzere 1,6 milyon civarında konuşuru olan Başkurtça konuşulur. Başkurtça Tatarcaya 
oldukça yakındır. 

Batıya doğru göç eden ilk Türk boylarından Bulgarların torunları olan Çuvaşların dili olan Çuvaşça, Moskova’nın 600 km. doğusunda özerk Çuvaş Cumhuriyeti’nde 
konuşulur. Toplam nüfuslarının 2 milyona yakın olduğu tahmin edilmektedir. Çuvaşça Kiril alfabesiyle yazılan ilk Türk dilidir. 

Diğerleri 

Bu kalabalık grupların yaşadığı ülkeler dışında da Türk dillerine rastlanmakta-dır. Oğuzcanın en küçük kolu olan ve dilbilimsel açıdan Türkçenin bir ağzı sayılan 
Gagavuzca Moldovya Cumhuriyeti’nin güneyiyle Ukrayna’nın güneybatısında konuşulur. Eski Sovyetler Birliği sınırları içerisinde kalan bu bölgelerdeki Gagavuzların 
nüfusu 1989 yılı sayımına göre 197.000 civarındadır. Ayrıca Bulgaristan’da 5 bin kişilik bir Gagavuz grubu olduğu tahmin edilmektedir. Yine Romanya, Yunanistan, 
Kazakistan ve Kafkasya’da Gagavuzlar yaşamaktadır. Hristiyandırlar. 20 Ağustos 1990’da Moldovya’da özerk bir devlet kuran Gagavuzların ülke adı Gagavuz 
Yeri ve resmi dilleri Gagavuzca, Romence ve Rusçadır. Gagavuzca 1957’de yazı dili olmuş, 1996’ya kadar Kiril harfleriyle yazılmıştır. Gagavuzcanın en belirgin 
özelliği sözdiziminde ve söz varlığında görülen Slavca etkisidir (bk. Menz 1999, 2003). 

Ukrayna’da Kırım yarımadasında Kırım Tatarcası konuşulur. İkinci Dünya Savaşında Almanların Kırım’ı işgal etmeleriyle burada yaşayan 200 bin Tatar Özbekistan’a 
sürgün edilmiştir. Özbekistan’a sürülen Tatarların bir bölümü ise ancak 1967’de alınan bir karardan sonra Kırım’a dönebilmişlerdir. 1989 sayımına göreKırım Tatarlarının toplam sayısı 268.379’dur. Bu nüfusun %51’i Özbekistan’da, 
%16’sı Kırım’da, %8’i Rusya’da yaşamaktadır. 

Karayca Türk dünyasının Kuzeybatı ucunda Litvanya ve Ukrayna’da altı yüz yıl kadar önce Kırımdan buraya gelmiş olan küçük gruplar tarafından konuşulur. 
Sözdiziminde özellikle Slavcanın etkisiyle ilginç değişiklikler ortaya çıkmıştır. Karayca 1930’lu yıllara kadar İbrani, Latin ve Kiril alfabeleri ile yazılmıştır. Polonya 
ve Litvanya Karayları 1930’lu yıllardan itibaren Latin alfabesiyle dillerini yazmışlardır. Litvanya Karayları Sovyetler zamanında Kiril alfabesini kullanmış, 1990 yılında 
yeniden Latin alfabesine geçmişlerdir. 

Sayılan bölgeler dışında bir Türk dilini konuşan bir grubun ana kütleden çeşitli nedenlerle koparak başka bir coğrafyada yaşadığını ve anadilini konuştuğunu veya 
farklı bölgelerde küçük Türkçe varyantlara rastlandığını da unutmamak gerekir.Örnek olarak Afganistan’da, Gürcistan’da, Moğolistan’da, Avrupa Birliği ülkelerinde 
Türkçenin değişik kollarına rastlanmaktadır. 

