Verdiği Mülâkat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Verdiği Mülâkat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2017 Salı

ATATÜRK MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ BÖLÜM 2

ATATÜRK  MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ,
 BÖLÜM 2

Neredeyim : AtatürkMustafa Kemal ile Mülakat (Ruşen Eşref - 1930)

Üçüncü Safha

ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT
Üçüncü Safha
Anafartalar

-Cidden sizi yorduk. Bu hikâyeler uzadıkça uzadı. Vak'alar o kadar çok, o kadar mühimdir ki bilmem hangisini atlasak!
-Yorulmam efendim... Bilhassa böyle milletin hayatıyla alâkadar olan bir meseleyi dinleyip bütün karilere de nakledebilmek benim için büyük ve samimî bir zevktir.
-Pek iyi. O halde kahvelerimizi içer içmez başlarız.
-Gece karanlığında yerinizden çıkıyor ve yeni memuriyetinize gidiyordunuz.
-Evet, zulmeti leylden dolayı yol bulmakta birçok sıkıntı çektikten sonra 27 temmuz saat 1.30 evvelde Gümbürdek bayırının cenubunda bulunan grup karargâhına vardım.

 Taarruz fecirle başlayacaktı. Vaktim pek azdı. Herkesin malûmatından istifade etmek için tekmil erkânı harbiye heyetini yanıma çağırdım. Benim bu anda anladığıma göre düşmanın Kireçtepe, Kükürtlüpınar, Sülecik, Mestantepe hattında -ki düşman miktarı katîyetle malûm değil - , mühim fakat yine miktarı gayri muayyen diğer kuvvetlerinin de Kocaçimen eteklerinde ve Conkbayırı'nda bulunduğu ve mütemadiyen Kemikliler'e ihracata devam ettiği anlaşılıyordu. Ben de kuvvetlerimi ona göre tertip ettim. Fakat henüz telefon irtibatı yoktu. Lâzım gelen kumandanlara emirleri birer zabitle fırkalara yolladım. Bu zabitler aynı zamanda haber ve irtibat zabiti olacaklar, bana bizzat doğrudan doğruya rapor vereceklerdi. İşte o zabitlerden biri de budur, diye yaverini gösterdi.
 Yaveri, tıknaz, esmer, az bıyıklı, hem sert ve hem mutî bakışlı genç bir yüzbaşı idi (rahmetli mebus Cevat Abbas Bey). O anda tetkik edilen evrakı tasnifle meşgul oluyordu. Paşa devam etti:
-Telefon sesi, umuru sıhhiye ve iaşe için de icap eden emirleri verdim. Kendim de, taarruzu bizzat idare etmek için saat 4.30 evvelde Çamlıtepe şimalindeki tepelerde bulunan tarassut mahalline gittim. 12'nci fırkanın taarruzî harekâtına başlamış olduğunu gördüm. 7'nci fırka kıt'alarının kâffesini göremiyordum.
 27 temmuz 5.50 evvelde 12'nci fırka, taarruzunun ilerlediğini ve tertibatını raporla bildiriyordu. 7'nci fırkadan ve taarruza başlandığına dair malûmat alındı. Taarruz her iki fırkada muvaffakiyetle devam etti. Artık o günkü muharebenin muhtelif safhalarda sevk ve idaresi için verilmiş emirlerle alınmış raporlar ve sair teferruatı icraîyeden sarfı nazar edelim de neticeyi söyleyelim: Şuhla şarkında bulunan düşmanın bir kolordusu ve Büyük Anafarta istikametinde de bir fırka kadar kuvveti mağlûp edilmiş ve kâmilen gayrimüsait bir vaziyete atılmıştır. Ben mağlûp düşmanın bu derece faikıyetini gördükten sonra kazanılan muvaffakiyetle iktifa ettim. Taarruzu durdurdum. Elde edilen siperlerin tahkim olunmasını, orada yerleşilmesini emrettim.

-Bu kadar faik olduğunu söylediğiniz bir kuvvet böyle, bir gün içinde neden mağlûp oldu?

 Paşa, masasının üzerinde duran kitabı açarak:

-Bunun cevabını en iyi Hamilton'un kendi raporunda okuyabilirsiniz? Benim o gün gördüğüm sebep şudur: Düşman muhtelif kollarla topu nizamda olarak ilerliyordu. Bu yürüyüş kolları önlerinde henüz ne hiçbir mevcudiyete, ne de hiçbir faaliyete tesadüf etmeyeceklerini zannediyorlardı. Onun için önlerinde hafif avcı hattı bulundurmakla iktifa etmişlerdi. Bir taraftan kuvvetli ve fedakâr avcılarımızın hâkim sırtlardan inerek mezkûr düşman kollarının başlarına atılmaları, bir taraftan da topçularımızın isabetli şarapnellerinin yanaşık düşman kolları üzerine tesir etmesi düşmanda inzibatı da, kuveyi mâneviyeyi de, kumandayı da ihlâl etti. Baş taraftan tardedilen hafif avcı hatları bu sebeple geriden takviye olunamadı. Düşman da kâmilen gözlerini geriye çevirmek ve kaçmak tarikını tercih etti. Filhakika düşman kolordusunda kumandanların müessir olmadığını da Hamilton bilâhare itiraf etmiştir. Fakat benim istiğrap ettiğim cihet Hamilton'un bizzat kendisi de oraya geldiği halde emrini yine infaz edememiş olmasıdır. Her  halde Hamilton da dahil olduğu halde İngiliz kumandanları beyninde çok müzakere, çok tereddüt olması, ve bilhassa mes'uliyet korkusu, bize kendilerini mağlûp etmek fırsatını bahşetmiştir. Filhakika mes'uliyetten korkan kumandanların hiçbir vakit icap eden kararları veremediklerini, bunun neticesinde ise acı felâketler husule geldiğini bizzat ben de muhtelif zamanlarda görmüşümdür.
 O gün ihraz olunan muvaffakiyet pek ziyade şayanı memnniyettir. Fakat vaziyeti umumîyenin ıslah ve temini ve binnetice payitahtın tamamen emniyetli bir surette muhafazası noktai nazarından beni henüz tatmin etmiyordu. Çünkü düşman üç gündür Arıburnu ile Azmak arasında başkaca mühim kuvvetlerle icra ettiği mütevali ve fedakârane hücumlar sayesinde Conkbayırı ve Şahintepe'de mevcut tehditkâr vaziyete sahip bulunuyordu. Filhakika Hamilton bütün Kocaçimen silsilesine malik olmak noktai nazarından Conkbayırı'ının zabtını muvaffakiyetine beraeti istihlâl addediyor, bu mevzii, mihveri harekât addediyordu.
 Conkbayırı ve Şahintepe'nin muhafazası için benim kumandayı deruhde ettiğimden evvel orada muharebe eden askerlerimizin pek büyük kahramanlık ve fedakârlık gösterdiğini kemali takdirle yâdederim. Ancak şunu da ilâve etmeye lüzum görüyorum ki: Bu kıt'alar pek ziyade zayıflamış ve yorulmuş buluyordu. Fakat yeniden iki piyade alayının tahtı emrime gireceğine dair olan malûmat beni, vakit geçirmeksizin yeni icraatta bulunabileceğime ikna etmiş oluyordu. 27 temmuz günü öğleden sonra saat üçte Conkbayırı ve Kocaçimen mıntakasında bulunan 8'inci ve 9'uncu fırka kumandanlıklarına telefonla dedim ki: "Bu gece Conkbayırı'nda kendilerinden büyük faaliyet talep edeceğim iki piyade alayı için orada bulunan kıtaat vasıtasıyla hiç olmazsa sıcak bir çorba hazırlatmaya imkân bulmanız çok muvafık olur."
 O günkü muharebeyi idare ettiğim mahalli terkedip Çamlıktekke'deki karargâhıma gelirken yolda Liman Pş. Hazretlerinin yaverleri müşarünileyh tarafından beni tebrik etmek üzere geliyordu. Müşarünileyhin de karargâhıma gelmiş bulunduğunu haber verdi. Conkbayırı'nda düşmana icrasını tasmim ettiğim taarruzun yakından ihzar ve idaresi için bizzat hemen oraya hareket etmek üzere kendisinden ayrıldım. Müşarünileyh beni bizzat ateşin içine girmekten sıyanet etmeyi düşündü. Fakat başka türlü de, yapılacak hareketin neticesinden emin olamayacağımı takdir ederek muvaffakat etti. Erkânı harbiyemle birlikte Çamlıktekke'den Kocaçimen istikametine teveccüh ettik. Düşmanın bir tayyaresi semti resimize geldi ve bizi takibe başladı. Artık zarurî olarak bütün refakatim heyeti sağa sola açılmak mecburiyetinde kalmış, bunun neticesinde yollarını şaşırarak ve karanlığa kalarak ertesi güne kadar buna mülâki olamamışlardır.
 Ben, benden ayrılmayan süvari ihtiyat zabitlerinden Zeki Efendi ile tutuğum yolu takibe devam etmeyi zaruri gördüm. Kocaçimen üzerinden Conkbayırı'na gitmek istedim. Fakat bu yol İngilizler tarafından tutulmuş olduğu için ateşe maruz kaldım. Daha cenuptan dolaşarak Conk sırtının şark yamaçlarında bulunan ... inci fırka karargâhına vâsıl oldum. Kıt'aların ahvali dahiliyelerini tetkik ettikten sonra bana hazırladıkları çadıra çekildim. Zaten gece de hulûl etmişti. Lâzım gelen emirleri verdim. Taze kuvvetlere intizar ediyordum. Bu kuvvetler ise yukarda bahsettiğim iki alaydı. Bunlardan birisi pek geç vâsıl olabilmiş, diğeri ertesi gün ancak muvaffakiyet istihsalinden sonra gelebilmiştir. Bu sebeple kumandanlar ve erkânı harpleri kuvvete nazarı dikkatimi celbettiler; vakıâ hakları vardı. Fakat ben muvaffakiyeti çok kuvvete malik olmaktan ziyade elimizde bulunan kuvvete azim ve şiddet vermekte, ve onları benim tasavvur ettiğim gibi kullanabilmekte görüyordum. Geçirilecek zaman bizden ziyade düşmana faide bahş ola caktı. Onun için bütün mütaleata rağmen sureti kat'îyede taarruz edecektim. Hazırlanmaları bitince baha bildirmelerini kıt'alara emrettim.
-Peki, bu az kuvvetle ne türlü bir hücum tertip edecektiniz?
-Gayet basit!... Conkbayırı'ndaki ve Şahintepe'deki düşman karşısında duran kuvvet ...inci fırkaya aitti. Yeni gelecek alaylar bu hattın gerisinde ve hemen yakınında toplu saffı harp nizamında ahzı mevki edeceklerdi. Hareket fecirle beraber başlayacaktı: Hiçbir tüfek, top ve bomba patlamaksızın süngü ile, düşman üzerine atılmak!
-Demek ki o gece bizimkiler pençelerini içeri alıp pusu kuracaklardı. Ve İngilizler o sabah güneşin parıltısı ile uyanmayacaklar, süngülerimizin pırıltısı ile kamaşıp düşeceklerdi. Fakat zatıâliniz, anladığıma göre kaç gündür uykusuz kalıyorsunuz. Hiçbir yorgunluk duymuyor mu idiniz?
-Tabiî duyuyordum. Ve bu muharebe yorgunluğunu hiç olmazsa telâfi ederek ertesi gün hücum anında zinde bulunabilmem için çadırımda yalnız kaldım. Fakat buna imkân var mı idi? Birçok sebeplerle, birçok zevat yanıma gelmek mecburiyetinde kalıyordu. Aynı zamanda bütün grup cephesinin muhtelif kısımlarından heyecanlı raporlar alıyordum. Meselâ, düşmanın Eçe limanı önünde nümayiş için dolaştırmakta olduğu boş gemileri görmesi üzerine İngilizlerin mezkûr limana asker çıkarmakta olduğunu bildiren raporlar gibi... Geceyi işte bu tarzda geçirmiş bulunuyoruz.
 Mustafa Kemal Paşa'nın tasavvur ettiği hücum 28 temmuz günü takriben saat 4.30 evvelde başlıyor. Hücumu seyretmek üzere Paşa da asker ve kumandanlara mülâki oluyor.
 Fecir başlamış, ortalık aydınlanmaya yüz tutmuş. Fakat Paşa hücum anının gecikmekte olduğunu görüyormuş. "Halbuki buteahhür biraz daha uzayacak olursa ortalık tamamen açılacak, bizim kesif bir yığın halinde bulunan hücum kıta'alarımızı düşman görecek, karadan ve denizden namütenahi topların bombardımanına maruz kalacaktık, belki de bu bir felâket olacaktı." Müthiş heyecanlı bir buhran anı değil mi? Mustafa Kemal Bey derhal oradaki kumandanlarla beraber kaçmaya hazırlandığını, fakat buna müsaade etmeyeceğimizi söylemiş. "Bunun için benim ileriden kırbaç sallayarak vereceğim işaret üzerine hemen hepiniz düşmana atılacaksınız" demiş. Beş on adım ileri yürüdükten sonra işaretini verince zabitan ve efradın tereddütsüz bir aslan savletiyle düşmana saldırdıklarını görmüş. Bu hücumun karşısında düşmanın kâmilen ezildiğini, hiç silâh kullanmak fırsatına vakit bulamamış olduğunu anlamış.

-Ortalık açıldıktan sonra idi ki, diyor, düşman hakikaten Conkbayırı'nı cehenneme çevirmişti. Denizden, karadan büyük çaplı topların muhtelif cinste mermileri Conkbayırı semasında bitmez tükenmez yıldırımlar vücuda getiriyordu.
 Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, paşanın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
-Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşanın göğsünü okşamıştır! dedi.
-Nasıl? dedim.
 Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kordeleleri sırası ve ipek kordonu kabara ine şöyle anlatıyordu:
-Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin arası idi. Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştur.
-Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm. Yanımda bulunan zabit (rahmetli Nuri Conker Bey) "efendim, vuruldunuz" dedi. Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvvei maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm.
Elimle zabitin ağzını kapadım.
"Sus" dedim.

Cevat Bey devamla:

-Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafında tamam saatinin bulunduğu cebe isabet etmiştir. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçmemiştir, dedi.
-O saat sizin için tarihî bir saattir. Görebilirmiyim efendim dedim.
Paşa:
-O saatin enkazını bu muharebeden sonra Liman Pş. Hazretleri hatıra olarak aldılar. Bana da kendilerinin ailei asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler.
Cevat Bey saatini gösterdi: Omega markalı siyah bir saat: Arkasında bir taç ve "L.Z." markaları. Paşanın kırılan saati de Mektebi Harbiye'den beri sakladığı Omega markalı kuvvetlice bir talebe saati imiş. Cevat Bey Zenith markalı bir bilezik saati de gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşa'ya o kurşun değdiği esnada yanında bulunan genç mülâzim vermiş.
Askerinin bu kadar yanına giden, onlara ön ayak olan bir kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu.

-Peki, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?

-Tabiî. O kahramanlar, başlarında fedakâr zabitleri olduğu halde gayrikabili tevkif sevletleriyle ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine tesadüf eden, imdada gelen bütün düşman kıt'alarını perişan ettiler. Hattâ bizim münferit aksamımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir. Bence maksat hâsıl olmuştu. Karşımda bulunan İngilizleri kâmilen imhaya kalkışacak kadar, şeraiti müsait tasavvur etmiyordum. Onun için verdiğim emirle taarruzu kestim.

Conkbayırı'nda ve Şahintepe'de yerleştik kaldık. Bu muhaberede düşmana binlerce maktul, binlerce mecruh verdirdik. Birçok esliha aldık. O cephede bulunan makineli tüfeklerini iğtinam ettik. Birçok da esir alındı.
Bu hücumumuz Sir Hamilton'u bazı mübalâğalı tasvirlere sevketmiş. Bunu sonra, raporunu okuduğum zaman anladım. (Raporu açıp orada bir sahife arayarak) bakınız, müşarünileyh diyor ki: "Askerlerini biz, mevcut bilcümle toplarımızla topa tutturmuşuz." Bu doğru değil, tabanca bile attırmadım. Çünkü, attırsaydım o zaman baskın tarzında yapmak istediğim hücum muvaffak olamazdı. Zaten onun askerleriyle benim askerlerim değil, bizzat benim ve kumandanlarımın onlarla arasındaki mesafe ancak 15-20 hatve idi. Bu kadar yakın mesafede düşman hattına topçu endahtına imkân olmayacağı erbabınca malûmdur, bahusus gece vakti... Bir de Hamilton iki taburunun boğazlanıp haki helâke serildiğinden bahsediyor. Bu doğrudur. Fakat bizim 28 temmuzda Conkbayırı'nda yaptığımız hücumla mağlûp ettiğimiz İngiliz kuvveti Arıburnu ve Damakçık bayırı arasındaki mıntakada bulunan tekmil kuvvetleridir. Bu meydanı harpte şan ve şeref kazandıklarından bahsettiği General Kayley, bütün erkânı harbiyesiyle beraber maktul düşen General Baldwin, tehlikeli surette yaralanan General Koper nerelere kumanda ediyorlardı, yalnız iki tabura mı?

Galip askerin, doğruyu söylemeyen mağlûp askere karşı esirgeyemediği tezyif tebessümü Paşada pek vazıhtı.

