TÜRKİYENİN ORTA DOĞU POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYENİN ORTA DOĞU POLİTİKASI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
7 Şubat 2017 Salı
TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 1
TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASININ İNCELENMESİ BÖLÜM 1
Kadir DUVAN*
* Asistan, ASAM Orta Doğu Araştırmaları Masası.
Avrasya Dosyası
Jeopolitik Özel, Kış 2002, Cilt: 8, Sayı: 4, s. 253-269.
İSTANBUL TOPLANTISI ÖRNEK OLAYI AVRASYA DOSYASI
Orta Doğu’nun sadece 20. yüzyıl başlarında petrol ile dünya politikasında önemli bir yere geldiğini söylemek tamamen yanlış olur.
Bu bölge daha antik çağlardan itibaren, medeniyetlerin üst üste kurulduğu bir bölge olagelmiştir. Bunun sebebi ise, bölgedeki su kaynaklarının hem yeterince fazla, hem de toprağın verimli olmasıydı. İlk çağlarda böyle bir öneme sahip olan Orta Doğu’ya 19. yüzyılda ise Batılı emperyalist devletlerce başka bir önem atfedildi. O da, bu devletlerin sömürgelerine giden yolda Orta Doğu’nun kilit bir
role sahip olmasıydı. Bu nedenle küresel alanda başrole oynayan devletlerin bu alana nüfuz etmeleri gerekirdi. Sonuç da bu doğrultuda oldu ve Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet alanı olan bu bölgelerin çoğu, İngiltere ve Fransa tarafından sömürgeleştirildiler. Orta Doğu’nun yüzen bir petrol denizinin üzerinde oturduğu anlaşıldığında ise bu bölge tam bir câzibe merkezi haline gelmiştir. Sonuç olarak, emperyal güçlerin büyümek için enerjiye olan ihtiyacı arttıkça, Orta Doğu’nun başı boş bırakılması da olanaksız hale gelmiştir.
Soğuk Savaş sonrasında değişen ilişkilerin seyrine bağlı olarak, bölge ülkeleri Orta Doğu’da stratejik hedeflerini ve bu hedeflere ulaşmak için kullanacakları araçları yeniden tanımlamak zorunda kalmışlardır. Soğuk Savaş’ın getirmiş olduğu göreli istikrâr ortamı, bölge ülkelerini politika belirlemek konusunda fazlaca zorlamayarak bulundukları bloğun yönelimleri doğrultusunda politikalar izlemeye sevk etmiştir.
< İstanbul’da düzenlenen, Barış İçin Bölgesel Girişim Toplantısı Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında siyasî bir görüş değişikliğini mi göstermektedir; yoksa “ Stratejik Derinlik ” sağlamak yönünde stratejik bir adım mıdır? >
Fakat, Soğuk Savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde bölgesel aktörler artan etkinliklerine uygun stratejiler belirleme durumunda kalmışlardır.
Bu aktörlerin en önemlilerinden biri olan Türkiye, 1990 sonrası dönemde, Körfez Savaşı’yla başlayan bir politika değişikliği içine girmiştir. İran – Irak Savaşı döneminde
'' Aktif tarafsızlık politikası'' İzleyen ve bu sayede ekonomik kazanımlarını arttıran Türkiye, Körfez Savaşı ile birlikte 100 milyar dolar civarında bir ekonomik kayıpla ve Kuzey Irak’ta kontrolden çıkma potansiyeline sahip bir oluşumla karşı karşıyadır.
Bu örnekler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta Doğu’ya yönelik politika oluşturma konusundaki eksiklikten ve Türkiye’nin kendisini Soğuk Savaş
koşullarına bağlamasından kaynaklanmaktadır. İşte tam da bu noktada, 3 Kasım 2002 seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP), Başbakan Abdullah Gül’ün Irak krizi çerçevesinde Ocak 2003 başında Orta Doğu ülkelerine yaptığı gezi sonrası İstanbul’da düzenlenen, Barış İçin Bölgesel Girişim Toplantısı Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında siyasî bir görüş değişikliğini mi göstermektedir; yoksa “stratejik derinlik” sağlamak yönünde stratejik bir adım mıdır? Çalışma, konuyu bir siyasî partinin yönelimleri ile sınırlandırmayacak bir şekilde temelde bu değişim üzerinde duracaktır.