Farklı Türk dillerinin konuşulduğu bir alan olarak Türkiye’ye de ayrı bir paragraf açmak gerekir. Türkiye dışındaki pek çok Türk topluluğu asıl vatanlarında 
tehditle karşılaştıklarında Türkiye’ye sığınmışlardır. Bu nedenle Türkiye bugün sadece Türkiye Türkçesinin değil, pek çok Türk dilinin konuşulduğu bir alan durumundadır. 
Ne yazık ki bu diller hakkında araştırmalar yetersizdir. Türk dili uzmanları araştırma konusu ararken, çok kolay ulaşılabilir durumdaki Ankara’da, 
Eskişehir’de, Konya’da konuşulan bir kardeş dili yeterince egzotik bulmamaktadır. Oysa bu varyantların araştırılması da tarihi süreçleri anlamamız için büyük önem 
taşımaktadır. 

Keşifler ve Kayıplar 

Türk Dillerinin bir kısmı bilinen zamanlarda keşfedilmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ciddi olarak araştırılan, Orta İran’da konuşulan Halaçça, Moğolistan’da 
Cengel Tuvalarının, Kuzey Moğolistan’daki Duhaların dili, İran’da Horasan Türkçesi, Çin’de konuşulan Fu-Yü Kırgızcası bu tür diller arasındadır. İran, 
Çin, Rusya, Afganistan gibi bazı bölgelerde hala yeni keşifler, en azından oradaki dilleri daha ayrıntılı olarak araştırma yapmak mümkün görünmektedir. Yine pek 
çok yerel varyant hala zengin bir araştırma konusu olarak ortada durmaktadır. Yine sürekli göçler başta olmak üzere pek çok neden yeni varyantların ortaya çıkmasına 
sebep olmaktadır. Bunların, örnek olarak Avrupa ülkelerindeki Türkçede gözümüzün önünde gerçekleşen dil değişmelerini araştırmak, tarihte olan süreçleri 
de anlayabilmemiz için önemli veriler sunacak durumdadır. 

Keşiflerin yanında kayıplar da olmaktadır. Bilinen zamanlarda yok olan Türkçe varyantlar vardır. Konuşur sayısı az, konuşma dili olmanın dışında toplum hayatında 
önemli işlevi olmayan küçük diller yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 
Bunların yerini baskın durumdaki diller almaktadır. Halaçça, Karayca, Kırım Tatarcası, Nogayca, Tofaca, Fu-Yü Kırgızcası, Sarı Uygurca, Salarca, Tuvaca’nın Moğolistan’daki 
kolları, Urumca gibi varyantlar da yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 

Sınıflandırma Denemeleri 

Ortak bir ana dile götürülebilen Türk dillerini, yaşadıkları bölgeler, dilsel özellikler, mensup oldukları tarihi boylar gibi ölçütlere göre sınıflandırma çalışmaları 
iki yüz yılı aşkın bir süredir görülmektedir. Bunların en son iki örneği Schönig ve Johanson’a aittir. Schönig üç ayrı makale halinde yeni ölçütler de kullandığı ayrıntılı 
bir sınıflandırma denemesi yayımlamıştır (1997a, 1997b, 1998). Schönig’in tasnifini öncekilerden ayıran en belirgin özellik dil ve diyalektler arasındaki ilişki 
ve etkileşmelere dikkat ederek karşılaştırmalı bir yöntem kullanmış olmasıdır. Bir başka denemede ise Johanson genetik ve tipolojik özellikleri kullanarak, kısa ve 
net bir bölümleme yapmıştır (1998: 82-83). Türkçe olarak yapılan en son tasnif denemesi ise Tekin 1990’dır. Türk dillerini Oğuzca, Kıpçakça, Çağatayca gibi tarihi 
boy adlarına veya yönlere göre sınıflandırma denemeleri de vardır. 

Dil mi Şive mi Lehçe mi Ağız mı? 