-Maamafih, dedi, Sir Hamilton'un askerimizin hücumunu tasvirdeki maharetini pek takdir ederim. Doğrudur! Onun kullandığı tabirleri istimal ederek diyebiliriz ki bu muhaberede askerlerimiz İngilizler için o gün bir afet oldular. Önlerinde durmaya yeltenenleri haki helâke serdiler. Conkbayırı tepesinin zirvesini tamamen tarayıp temizlendikten sonra, yine Hamilton'un tâbiriyle söylüyorum, kovanından çıkan arı sürüleri gibi, güç halle yakalarını muhakkak bir ölümden sıyırabilen öteki kollar üzerine saldırdılar. "İngilizler için bu derece nevmidâne ve hunrizâne olan muharebenin tafsilâtı asla ve asla sahaifi evrak üzerine konamaz. Türkler birbiri ardınca meydanı kâru zare atıldılar. Ve ismullahı zikrederek hakikaten pek gazanferâne ve şirâne harbettiler" diyor. Bu hücumlara karşı duran İngiliz efradı, oldukları yerde telef oldular.

Ha, bir şey daha söylemeli. Hamilton askerimizin ma'reke meydanında yorulmuş oldukları, tükenmiş oldukları zehabında bulunuyor. Aldanmıştır zavallı. Bizim askerimiz hücum için vermiş olduğum emirde olduğu gibi, tayin ettiğim hatta durmalarına dair olan emrimi de aynı itaat ve gayretle tatbik etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Bu muharebenin daha fazla tafsilâtını yine Hamilton'un raporunda okumak mümkündür. Onun için biz bu kadarla iktifa edebiliriz. Yalnız şunu diyeyim ki 29 temmuzda vuku bulmuş olan Conkbayırı muharebesi Anafartalar muvafakiyetinin en şanlı safhasıdır.

Yaver Cevat Bey, bu muharebelerde askerimizin gayet şiddet ve gayretle hareket ettiklerine dair izahat verdi, misaller getirdi. Onlardan biri de şu ki kuvvei mâneviyesi yerinde olan, mafevklerinin fedakârlığına tamamen inanan askerde mevcut kuvvetli ruhu göstermek itibarıyla mühim buldum. Sıhhiye efradımız bir yerde istirahat ediyorlar ve yemek yiyorlarmış. Tam o esnada bir obüs yakınlarına düşmüş. Askerler bir müddet toz duman arasında kalmışlar. Sonra o sis sıyrılır sıyrılmaz görmüşler ki o askerler arka üstü yatmış kahkaha ile gülüyorlar, kendilerine zararı dokunmamış olan obüsle alay ediyorlar.
Paşa dedi ki: 29. 30. 31 temmuzda, 1 ve 2 Ağustos'ta büyük mikyasta hadisat yoktur. Olanlar da sizi alâkadar etmez.

3 Ağustos muharebesi (Kireçtepe): Kireçtepe Anafartalar muharebe cephesinin sağ cenahında pek mühim bir mevzidir. Düşman 2 Ağustos günü akşam saat 6.30 sonrada bir liva kadar kuvvetiyle grubun sağ cenahına taarruz ve Kireçtepe'nin bazı aksamını zaptetmişti. Fakat aynı gece kıt'alarımız tarafından yapılan mukabil taarruzla Kireçtepe mevzii istirdat edildi. Düşman 3 Ağustos günü daha faik kuvvetlerle tekrar Kireçtepe'ye taarruz etti. Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu taarruzuna karşı yakından ve bizzat ittihazı tedabir etmek üzre mezkûr cephe gerisinde Turşun köyündeki fırka karargâhına gittim. Kireçtepe muharebe meydanında kâfi miktarda kuvvetlerin seian toplanması lüzumu tezahür etmişti. Onun için istifadesi mümkün olan cüzütamları celbetmek suretiyle öğleye kadar 12 tabur cem'ine muvafak oldum. Celbolunan kuvvetler mütemadiyen muharebe hattına yürüyorlardı. En nihayet, erkânı harbiyemden icap edenlerle beraber bizzat ben de muharebe hattına yaklaşmak lüzumunu hissettim. Bulunduğum yerden muharebe hattına giden tek bir yol vardı. Bu yol mütemadiyen sahil yakınından geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından mütemadiyen ateş altında bulunduruluyordu. Bu sebeple ileri hareket eden tekmil kıtaatın durmuş olduğunu gördüm. Havyandan indim, kolun başına ve mecburî tevakkuf olunan noktaya geldim. Filhakika oradan ileri geçmek mevtle kat'î olarak temas etmek demektir. Halbuki bugün bu kıt'aların ileri geçmesi lazımdı. Arkamdan ve birbirinden fasıla ile erkânı harbiye reisi ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra, tevakkuf eden kıtaat kumandanlarına "geçeceksiniz" dedim. Parça parça koşmak suretiyle arzu edilen kıt'alar geçirildi. Bu muharebenin neticesinde düşman hareketi akim bırakıldı, evvelkinden daha hâkim bir vaziyet alındı.

Yaver Cevat Bey o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet gören bir askeri anlattı: Kimsenin geçemediği ateş içinden kemali itidal ve tevekkülle yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve kuvvet taşıyan o fedakâr genci Paşa, yaverinin göğsündeki nişanla hemen orada taltif etmiş.

Paşa dedi ki: 4 ağustostan 6 ağustosa geçeceğim. Hattâ isterseniz 8 ağustos'a geçeceğim. O gün, yani 8 ağustosta sabahtan itibaren düşmanın bir taraftan diğer tarafa asker sevketmekte ve gemilerden bazı kıt'alar çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede sükûnet vardı. Öğleden evvel Küçük Anafartalar garbında bulunan kıt'alar nezdine gittim, tertibatta bazı tadilât yaptım. Karargâha avdetimde vaziyeti daha meşkûk görüyordum. Onun için, ihtiyatta bulundurduğum fırkalara derhal silâh başı etmelerini telefonla emrettim. Bu esnada idi ki gittikçe mütezayit top sesleriyle beraber düşmanın taarruza geçtiği anlaşıldı. Bu taarruz Küçük Anafarta köyünün sureti umumîyede garbında bulunan fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğu tepesi ve Azmak ile Kayacık ağılı arasındaki sahaya karşı idi. Taarruz olunun cepheye sevkolunabilecek kuvvetler Turşun köyü şimaligarbîsindeki 9'uncu fırka ile Sivli köyü civarında bulunan 6'ncı fırka ve 8'inci ve 4'üncü fırkaların ihtiyat kuvvetleri idi. 9'uncu fırka evvelâ tahrik olundu. 7'inci fırkayı Süliecek ve İsmailoğlu tepesi mıntakalarında takviye etmesini, diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini, diğer fırkalara, düşmanın topçuları ile taarruz etmekte olduğu istikametleri ateş altına almalarını, hulâsa bütün cephede icap eden tedbirlerin alınmasını emrettim. Ancak, düşmanın hücum ettiği cepheye gönderdiğim ihtiyat kuvvetleri muvasalat edebilmek için zaman geçecekti. O zamanı kazanmak lâzım geliyordu. Elimde bir süvari livası da vardı. Bu süvari kıt'asının mevcudiyeti bende şöyle bir hatıra uyandırdı:

Fransızlar Seddülbahir cephesinde piyadelerinin hücum hatları önünde bir süvari kıt'asını, yayılmış olduğu halde bizim hattımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında bi-muhaba ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu hareketi cidden şövalöresk bulmuştum. Piyadenin önünde bir perde yapıyorlar, ve ötesi yok işte, ölüme kucak açıyorlar, arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne tasvir edilecek cesaret ve fedâkarlık levhasıdır!

Binaenaleyh derhal bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine taarruz eden düşmanı aynı tarzda bir hareketle tevkif etmesini kendisine emrettim. Pek kıymetli bir süvari kumandanı olan bu arkadaşımız bütün cesareti necibesini bu münasebetle izhar etti. Bana arzu ettiğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin şimal ve cenubundaki mevzilerimizi şiddetle bombarduman ediyordu. Henüz natamam olan siperlerimiz barınılmaz bir hâle geliyordu. Bilhassa, Yusufçuk tepesine düşman bataryaları ateşlerini temerküz ettirmişlerdi. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle de taarruz ediyordu. Topçularımızın, piyadelerimizin kemali metanetle icra ettikleri ateş sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk taarruzu telefat ile püskürtüldü. Öğleden sonra 4 ile, 4.50 raddelerinde tahminen bir fırka kadar düşman kuvvetinin birbirini müteakip birkaç kademe olan Lâletepeden ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman kuvvetleri Mestantepe ve Kayacıkağılı'na doğru yanaşıncaya kadar pek çok telefat verdi. Ve birçok defa tevakkufa mecbur oldu. Bazı aksamı darma dağınık bir hâle geldi. Fakat herhalde ilk taarruza yapan düşman kıt'atı takviye olundu. Ve ikinci defa olarak tekrar taarruza kalktı. Bu defa da Yusufçuk tepesine karşı vaki olan hücum defedildi. Yalnız bir jandarma bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası derhal takviye olunarak bir süngü hücumu ile düşman o noktadan da atıldı. Düşman saat 6 sonraya doğru taarruzunu faik kuvvetlerle ve efradı İngiliz asılzadelerinden mürekkep ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü defa olarak tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar takviye olunarak icra ettiğimiz taarruza düşmanı o tepeden attık. Hakimiyet bizde kaldı. Düşmanın Azmak cenubunda yaptığı taarruzlar da püskürtüldü. Bu suretle 8 ağustosta düşmanın lâakal biri taze olmak üzre üç fırka ile yaptığı taarruz neticesinde on beş yirmi bin kadar zayiatı oldu.

Düşmanın maksadı bence Kayacıkağılı, İsmailoğlu ve Yusufçuk tepelerini zaptederek cephemizi yarmaktı. Ve bu hat dahilinde şarka ilerleyecekti. Filhakika pek büyük azim ve inat ile müteaddit taarruzlar yaptı. Kıt'alarımızın ve başlarında bulunan kumandanlarla zabitlerimizin metanetleri, fedakârlıkları sayesinde düşmanın hücumları göğüs göğüse, süngü süngüye karşılanarak imha edildi. Neticei muvaffakiyet de bizde kaldı.

Paşa, General Hamilton'un raporunda, aynı güne tesadüf eden vakayii hikâye eden sahifeleri yüksek sesle okudu ve bana dedi ki:

-Görüyor musunuz, işte o da bu mağlûbiyete kabul ediyor. Yalnız tasavvur etmediği müşkülâtı bu mağlubiyeti sebep gösteriyor. Halbuki benim ve kıt'alarımın içinde bulunduğumuz müşkülât, muhakkak ki onlarınkinden daha az değildi. Ve kendi ifadesine nazaran "üç fırkadan da fazla olduğu anlaşılan ve bahusus damarlarında bir damla İngiliz kanı cevelân eden her bir ferdi iftiharından lerzedar eyleyecek derecede ulvî bir manzara" arzettiğini söylediği İngiliz asılzadeler fırkasını mağlûp etmek için benim kullandığım kuvvetlerin miktarını Hamilton tarihi harpte okuyacağı zaman Türk askerlerini, Türk zabit ve kumandanlarını herhalde bu İngiliz fırkasının ulviyetinden daha âli bulacaktır. Bundan eminim. Sir Hamilton mezkûr fırka efradı için diyor ki: "Bu derece güzide efrada zamanı hazır muharebatında pek ender tesadüf olunur". Bunu böyle kabul edersek o halde bizim 34'üncü ve 64'üncü alaylarımızın -ki onları mağlûp etmiştir- efradına dünyanın hiçbir ordusunda tesadüf etmek ihtimali olmadığı itiraf olunmalıdır. Yalnız Sir Hamilton'u parlak gayesine muvaffak olmaktan men'ettikleri için İngiliz kumandanın "Türkler ikinci yaya süvari fırkasının, kendilerinin gırtlaklarına yapışıp bir haddi tedip yemekten kendilerini kurtardıkları için pek talihli imişler" sözünü pek bayağı bulurum. Ve buna mukabil şu cümleyi kullanmaya kendimi mezun addederim. İngiltere'nin baisi iftiharı olan ikinci Mavend yaya süvari fırkası efradının temiz kanlı ve mert Türk kahramanları karşısında dayanamadıkları bence bizim için daha şayanı iftihardır. Hakikaten Türkler takati beşerin fevkinde bir kudret göstermişlerdir.
Şimdi gelelim 13 ağustos muharebesine. Anlıyorsunuz ki sekizden on dörde kadar olan günlerin hadisatından bahse lüzum görmüyorum.
14 ağustos Kayacıkağılı muharebesi: O gün düşman kesif topçu ateşiyle Kayacıkağılı cephesinde bulunan fırkamızı ateş altına alarak oradaki siperlerimizi döğmeye başlamış. Bu ateş öğleden sonra saat dörde büsbütün kesbi şiddet etmiş. Buna gemi topçuları da iştirak etmekte imiş. Mustafa Kemal Bey, düşmanın o cepheye bir taarruz hazırlamakta olduğuna kat'î bir surette hükmetmiş. Oradaki fırka kumandanına, böyle bir taarruza mukabele maksadıyla hazırlanması için icap eden emri vermiş. Aynı zamanda mümkün olan tekmil topçularına da o istikamette ateş açtırmış. İhtiyat fırkalarından birine de hazırlık emri verilmişti. Filhakika düşman mezkûr cepheye taarruz etmiş.
Mustafa Kemal Bey, oradaki fırka kumandanından vazıh haber alamadığı için, kendisine telefonla şu emri veriyor:

"İlerideki kuvvetleri kullanacak kimsenin orada bulunmadığını anlayarak meteessir oluyorum. Her halde birinci hatlar teksif edilmeli. Düşmanın hücumu halinde derakap süngü ile karşılanacak surette ihtiyat taburları birinci hatta takrip edilmeli. Bunun böyle yapıldığından ben emin olmalıyım. Rica ederim icraatınızı hemen bildiriniz".
Aynı zamanda demin bahsettiği ihtiyat fırkasını da o cepheye hareket ettirmiş. Erkânı harbiyesinden Pertev Bey'i de haber zabiti olarak oraya göndermiş. Almakta olduğu haberler natamammış. Bununla beraber düşmanın siperlerimize girmiş olduğuna kanaat getirmiş.
"Fırka kumandanının verdiği haberlerle vaziyet tenevvür etmiyordu. O kadar ki bu fırka kumandanına muğber oluyordum. Saat 6.15 sonrada da kendisine bu emri verdim" dedi.
-Mümkünse lütfen okur musunuz? 
-Ben şu habere intizar ediyorum: Siperlerimize giren düşman mahvedilmiş, düşman siperlerine askerlerimiz girmiştir. Bundan başka hiçbir haber bence haizi ehemmiyet değildir. 

İşte bu emri verdim.

-Netice ne oldu efendim?

-Bu emirden sonra gelen raporlarda da vuzuh yoktu. Bunlarda, hareketin iyice hava karardıktan sonraya talikine müsaade etmem talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine yeni bir emrimde dedim ki: "Düşmanın tardı için gecenin hulûlünü bekleyerek bir an bile kaybetmek kat'îyyen caiz değildir. Düşman da karanlıktan bilistifade fazla takviye kıt'aları alır. Faalâne hareket ederek düşmanı hemen tardetmeniz matluptur. Gönderdiğim takviye kıtaatı ile irtibat peyda ediniz. Onları cephe gerisine yaklaştırınız ve bana bildiriniz."
Bu fırka cephesinde o gün ve bütün gece sabaha kadar müteaddit defalar kanlı boğuşmalar olmuş. Neticede düşman maksadını elde etmekten mahrum kalmış. Bundan başka bizim için pek parlak bir muvaffakiyet denecek derecede de fazla zayiata uğramış.

14/15 gece yarısından sonra düşman Mestan tepeden Yusufçuk tepesine taarruza teşebbüs etmişse de piyade ateşlerimizle bu da bertaraf edilmiş.
Paşa dedi ki:

-İşte bu Kayacıkağılı muhaberesinden sonra nihayete kadar artık ciddî hiçbir muhabere vukubulmamıştır. Bu uzun müddet zarfında gerek biz gerekse düşman tahkimat ve tertibatla iştigal ettik. Bütün tafsil ettiğimiz bu muhaberelerde düşman pek büyük zayiata duçar olduğu ve bizim tahtı hakimiyetimizde kalmaktan kurtulamadığı için bütün ümitleri kırıldı. Ben 27 teşrinisanide rahatsızlandım.

-Demek her gün sarsıp emellerinden uzaklaştırdığınız düşmanınızın kaçtığını görmediniz.
-Hayır! Fevzi Paşa. Haz. ni (Mareşal Fevzi Çakmak) yerime tevkil ettim. İstanbul'a geldim.
-Firar haberini nereden aldınız efendim?
-Zannederim on gün sonra, İngilizlerle Fransızların topraklarımızdan kaçtığını İstanbul'da işittik. Bilâhare erkânı harbiye reisimin buna dair verdiği rapora istinaden İngilizlerin bu hareketini izah için, başka kelime aramaya lüzum görmüyorum. Bu tabirin bütün vüs'ati mânasıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim. Bu, kendilerince muvaffakiyetli bir kaçıştır, dedi.