Bu çalışmada asıl amaç, Orta Doğu’ya yönelik Türkiye politikalarının değişip değişmediği veya böyle bir değişim varsa bunun derecesinin ne olduğu sorusuna cevap bulmak olacaktır.
Türkiye’nin Orta Doğu politikalarında değişenin ne olduğunu anlatabilmek için, öncelikle olanın ne olduğunun en azından kısaca ortaya konması gerekmektedir.
Soğuk Savaş Döneminde Türkiye’nin Orta Doğu Politikası
Modern Türkiye’nin kurulduğu dönem ve Soğuk Savaş süresince Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları incelendiğinde ilk olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrası izlenilen tarafsızlık politikasının izleri ile karşılaşılmaktadır. Arapların özellikle I. Dünya Savaşı sırasında izlediği politikalarla Osmanlı Devleti’ni zor durumda bıraktığı kanısı Cumhuriyeti kuran kadrolar arasında sıklıkla kabul gören bir görüş olmuş ve hatta 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, İsmet İnönü’nün Birinci Dünya Savaşı
sırasındaki tecrübeleri dolayısıyla Araplara karşı sempati duymadığını düşündüğünü belirtmiştir.1 Bu dönemde, Orta Doğu’da bulunan devletlerin
çoğu yapay bir şekilde ortaya çıkarılmış ve manda rejimi altında Batı’nın “himayesinde” oldukları için resmi ilişkiler Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile olan ilişkilerinin etkisinde kalmıştır. Öte yandan, Atatürk’ün hilafete son vermesi ve din alanında yapmış olduğu reformlar bölge ülkelerinin fanatik çevrelerinde Türkiye’ye karşı bir antipatiye sebep olmuştur.2 I. Dünya Savaşı sonrasında dünya yeniden şekillenirken ve oldukça büyük değişimler yaşanırken, Türkiye’nin bu değişimde önemli bir etkisi olmamıştır. Bölgedeki olaylardan birkaç
istisnâ hariç dışlanmıştır.3 Bu istisnâlar, Musul Sorunu, Türk – İran Antlaşması, Sadabat Paktı ve Hatay meselesidir. Bir başka açıdan ise, modern Türkiye’nin kuruluş aşamalarını geçirdiği bu dönemde genelde dış dünya ile, özelde de Orta Doğu meseleleri ile ilgilenmesi kaldırabileceğinden fazla yükün altına girmesi anlamına gelmekteydi. Yukar’da da belirtildiği gibi, son yüzyılda Türkler ve Arapları birbirinden uzaklaştıran, hatta düşman eden milliyetçilik-din anlayışları bu dönemde oldukça kuvvetli ve taze idi.4
Bahsi geçen dönemden sonra ise, karşımıza Soğuk Savaş şartlarında şekillenen Orta Doğu politikaları çıkmaktadır. Bu dönemin başlangıcı olarak Demokrat Parti’nin Türkiye’de iktidara geldiği 1950 yılı alınabilir. 1950 sonrası Türkiye, Orta Doğu politikalarında belli değişimlere gitse de, bu değişiklikleri doğrudan kendi menfaat algılamalarına göre yapmayıp, Batı bloğunun çıkarlarıyla kendi çıkarlarının birebir örtüştüğünü düşünerek yapmıştır. Türkiye, kendisine tevdi edilen bazı görevleri Batı adına yapmaya çalışmıştır. Bu görevlerden bir tanesi; Batı’nın Orta Doğu’daki temsilcisi olarak bağımsızlıklarını yeni kazanan Arap ülkelerini Batı’yla yakınlaştırmak ve onlara liderlik yapmaktı.5 Bir diğeri ise,
Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’ya inmesini engellemekti. Bu görevleri gerçekleştirmek için bazı projeler hazırlayan Türkiye, self determinasyon
(kendi kendini yönetme) hakkına dayanarak bağımsızlıklarını ilân eden ve iki kutuplu uluslararası sisteme kendi değerleriyle üçüncü bir kutup ekleme girişiminde bulunan ülkeleri görmezden gelmeyi tercih etti.6
Bunun bir sonucu olarak, 1960’lı yıllarda bu görmezden gelmenin faturasını ağır bir şekilde ödemek zorunda kaldı. Türkiye, kendisine biçilen role uygun olarak, Orta Doğu’yu Sovyetlerin etkisine girmekten uzaklaştırıp Batı’nın yanına çekecek bir proje ile yani Bağdat Paktı7 projesi ile ortaya çıktı. Anlatılan konunun çerçevesinin çok fazla dışına çıkmamak için, sadece Bağdat Paktı’nın umulan sonuçlarla tam tersi yönünde neticeler verdiğini belirtmek yeterli olacaktır. Tüm bunlara ek olarak, karşımıza çıkan bir faktör de Türkiye’nin, 1947 yılında kurulan İsrail Devleti’ni tanıyan halkı Müslüman olan ilk devlet olarak, Arap dünyasının tepkisini çekmesidir ki Türkiye, kurulduğu günden bugüne
İsrail ile ilişkilerini alt düzeylerde de olsa devam ettirerek hiç kesmemiştir.