Türkiye Türkolojisinde 1980’li yıllardan başlayıp sonraki yıllara damgasını vuran Türk dilleriyle ilgili tartışma konularının başında, Türkçenin farklı kollarının 
nasıl adlandırılacağı gelir. Tartışmalar bir kesimin Türk dilleri arasında lehçe, şive, ağız biçiminde üçlü veya lehçe, ağız biçiminde ikili bir ayrım yaparken karşı görüşün 
bu ayrımları yapmaması, Türkçenin Türkiye dışındaki kollarını da bağımsız dil saymasından kaynaklanır. Tartışmalarda ilgi çekici olan husus, her iki tarafın 
da karşılıklı anlaşılırlık, bilinen veya bilinmeyen dönemlerde ayrışma, yabancı Türkologların Türkçenin kollarını nasıl adlandırdıkları, batı dillerindeki durumla karşılaştırma 
gibi ölçütleri kullanması, ama farklı sonuçlara ulaşmasıdır. Ne var ki tartışmadaki en önemli etken dille değil, siyasi tercihlerle ilgilidir. Tartışmalar o 
zamanın siyasi atmosferi içinde bir tür siyasi çekişmeye dönüştükten sonra yeni ölçütlerle derinleştirilemedi. Oysa bu yapılabilse ve tartışmalar siyasi değil de bilimsel 
zeminde yürüse, dil incelemelerindeki varyasyon araştırmalarına eklemlenebilseydi çok yararlı olabilecek sonuçlar ortaya çıkabilirdi. Ama bu olmamış, 
Türkologlar arasındaki iki farklı anlayış etrafındaki kutuplaşma, ancak Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan gelişmeler sonucu tartışmaların anlamsız hale 
gelmesiyle ortadan kalkmıştır. Gerçi bugün de terim tercihinde farklı yaklaşımlar vardır. Ancak terim tercihi genç Türkologlar arasında doğrudan bir çatışma zemini 
olarak ortadan kalkmış görünmektedir (konuyla ilgili tartışmaların ayrıntıları için bk. Demir 2006) 


Türk Dünyası ve Alfabe 

Bu yazının genel amacına uygun olarak alfabe konusuna da kısaca değinmek gerekir. Yaklaşık milat yıllarından beri dil verileriyle izleyebildiğimiz süreçte Türk 
dili sadece muazzam bir yayılma değil aynı zamanda yazıldığı alfabeler açısından büyük bir çeşitlilik göstermiştir. Göçler, kültür değişmeleri, farklı dil ve kültürlerle 
ilişkiler, ekonomik ve siyasi nedenler, Türkçe konuşurların kurduğu büyük imparatorluklar gibi sebepler yalnızca Türkçenin kendi içinde sürekli çeşitlenmesine 
yol açmamış, aynı zamanda farklı alfabelerle yazılması sonucunu da doğurmuştur. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar olan alfabe değişikliklerini, daha doğrusu yeni 
alfabelerin benimsenmesini yaygın bir okuryazarlık ve dil planlaması olmadığı için kültürel değişmelerin sonucu olarak görmek gerekir. Yirminci yüzyıldaki değişiklikler 
de kültürel değişmelerin sonucu olmakla birlikte aynı zamanda planlı ve yine de sancılı dil politikalarıyla gerçekleşmiştir. 

Türkçenin yazıldığı alfabeler konusundan söz ederken anadili Türkçe olanların Türkçeyi yazmak için kullandığı alfabelerle ana dili Türkçe olmayanların Türkçeyi 
yazmak için kullandıkları alfabeleri birbirinden ayırmak gerekir. 

Türk dilli toplulukların kullandığı büyük alfabeler, sırasıyla Runik alfabe, Uygur alfabesi, Arap alfabesi, Latin alfabesi ve Kiril alfabesidir. Bunların en uzun 
süre kullanılanı Arap alfabesi, en fazla eser verileni ise Latin alfabesidir. Verilen bu sıralamaya rağmen yirminci yüzyıldaki dil planlaması sonucu değişiklikler dışında 
alfabelerin aynı varyantın yazımında paralel kullanıldığını unutmamak gerekir.Örnek olarak Runik alfabeyle Uygur alfabesi, Uygur alfabesiyle Arap alfabesi aynı 
varyantın yazımında kullanılmıştır. Planlı değişiklikler olan Latin ve Kiril alfabelerinin kullanımı ise aynı zaman dilimine denk gelmekle birlikte, farklı coğrafyalarda 
gerçekleşmiştir. Görece büyük metinlerin yazıldığı bu alfabeler yanında, 9. yüzyıldan itibaren Türkçenin yazımında bir çeşitlenme olduğunu, çeşitli alfabelerin 
farklı varyantların yazımında kullanıldığını vurgulamak gerekir. 