Ve gülümsedi.

Bu kadar zaman bana şu hulâsaları vermek için yorulan kıymettar zata teşekkürler ettim. Ve askerlik hayatına İstanbul'dan Yafa'ya sürülmekle başlayan, Hareket Ordusu gibi, Trablusgarp ve Balkan muharebeleri gibi memleketin en tehlikeli zamanlarında can verircesine vazife başına atılan bu kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu ruhu ile derin bir şükran olduğu halde yanından ayrıldım.

http://www.kultur.gov.tr/TR,96522/ucuncu-safha.html

***

   
2. General Harbord'a Verdiği Mülâkat


Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi 
Tanık ve Tercümanı: 
Prof. Dr. Hulusi Y. Hüseyin 

Dr. Fethi Tevetoğlu

Millî Mücadele başlangıcındaki en önemli dış ilişkilerden, diplomatik ve askerî müzakerelerden biri, 20 Eylül 1919 Cumartesi günü1 Sivas’da yapılan ve üç saat kadar süren (Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi)’dir.2Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünü yaptığı Millî Mücadele Hareketi’ni zafere ve başarıya ulaştırmak yolunda çeşitli engellerle karşılaştığı bir gerçektir. Hilâfet meselesi, bolşeviklik ve komünistlik meselesi, Rusya’dan asker, silâh ve para yardımı bahanesiyle Türkiye’ye sokulmak istenilen bolşevik kuvvetler meselesi, Enver Paşa problemi, Damad Ferid başta olmak üzere yerli korkak, çaresiz, umutsuz veya satılmışların yabancı manda faaliyetleri bunlardan birkaçıdır.Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), başlangıçta karşılaştığı bu tehlike ve güçlüklerin tesirlerini ortadan kaldırıncaya, yok edinceye kadar, bazı hususları ustalıkla idare etmek zorunda kalmıştır. Bu çetin meselelerden biri, İstanbul ve Anadolu’da – Atatürk’ün en yakın bazı arkadaşları da dahil kabarık sayıda taraftar bulan “Manda” konusudur.Henüz General Harbord Sivas’a gelip Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeden, Erzurum ve Sivas Kongreleri Öncesinde ve sonrasında, “Amerikan Mandası” meselesi üzerinde çeşitli yazışmalar, tartışmalar, yorum ve dedikodular yapılmıştır. Fakat işi Türklerin yararına kesin bir sonuca bağlayan kararlar, hep bu (Mustafa Kemal Paşa – General Harbord Görüşmesi) neticesinden doğmuştur.Bu tarihî gizli görüşmenin, günümüze kadar yaşayan ve halen o da rahmetlik olan bir tanığı, General Harbord’a tercümanlık yapan, Robert Kolej Tarih Öğretmeni Hüseyin Pektaş (Prof. Hulusi Y. Hüseyin)’dır.1969 yılının ılık bir yaz gününde, Hüseyin Pektaş’ı Rumelihisarı’nda, Kolej’e yakın bir tepecik üzerindeki, Boğaz’a bakan güzel yuvalarında bir akşam üzeri ziyaret etmiştim. Kapıyı bana, 1935 – 1946 yıllarında üç devre Malatya milletvekilliği yapmış çok muhterem Mihri Pektaş Hanımefendi açmışlardır.Millî Mücadele’mizin son derece önemli bir olayını aydınlatmak üzere yardımına başvurduğum bu alçakgönüllü seçkin insan Hüseyin Pektaş Bey, son derece mutlu mütehassis ve heyecanlı idi. Bebek Koyu’na bakan küçük köşkünün zümrüt ve yakut taşan çiçek saksılarıyla süslü çıkmasından Boğaziçi’ni seyrederek konuşmamıza başlamıştık.Amerikan Heyeti’ne Amerika’da hususî surette sızmış vazifeli Ermeni personelin, Türkler, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele zararına oynayacakları rolü, yaptığı tercümanlık vazifesi ve gördüğü büyük hizmetle, milletimiz ve vatanımız yararına çevirmiş bulunan Hüseyin Pektaş, ben kendisine milletçe borçlu bulunduğumuz şükranı ifade ederken, sonsuz bir alçakgönüllükle : “Hayır, bu işteki şeref bana değil, hak ve hukuk bilen samimî bir Türk dostu ve Atatürk hayranı Amerikan generali Harbord’a aittir” diyordu.Yaptığı önemli tercümanlık ve refakat (eşlik) görevi ile Millî Mücadele’ye büyük hizmeti dokunmuş bu tevazu âbidesi, asîl insanın adı pek az yerde anılmakla yetinilmiştir. Kısacık da olsa bir hâl tercümesine ansiklopedilerimizin birinde rastlamamıştım. Bu itibarla önce Hüseyin Pektaş’ın kendi hayat hikâyesini tesbit ettim:

“Yeniköy Belediyesi Vergi Kâtibi Yusuf Bey ‘in oğluyum. Babam, Sarıyer Maliye Dairesi’nde küçük bir memurdu. Annem, Şehitlik Dergâhı Şeyhi Nâfî Baba ‘nın kızı Hayriye Hanım’dır. Ailenin en büyük oğlu olarak 1884’de Rumelihisarı’nda dünyaya gelmişim. Adımı (Hulusi Hüseyin) koymuşlar. Ben gençliğimde, Kolejdeki ad ve imza geleneğine uyarak (Hulusi Y. Hüseyin) diye imza atardım. Buradaki (Y), Babamın adı Yusuf’un ilk harfidir.

Okula Rumelihisarı ‘nda başladım ve evde özel hocalardan ders alarak ilk öğrenimimi tamamladım. Sonra Amerikan Koleji’ne girdim ve ilk Türk öğrencilerinden biri olarak 1903 yılında Robert Koleji bitirdim. Kısa bir süre İstanbul Edebiyat Fakültesi’ne devam ettikten sonra, yüksek öğrenimimi tamamlamak üzere Paris’e gönderildim. 

Sorbon Üniversitesi tarih bölümünde üç yıl okudum. 1905 yılında Robert Kolej’e dönerek burada yıllarca tarih, Türkçe ve edebiyat; ayrıca Yüksek Ticaret ve Mülkiye mekteplerinde ingilizce öğretmenliği yaptım. Daha 15 yaşımda iken Tevfik Fikret’den evimizde edebiyat, Arabça ve Farsça dersleri almış ve onun hastalanıp gelemediği günler Kolej’de yerine derslerine girmiştim. Tevfik Fikret’den sonra, gazeteci bir Arap yazardan Arapça ve Farsça öğrenmeğe devam ettim. Böylece anadilimiz dışındaki iki Batı ve iki Doğu dilini tam mânâsı ile öğrenmeğe çalıştım. 1927’de Mihri Hamm’la evlendim. Necla (1928) ve Süveyda (1929) adlı iki kızımız dünyaya geldi. Atatürk’ün yakın arkadaşı ve hayranı Hasan Rıza Soyak’ın oğulları (Enver ve Sungu Soy ak) ile evli bulunuyorlar.

Millî Mücadele sırasında, Türkiye’de Manda idaresi ve Ermeni Meselesi konularını yerinde inceleyecek Amerikan Heyeti’nin Başkanı Tümgeneral James G. Harbord’a Anadolu gezisinde eşlik ettim ve Sivas’da Atatürk’le görüşmesinde tercümanlık yaptım. Son resmî vazifem, Lozan Barış Konferansı ‘nın her iki döneminde, Türk Heyeti’ne tercüman kâtip sıfatı ile katılmam olmuştur. Bir ara Şehir Meclisi üyeliği yaptım. Büyük Atatürk, Millî Mücadele’deki hizmetime karşılık beni milletvekili seçtirerek mükâfatlandırmak istediler. Siyasî hayattan hoşlanmayışımı kendilerine arzettiğim zaman bunu hoşgörü ile karşılamışlardı. Bunun üzerine, şahsen çok istedikleri Türk kadının teşriî hayatta yer alması düşüncelerini de gerçekleştirmek için, refikam Mihri Hanım’ın kadın milletvekilleri meyânında Meclis’e girmesini, 1935’de Malatya’dan milletvekili seçilmesini emrettiler. Ben emekli köşemde, hâtıralarımla başbaşa kalıp Aşiyan Bekçiliği yapmayı tercih ettim. 

“Şimdi, 

(Mustafa Kemal Paşa — General Harbord Görüşmesi) ile ilgili târihî hâtıralarını tesbit etmeme sıra gelmişti.Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması sonunda, Türk çoğunluğu bulunan topraklar üzerinde bağımsız bir Türkiye’nin bırakılması gerektiğini ilân eden Wilson hâriciyesi, “Türkiye’nin Yeniden Kurulması” konusunda bir komisyon teşkil etmişti. Bu komite, her ne suretle olursa olsun, büyük çoğunluğu ile Türk bulunan Doğu Anadolu’da bağımsız ve muhtar bir Ermenistan kurulmasını reddediyordu. Fakat, Amerika’da Ermeniler çıkarına yapılan abartılmış propagandalara kanmış ve kapılmış olarak Paris Konferansı’na gelen Wilson, orada da Lloyd George, Clemanceau ve Orlando’nun paraleline düştü. Manda formülü ile Türk topraklarını büyük lokmalara parçalayıp aralarında paylaşmaya kalkışan İtilâf Devletleri’nin liderleri, Amerika’ya da kurulacak Ermenistan’ın manda yönetimini, bir de Boğazlar ve İstanbul üzerinde teşkili düşünülen mandayı bırakmışlardı.W. Wilson’i Türklerle Ermeniler arasında hakem tâyin etmek isteyen İngiltere, Fransa ve İtalya, kendi aralarında paylaşma güçlüğü çekiyorlar ve çıkar yarışması hâlinde bulunuyorlardı. İşin içine Amerika’yı da sokmak isteyişlerinin başlıca sebebi bu idi. Ayrıca, bilhassa Lloyd George, İstanbul ve Türkiye’de bir Amerikan Mandası olursa, bunun Ruslarla kendi aralarında bir tampon kuvvet ve denge vazifesi göreceği düşüncesinde idi. Wilson’in şahsen yanaştığı bu iki manda yönetimine, Amerikan kamuoyunda ve basınında şiddetli tepkiler vardı. Özellikle Herbert Hoover başta olmak üzere Wilson’a yakın çevrelerde ve Amerikan Senatosu’nda kuvvetli bir muhalefet meydana gelmişti. 

Böylece konuyu yerinde inceleyecek bir askerî heyetin gönderilmesi ve Türkiye ile Ermeni meselesi hakkında bu heyetin vereceği rapor üzerine karar alınması ve hareket edilmesi Senatoca kabul olundu.Başkan Wilson’in yetkisi altında, kadrostı bir hayli geniş tutularak kurulan Amerikan Askerî Heyeti, onbeşi asker ve otuzbiri sivil olmak üzere 46 kişiden ibaretti. Fransa’daki Amerikan Askerî Kuvvetleri ile Hoover başkanlığındaki Amerikan Yardım Kuruluşu personelinden seçilen tecrübeli ve yetenekli uzmanlar arasına, bazıları Amerika’dan gelmiş Ermeni asıllı, kasıtlı ve özel görevli kimselerin de sızdığı, sokulduğu görülmektedir. Heyetin kuruluşunda ve özellikle başına dürüst tarafsız ve Filipinler’de başarılı hizmet vermiş tecrübeli General Harbord’ın başkan getirilişinde, daha sonra Amerika’nın 31. Cumhurbaşkanı seçilecek Herbert C. Hoover’in büyük çabası olmuştur.General Harbord ve General Pershing’in de iyi niyet, dürüstlük ve tarafsızlıklarına rağmen, heyete sokulan, sızdırılan ikisi subay, üçü sivil 5 Amerikalı Ermeni şunlardır:Mühendis Binbaşı Şekerciyan Mühendis Üsteğmen H.H. Kaçadoryan Yardımcı Aram KojassarTercüman Dikran SerjenyanTercüman Dik OhanesyanGeneral Harbord’ın konu ile ilgili, Washigton’a Kongre Kütüphanesi’nde bulduğum yazma ve basılı hatıra, rapor ve makalelerinde, Türkiye’deki temaslarında tarafsızlığı sağlamak için, heyetine yerleştirilmiş Ermenileri çevresinden uzaklaştırdığı, gerçeklerin değiştirilmesine fırsat vermemek için mühim tedbirler aldığı belirtilmektedir.Nitekim, rahmetli Hüseyin Pektaş da bu nokta üzerinde özellikle durarak şu açıklamayı yapmışlardır:
“General Harbord, Anadolu’da yapacağı gezi ve araştırmasında Ermeni tercüman ve kılavuzları yanında istemediğini bildirerek, güvenilir, dürüst ve Türk asıllı bir 
tercüman ve kılavuz bulunmasını istanbul’daki temsilcilerinden istemiş. Amerikan Büyükelçisi de Kolej Müdürü ile temas ederek beni seçmişler ve tavsiye etmişler. 
Generalle ilk görüşmemde son derece tarafsız, dürüst, hak ve hukuk arayan bir zat olduğuna kanaat getirdim. Göreceğim vazifenin önemini de takdirle tekliflerini abul ettim.

2 Eylül 7979’da İstanbul’a gelmiş General Harbord, burada kaldığı dört gün Zarfında resmî ve hususî temaslar yapmış. Bu ilk görüşmelerde, Millî Mücadele Hareketine inanmayan, umutsuz, yılmış Türklerin şiddetle “Amerikan Mandası” isteyişleri, Generali şaşırtmış. Fakat, ben de yanında iken, Anadolu’nun dört bir bucağında bulduğu ve tanık olduğu gerçek durum, General Harbord’un olumlu bir izlenimle isabetli kararlar almasını sağladı. Nitekim, Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir Paşalar başta olmak üzere, Rauf Bey (Orbay), Ahmed Rüstem Bey, Bekir Sami Bey (Kunduh), Kurmay Albay Dadaylı Hâlid Bey (Akmansü) gibi Anadolu Mücahidleri ile tanışıp, onların kurtuluş ve istiklâl yolundaki inançlı, kararlı, imanlı ve yılmaz tutumlarına tanık olunca, General Harbord ve arkadaşları, vazifeli kılındıkları konuda dikkate alınacak ve bu bölgede hesaba katılacak tek ciddî kuvvetin, Mustafa Kemal Paşa’nın başbuğluk ettiği Anadolu’daki Millî Mücadele kadrosu olduğu hükmünü kuşkusuz verdiler. 
“Hüseyin Pektaş Bey’e, Kongre Kütüphanesi’nde bulup istinsah ve tercüme ettiğim General Harbord’ın hâtıralarından bir bölümü okuyarak fikrini sordum. O bölüm, aynen şöyleydi: “Sivas yolundayız… Sivas’ın bizim heyetimiz gözünde özel bir yeri ve değeri vardı. Türk Ordusu’nda büyük şöhrete sahip olup Çanakkale’de olağanüstü bir cesaretle Ordu Komutanlığı yapmış bulunan Mustafa Kemal Paşa, Mütareke’den sonra Anadolu’ya ve Ermeni vilâyetlerine (?!) umumî müfettiş olarak gönderilmiş ve Rusya ile Türkiye arasındaki eski sınırı muhafaza ve Doğu vilâyetlerindeki askerî kuvvetlere komutanlık etmekle vazifelendirilmişti. Karargâhı Erzurum’da olan bu zat, burada Türk imparatorluğu’nu korumak ve Halife’yi İstanbul’da eski yerinde muhafaza etmek için, yeryüzündeki Müslüman âleminin temsilcilerini toplayan bir kongre yapmıştı. Bu kongreye bizzat Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmiş ve göründüğüne göre iyi yönetmişti. Nihayet kongre, Eylül’de Sivas’da toplanmak üzere dağılmıştı. Mustafa Kemal Paşa da kendisini büsbütün bu mücadeleye adayarak istifasını verdi ve Hükümet Ordusu ‘ndan çekildi.

Bizim heyet İstanbul’dan yola çıktığında, Sivas Kongresi toplanmış bulunuyordu. Biz, gayrı resmî olarak bu kongreyi toplayanlara tasviye edilmiştik. 
Böylece bulundukları yerlere yaklaştığımız zaman tavsiye yazılarımızı gösterip kolaylık sağlayacaktık. Bizce, bu Millî Mücadele’nin ne amaçla yapıldığı ve ne gibi sonuçlar doğurabileceği açıkça bilinmiyordu. İstanbul’daki yabancı temsilciler bu yüzden büyük bir kuşku içinde idiler. Hatta bize : “Ne olur, ne olmaz, tedbirli ve uyanık bulununuz” diye tavsiyelerde bulunmuşlardı. Lâkin, Mardin’e vardığımız zaman anlaşıldı ki, Türkiye’nin doğusundaki bütün sivil ve asker memurlar, yetkililer, Millî Mücadele Hareketi’ne katılmışlar ve yalnız Malatya bunun dışında kalmıştı. Ordu subayları ve memurlar, hep Sivas’dan (Mustafa Kemal Paşa’dan) aldıkları emirlerle hareket ediyorlar ve idare mekanizması eskisi gibi işliyordu.