1960’larda Türkiye, ‘Soğuk Savaş’ın gözü kara bir askeri olma’ politikasıyla, Batı’nın sınırlarını savunarak kendi çıkarlarını da koruduğu fikrinde ve bu fikrin bir ürünü olan Batı’nın stratejik müttefiki olduğu düşüncesinde ne kadar yanıldığını anlamıştır. Bu dönem, Türkiye’nin, 1950’lerde uyguladığı politikalardan aldığı derslerle, 1990’lara kadar süren bir dönemdir ve 1970’lerde yaşanan petrol kriziyle de farklı bir ivme kazanmıştır. Türkiye’nin bu şekilde politika geliştirmesine neden olan bazı olayları da gözden kaçırmamak gerekir. 1960’lardan itibaren Arap dünyasıyla restorasyon ve yakınlaşma eğilimi içine girilmesinde, kısmen 1950’lerin hatalarını düzeltme isteği, kısmen de Türk dış politikasının Batı dünyası ile ve özellikle ABD ile karşılaştığı sorunlara gösterdiği tepki ve dış politikada yeni alternatifler bulma çabası rol oynamıştır.8
Türkiye’nin, ABD ile yaşadığı en önemli sıkıntı, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’un 5 Haziran 1964 günü İsmet İnönü’ye yazdığı mektuptur.
Bu mektubun içeriğinde, Türkiye’nin, Kıbrıs’a müdâhalesi halinde Amerika’nın Sovyet tehdidi karşısında Ankara’ya yardım etmeyeceği vardı.
Ayrıca, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 18 Aralık 1965 tarih ve 2007 sayılı oylamasında, Türkiye yıllarca hizmet ettiği Batı Blok’u tarafından yalnız bırakılmıştı.9 Bu olaylardan önce gerçekleşen Küba Krizi sonucu, ABD – SSCB anlaşmasına göre Türkiye’den bazı füzelerin de Türk makamlarına danışılmadan ABD tarafından kaldırılması Türk karar alıcılarını hayal kırıklığına sevk eden bir başka gelişmeydi.10 Bu dinamiklere ek olarak, Türk kamuoyunun, dış politika yapıcıları üzerinde oluşturduğu baskı da yabana atılmaması geren bir
etkendir.
Tüm bu iç ve dış dinamiklerin ışığında Ankara, artık ‘Soğuk Savaş’ın gözü pek askeri’ konumundan kendisini soyutlayarak denge politikasını kendisine şiar edindi. Bunun Orta Doğu’ya yansımaması ise düşünülemezdi, nitekim ilk yansımasını 1967 Arap – İsrail Savaşı’nda kendisini gösterdi ve bu savaş sırasında Türkiye Arap devletlerinin safında yer tutuldu. Türkiye, topraklarındaki üslerin Amerika tarafından İsrail’e Lojistik yardım için kullanılmasına da izin vermedi.