Türkçe sözcükler ilk olarak Çin ve Grek alfabeleriyle yazılmakla birlikte geniş Türkçe metinler ilk olarak Runik alfabeyle yazılmıştır. 8. yüzyılda II. Doğu Türk 
Kağanlığı döneminden ve Uygurlar zamanından kalma taş yazıtlarda kullanılan Runik alfabe Göktürk yazısı olarak da bilinmektedir. Uygur dönemi eseri olan Irk 
Bitig “Fal Kitabı” (bk. Tekin 2004) bu yazının kağıt üzerine yazılmış tek örneğidir. 


Orhon Türkçesini takip eden Uygur dönemi, aynı zamanda ilk alfabe çeşitlenmesinin görüldüğü dönemdir. Başlarda devam eden Runik yazı yanında, bu dönemde 
Maniheizm inancına sahip Uygurlar Manihey alfabesini, Koço ve Kansu Uygurları Brahmi yazısından geliştirilen Tibet alfabesini de kullanılmıştır. Yine 
Sogd alfabesiyle ve Hint kökenli Brahmi alfabesiyle yazılmış bu dönemden kalma küçük metinler de vardır. Ama Uygur dönemindeki asıl yaygın alfabe Soğd yazısından 
geliştirilmiş olan, Türklerin Arap alfabesinden önce en uzun süre kullandıkları ve en çok eser verdikleri, Kaşgarlı Mahmut’un Türk yazısı olarak 
adlandırdığı Uygur alfabesidir. Bu alfabeyle Budizm, Maniheizm ve Hristiyanlıkla ilgili dini metinler başta olmak üzere pek çok eser meydana getirilmiştir. Uygur 
yazısı, 8.-17. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan’dan Osmanlı sarayına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Örnek olarak 11. yüzyılda yazılmış Türkçe ilk islami eser 
olan Kutadgu Bilig’in Viyana nüshası, Fatih Sultan Mehmet’in 1473’te, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a karşı elde ettiği zaferden sonra yazdırttığı yarlık Uygur 
harfleriyledir. 

On birinci yüzyıl, daha önce Müslüman olan Türkçe konuşurlarının yeni dinlerinin kutsal kitabının yazıldığı alfabeyi anadillerini yazmak için kullanmaya başladıkları, 
Türk dili tarihi açısından ilk büyük değişimlerin başladığı bir zaman dilimidir. Bu yüzyılda Türkçe neredeyse bin yıl kullanılacak olan Arap harfleriyle 
yazılmaya başlanır ve Türkçenin konuşulduğu coğrafya genişler. Doğuda Uygurca yerini İslamiyet etkisindeki Karahanlı Türkçesine bırakır. Oğuzca konuşan gruplar 
ise ilk Türkçe metinlerin yazıldığı zamanda Anadolu kapılarına dayanır. Büyük kargaşaların yaşandığı 11.-13. yüzyıllar arası yine de Türkçenin yazımı açısından 
pek verimli değildir, en azından eldeki eserler azdır. Türkçenin doğuda kalan kesiminde Karahanlı Türkçesini 14. yüzyılda Harezm, Altın Ordu, Mısır gibi dağınık 
bir coğrafyada kullanılan Harezm-Kıpçak yazı dili, 15. yüzyıldan yine büyük değişimlerinin görüleceği 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Orta Asya Türklerince kullanılacak 
olan Çağatayca izler. Aynı dönemde Batıda Oğuz boyları 13. yüzyıldan itibaren başlarda Eski Anadolu Türkçesi olarak anılan, daha sonra imparatorluğun 
dili Osmanlı Türkçesine evrilecek olan Oğuzca temelli bir yazı dili geliştirir. Böylece doğuda Orta Asya’daki yerleşik Türk topluluklarının, Özbek ve Uygurların 
ve ayrıca Volga-Ural bölgesindeki Türklerin yazı dili olarak Çağatayca, batıda Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında Osmanlıca olmak üzere aynı alfabeyle yazılan 
iki büyük Türk yazı dili ortaya çıkar. Her iki dil de Arapça ve Farsçadan bolca öge alır, aynı edebi ve kültürel temellerden beslenir. Alfabenin dil içindeki varyantlarıörten yapısının da desteğiyle ikisi birbirini uzun süre etkiler. Örnek olarak Çağataycanın 
“Nevai dili” olarak adlandırılmasına sebep olacak kadar büyük şairi Alişir Nevai Osmanlı şairleri üzerinde birkaç yüzyıl sürecek bir etki bırakır (bk. Kleinmichel 
2006). Aynı şekilde Osmanlı şairleri de doğudakileri etkiler. 