Biz 18 Eylül’de Malatya’dan hareket ettiğimiz zaman, Sivas Kongresi sona ermiş ve seçtiği bir komiteye de hükümet vazifesini vermişti. Malatya’da bize, Millî Mücadelecilerin bizi, yani Amerikan Hükûmeti’nin gönderdiği araştırma heyetini, iyi karşılayacaklarına ve memleket durumunu görüp anlamak vazifemizi güzelce başarabilmemize memnunlukla yardımcı bulunacaklarına dair güvence verilmişti.

İstanbul Hükûmeti’ne karşı ayaklanma ve ihtilâl sayılacak bir davranışın önderi olan zâtın, bizi “Hoş geldiniz!” diyerek resmî surette karşılayacak kimselerin arasında bulunmasını ve bu yüzden gezimizin kötüye doğru gitmesini istemediğim için, bizi karşılayacak heyette Mustafa Kemal Paşa’nın bulunmasını istemediğimi söyledim.

Ayın yirminci günü (20 Eylül 1919 Cumartesi), öğle vakti Sivas’ın varoşlarına vardık. Yolumuz dağların arasından birkaç mil dolaştıktan sonra, kıvrılıp vadiye iniyordu ve oradan vadinin manzarası fevkalâde idi. Şehir, Karadeniz ‘e akıp giden bir nehrin kenarında idi. Bizi karşılamak için nehre yakın düz bir yere çadırlar kurulmuş, bir pavyon hazırlanıp halılar döşenmiş ve bir müfreze piyade ve süvari kıtası çıkarılmıştı. Romalılardan kalma taş-köprü ve arkasında hızla akan nehir ile bütün bu manzara pek güzel bir tablo teşkil ediyordu.

Karşılama heyetinde sivil ve asker erkân ile —Mustafa Kemal Paşa dışında—Kongre’nin seçtiği diğer Temsilciler Heyeti ileri gelenleri vardı. Bu ileri gelen saygın kimselerin bazıları, memleketin tanınmış, seçkin, yüksek şahsiyetleri idiler. İtalya Savaşı sona erdiği vakit bir Türk kruvazörünün komutanı olarak Akdeniz’de pek cesaretli ve gösterişli bir akın yapıp, geçen Ekim’in birinde de Bahriye Nâzın sıfatı ve Baş-temsilci yetkisi ile Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamış olan Rauf Bey de bu zevat arasında idi. Pek güzel İngilizce konuşan bu zat, karşısındakilerde her an mücadeleye hazır ve kuvvetli bir adam tesiri bırakıyordu3.

Bir de Rüstem Bey vardı ki, daha önce Washington’da Türk Sefiri olarak bulunmuş.4 Beyrut ve Haleb valiliklerinde bulunmuş Bekir Sami Bey adında yaşlı bir zat daha vardı.

Sivas’daki Türk askeri, bu ana kadar gördüklerimizin en iyisi idi. Ülkelerinde dokunmuş kumaştan üniforma giymişler ki, uzaktan pek kirli görünüyordu. Başka yerlerde gördüğümüz erlerin çoğu kılıksız-kıyafetsiz ve hatta ayakkabısız oldukları halde, bu Sivas’dakiler hepsinden iyi giydirilmiş ve donatılmıştı, Çadırlardan oluşan pavyonda, gelenek olan çay, kahve ve bisküvi ikramı yapıldı. Türklere has birçok şeylerle âdeta beslenir gibi, hep birlikte yiyip-içtik. Yalnız iyi bir şey vardı ki, onu söylemeden geçemiyeceğim; yiyip-içtiğimiz şeylerde ispirtonun damlası yoktu ve hemen hep meyvelerden, yemişlerden ibaretti. Artık şehre girmiş olduğumuz için, oradan doğru vatandaşlarımızın yanına gittik ve bir gün önceki kahvaltıdan beri, doğru dürüst yememiş olduğumuz için, yıllardır Sivas’da misyonerlik etmekte olan Doktor Partridge ile baldızı Miss Graff am ‘in evlerinde hazırlanan Amerikan yemeğini büyük bir iştihâ ile yedik.

Yemekten sonra resmî ziyaretler için önce Vali Konağı’na gittik. Orada, ne kadar yazık ki, büyük bir özen ile hazırlanmış bir yemekle daha karşılaştık ve reddetmek naziklikle asla bağdaşmadığından, ister istemez oturup az-çok birşeyler yemek zorunda kaldık.

Biz İstanbul’dan ayrılmadan önce, gezi yolumuz üzerinde Sivas’ın da bulunduğunu bilen birçokları, “Buranın çok tehlikeli olduğunu düşünmediniz mi?” diye sormuşlardı. Mardin ile Sivas arasında rastladığımız memurlar da, Kongre Başkanı hakkında derin saygı beslemekle beraber, biraz da korku hissi duyduklarını gizlemiyorlardı. Türk köylerinde, (Paşa) denildi mi, büyük mânalar ifâde eder. işte bu görgü ve duygu üzerinedir ki, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmeyi derin bir heyecan ve ilgi ile beklemeğe başladık. Yakın Doğu ‘nun durumunu görmeğe çıkan bizim gibi bir heyet, tabiî olarak, bu millî hareketin başında bulunan zâta karşı ilgisiz kalamaz. Neticede, Valinin resmî ziyaretinden hemen sonra, Mustafa Kemal Pasa ile görüşülmek üzere sözleşildi.

General Moseley ve Me Coy ve tercümanımız Profesör Hüseyin Bey (Pektaş) ile ben (General Harbord) gittik. Mustafa Kemal Pasa ile beraber de Rauf Bey (Orbay), Ahmed Rüstem Bey (Eski Washington Büyükelçisi), Bekir Sami Bey (Kun-duh) vardı ki, bunlar hep icra Komitesi’nden (Heyet-i Temsiliye’den) idiler.

Mustafa Kemal Paşa, otuzsekiz yaşlarında, boyu-bosu yerinde, asker tavırlı genç bir zattı. Bıyıkları kestane renginde, gözleri mavimsi, hafif kumral saçlarını hep arkaya taramış, elmacık kemikleri çıkık olup, üzerine pek özenerek güzel bir sivil kostüm giymişti. Bütün görüşmemiz süresince başı açık durdu. Halbuki Türkler, ötedenberi evde ve dışarıda başlarına fes giyerler. Kemal Paşa ‘nın Çanakkale’de Ordu Komutanı iken tehlikeden sakınmak bilmeyip pervasızca davranışlarda bulunduğunu; komutan olduğu halde tehlikeye uğramaktan çekinmeyip ateş hattında ataklıklar gösterdiğini, maiyeti de ister istemez böyle davranmak zorunda kaldığından Alman olan Kurmay baş kanı’nın şikâyetini davet ettiğini işitmiştik. Bu sebeple de kendisine ayrı bir sempati ile bakıyorduk.

Mustafa Kemal Paşa ile görüşmemiz ikibuçuk saat kadar sürdü ve en çok o konuştu.

Tercümanımız Hüseyin Bey’in aracılığı ile söze ilk ben başladım ve Millî Mücadelecilerin amaçları, o sıradaki durum ve tutumları hakkında dış âleme pek kuşku verici haberler yayılmış olduğundan bahsederek, bu konuda bize gerçek bilgi verilmesini istedim.

Cevapları gayet açık ve akar su gibiydi. Tercüman aracı ile olaylar ve gerçekleri düzenli bir sıra ve mantık çerçevesinde ayrıntılarıyla anlatıyor ve kendini zapt ve cebretmekte büyük sıkıntı çektiği sinirli hâlinden ve elinde tuttuğu oldukça güzel teşbihi hiç durmadan sürekli çekmesinden belli oluyordu. Fakat sonradan öğrendim ki, bir zaman önce sıtmaya yakalanmış ve bizimle görüştüğü sırada kendisi rahatsız, sıtma nöbeti içinde bulunuyormuş. Göze çarpan üstün kişiliği ile bütün arkadaşlarına ve çevresine hâkim olmuştu.

Bu Millî Mücâdele Hareketi’nin, Yunanlılar tarafından İzmir’de başlatılan insanlık dışı vahşetler üzerine geliştiğini ve İmparatorluğun her köşesinde küçük küçük millî savunma ve direniş birlikleri kurulduğunu ve Kongre’nin, bu grupların birleştirilip tek kuvvet ve hareket hâline getirilmek amacıyla yapıldığını anlattı.

Özet olarak maksatlarının Türk Devletinin bütünlüğünü korumak olduğunu söyledi. Topladıkları Kongre’de verdikleri karar, Cumhurbaşkanımıza telgrafla bildirilmiş ve Senato tarafından buraya bir araştırma heyeti gönderilmesi rica edilmiş. Lâkin onların müzaheret (yardım etme, koruma, arkalama) hakkındaki görüş ve fikirleri asla bizimki gibi değildi. Onlar bunu yalnız, bir büyük kardeşin öğütleme, nasihat ve yardımı gibi düşünüyorlar. İç yönetime veya dış ilişkilere hiç bir suretle karışılmamasını şart koşuyorlardı.

Konuşmamız arasında Paşaya ülkesinin dünya nazarındaki mevkiini hatırlattım ki, bunu Clemanceau 1919 Haziranında Paris ‘de, Türk delegelerine pek kızdırıcı kelimelerle söylemiş ve Türklerin hiçbir vakit savaşta kazandıklarını, barışta, masa başında sağlamlaştırmayı beceremediklerini ve yönetimleri altında bulunup ayrılan kavimlerden hiçbirinin daha iyi hale geldiğinin görülmediğini anlatmıştı. Ona, “kendi mevkiini bilen hiçbir devletin, eline tam hâkimiyet ve yetki almadan iç ve dış ilişkilerim düzeltmek ve yürütmek sorumluluğunu kabul edemeyeceğini” söyledim.

O vakit bana dedi ki : “Amerika, Fransa ve İngiltere’de de adam öldürmeler ve çeşitli işkenceler, soykırımlar oluyor ve hiçbir millet suçlandırılmıyor. Yalnız Türkler, kendi ahalisinin bir kısmının ayaklanmaları ve Türkleri katletmeleri karşılığı soykırım ve sürgününden haksız yere sorumlu oluyor.”

Ayrıca bugün İzmir’de, Yunanlıların yaptığı insanlık dışı haince öldürme v.b. vahşetleri ileri sürerek, bu cinayetlerin İngiliz, Fransız ve İtalyanların gözleri önünde ve yine Müttefiklerin savaş gemilerinin memlekete çevrilmiş topları karşısında yapıldığını söyledi. Aynı zamanda Türkiye’de olan bu faciaların sorumlusunun yabancı entrikaları olduğunu tekrar ve ısrarlı belirtti ve o sırada iktidarda bulunan Damad Ferid Paşa Kabinesi’nin sorumlu olduğunu ve onun pek ileri derecede İngiliz yanlısı bulunduğunu ileri sürdü. Kendisi bu kabine ve hükümetin mutlaka düşmesini istiyordu.

Mustafa Kemal Paşa, eğer Barış Konferansı, imparatorluğu parçalamağa çalışmakta ısrar ederse, bu zilleti asla kabul etmeyip millî şeref uğrunda ölmeyi tercih ederek karşı duracaklarını söyledi.

Ben de buna karşılık olarak fertlerin yaptığı gibi milletlerin de intihar edebileceklerini ilen sürdüm ve evvelce Almanya-Avusturya ile ittifak etmekle bir şey kazanmadıklarına göre, yalnız başlarına bütün müttefiklere karşı ölüm – kalım savaşına girişip bunu kazanmaları umudunun pek az olduğunu hatırlattım.

Bu görüşme son derece ilgi çekici oldu. Şunu söylemek zorundayım ki, bu görüşmenin sonucu olarak bende, Mustafa Kemal Paşa ile yakın arkadaşlarının gerçek ve örnek vatanseverler oldukları intibaı (izlenimi) hâsıl oldu.

Türkiye, mütareke (ateşkes) imzalamakla kendisini yenilmiş kabul ediyordu. Lâkin, mütarekenin bir yıldan fazla sürmeyip bozulması ve İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile orada ve daha başka yerlerde yapılan saldın ve cinayetler ve imparatorluğun parçalanacağı kaygısı, her vatansever Türk’ü coşturmuştu.

Mustafa Kemal Paşa, bu Millî Hareket’in, Müslüman olmayan azınlıklara karşı asla bir saldırı ve şiddet kullanımı amacı taşımadığını bana kesin surette belirterek güvence verdi ve Ermeni vatandaşların bu yüzden düştükleri korku ve kuşkuyu gidermek ve Amerikan kamu oyunu yatıştırmak için bir bildirge yayınlayacağını söyledi ve bunu yayınlayarak sözünü yerine getirdi.

Heyetimizin, hükümetimize vereceği resmî rapora eklenmek üzere, bütün bu söylediklerinin bir muhtıra şeklinde kısaca yazılıp bana verilmesini rica etim. Birkaç hafta sonra Kafkasya’dan dönüşümde, Samsun’a uğradığım vakit, istediğim muhtırayı oraya göndereceğine söz verdi. Bu vaadini de tamamiyle yerine getirdi.

Sonuç olarak anlaşılıyor ki, Türkiye meselesini bir çözüme bağlamak için, millî mücadelecileri hesaba katmak lâzım geliyor. “

Hüseyin Pektaş, derin bir heyecanla dinlediği ve hatırasını yeniden yaşadığı bu sözler üzerine : “Ben, General Harbord’ın Amerikan Senato-su’na verdiği resmî, basılı raporunu görmüştüm, fakat bu yazılarını bilmiyordum. Bütün bunları toplamak ve açıklamakla tarihimize çok şey kazandırıyorsunuz” dedi ve sözlerini şöyle tamamladı:“Konuşma ve raporların tamamını bir kitap halinde aynen yayınlayacağınıza göre, benim tekrarım belki noksan ve hatta hatalı olabilir. Yalnız şu hatıramı söylemeliyim : General Harbord, Atatürk’le konuşurken elektrik cereyanına tutulmuş gibi sinirlenmiş, onun cazibesine kapılmıştı. Teşbihini çekerek ve devamlı yere bakarak ve sıtma nöbeti içinde tane tane konuşan Mustafa Kemal Paşa, “neden hiç yüzüme bakmıyor bana bakmadan konuşuyor?” diye General Harbord’ın soruşunu ve İngilizler için: “Buradaki ahaliyi birbirine boğazlatmak için neler yapmamışlar?” diye verilen bilgiler üzerindeki olumlu hükmünü şimdiki gibi hatırlıyorum. Eski Washington Büyükelçimiz Ahmed Bey’in Türk ve Ermeni ilişkileri hakkında verdiği bilgi ve General’e sunduğu Bern’de igi8’de basılmış belgelerden oluşan kitabı, Harbord’ı son derece ilgilendirmişti. Sivas’dan sonra Batum’a kadar süren eşliğimde General Harbord hep Atatürk’e hayranlığını tekrarlamış ve Rüstem Bey’in Fransızca olan kitabını bana okutarak ve tercüme ettirerek, Atatürk’ün söylediklerindeki haklılığını teyit etmişti (kuvvetlendirmişti, doğruya çıkarmıştı). Erzurum’da Kâzım Karabekir Paşa’nın, General Harbord’la görüşmesi de üzerinde pek müspet (olumlu) ve derin bir intiba (izlenim) bırakmıştı.General Harbord, Mustafa Kemal Paşa’ya veda ederken elini sıkmış ve şu sözleri söylemişti : “Eğer Amerikan ordusunda muvazzaf bir subay olmasaydım, gelir sizinle birlikte mücadelenizi izlerdim!”Bu tarihî gizli görüşmede tercümanlık ve General Harbord’ın Anadolu’da Ermeni konusunda yaptığı inceleme gezisinde kendisine eşlik, kılavuzluk yapmak suretiyle milletimiz yararına büyük hizmet görmüş Hüseyin Pektaş Bey 13 Kasım 1970 Cuma günü hakkın rahmetine kavuşmuş; öğle namazını müteakip Bebek Câmii’nden kaldırılarak Rumeli Hisarı’ndaki ebedî istirahatgâhına tevdi edilmiştir. 

Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın!…

1 Bu görüşmenin tarihi, birçok ciddî kaynaklarda 21 veya 22 Eylül olarak kaydedilmekde ise de, doğrusu 20 Eylül 1919’dur.
2 Dr. Fethî Tevetoğlu: Millî Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa-General Harbord Görüşmesi, Türk Kültürü, Yıl: VII, Sayı: 76, 77, 80, 81, ss. 257-68, 321-34, 525-45, 692-99.
3 1920’de gelen haberler, bu Rauf Bey’in İstanbul’da İngilizler tarafından yakalanıp, Türkiye’den çıkarıldığını (Malta’ya sürüldüğünü) bildirmişti.
4 Daha önce yayımlanmış bir araştırmamızda da ayrıntılarıyla belirttiğimiz gibi (Bk.Türk Kültürü, Haziran 1969, Sayı, 80 ss. 525-45), adı geçen tarihî-gizli toplantıya Mustafa Kemal Paşa’nın yanında katılan üç kişiden biri Ahmed Rüstem Bey’dir. Sayın Doç. Dr. Seçil Akgün’ün General Moseley Raporu’nda rastladıkları “Rustin Bey” adı, tahmin ettikleri gibi “Refet Bey” değil, “Rüstem Bey”dir. (Bk. Belleten, Ocak-Nisan 1984, Sa. 189-190, s.100, dipnot 12).

http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-10/mustafa-kemal-pasa-general-harbord-gorusmesi-tanik-ve-tercumani-prof-dr-hulusi-y-huseyin-pektas


...

Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:

- Ben bu göreve getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu beğenirim. Fakat bugünkü durumumuza bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört bağlaşıktınız. Dört sene savaştınız, sonuçta yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız!

Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler:

''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması gerektiğini anlıyor ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi alıştıra alıştıra, sefil bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğlu olma niteliğimizle vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''

Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak yavaş yavaş ve sefil ölümün şeklini gösteriyor.

Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:

- Biz de olsak öyle yapardık...

Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar.

Vatan, 10 Kasım 1952


" Mustafa Kemâl Paşa'nın United Press Muhabirine Telgraf ile Verdiği Mülâkat "


Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin iki yüz gazeteye telgraf haberleri veren United Press'in Roma'daki temsilcisi genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır.
- Zat-ı devletleri, İzmir sorununun barış yolu ile çözülmesi için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut bağlaşıkların veya Amerika'nın aracılığıyla görüşmelere girişmeyi arzu ediyor musunuz?

''- İzmir her yönü ile Türk memleketidir, Anadolu'nun ayrılmaz bir parçasıdır.
Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz haklarının teslim edilmesi ve vatanı derhal boşaltıldığı takdirde uzlaşma ve barış görüşmelerine hazırdır. Bu görüşmenin doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle yapılmasını yeğleriz..
Amerika'nın iyi niyetli aracılığı ve insaniyet girişimini dahi memnuniyetle karşılarız.''
-Sevres Antlaşmasının düzenlenmesi hakkında Türk milliyetçilerinin fikirleri nedir? Sözü geçen antlaşmada ne gibi değişiklikler yapılmasını arzu ediyorlar!

''- Siyasî zafer hukuki, ekonomik ve mallarımızı yok etmeğe ve sonucunda hayat hakkımızı reddederek ve hükümsüz kılmaya yöneltilmiş olan Sevres Antlaşması bizce var olmamıştır. Askeri zafer ve egemenliğimizi sağlayacak bir barış antlaşması amaçlarımızın en kutsalıdır.''
- Sizinle Yunanlılar arasında barış halinin kurulması olasılığı sonucunda Yunanistan'a karşı izleyeceiniz siyaset ne olacaktır!

''- Yunanlıların Türkiye'ye ilişkin istilâcı isteklerine son vermeleri koşuluyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına dayandırılacağından şüphe etmeyiniz.''
- İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul sorununun çözümü için ne gibi düzenleme kabul edeceksiniz!

''- İstanbul olduğu gibi kayıtsız ve şartsız Türk egemenliği altında olmak ve güvenliği korunmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbest geçiş şartları kararlaştırılabilir.''
- Türk milliyetçilerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?

''- Türkiye halkı Amerika'yı iyi işler yapan ve insancıl ve özgürlük koruyucusu özellikleriyle tanır. Memleketimiz içerisinde üstlendiğimiz çağdaşlık ve gelişme yolundaki çalışmalarda Amerika kaynaklarından en üst düzeyde yararlanmayı diliyoruz.''
- Gelecekte ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?

''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, eğitim ve öğretim aşağı düzeydedir, ekonomimiz zayıftır. Memleketimizi geliştirme ve milletimizi aydınlatma ve refaha kavuşturma biricik ve kesin isteğimizdir. Böylelikle barış ve sakinlik içinde uygarlığın ciddî çalışmalarına ihtiyacımız var. Gelecekteki politikamız bu ihtiyaçları karşılamaya yöneltilmiş olacaktır.''

Hâkimiyet-i Milliye, 17 Ocak 1921 

https://www.frmtr.com/tarih/980018-mustafa-kemal-pasanin-general-harborda-verdigi-mulakat.html


MUSTAFA KEMAL'İN GENERAL HARBORD'A VERDİĞİ MÜLÂKAT


      Birinci Cihan Harbi'nde, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustfa Kemal'le görüşür, General bir hayli konuştuktan sonra sözlerine şunları ekler:
  ''- Ben bu vazifeye getirildiğim zaman Türk tarihini okudum. Gördüm ki milletiniz büyük ordular hazırlamış, büyük kumandanlar yetiştirmiştir. Bunu yapan bir millet, mutlâka bir medeniyet sahibi olmalıdır. Bunu takdir ederim. Fakat bugünkü vaziyetimize bakalım. Başta Almanya olmak üzere dört müttefiktiniz. Dört sene muharebe ettiniz, neticede mağlûp oldunuz. Dördünüz bir arada yapamadığınız bir şeyi, bu vaziyetimizde tek başınıza yapmayı nasıl düşünebilirsiniz? Fertlerin intihar ettiğini vakit vakit görürüz. Şimdi de bir milletin intiharına mı şahit olacağız!

  Atatürk, büyük bir heyecan içinde bu sözlere aşağıdaki cevabı vermişler:
  ''- Generale teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, milletimizin büyük ordular, büyük kumandanlar yetiştirdiğini, bunun için milletimizin bir medeniyete sahip olması lâzım geleceğini takdir ve kabul ediyor. Fakat şunu bilmesini isterim ki biz, emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi tedrici, sefil bir ölüme mahkûm olmaktan ise babalarımızın oğlu sıfatıyla vuruşa vuruşa ölmeği tercih ediyoruz.''
  Atatürk, bu son sözleri söylerken, avucu ile, bir pençeye düşmüş bir kuş işareti yapıyor ve avucunu sıkarak tedrici ve sefil ölümün şeklini gösteriyor.
  Harbord, ve arkadaşları sessizce ayağa kalkıyorlar:
  ''- Biz de olsak öyle yapardık...

  Diyorlar ve Atatürk'le arkadaşlarının elini sessizce sıkarak oradan uzaklaşıyorlar.

(Vatan'dan, 10 Kasım 1952)


  Efendiler, hatırlarınızda olsa gerektir ki, memleketimizde ve Kafkasya’da incelemeler yapmak üzere Amerikan Hükûmeti General Harbord’un başkanlığında bir hey’et göndermişti.Bu hey’et Sivas’a geldi. 22 Eylül 1919 günü General Harbord ile uzun uzadıya görüştük. General’e, Millî Mücadele’nin maksat ve gayesi, millî teşkilât ve birliğin ortaya çıkış sebebi, müslüman olmayan azınlıklara karşı gösterilen duygular, yabancıların memleketimizdeki yıkıcı propaganda ve eylemleri üzerinde ayrıntılı ve belgelere dayanan açıklamalarda bulundum.General’in bazı garip soruları ile de karşılaştım. Söz gelişi: «millet, tasarlanıp yapılabilecek her türlü teşebbüs ve fedakârlığa başvurduktan sonra da başarı sağlanamazsa ne yapacaksın?» gibi.Yanlış hatırlamıyorsam, verdiğim cevapta demiştim ki: Bir millet varlığını ve istiklâlini kurtarabilmek için düşünülebilen her türlü teşebbüs ve fedakârlığı yaptıktan sonra başarıya ulaşır.Ya başaramazsa demek, o milletin ölmüş olduğu hükmüne varmak  demektir. Öyle ise, millet yaşadıkça ve fedakârca teşebbüslerine devam ettikçe başarısızlık da söz konusu olamaz.General’in bu sorusunun altında yatan asıl maksadın ne olabileceğini araştırmak istemedim. 

Ancak, verdiğim cevabın kendisince takdirle karşılandığını bugün yeri gelmişken belirtmek isterim.

http://www.atam.gov.tr/nutuk/general-harbord-heyeti-ve-generale-verdigim-cevap


   
3.   United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat    


MUSTAFA KEMAL'İN ''UNİTED PRESS'' MUHABİRİNE TELGRAFLA VERDİĞİ MÜLÂKAT

Birinci Dünya Savaş'ında, General Pershing'in kurmay başkanı bulunan General Harbord 1919 Eylülünde Sivas'a gelir ve burada Mustafa Kemâl'le görüşür
Amerika ve Avrupa'da kırk, elli milyon okuyucusu olan bin ikiyüz gazeteye telgraf havadisi veren United Press'in Roma'daki mümessili genel merkezinden aldığı emir üzerine aşağıdaki soruları Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa'ya telgrafla sormuş ve yine telgrafla aşağıdaki cevapları almıştır.
  - Zat-ı devletleri, İzmir meselesinin suret-i muslihanede (barış yolu ile) halli için yeni Yunan hükûmeti ile doğrudan doğruya veyahut müttefiklerin veya Amerika'nın vesatetiyle (aracılığıyla) müzakerata girişmeyi arzu buyuruyor musunuz?
  ''- İzmir minküllil vücuh (her yönü ile) Türk memleketidir, Anadolu'nun lâyenfek (ayrılmaz) bir cüz'üdür (parçasıdır).
  Kan dökmeğe taraftar olmayan milletimiz hakkı teslim ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde sulh ve müsalemet müzakeratına hazırdır. Bu müzakeratın doğrudan doğruya Yunan hükûmetiyle icrasını tercih ederiz.
  Amerika'nın tavassut-ı hayırhaha (iyi niyetli aracılığı) ve insaniyetkâranesini dahi memnuniyetle karşılarız.''
  - Sévres ahidnamesinin tâdili hakkında Türk milliyetperverlerinin fikirleri nedir? Muahede-i mezkûrede ne gibi tadilât yapılmasını arzu ediyorlar!
  ''- İstiklâl-i siyasî (siyasî istiklâl) adlî, iktisadî ve malîmizi imhaya (yok etmeğe) ve binnetice hakkı hayatımızı (hayat hakkımızı) inkâr ve iptale (hükümsüz kılmaya) matuf (yöneltilmiş) olan Sévres ahidnamesi bizce mevcut değildir. Levazım-ı istiklâl ve hâkimiyetimizi temin edecek bir sulhun akdi muhbe-i âmâlimizdir (emellerimizin en kutsalıdır.)''
  - Sizinle Yunanlılar arasında hâb-i sulhun (barış halinin) teessüsü kabil olduğu takdirde Yunanistan'a karşı takip edeceğimiz siyaset ne olacaktır!
  ''- Yunanlıların Türkiye'ye tallûk eden âmâl-i istilâcûyânelerine (istilâcı emellerine) hitam vermeleri şartıyla tarafımızdan takip edilerek siyasetin en hakiki dostluk esasına müstenit olacağına şüphe etmeyiniz.''
  - İngiltere Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını bırakmak istemediğinden dolayı İstanbul meselesinin halli için ne gibi tâdilat kabul edeceksiniz!
  ''- İstanbul kemakân (olduğu gibi) bilâ kayd ü şart (kayıtsız ve şartsız) Türk hâkimiyeti altında olmak ve emniyeti mahfuz kalmak şartlarıyla Karadeniz ve Çanakkale boğazlarında serbesti-i seyr ü sefer şeraiti tayin olunabilir.''
  - Türk milliyetperverlerinin Amerika hakkındaki fikirleri nedir?
  ''- Türkiye halkı Amerika'yı hayırhah ve insaniyetperver ve müdafi-i hürriyet (hürriyet koruyucusu) evsafiyle (vasıflarıyla) tanır. Memleketimiz dahilinde deruhte ettiğimiz medeni ve umranperverâne (bayındırlık yolunda) mesaide Amerika menabiinden (kaynaklarından) âzami surette istifade etmeği temenni ederiz.''
  - İstikbalde ne gibi bir siyaset takip edeceksiniz?
  ''- Memleketimiz haraptır; milletimiz fakirdir, maarifimiz dûndur (aşağı seviyededir), iktisadiyatımız zayıftır. Memleketimizi imar ve milletimizi tenvir (aydınlatma) ve terfih (refaha kavuşturma) yegâne ve kat'i emelimizdir. Binaenaleyh sulh ve sükûn içinde mesai-i ciddiye-i medeniyeye (medeniyetin ciddî çalışmalarına) muhtacız. Siyaset-i müstakbelemiz (gelecekteki politikamız) bu ihtiyaçları tatmine (karşılamaya) matuf (yöneltilmiş) olacaktır.''

(Hâkimiyet-i Milliye'den: 17 Ocak 1921)

http://mkapalyatif.blogspot.com.tr/2016/11/mustafa-kemalin-united-press-muhabirine.html




4.   Ruşen Eşref'e Verdiği Mülâkat    
5.   Hâkimiyet-i Milliye Muhabirine Verdiği Mülâkat    
6.   Ahmet Emin'e Verdiği Mülâkat    
7.   Chicago Tribune Muhabirine Verdiği Mülâkat    
8.   Dail Mail Muhabirine Verdiği Mülâkat    
9.   Falih Rıfkı'ya Verdiği Mülâkat    
10.   Yakup Kadri'ye Verdiği Mülâkat    
11.   Celal Nuri'ye Verdiği Mülâkat    
12.   United Press Muhabirine Verdiği Mülâkat    
13.   Petit Parisien Muhabirine Verdiği Mülâkat    
14.   Hakkı Tarık'a Verdiği Mülâkat    
15.   Paul Herriot'ya Verdiği Mülâkat    
16.   İzmit'te İstanbul Gazetecilerine Verdiği Mülâkat    
17.   İzmir'de Gazetecilere Verdiği Mülâkat    
18.   Ahmet Şükrü'ye Verdiği Mülâkat    
19.   Grace Ellison'a Verdiği Mülâkat    
20.   Maurice Pernot'ya Verdiği Mülâkat    
21.   Madame Titaina'ya Verdiği Mülâkat    
22.   Falih Rıfkı ile Mahmut Bey'e Verdiği Mülâkat    
23.   Mc Artur'a Verdiği Mülâkat    
24.   Amerikalı Kadın Gazeteci Gladis Baker'e Verdiği Mülâkat    
25.   Antonesco'ya Verdiği Mülâkat  
 



http://www.Heddam.com/index.asp?H=3137


***

ATATÜRK MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ BÖLÜM 1

ATATÜRK  MÜLAKATLARI VE DEMEÇLERİ,
 BÖLÜM 1


" Atatürk'le Konuşmalar "

"Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir."    
Heddam.com
İSTANBUL, 
02 Kasım 2006 
Perşembe  
   
" Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple millî istiklâl bence bir hayat meselesidir.''

  Millet ve memleketin menafil çıkarları icap ettirdiği gerektirdiği takdirde beşeriyeti insanlığı teşkil eden oluşturan milletlerden her biriyle medeniyet mukteziyatından 
gereğince olan dostluk, siyaset münasebatını ilişkisini büyük bir hassasiyetle takdir ederim.

Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan sarf-ı nazar edinceye vazgeçinceye kadar bîaman amansız düşmanıyım!.."
Hâkimiyet-i Milliye, 24 Nisan 1921
Günümüz Türkçesiyle yayınlanacak Dizi Yazının içereceği mülâkatlar sırasıyla şöyle olacaktır:



1. Ruşen Eşref'e Verdiği Mülâkat


Mustafa Kemal'in Ruşen Eşref'e Verdiği Mülakat, - 1921

Millî hareket bir kuvvetli ışık gibi son günlerde en uzak ve en anut (inatçı) bedbin (kötümser) gözleri de kamaştırmaya başladı. Anadolu yaylâlarından ve dağlarından bu milletin bekası uğruna çıkan ses, içinden pazarlıklı düşmanlarca gayesiz ve şahsî bir isyan gibi görülmekte idi!
Fakat eski sözlerinin bühtan (iftira) olduğunu bu son davetleriyle yine kendileri ilân ediyorlar:
Lüzumlu sebatının semerelerini görmeğe başlayan Büyük Millet Meclisi uzun sây (çalışma) ve galeyanı arasında bir inşirah (ferahlama) saati geçirmekte olsa gerektir. Bu inşirahı tevlit eden (doğuran) vaziyet hakkındaki fikirlerini öğrenmek üzere reisleri Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden bir mülâkat rica ettim.
Paşa'nın şehir gürültülerinden uzak büyük ve düz mesafeler ortasında kâin (bulunan) ikametgâhı sade, sâkin... İsmini ve harekâtını bütün dünyanın merak, tecessüs, muhabbet, hırs, menfaat, muhaleset (dostluk) gibi mutezat (zıt) fakat alâkadar hislerle takip ettiği zata yazı odasında mülâki oldum. Basit bir yazı masasının önünde, seryâverinin bir mesele hakkındaki izahatını dinliyordu.
-"Ne öğrenmek arzu ediyorsunuz?" 

Diye sordu.

-"Vaziyet-i umumiyemizi nasıl görüyorsunuz efendim?" dedim.