1969 yılında El-Aksa Camii’nin yakılmasından sonra toplanan İslâm Konferansı Toplantısı’na Dışişleri Bakanı düzeyinde katıldı.11 Ankara, 1967 Arap- İsrail savaşından sonra BM Genel Kurulu’nda alınan 242 sayılı, İsrail’in işgal
ettiği topraklardan çekilmesi gerektiği yolundaki karar için olumlu oy kullanarak Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap ülkelerinin Türkiye’ye teşekkür etmeleri sonucunu doğuran bir politika izlemiştir. Türkiye artık, Batı’nın Orta Doğu’daki çıkarlarının koşulsuz temsilcisi olmayacağını gösteriyordu.12 Fakat izlenen denge politikasının bir sonucu olarak, Batı ile ilişkileri hiçbir zaman ihmâl etmemiştir.
Denge politikası ve bazı ekonomik zorunluluklar dolayısıyla 1970’li yıllardan itibaren Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri ile olan ilişkileri yoğunluk kazanmıştır. 1973-1974 petrol krizi yüzünden Türkiye çok büyük sıkıntılar içerisindeydi. Türkiye petrol sorununu çözmek, daha ucuz ve kesintisiz petrol akışını sağlayabilmek amacıyla Arap dünyası ile ilişkileri geliştirmek yolunu seçti. Önce petrol ihtiyacının karşılanması güdüsüyle artan bu yakınlaşma daha sonra Arap dünyasına doğru çok yönlü ihracat ve ekonomik faaliyetlerin artması ile sürdü. İlişkilerin ekonomik alanda gelişmesinin yanında, Türkiye için önem arz eden siyasî konularda bu yakınlaşmanın sonucu alınamamıştır. Bunun en önemli örneğini Kıbrıs meselesi oluşturur. 1960’lı yıllarda Araplar, Yunanistan’ı desteklerken 1974 yılından beri hiçbir Arap devleti Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımamıştır.13 Buna rağmen Türkiye, Arapların siyasî meselelerinde daha esnek bir tavır geliştirerek,
1964’ten beri Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) belli bir mesafe koymuş ülke içindeki terör eylemlerinde Filistin kamplarında eğitim görenlerin de rol aldığını bilmesine rağmen, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bu örgütle de ilişkilerini geliştirmiştir.14 Her ne kadar dengesiz bir politika izlenmiş görümünü verilmiş olsa da, aslında bu zıtlık, kimin kime daha fazla ihtiyacı var sorusunun cevaplanması ile anlaşılacaktır.
Dönemin şartları göz önüne alındığında, Türkiye’nin bağımlı olduğu petrolü stratejik bir araç haline getiren Araplarla iyi ilişkiler geliştirmesi zorunluluğu daha iyi anlaşılabilir.
1980’lerde Orta Doğu ile Türkiye ilişkilerine baktığımızda, Türkiye’nin denge politikasını değiştirmediğini görmekteyiz. 1980’lerde uluslararası ortamda ortaya çıkan değişimler bölge ile ilişkileri de etkilemekteydi. İran’da gerçekleşen İslâm Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali sonrasında Türkiye’nin bölgedeki rolü ABD’nin geliştirdiği “ılımlı İslam” anlayışı çerçevesinde çizilen ‘yeşil kuşak teorisi’yle şekillendi. 1980’de başlayıp sekiz yıl süren İran – Irak Savaşı sırasında tam bir tarafsızlık örneği göstererek ekonomik kazançlarını
normal düzeylerin çok üzerine taşıyan Türkiye, savaşın zararını Kuzey Irak’ta yaşanan otorite boşluğu sonucu bölgede etkinliğini artıran Kürt grupları yüzünden daha sonradan görecekti. Bu zaman zarfında Irak ile ticarî ilişkiler had safhaya ulaşmış Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nın kapasitesi artırılmıştır. Türkiye’nin Orta Doğu’ya ihracatı 1980’lerde önemli miktarda arttı ve 1982’de toplam ihracatın %44’ü bu bölge ile yapıldı. Bu yeni ihracat hareketinin büyük bölümünü İran ve Irak’la olan ticaret oluşturuyordu.15 Ayrıca, 1988’de Filistin’in bağımsız devlet ilânını tanıyan ilk NATO ülkesi Türkiye olmuştur.16 1980’ler boyunca bir yandan denge politikası tâkip edilirken, diğer yandan da pragmatik politikalar işlevsel hâle gelmiştir.