Arap harfleriyle Türkçenin yazımı bu büyük dillerin ortadan kalkmasıyla son bulmaz. Irak ve İran’daki Türk toplulukları, Doğu Türkistan’da yaşayan Yeni Uygur 
ve Kazaklar hala Arap alfabesi kullanmaktadırlar. Uygurlar 1960 yılından başlayarak Kültür Devrimi süresince 10 yıl Latin alfabesini kullanmış, 1983’ten sonra 
yine Arap alfabesine dönmüştür. 

Türkçenin yazımında neredeyse bin yıl kullanılan Arap alfabesinin aynı zamanda kutsal bir değer kazandığını, dini mensubiyeti yansıttığını gösteren yeterince 
örnek vardır. Örnek Olarak Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Hrıstiyan gruplar Grek alfabesini kullanırken, Yunanistan’da Müslüman Türklerin Arap harfleri 
ile Yunanca yazdıkları, Osmanlı topraklarında Arap harflerinin kullanımının Müslüman olanlarla olmayanları ayırdığı (bk. Lewis 1984: 421), yine Musevi Ka
rayların İbrani alfabesini kullandığı bilinmektedir. Latin alfabesine geçmeden önceki tartışmalarda alfabenin dini sembol olarak değerine de sıkça gönderme yapılmıştır (bk. Demir 2010: 888 vd.) 

Kıyıdakiler 

Bu büyük yazı dillerinin geçerli olduğu alanın dışında kalan, yazılı ürünlerine çok geç rastlanan Türk dilleri de vardır: Bugünkü Çuvaşçanın öncülü olan 14. 
yüzyıla ait Arap harfli mezar taşları dışında elimizde dil malzemesi bulunmayan Volga Bulgarcası, Kuzey Sibirya’ya çekilen Yakutça; Altaylarda, Güney Sibirya’da, Orta Asya bozkırlarında yaşayan ve Çağataycanın uzağında kalan göçebe, okuma yazma bilmeyen, bu yüzden de Çağataycayı hiç tanımamış Türk toplulukları bunlar arasındadır. 

Ayrıca iki büyük yazı dilinin geçerli olduğu bölgede, Batı Türkistan’ın Yedisu bölgesinde Nesturi Hristiyanlık inancındaki Türkler 13.-14. yüzyıldan kalma 
Türkçe mezar yazıtlarında Süryani harflerini kullanmışlardır. Musevi Karaylar 17.


19. yüzyıllar arasında İbrani alfabesini kullanmışlardır. Yine Anadolu’da Osmanlıca yanında özellikle Ortodoks Hristiyan inancına sahip Türkçe konuşurlarının dili Karamanlıca Grek harfleriyle yazılmıştır. En eskisi 1718’de basılan 500 civarındaki Karamanlıca dini ve dindışı metnin çoğu 18. ve 19. yüzyıllarda yazılmıştır. Ayrıca Ukrayna-Polonya Ermenileri ile Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan Ermeni asıllı Türk vatandaşlarına ait Ermeni harfli Türkçe metinler de vardır. 
Örnek olarak Litvanya, Polonya ve Kırım’da yaşayan Musevi Türklerin kullandığı Karay varyantına ait metinler, Kıpçak Türkleriyle yoğun ilişkileri bulunan 
Ukrayna-Polonya Ermenilerinin kendi dillerini bırakarak Kıpçakların Türkçesiyle konuşup yazmaya başlamaları ve Ermeni Kıpçakçası denilen bir varyantla eser vermeleri de 16. yüzyıla gider. 


***