Şöyle cevap verdi:

-"Vaziyet-i dâhiliyemizdeki (iç durumumuzdaki) salâh (iyilik) ve salâbet (sağlamlık) sayesinde cihanın vaziyet-i umumiyesi her gün daha fazla lehimize inkişaf etmektedir. Bu inkişafattan, milletimizin bekasını ve istiklâlini temin edecek maddî netaciyin (sonuçların) istihracı (çıkarılması) zamanını pek uzak görmüyorum."
-"21 Şubatta Londra'da inikat edeceğini (toplanacağını) öğrendiğimiz konferans karşısında vaziyetimiz ne olacaktır?"
-"Türkiye Büyük Millet Meclisi memleketimizi parçalanmaktan, istiklâlimizi ihlâl eylemekten (bozmaktan) tamamen mahfuz (korunmuş) ve masum (sakınmış) bulundurmak gayesini mutlaka silâhla, kan dökerek istihsal etmeye heveskâr ve hahişker (arzulu) değildir. Gayr-i kabil-i tebeddül (değişmez) olan millî maksadı temin edecek bir sulhu kemal-i memnuniyetle karşılar. Buna binaen, İtilâf devletleri Türkiye meselesini, mevzuu bahsolan Londra Konferansı'nda ciddiyet ve samimiyetle halletmek istedikleri takdirde karşılarında bütün millet ve memleketi hakikî salâhiyetle temsil eden meşru muhatapları bulabilmeleri için Türkiye Büyük Millet Meclisi, Londra'ya müteveccihen (doğru) bir heyetini yola çıkarmak üzeredir."
-"Rusya Sovyet Cumhuriyeti'yle mevcut münasebetimiz ne haldedir?"
-"Ruslarla mevcut dostluğumuz daima hüsn-ü halde devam etmektedir. Moskova'da inikat etmek (toplanacak) üzere olan konferansta hazır bulunacak heyet-i murahhasamız (murahhas heyetimiz) tahminine göre Moskova'ya vâsıl olmak üzeredir. Bu konferansta bütün Kafkas mesailini (meselelerini) millet ve memleketimizin menafiine (menfaatlerine) mutabık (uygun) bir surette halli kat'iye (kesin hal çaresine) iktiran ettirebileceğimizi (ulaştırabileceğimizi) ve Rus Sovyet Cumhuriyeti'yle Türkiye arasında mevcut muhadeneti (dostluğu) maddî esaslarla tarsin edeceğimizi (kuvvetlendireceğimizi) kaviyyen (kuvvetle) ümit ediyorum."
-"Komünizm ile Rus dostluğu esasat (esasları) arasında bir münasebet var mıdır?"
-"Komünizm içtimaî bir meseledir. Memleketimizin hâli, memleketimizin içtimaî şeraiti, dini ve millî ananelerinin kuvveti Rusya'daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder (doğrular) bir mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasatı üzerine teşekkül eden fırkalar da bu hakikatı bittecrübe idrâk ederek tatil-i faaliyet lüzumuna kani olmuşlardır. Hattâ bizzat Rusların müttefikleri dahi bizim için bu hakikatin subutuna (gerçeğin belirmesine) kail (inanmış) bulunuyorlar. Binaenaleyh bizim Ruslarla olan münasebet ve muhadenetimiz ancak iki müstakil devletin ittihat ve ittifak esaslariyle alâkadardır."
-"Londra konferansına iştirakimiz Moskova konferansına ne türlü tesir icra edebilir?"
-"Londra konferansına iştirâkten maksat, milli gaye ve esaslarımız dairesinde millet ve memleketimizin menfaatini temin ederek sulh ve sükûn-ı cihanın (cihanın sükûnunun) iadesine hizmet etmektir."

Ruşen Eşref
Kaynak: Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 6 Şubat 1921
 Alıntı: Levent Karaşin

....

ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT

Birinci Safha

Hayır efendim, düşünüyorum, size ne söyleyebilirim! Çünkü, bakın, bütün bu yığınlarla evrak hep o günlerin hatıralarını ihtiva ediyor.
"Buyurun bir sigara... Bir şey yaparız."
Büyük kutuda bulunan Baframaden sigaralarından bir tanesini aldım. Paşa küçük bir masanın üstünde duran çıngırağı bir iki defa çevirdi. Derhal kapının önünde şık bir nefer, mahmuzlarını birbirine vurarak kumandanın emrine muntazır olduğunu vaziyetiyle anlattı.
- Çocuğum bize iki kahve, sobanın da ateşine bakın.
Biraz sonra bize hitaben:
- Bu defterleri kurcalayacak olursak içinden çıkamayız. İsterseniz sizinle bir hulâsa yaparız, bu ancak böyle olur!
Hakikatte defterler o kadar çoktu ki onların arasında insan kendini Çanakkale harf tarihini yazmak için bir evrak mahzenine dalmış sanabilirdi.
Dedim:
- Paşa Hazretleri! Şüphesiz ki Çanakkale harbi bu memleketin çocuklarındaki fedakârlığı, vatan toprağını yabancıya vermemek için bir saadete koşar gibi ölüme atıldığını göstermek itibarıyla tarihimizde unutulmaz bir kahramanlık merhalesi vücuda getirmiştir. Bu hamaset günleri artık silinmemek üzre cihan tarihinde lehimize iki üç sahife daha ilâve etti. Sir Hamilton bile, Türkçeye tercüme edilmiş raporunda okudum, bizi cesaretimizdeki, bizim fedakârlığımızdaki ulviyeti kendi aleyhlerine kaydediyor. Bütün Fransız mecmua ve gazeteleri, Çanakkale'de döğüşmüş zabitlerin, kumandanların, oraya uğramış muharrirlerin ve gazetecilerin hatıralarını, makalelerini yazdılar. Halbuki şimdiye kadar biz henüz bir şey yapamadık. Yeni Mecmua'nın son kıymettar teşebbüsü bana o gazâ yerlerini görmüş olanlarla konuşmak fırsatını verdi. Bu hususta tabiî zatı âlilerini ihmal edemezdim. O muharebelerin her gününe büyük bir faaliyetle iştirak ettiniz. Vaziyeti tamamıyla biliyorsunuz... Kim bilir ne kadar çok hatıranız vardır. İşte müsaade buyurursanız eğer, bugün zâti âlinizden onları dinlemek için geldim.
Paşa bu sözleri ciddî bir tebessümle telâkki ediyordu.
Cumba tavanlarına ve pencere kenarlarına varıncaya kadar kanepeleri, koltukları bile halılar, seççadeler ve kilimler altında koyulaşmış, bu çok gölgeli geniş odada Mustafa Kemal Paşa'nın siması Rambrandvarî bir tablo mevzuunu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin bir mâna gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında sebat, tevekkül, tevazu, vekar, mülâyemet, huşunet, saffet, zekâ... Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz...
Çekmekte olduğu doksan dokuzlu necef tesbihi masasının üzerine bırakarak:
- O halde derhal başlarız, dedi.
Ve kimi yerde, kimi yazıhanenin üzerinde, kimi köşede buzcamlı koyu renk dolapta, kimi İngilizlerden zaptolunma koca bir makinalı tüfek önündeki koyu renkli çini sobanın üzerinde bulunan defterlerden, müsvedde ve tebyizlerden süzülen Çanakkale menkıbesinin hulâsasını, bu sabırlı ve temkinli kumandandan üç gün, ve her mülâkat on iki saatten aşağı sürmemek şartıyla, üç gün dinledim.
Başlamazdan evvel dedi ki:
- Tabiî esrarı askeriyeye temas eden noktaları size söylemeyeceğim. Bunlar ne sizi alâkadar eder, ne de okuyanlara bir fayda temin eder. Bunlar san'at adamları içindir ki tarih hepsinden bahsedecektir.
- Elbet Paşam. Maksadım, o günlerin vak'alarını bizzat zati âlinizden öğrenmektir. Askerliğe temas eden noktaları ben de anlamam. Bunun üzerine Paşa izaha başladı.
Evvelâ Sofya sefareti ataşemiliterliğinden buraya çağrılmış ve Tekirdağ'da 19'uncu fırkayı teşkile memur edilmiş ve bu kuvvetle Eçe limanı, Seddülbahir ve Morto limanı arasındaki sahilin muhafazasına memur olmuş. Esasen Balkan harbinden beri bu araziyi iyice tanırmış.
Dedi ki:
- Benim kanaatime göre düşman ihraç teşebbüsünde bulunursa iki noktadan teşebbüs ederdi:
Biri Seddülbahir, diğeri Kabatepe civarı... Ve benim noktai nazarıma göre düşmanı karaya çıkartamadan bu sahil parçalarını doğrudan doğruya müdafaa etmek mümkündü. Binaenaleyh alaylarımı, böyle sahilden müdafaa edecek surette yerleştirdim. Bu vaziyet takriben şubat 1330...
Mustafa Kemal Paşa, kendisinin Maydos mıntıkası kumandanlığı esnasında cereyan eden mühim vak'aları şu suretle hulâsa etti: Düşman bir defa Seddülbahir'e ve Kumkale'ye asker çıkarmak teşebbüsün de bulunuyor. O zaman, hep ağızlarda işitip okuduğumuz bir Mehmet Çavuş çıkıyor, toprağımıza ayak basan düşmanı tekrar denize atıyor.

- Düşman bu karaya asker çıkarmak teşebbüsünü neden denedi?
- Bu hareket bir keşif olarak kabul edilebilir. Bir de malûm olan 5 mart vardır.
- Ki asıl bizi alâkadar eden de odur, Paşa Hazretleri.
- Fakat bu tamamen bahrî bir harekettir. Sahil müdafaası Cevat Paşa Hazretlerinin tahtı emrinde bulunuyordu. Benim bu hareketle alâkam, dolayısiledir. Yalnız 5 mart gününün sabahı Cevat Paşa Hazretleri... Maydos'ta bulunan karargâhıma gelmişti. Kendisine Seddülbahir sahil mıntıkasındaki tertibatı göstermek üzere beraber Kirte'ye gittik. Oraya vardığımız zaman, düşman donanmasının Kirte ve Alçıtepe istikametlerinde açtığı ateşin altında kaldık.

- O vakit ne yaptınız efendim?
- Bunun üzerine bendeniz...
- Estağfurullah...
- Mezkûr mıntıkanın muhafazasına memur 26'ncı olay kumandanına icap eden talimatı şifahiyemi verdim. Ve Cevat Paşa ile birlikte vazife başında bulunabilmek için Maydos'a döndük. Düşmanın mağlûbiyetiyle neticelenen bu 5 mart muharebeyi bahriyesinde kara mıntıkasının muhafazası benim uhdemde idi. O gün, düşmanın bazı gemileriyle sahili ateş altında bulundurmuş olmasından başka zikre şayan hiçbir şey vuku bulmamıştır. O gün sahil bataryalarımızda bulunan askerler, zabitler ve kumandanlar cidden şayanı takdir bir fedakârlıkla, hani cesaretin, tevekkülün haddi azamîsiyle sonuna kadar toplarını kullanmışlar, vazifelerini ifa etmişlerdir. Düşünün ki birçok çökmeler, infilâklar, yangınlar, zayiat arasında, daimî ateş karşısında, muharrip endahtlar altında bunlar hiç titremeden vazifelerini yapmışlardır.

Düşmanın mağlûbiyetiyle kapanan bu hâdisei bahriyeden sonra, Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin, Fransızların boğazı yalnız donanmaları ile zorlayarak bir maksat elde etmekten ümidi kestiklerine hükmediyor ve mutlak tekrar sahile adam çıkarmak teşebbüsünde bulunacaklarına ihtimal veriyor. Bunun için maiyetindeki kıt'alara "teyakkuzda" bulunmalarını emrediyor. Kuvvetinin arttırılması için lâzım gelen yerlere resmî müracaatlarda bulunuyor. Kuvvetini arttırıyor. Ve o mıntıka kumandanlığına Halil Sami Bey isminde diğer bir zat tayin olunuyor! O zaman kaymakam rütbesinde bulunan Mustafa Kemal Bey de kumanda ettiği fırka ile icabında Gelibolu civarına, icabında Anadolu cihetine harekete müheyya bulunmak üzere "ihtiyatı umumî" olarak terkediliyor. Rumeli sahili mıntıkası muhafazasına yalnız o miralay beyin fırkası tahsis ediliyor.
Bu sıralarda, yani mart içinde Mustafa Kemal Bey'in fırkasından bir alay, Çanakkale'ye geçiriliyor; fakat gene iade olunuyor. Mustafa Kemal Bey de bütün fırkasını Bigalıköyü civarında bulundurmayı muvafık görüyor. Fırkası beşinci ordunun ihtiyatı umumîsi olarak Bigalıköyü ve bunun cenubuşarkîsindeki Maltepe, Mersintepe civarında bulunan konaklarla ordugâhlarına yerleşiyor. Kumandan aldığı emir mucibince icabında Bolayır'a hareket etmeye, Çanakkale cihetine vapurla geçmeye müheyya bir halde bulunuyor. Emre intizaren bütün kıt'alarını talim ve terbiye ile iştigal ettiriyor.