Türkiye’nin, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne izlemiş olduğu Orta Doğu politikaları mümkün olan en kısa şekliyle ele alındıktan sonra, asıl analiz konusu olan 1990’lar, ya da bir başka deyişle Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin tâkip ettiği bölge politikalarına odaklanma zamanı gelmiştir.
Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Orta Doğu Politikaları
< Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte küresel dengelere ayarlı bölgesel stratejik parametrelerin değişmesi ve yerel unsurların ağırlığının artması bölgenin klasik jeopolitik teoriler içindeki yerinin tekrar önem kazanmasına neden olmuştur. >
Soğuk Savaş’ın bitişi ile birlikte küresel dengelere ayarlı bölgesel stratejik parametrelerin değişmesi ve yerel unsurların ağırlığının artması bölgenin klasik jeopolitik teoriler içindeki yerinin tekrar önem Kazanmasına neden olmuştur.
Süper güçler düzeyinde belirlenen üst güvenlik şemsiyelerinden kaynaklanan etki alanlarının ortadan kalkması, bir yandan uluslararası ilişkilerdeki ağırlığını
artırmaya başlayan diğer küresel aktörlerin bölgeye dönük bakışlarını etkilerken, diğer taraftan da, bölgesel stratejiler geliştirme olanağına sahip bölgesel güçlerin
manevra alanlarını genişletmiştir. Bu noktada diğer küresel aktörler arasında en önemlisi olarak Avrupa Birliği’nin düşünülmesi gerekirken, bölgesel güce sahip
ülke olarak da konumuz gereği Türkiye’yi örnek verebiliriz.
Stratejik parametrelerdeki bu değişim bölgede son derece dinamik bir konjonktür ortaya çıkarmıştır. Bu dinamik ortamın getirdiği dalgalanmalardan
yararlanmak isteyen Irak bölge güçlerine dönük saldırgan hamlelere yönelirken, bu belirsizliğin getirebileceği riskleri hesap eden ve bunları en alt seviyeye indirerek bölgedeki etkinliğini devam ettirmeyi hedefleyen ABD bölge üzerinden küresel yapılanmayı tekrar düzenleme çabasına girmiştir.18 I. Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş sonuna kadar bölgeye doğrudan müdahil olmamaya çalışan ve NATO ve AB gibi bölge dışı örgütlere dayalı bir dış politika geliştiren Türkiye, bugün kendini bu bölgelerin iç parametrelerinin labirentlerinde bulmaktadır.19 Bunun en güzel örneğini, Kuveyt’in Irak tarafından işgali sonucunda ortaya çıkan uluslararası tepkinin gönüllü bir parçası olan Türkiye’nin politikalarında görebiliriz. Türkiye Irak’a karşı uygulanan BM yaptırımlarında etkin bir rol oynamıştır ve BM kararının hemen arkasından Kerkük-Yumurtalık
Boru Hattı’nı hemen kapatmıştır. Türkiye’nin bunları yapmasının birkaç nedeni vardı: Bunlardan birincisi, artık Soğuk Savaş bitmişti ve onun stratejik algılamaları ve jeopolitik önem kavramları da geride kalmıştı.
Tüm bunların farkında olan Türkiye, Batı’ya hâlâ stratejik bir müttefik olduğunu ve jeopolitiğinin hâlâ vazgeçilmez olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır.