- İşte o günlerden birinde, on iki nisan sabahı idi ki Arıburnu'nda bir hâdise cereyan etmekte olduğu, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.
Bütün fırka kıtaatının harekete hazırlık derecesi tezyit edildi. Bir taraftan Maydos mıntıkası kumandanlığından malûmata intizar etmekte idim, diğer taraftan da ya kolordunun veya ordunun emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne - istihsali malûmat için - Kocaçimen hareket etmesi emrini verdim.
Bu sırada idi ki Üçüncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa Hazretleriyle Gelibolu'dan telefonla görüşülmüştür. Müşarünileyh de henüz cereyanı ahval hakkında vazıh malûmat edinememiş olduğu bildirmiştir. Öğleden evvel saat altı buçukta idi, Halil Sami Bey'den vürut eden bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun mezkûr düşmana karşı sevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, gerek Maltepe'de icra ettiğim hususî tarassudat neticesinde bende hâsıl olan kanaati kat'iyye, öteden beri imali fikir ettiğim gibi, düşmanın Kabaktepe civarında mühim kuvvetle karaya çıkmaya teşebbüsü, demek ki, vukubuluyordu. Binaenaleyh bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olamayacağını, herhalde evvelce tahmin ettiğim gibi bütün fırkamla düşmana incizabın gayri kabili içtinap olduğunu takdir ediyordum. Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek karargâhımın bulunduğu Bigalıköyü'nde ikamet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasının derhal harekete geçmek üzre amade bulundurulmalarını, kumandanlarının da emralmak üzre yanıma gelmelerini bildirdim.
Yapraklarını muttasıl ağır ağır çevirmekle meşgul olduğu defterinin sahifelerine, dudaklarında tüten cıgara dumanları arasından bakarak:
- Altı maddelik bir emir not ettirdim, dedi. Bu emir maiyet cüzütam kumandanlığına da tebliğ olunacaktı. Bundan başka üçüncü kolordu kumandanlığına da telefonla arzedilmek üzre bir rapor yazdırdım. Vaziyeti ve vaziyetimi ve teşebbüsümü anlattım.
Büyük bir hareketin inkişaf etmekte olduğu, memlekete Çanakkale harbinde unutulmaz hizmetler eden, muhakemesi süratli, kararları kat'i genç bir kumandanın bütün kıt'alarıyla tehlikeye atılma müheyya vaziyeti karşımda, bu anda sakin sakin kâğıtlarını çeviren, içinden bana verebileceği notları mülâhaza ile seçen kumandanın yüzünde ve sözlerinde o kadar vuzuhla seziliyordu ki... Türkiye'nin mukadderatını tayin edecek boğuşmaya doğru gittiğimizi heyecanla duyuyordum.
- Bundan sonra kıt'alarını yürüyüşe müheyya olarak içtima ettirmiş bulunduran 57'inci alay, -meşhur bir alaydır bu, çünkü hepsi şehit olmuştu -kumandanları ve sertabip ve bir yaverimle bir emir zabitim beraber olduğu halde içtima mahalline gittim. Basit bir tertiple Bigalıderesi boyunca giden yol üzerinde alayı bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen tepesine tevcih ettim.
Yolda giderken kumandanlarına olsun, sertabibe olsun şifahî izahatı lâzıme veriyordum. Takip ettiğimiz dereden bizi Kocaçimen'e isal edecek muayyen bir yol olmadıktan başka Kocaçimen'e varmak için atlamaya mecbur olduğumuz saha da pek ziyade fundalık, sa'bülmürur, kayalıklı derelerle mali idi. Bir yol bulup kıt'ayı sevke delâlet etmesi için topçu taburu kumandanını tavzif ettim.
- Zati âliniz ne ile gidiyorsunuz efendim?
- Ben? Atla!... Bu kumandalar da atlarının üzerinde tabiî... Biz hepimiz kıt'anın başında gidiyoruz. Onlar yaya gidiyorlar.
Bu zat kayboldu. Ondan sonra batarya kumandanını memur ettim. Bu da başını alıp Kocaçimen tepesine kadar gitmiş, delâletinden istifade edilemedi.
- Yani müşkülât. Muharebenin kurşunlardan, güllelerden evvelki sıkıntıları?
- Evet. Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevk etmeden suretiyle Kocaçimentepesi'ne muvasalat edildi. Şimdi Kocaçimentepesi'ni tasavvur buyurun: Kocaçimen şibihcezirenin en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu noktası zaviyei meyyite içinde kaldığından buradan görülmüyor. Şimdi şu haritadan bakın.
Sir Hamilton'un raporunda bulunan haritalardan birine baktık. Bu vaziyeti pek etraflı anlatamıyordu. Paşa çıngırağı gene çaldı. İki dakika sonra kapının yanında bir mahmuz şıkırtısı... Asker, Paşanın askerî ceketindeki cepten haritayı alması için emir telâkki etti. Beş on dakika sonra girdi. Bulamamış. Paşa gülümseyerek müsaade istedi. Bizzat gitti.
Yalnız kaldığım müddetçe odayı seyrettim. Duvarda hep asker resimleri, Balkan muharebesinin, Trablus muharebesinin, Hareket Ordusu yürüyüşünün, mektebi harbiye talebeliğinin hatıraları asılı idi. Bir kelebek şeklinde açılmış şal örtünün altında Paşanın genç kazak zabitlerini hatırlatan kalpaklı ve haşin bakışlı bir agrandismanı vardı. Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzak'ın Kolonel Şaber (Colonel Chabert)i, Mopasan (Maupassant)ın Bul dö Süif (Boule de suif)i, Lavedan'ın Servir'i duruyordu. Şüphe yok ki paşa, sükûnetli dakikalarının boşluğunu edebiyatla dolduruyor.
Zira harp sahasında kalın paltolarla kaba çizmelerin içinde uykusuz üç dört gece geçiren bu zat salonlarda pek mahirane vals edermiş; tanıyanlar Mustafa Kemal Paşa'yı yalnız gözü yılmaz bir kumandan diye değil aynı zamanda salonlarda pek lezzetle aranan nazik, terbiyeli ve zeki bir kavalye diye anıyorlar.
Büyük bir aynanın yanı başında asılı duran bir fotoğrafı nazarı dikkatimi celbetmişti. Ona bakıyordum: Yeniçeri kılığında Mustafa Kemal Paşa. Tam o esnada kendisi, elinde haritalar, içeri girdi. Ve ona baktığımı görünce gülümsedi.
Kalın ve azimkâr sesiyle:
- Evet Sofya'da bir balkostüme hatırası, dedi.
Gene şal örtülü masanın başına geçtik. Ve 12 nisan muharebesine avdet ettik. Paşa:
- Binaenaleyh, diye başladı, anlıyorsunuz ki, orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey görmedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Efrat o müşkül araziyi bilâ tevakkuf kat'etmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumadanına afradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler, sonra beni takibedeceklerdi. Ben de, arada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi'nden Conkbayırı'na gidecektim. Yanımda yaverim, emirzabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebeltopçu taburu kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı'na vardık.
Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enterasan bir sahnedir. Ve vak'anın en mühim anı bence budur.
Paşa tekrar bir sigara yakıyor ve birkaç yaprak daha çevirdikten sonra, haritasını alıp şöyle izah ediyor:
Bu esnada Conkbayırı'nın cenubundaki 261 rakımlı tepeden sahilin tarassut ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı'na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size şu muhavereyi aynen okuyacağım! Bizzat bu efradın önüne çıkarak:
- Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
- Efendim düşman! dediler.
- Nerede?
- İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar olacaktı. O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakemei mantıkıye midir, yoksa sevkı tabiî ile midir, bilmiyorum.
Kaçan efrada:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı'na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasını yetişebilen efradının "marş marş"la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emirzabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.
Bir koca muharebenin ufacık bir lâhzeye bağlı olduğunu, hatta bir memleket hayatının fena kullanılmış bir an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burada olduğu gibi iyi kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın mukadderatını iyileştireceğini o dakikayı görür gibi canlanmış bir ifade ile duymak insanın tüylerini ürpertiyordu!
Mustafa Kemal Paşa dedi ki:
- Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan alay 57. tabur 2. kumandanı Yüzbaşı Ata Efendi'ye bütün taburlarıyla bu bölüğü takviye ederek 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağı'nda mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Dereye saptığından biraz geciken diğer bir taburu, kumandanı üzerinden açılarak taarruza iştirak etti. Bundan sonra idi ki alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih ettiğim istikametlerde düşmana taarruz etmesini emrettim.
- Zati âliniz o esnada nerede bulunuyordunuz?
- Ben de bataryanın yanında idim.
- Bizim o ilk alay saat kaç sularında taarruza başladı?
- 57'nci alayın taarruza başlaması... durun size söyleyeyim... (defterine baktı ve) öğleden evvel saat on raddelerinde idi. O esnada 9'uncu fırkaya mensup süvari zabitanından mülâzımievvel Mehmet Salih Efendi yanıma geldi. Ve 27'nci alayın Kocadere garbındaki sırtlardan Kemalyeri üzerinde düşmanla muharebeye başladığını haber verdi. O zabitle mezkûr alay kumandanına, düşmanın sol cenahına taarruz etmekte olduğumu, 27'nci alayın da karşısındaki düşmana taarruz etmesini, henüz Bigali civarında bulunan 19'uncu fırka kısmı küllîsini Kocadere istikametine celbedeceğimi, bu emri kendisine isal eden süvari mülâzimi Salih Efendi'yi tekrar nezdime iade etmekle beraber benimle daima irtibatı muhafaza etmesini, muharebeyi Conkbayırı'ndan idare edeceğimi emrettim, bildirdim. Bigalı'da bulunan fırka erkânı-harbine de emir atlısı ile bir emir gönderdim. Dedim ki:
İzzettin Bey (Rahmetli Gn. İzzettin Çalışlar): Alay 72 Maltepe'ye takarrüp etmesin. Sıhhiye bölüğü Kocadere'ye gelsin (hepsi). Alay 77 Kocadere şarkına takarrüp etsin. Ve bu raporu üçüncü kolordu kumandanına veriniz.
- O raporu, askerî bir mahzur görmüyorsanız, istinsah edebilir miyim? Çünkü harp meydanında hemen o müthiş vak'alar cereyan etmekte iken şiddet ve heyecanla yazılmış canlı ve kıymetli bir harp tarihi vesikası olurdu.
- Hayhay, bunu verebilirim, yazınız.
Üçüncü Kolordu Kumandanlığına Arıburnu şimalindeki sırtlar.

Saat Dakika 12 Nisan 10 24 evvel

Düşmanın karaya çıkmış bulunan piyadesi Arıburna ile Kabatepe arasında bir buçuk kilometre kadar bir cephedeki sırtları işgal etmiştir. 27'nci alay düşmanı şark cephesinde sekiz yüz metre mesafede işgal ediyor. Düşmanın tamamen sol cenahında altı yüz metre mesafeden taarruza başladım. Yalnız piyadeden ibaret olan düşmanı bir alay tahmin ediyorum. Muharebe devam ediyor. Bir saat kadar ateş muharebesinden sonra düşmanın 261 rakımlı tepeye kadar ilerlemiş olan kıtaatının ricate başladığı görüldü.
İşte raporun size verebileceğim kadar kısmı bu. Yine hikâyemize devam edelim, olmaz mı? 57'nci alay, verdiğim emir üzerine şiddetle takip ediyordu, 27'nci alay kumandanından emrimin alınıp alınmadığına dair bir haber gelmedi. Bununla beraber gerek bizzat benim, gerek yanımdaki zabitlerden tarassut için ileri gönderdiklerimin neticei tarassudumuzdan bu alayın da taarruz etmekte ve ilerlemekte olduğunu anladım.
- Pek iyi Paşa Hazretleri, böyle bu kadar şiddetle hücum eden düşmanı bu kadar süratli bir surette ricate mecbur eden amiller nedir?
- Evet, bu suali sormakta hakkınız var. Arzedeyim: Şimdi saat on bir buçuk evvelden sonra vaziyet bence şu idi:
Düşmanın karaya çıkmış olan kuvveti, sekiz taburdan fazla idi. Şimdi bu sekiz taburluk kuvvet kendisiyle gayrimünasip gayet geniş bir cephe üzerinde "261"e kadar şimalen, ve Kemalyeri'nin bulunduğu sırtların garp yamaçlarına kadar şarkan ilerleyebilmişti. Fakat bu uzun cephe hattı, ziyade manialı birtakım derelerle kesik bulunuyordu, bu sebeple düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıf idi. Conkbayırı şimalinde mevzi alan 19'uncu fırkanın seri cebel bataryası Arıburnu ihraç noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz ihraç etmeye devam ettiği kıtaatın ihracı hem müşkülâta, hem de teahhura uğradı. 57'nci alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattından "261" istikametinde ve dar cephe ile kesif olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol cenahına yüklenmesi iki taburdan ibaret olan 27'nci alayın da Merkeztepe istikameti umumîyesinde geniş cephe ile düşmana atılması düşmanı ricate mecbur etmiştir.
Fakat bence bu tabiye vaziyetinden daha mühim olan bir amil vardır ki o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.
Bu öyle alelâde bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne olduğu bir taarruzdur. Hattâ ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlere şunu ilâve etmişimdir:
- Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir.
Bu sözler Paşanın göğsünden o kadar azimle çıkıyordu ki, muhakkak, kumandan o günü hayalinde tekrar yaşatıyordu. Bunları duydukça muharebe vasıtaları ne kadar ilerlerse ilerlesin, her şeyin fevkinde gene ruh azminin, bir gaye uğruna fedakârlık etmenin bulunduğuna inanıyordum.
- Şimdi bu böyle, efendim? Fakat akşama kadar daha çok zaman vardı. Bu sıralarda idi ki 9'uncu fırka kumandanından haber getiren bir zabit, düşmanın Kumtepe'ye kuvvet ihracına başladığını ve orada kuvvetimiz bulunmadığını, 19'uncu fırkaca bu cihetin nazarı dikkate alınmasını, 9'uncu fırka kumandanının tekmil kuvvetleriyle Kirte'ye gittiğini bildiriyordu.
Kumtepe, Kili dülbahir'e en yakın ve pek müessir bir noktadır. Burasını müsamaha etmek bütün maksatları zıyaa uğratabilir. Binaenaleyh derhal hatırıma gelen şey, Arıburnu'nda muharebeye iştirak eden kuvvetleri taarruza devam ettirmek ve fırka kısmı küllîsiyle bizzat Kumtepe'ye yetişmek oldu. Buna dair icap eden emirler verildi. Fakat bizzat fırka kısmı küllîsine mülâki olmayı tercih ettiğim için hemen hareket ettim.
Kumandan hemen hareket ediyor. Ve Kocadere'de 77'nci alaya, ondan sonra da... inci alaya mülâki oluyor. Öğleden sonra saat bir raddelerinde Maltepe'ye yaklaştığı sırada bazı seslerin kendi ismini çağırmakta olduğunu işitiyor. Seslerin geldiği tarafa yaklaşıyor. Bakıyor ki kolordu kumandanı Esat Paşa ve maiyeti erkânı harbiyesi... Mustafa Kemal Bey, müşarünileyhe gelmiş olan son raporu okuyor. Ve görüyor ki bu rapor aynı zamanda kendisine de aitti, ve biraz evvel gelip düşmanın Kumtepe'ye çıktığını haber veren zabit, bu raporun mealini söylemiştir. Halbuki okuduğu tahrirî rapora nazaran düşmanın Kumtepe'ye çıktığı doğru değildir.
- Bakınız bu raporun şifahen tebliğinde bir "Kumtepe'ye asker çıktı" cümlesinin ilâvesi bütün tetkik kararlarına değiştirebiliyor, iş bu suretle anlaşıldıktan sonra kolordu kumandanı paşa hazretleri kararımı sordular.
Mustafa Kemal Bey de tekmil kuvvetle Arıburnu'ndaki düşmana taarruza devam edeceğini arzediyor. Kolordu kumandanı paşa kabul ediyor ve Mustafa Kemal Bey derhal yanından ayrılıyor, muharebe meydanına geliyor. 77'nci alayı 27'nci alayın solundan düşman sağ cenahı aleyhine taarruza geçiyor. İhtiyatlarını, sahra bataryasını lâzım gelen yerlere yerleştiriyor. Kendi de sağ cenaha gidip oradan muharebeyi idare ediyor.
Bizimkiler o kadar ilerlemişler ki düşman ricatine devam ediyor, hattâ kısmen sandallara binmekle bile iştigal ediyormuş. Fakat akşam olmuş. Gecenin hulûlüne kadar muhtelif emirlerle hücuma sevkedilmiş olan cüzütam kumandanları, fırka kumandanının ısrarı üzerine, ta ki düşman tamamıyla tardedilsin diye savletlerine devam etmişler ve pek de muvaffakiyetli hücumlarda bulunmuşlarsa da düşmanı kâmilen sürememişler. Gece de pek ilerleyince muharebe kesilmiş. Bu anî sükûnet fırsatında düşman karaya yeniden asker çıkarmakta devama başlamış.
Paşa:

- Demek ki, dedi 12/13 gecesi vaziyet hakkında hiçbir taraftan sahih malûmat alamıyorum. Gece karanlığından dolayı manzarai harbi gözümden kaybediyorum. Ve vaziyeti etrafıyla anlayabilmek için sabaha kadar cepheyi bizzat dolaşıyor, oradan, telefon merkezi yapılmasını emrettiğim Kocadere'ye geliyorum. Orada vâkıf olduğum yeni vaziyete göre sağ cenahtaki ihtiyat kuvvetlerini alıp merkeze ve sol cenaha yaklaştırıyorum. Kendim de bilâhare Kemalyeri unvanını alan merkezden muharebeyi idare ediyorum.
Muharebenin yalnız bir gününü dinlemek insanın içinde helecanlar, coşkunluklar, her adımda bir fışkıran binlerce beklenmedik zorlukların ağırlığını dolduruyordu. Sordum ki:
- Arıburnu vakayii yalnız bundan mı ibarettir?
Paşa ruhumda dehşetler uyandıran o boğuşma sahnelerini, o kan ve barut kokan manzaraları keşfetmiş tecrübeli bir adam temkiniyle gülümsedi:
- Ne o, yoruldunuz mu? Daha bu, vak'anın başlangıcıdır. Benim Arıburnu'nda 12 nisan dahil gününden 4 mayıs dahil gününe kadar 23 günlük "Arıburnu kuvvetleri" kumandanlığım ve ondan sonra da bütün cephenin sağ cenahında tekrar yalnız 19'uncu fırka kumandanlığım vardır. Bu müddet zarfında birçok vakayii harbiye cereyan etmiştir. Biz yalnız en mühim günleri işaret edebiliriz.
Ve önünde duran sigara paketini uzattı. İkimizin de küllüğü dolmuştu. Paşa çıngırağı çaldı. Arkamızdaki mahmuz şıkırtısına:

- Çocuk, bize iki kahve daha yapın, sonra da şu sobanın ateşi sönmesin, dedi.
- Başüstüne Paşam.

Ve yine çalışmaya başladık:

Düşman 13 nisanda, yani geceden beri ihracına devam ettiği kuvvetlerle yeniden birinci hattını takviye ediyor, evvelâ sol cenahla merkezde bulunan kıtaatımıza faik kuvvetlerle taarruza geçiyor. Fakat kıtaatımız faik düşman kuvvetinin süngü hücumundan kendini korumak şartıyla arada bir mesafe muhafaza etmek üzere mağlûbiyetten sıyanet ediliyor. İşte bu suretle 13 nisan günü, mağlûp olmadan kazanılıyor.
Paşa dedi ki:
- Bu, askerimizin en mühim surette fedakârlığı, kahramanlığı demeyim -çünkü Türklerin bundan daha fazla fedakârlık gösterdikleri günleri hatırlıyorum -herhalde sebat ve metaneti, zabitlerimizin olsun, kumandanlarımızın olsun cesareti, azmi sayesinde kazanılmış mühim bir gündür. Diyebilirim ki benim en namüsait vaziyetim 13 nisan günü idi. Çünkü beş İngiliz livasına karşı duran kuvvetim dünkü, yani 12 nisan günkü, şanaver şedit savlet ve taarruzlarla zayiata uğrayan 57'nci alaydan, ikişer taburlu olan 27 ve 77'inci alaylarla, gayri kabili istifade bulunan 72'nci alaydan ibaretti. Hakikaten 12 insan muharebesiyle Arıburnu cephesi muvaffakiyetinin temelini kuran, İngilizlerin bu cephede azmini kırıp plânını mahveden, bu kuvvetti. 14 nisan günü daha iki alay kuvvetin tahtı emrime gireceği anlaşıldı. Bunun üzerine düşmana tekrar taarruza karar verdim.
13/14 nisan gecesini Kocadere köyünde geçirmiştim. Kat'î kararımı fecre yakın bir zamanda verdim. O zamanda ki düşman Kabatepe istikametinden Kocadere köyünü donanmasıyla ateş altına almıştı. İşte icap eden taarruz emri bu ateş altında yazılmıştır. Bu emir, emiratlıları ile cüzütam kumandanlarına gönderildi. Sonra ben de bizzat Kemalyeri'ne gittim.