Bir diğer etken ise, Körfez Savaşı ile birlikte Türkiye’nin bu bölgeden tehdit algılamaların artması olmuştur. Bir başka neden ise, Irak’ın bölgede baş edilmesi güç bir devlet haline gelmesi ve diğer bölge devletlerini de tehlikeye atma olasılığıdır. Çünkü, İran-Irak Savaşı sırasında İslâm Devrimi yapmış bir İran’a karşı savaşmasından dolayı Batı tarafından desteklenen Irak’ın kitle imha silahlarına ve füze sistemlerine sahip olabilme kapasitesine ulaşabileceği bilinmekteydi.20
Son olarak eklenebilecek bir neden ise, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, Türk siyasî hayatındaki baskın rolüdür. Özal’ın, yine dönemin Dışişleri Bakanı Ali Bozer’in bilgisi olmadığı halde Kerkük – Yumurtalık Boru Hattı petrolünün kesilmesi emrini vermiş olması bunun bir örneğini teşkil eder.21 Türkiye, Orta Doğu’yu bir fırsatlar alanı olarak görmekten çok birçok riski içinde barındıran bir alan olarak değerlendirmiştir.22
Soğuk Savaş’ın ardından boşluk ve Orta Doğu’ya dönük çok yönlü bir dış politikanın geliştirilememesi sonucunda Körfez Savaşı sonrası Türkiye bu bölgeye, Irak özelinde daha fazla müdâhil olmuştur. Modern Türkiye’nin kuruluşundan bu yana devam eden tarafsızlık, bölge içi karışıklıklara karışmama ve 1960’ların ortalarından itibaren Orta Doğu politikalarını şekillendiren denge politikaları ve nihayet 1980’lerde ortaya çıkan denge politikasıyla ilintili olan tarafsızlık politikaları, bu zorunluluklar dolayısıyla rafa kaldırılmasa da, karar alıcıların politika oluşturmalarında birincil öneme sahip konumunu yitirmiş gibi görünmektedir. Körfez Savaşı’na koalisyon ülkelerine destek vererek katılan
Türkiye’nin bu savaş sonrası bölgeye dönük risk algılamaları artmıştır. Türkiye’nin bölgeye dönük politikalarına bakıldığında üç önemli unsurun
karar alıcıların temel noktalarını oluşturduğu görülmektedir: Bunlar, bölgenin istikrarı, su meselesi ve güvenliktir. Körfez Krizi sonrasında güvenlik ve istikrar konusunda ciddi değişimler gözlenmiştir. Mevcut şartlar, PKK’nın Kuzey Irak’a iyiden iyiye yerleşmesine ve kendilerini olası bir Kürt devletinin kurucuları olarak gören Celal Talabani ve Mesut Barzani’nin siyasî kimlik kazanmalarına yardımcı olmuştur. Mesut Barzani’nin KDP’si ve Celal Talabani’nin KYB’si ile kurulan ilişkiler belli bir denge unsuru içermekteydi.23 Muhakkak ki, bu gelişmeler Türkiye açısından bölgenin istikrar ve güvenliğini sarsmış bulunmaktaydı. Sözü edilen istikrarsızlık ve güvenlik meselelerinden dolayı ve yukarıda değinilen Soğuk Savaş sonrası değişen koşullar ışığında Türkiye bölgeye daha yoğun ilgi göstermek durumunda kalmıştır.
Uluslararası ilişkilerin boşluk kabul etmediği göz önüne alınırsa, Soğuk Savaş ve Körfez Savaşı sonrası bölgede oluşan boşluğu bölge ülkelerinin belli bir oranda doldurması kaçınılmazdır. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye de Körfez Savaşı sonrası Kuzey Irak’ta oluşan otorite boşluğunun kendi aleyhine işlemesini engellemek için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Bu çabanın bir tezâhürü sıcak takip adı ile başlayan ve daha sonra Kuzey Irak’ta bir güvenlik şeridi oluşturan sınır ötesi operasyonlar olarak görülebilir. Ayrıca, Türkiye belli oranda Talabani ve
Barzani’nin politikalarında etkili olmaya çalışmıştır. Çünkü, Kerkük petrollerinin, Arapların ve Türkmenlerin elinden alınarak Amerika Birleşik Devletleri himayesinde kurulacak bir Kürt devletine verilmesi halinde bu devlet yaşayabilme kabiliyetine sahip olabileceği gibi, saldırganlığını da finanse edebilecek bir güce ulaşacaktır.24
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
SİYASET,HABER,
ASAM,
İNCELENMESİ,
Kadir DUVAN,
Orta Doğu Araştırmaları Masası,
TÜRKİYENİN ORTA DOĞU POLİTİKASI
BİLGİ EDİNMEMİZİ SAĞLAYAN HER KİTAP. HABER, BİLGİ, BELGEYİ OKUMAK DEĞERLENDİRMEK,
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)