Saat yedi ile sekiz arasında sol cenah ve cephede taarruza başlandı. Bundan sonra idi, sağ cenahta da kıt'alarımızın taarruz hareketlerini görüyordum. Taarruz bütün cephe üzerinde muvaffakiyetle devam ediyordu. Düşman Kanlısırt'ta firar suretinde ricate başlamıştı. Kırmızısırt'ta ricate başladı. Saat 10'dan sonra sağ cenahımız da düşmanı tazyike başladı, ricate mecbur etti. Ve takibe koyuldu. Zeval sıralarında idi ki düşmanın Kanlısırt'ta ricat eden aksamından baki kalmış olanlar Kırmızısırt'ta da en son ricat ettikleri avcı hendekli mevziinde tüfeklerini bırakarak hemen heyeti kâmilesiyle siperelrinin önüne çıkmış, şapka, beyaz mendil, bayrak sallayarak teslim olmak istiyorlardı! Bütün bu manzaraları Kemalyeri'nden ben ve tekmil maiyetim dürbünsüz olarak seyrediyorduk.
Bu aralık gerek fırka erkânı harbi İzzettin Bey'den aldığım raporlardan, gerekse bizzat müşahedelerimden anlıyordum ki düşmanın Arıburnu şarkındaki sırtlarda hiçbir faaliyeti kalmamıştır. Sağ cenahımız karşısında düşman efradı sahile iltica etmiştir.
Yalnız ricat noktasına uzak kalan düşmanlar Kanlısırt'la Kırmızısırt'taki vaziyetlerinden dolayı, Merkeztepe'de kalmış olan aksamı da sağ cenahımızın Kömürkapıderesi ve Bombasırtları'na kadar ilerleyerek bilhassa Yükseksırt'ta aldıkları hâkim vaziyetten dolayı çekilmiyorlar, ister istemez sebat gösteriyorlardı.
Düşmanın asıl sebatı Yükseksırt'ın garbında ve Haintepe'de görülüyordu. En nihayet gece hulûl edince, kıtaatın fevkalâde yorgun olduğu da anlaşılınca kazanılan muvaffakiyetle iktifa olundu. Muharebe tevkif edildi, tutulan, kazanılan hatlarda tahkimat icra etmeleri emri verildi.

15 nisan günü görülen vaziyet şu:

Düşman sağ cenahımız karşısında Yükseksırtın sahile müteveccih kısmında, Kömürkapıderesi içinde yamaçlara tutunmuş bir halde, buna mukabil bizim kıt'alarımız Cesarettepe'deki düşman hattı bâlâsında, bunun karşısındaki kıtalarımız da Edirnesırtı'nda Kırmızısırt ve Kanlısırt'ta imiş. Hattı bâlâ tekrar tekrar düşman tarafından işgal edilmiş ve buna mukabil kıt'alarımız mezkûr hattı bâlânın şarkında ve karşısında mevki tutmuş. Düşman gündüz de ihraca devam ediyormuş. Karaya çıkarılan düşman kuvvetleri ileriye sevkedilerek ön hatlar takviye ediliyor, hatlar takviye edildikçe de umumî vaziyetini tashih edebilmek için cephenin bazı noktalarında faaliyette bulunuyormuş. Bu faaliyetler sırasında, Kanlısırt cihetinden düşman sol cenahımızı sabahtan beri tazyik etmekte imiş. Bu taarruzu tevkif edilmiş. O gün düşmanın dokuz nakliye gemisinden karaya dökülen askerinden başka sekiz nakliye gemisinin daha ufuktan kıyılara doğru yaklaşıp büyümekte olduğu görülüyormuş. Bizim birinci hattımız düşmanın iki yüz, üç yüz metre karşısında bulunuyormuş. Bu suretle gittikçe tekâsüf eden düşmanın karşısında beklemektense kat'î neticeyi kazanmaya kifayet edecek kadar kuvvet celbi için Mustafa Kemal Bey mafevk kumandanlara maruzatta bulunmuş. İstediği kuvvetleri alınca cephesi genişlediğinden muhtelif kumandanlarla daimî münasebette bulunmak zorlaşmış. Onun için cephesini muhtelif mıntıka kumandanlıklarına ayırmış.

16 nisan:

Düşman sağ cenahımıza taarruz teşebbüsünde bulunmuşsa da durdurulmuş.

17 nisan:

Sağ cenahımızdaki siperlerimize düşman taarruz etmiş. Fakat kıt'alarımızın mukabil süngü hücumları ile geri püskürtülmüş: Fakat tamamıyla yerleşen düşmanın yeniden mühim bir hücuma kalkışacağını muhtemel gören Mustafa Kemal Bey taze kuvvetlerle düşmandan evvel düşmana vurmayı kararlaştırmış. O zaman mıntıka kumandanlarını Kemalyeri nezdine celbedip şifahî talimatta bulunmuş.

O gün maiyetinde bulunan erkâna karşı söylediği sözlerden bazı kısımlarını bize vermesini kumandandan rica ettim ve şunları aldım: Zira taarruz emri vermeden evvel Mustafa Kemal Bey ruhlara hitap etmekten pek kuvvetli neticeler bekliyor. Onun için diyor ki:
"Düşmanın altı gündenberi iki defa taarruz ederek sarstığımız ve arazinin menaatinden dolayı neticeye kadar şiddetli takip edememek yüzünden barınabilen aksamı himayesinde çıkarmakta olduğu ve fakat şimdiye kadar mahvettiğimiz kuvvetlerinin iki fırkadan fazla olduğu anlaşılmıştır. Seddülbahir'de Kumkale cihetinde de hal hemen aynı olmuştur.
Karşımızda bulunan düşmanı bire kadar hepimiz ölerek behemal denize dökmek lâzım olduğu kanaati vicdaniyesindeyim. Vaziyetimiz düşmana nazaran zayıf değildir. Düşmanın kuvvei maneviyesi tamamen mahvolunmuştur. Mütemadiyen siper yapmakla kendisine bir melce aramaktadır. Siperleri civarına birkaç mermi düşmekle derhal kaçtığını kendi gözlerinizle gördünüz.
Düşmanı büsbütün kaçırmamak için daha çok teemmüle lüzum yoktur.
İçimizde ve kumanda ettiğimiz askerlerde Balkan hacaletinin ikinci bir safhasını görmektense burada ölmeyi tercih etmeyenlerin bulunacağını kat'iyyen kabul etmem. Şayet böyleleri olduğunu hissederseniz derhal onları kendi ellerimizle kurşuna dizelim.

Şimdiye kadar ihraz ettiğimiz muvaffakiyeti tamamlamak için emrime verilen taze kuvvetleri hattı harbe vasıl olmaktadır."

Ve ruhları bu hitapla dolan kumandanlara, edecekleri taarruz hakkında lâzım gelen emirleri veriyor, tertibatını da kolordu kumandanlığına arzediyor. Kararı oraca da tasvip görüyor.

Bunun üzerine 18 nisan tarruzu vukubuluyor ki onun neticesinde husule gelen vaziyet, Paşaya nazaran o günden sonraki hareketlerin hiçbirisiyle "kabili tebeddül olmayan vaziyet"tir.

Şöyle ki: "Saat beş evvelden itibaren bir taraftan topçularımızın ateş açması ile diğer taraftan müteakıben yeni gelmiş olan 14'üncü alayın Boyun ve Merkeztepe'ye doğru ilerlemeye koyulmasıyla bütün cephe üzerinde topçu ve piyade muharebesi başlamış oluyoruz". Düşmanın karada yalnız bataryası varmış. Kıt'alarımızla düşman hatları arasında mesafe pek az olduğu için düşman bataryaları piyademiz üzerine hiçbir tesire yapamıyorlarmış.
Yalnız düşmanın harp gemileri, bilhassa Kabatepe cihetinden muharebe hatlarımızın gerilerini şiddetli ve devamlı ateşler altında bulundurmaktan bir an hali kalmıyormuş.

Paşadan kendisinin bu muharebeyi nereden idare ettiğini sordum:
- Ben bu muharebeyi Kemalyeri'nden idare ediyorum, dedi.
Çünkü o yerden bütün düşman mevzilerini, sağ cenahtaki bazı kısımlar müstesna olmak üzere, bütün düşman mevzilerini, sonra da hemen bütün kıt'alarımızın hareketlerini göz altında bulundurabilmesi mümkünmüş.
Paşa dedi ki: "Düşmanın şiddetli piyade ve mitralyöz ateşleri karşısında 14'üncü alayın taarruzu bataetle ilerlemekte idi. Yalnız cebelden ibaret olan topçumuz düşman siperleri üzerine endaht ederek piyademizin ilerlemesini himaye hususunda pek ziyade, amma fevkalâde ziyade çalışmakta idi. Sol cenah kuvvetlerimizin taarruzları da görülmeye başladı. Saat 6.45 evvelde 14'üncü alayın gerisinde bulundurulan 125'inci alayın kısmı küllîsi Merkeztepe istikametinde 14'üncü alaya takrip edilmişti. Sol cenah kuvvetlerimizin daha ciddî taarrruz etmesini, sağ cenah kuvvetlerimizin de taarruzla 14'üncü alaya muavenette bulunmasını emrettim. Fakat saat 10.30 evvele kadar devam eden safhada düşmana pek müessir olmamakta bulunduğumuzu görüyordum."
Bunun üzerine tertibatta birçok teferruata müdahaleye lüzum görmüş. Bu baptaki emirlerinin kumandalara vusulüne kadar, geriden sevkolunan takviye kıt'alarının muharebe cephesine muvasalatına kadar geçen zaman zarfında taarruzlarımızda bir durgunluk peyda olmuş, kumandanlardan bazıları taarruzun tevkifini, yahut hiç olmazsa geceye talikını rica etmekte imişler. Halbuki Mustafa Kemal Bey düşmanın hakikaten büyük bir tazyik karşısında bulunduğunu bildiği için mutlaka taarruza karar veriyor.
- Bu tazyikin mevcut olduğunu ne suretle takdir edebiliyordunuz, efendim.
- Bir defa bulunduğum yer pek müsaitti. Bütün vaziyeti tekmil cüzütam kumandanlarından daha iyi görebiliyordum. Sonra da muhtelif membalardan malûmat alabiliyordum. Meselâ düşman kumandanının "buraya imdat yetiştiriniz" tarzındaki bir telsiz telgrafını mevkii müstahkemde bulunan telsiz telgrafımız kapmış. Bunu bana bildirdilerdi. Binaenaleyh başlanılan taarruza devam etmek lüzumlu idi. Düşmanın imdat kuvvetleri yetişmeden evvel taarruzumuzu kat'î bir neticeye iktiran ettirmek lüzumu aşikârdı. Sonra düşmanı bir an evvel sahillerimizden atma gayet vatanî bir vazife idi.
Maksadımı cüzütam kumandanlarına bildirdim. Bu maksadın tatbiki için askerlerimizin süngüsünden başka güvenilecek hiçbir çare yoktu. Elimde bulunan bütün kuvvetler ileriye yaklaşmış bir halde idi. Bir hücum savletiyle düşman mevzilerine girmeleri için borazanlarla, trampetlerle geriden şiddetli bir hücum emri verdirdim. Saat 4 sonra idi. Umum cephede ileri hareketi canlandı. Bilhassa merkez grubu savletle ilerlemeye başladı. Doğrusu bütün kıt'alarımız şayanı takdir bir surette ilerliyordu.
Gayet itidalle konuşan muhatabımın ağzında "şayanı takdir" terkibinin mühim mânası vardı. Bu terkip benim nazarımda tarifsiz fedakârlıklar, muhayyelesiz kahramanlıklar sahnesi demekti.

- Sonra ne oldu efendim?

Birçok efrat bazı yerlerde düşman siperlerine kadar girmeye muvaffak oldu. Fakat asıl keşif avcı hatlarımız düşman siperlerinin yirmi otuz, hattâ sekiz on metresinde durdu.
Bizim askerlikçe bu mesafede hâlâ muharebenin bitmemiş olması şayanı istiğraptı. Çünkü eski nazariyata göre bu mesafenin pek çok fevkindeki bir mesafede muharebe neticesi taayyün etmiş olmak lâzım gelir. Halbuki düşmanın sebat ve ısrarı, kahraman askerimizin ölümden yılmaması böyle burun buruna gelindikten sonra da daha aylarca müddet pek kanlı muharebe safhaları görmek imkânını muhafaza etmiş oluyor.

Bu muharebe böyle saat dörtte burun buruna gelmekle taarruz durdu. Fakat muharebe olanca şiddetiyle devam ediyordu. Ben kemali ciddiyet ve şiddetle taarruz edilmek, bu taarruz ihtiyat ve istinat kuvvetleriyle iyi takip olunmak şartıyla neticei kat'iyyenin kazanılacağına kaniydim. Ve bu kanaatimde musırdım. Bilhassa düşmana bu kadar yaklaşıldıktan sonra gecenin zulmetinden istifade edilerek düşman siperlerine atılmak pek mümkün olacaktı. Gece yarısına kadar bazı tertibatla iştigal edildi. Sonra bir gece hücuma yapılmasını emrettim. Fakat sabaha kadar cereyan eden ahvale, hâsıl olan vaziyete nazaran düşman mevazii asliyesine girilemediği anlaşıldı.

Yirmi dört saatten beri devam eden muhabere askerin pek ziyade yorgunluğunu mucip olmuştu. Onun için verdiğim bir emirle taarruzu kestim. Fakat kazanılmış olan hattı takhim etmekten, orada mıhlanıp kalmaktan başka vatanı kurtaracak çare yoktu. Binaenaleyh lâzım gelen emri verdim.
Kıymetli bir harp tarihi vesikası olmak üzere Paşadan bu emrin son sözlerini aldım. Diyor ki:

"Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler kat'iyyen bilmelidir ki uhdemize tevdi edilen namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım geri gitmek yoktur. Hâb ü istirahat aramanın bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk âsarı göstermeyeceklerine şüphe yoktur."
Mustafa Kemal Paşa'nın umum Arıburnu kuvvetlerine şamil olan kumandanlığı 4 Mayıs 1331 gününe kadar devam etmiş, bu müddet zarfında cereyan eden vak'alar içinde öyle mevziî mütekabil taarruzlardan başka hiç büyük muharebe yok. Fakat cidden kahramanlık sahneleri var. Meselâ bakınız Paşa ne anlattı:
- Biz ferdi kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz. Yalnız size Bombasırtı vak'asını anlatmadan geçemeyeceğim. Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şayanı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuranı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelimei şahadet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.
Paşa, Arıburnu kumandanlığından ayrılıyordu. Fakat gece olmuştu. Ben de Paşadan ayrılmaya mecburdum! Kendisine pek çok teşekkür ederek, iki gün sonra diğer safhalar hakkında malûmat almak için tekrar ziyaret edeceğimi söyleyerek kahraman elini sıktım.
Bana Kanije müdafil Tiryaki Hasan Paşa ile, yahut Pilevne aslanı Gazi Osman Paşa ile görüşmek mukadder olsaydı bugünkü muhavereden daha fazla mı bir heyecan duyacaktım? 

http://www.kultur.gov.tr/TR,96520/birinci-safha.html

***


ANAFARTALAR KUMANDANI MUSTAFA KEMAL İLE MÜLAKAT


Mustafa Kemal ile Mülakat (Ruşen Eşref - 1930)

İkinci Safha

Paşa yine aynı odada yine aynı sivil lacivert elbise ile oturmuş, önündeki mufassal haritadan son Alman taarruzunu takip etmekle meşguldü. Taarruz istikametlerini, tahmin ettiği neticeleri mesleğine âşık bir asker vuzuh ve samimiyetiyle anlattı. Ve sonra:
- Bugün ikinci safhadan bahsedecektik, öyle değil mi, efendim? dedi. Bu ikinci safha harbin ikinci safhası değil, kumandanın o havalide deruhte ettiği vazifelerden ikincisidir. Bu zamanda, Paşa umum Arıburunu cephesine ait mütalealarda bulunmak salâhiyetini kendinde bulamıyor. Ancak sağ cenahta 19'uncu fırkanın başında bulunduğu sırada cereyan eden en mühim hâdise hakkında, yani 6 Mayısta vukubulan umumî hücum hakkında biraz malûmat verdi. Bu umumî hücumda onun fırkası, karşısındaki düşman mevzilerine girmeye muvaffak olmuş.
- 7 Mayıs, dedi (ve kahvesinden bir yudum olarak, evrakını okuduktan sonra) o günü şöyle hülâsa edebiliriz:
Düşmanın Arıburnu'na kuvvetler çıkardığı görüldü. Bu kuvvetlerden birkaç tabur kadar Arıburnu cephesinin sağ cenah şimalinde bulunan Çataltepe'ye doğru gidiyordu. İcra edilen keşif ve tarassuda nazaran da düşmanın, yine bu civarda, balıkçıadamları şimalişarkîsindeki sırtlarda 100 metrelik küçük bir cephe üzerinde tahkimatı ve askeri görüldü. Benim tahmin edip şimal grubu kumandanlığına arzettiğim gibi civardaki tahkimat evvelâ ufak mıkyasta kanlı muharebeleri intaç etti. Sonra da Anafartalar harekâtı umumîyesinin mebdeini teşkil etti.
8, 9, 10 mayıs günlerinde bizim fırkanın cephesinde mühim hâdiseler olmamıştı. 11'inci günü bir mütareke akdettik. Defni emvat ile uğraşıldı.
12, 13, 14 mayıs günleri de, hattâ 15'te de iş'ara değer bir şey yok...
- Bu durgunluk neden hâsıl oluyor, efendim?
- Çünkü düşman yorgundur. Çok zayiat verdi. Mühim miktarda kırıldı. Ve benim telâkkiyatıma göre artık Arıburnu'nda neticei kat'iyye almaktan sarfınazar ediyor. Ben bu durgunluğu ona hamlediyorum. Mayısın 16'ncı günü benim sol cenahımda bulunan fırka ki o da bizimdir, ihzar olunan birtakım lağımları iştial ettiriyor. Onların iştial etmesiyle beraber düşmana bir baskın hücumu icra ediyor.
17 mayısta işte demin bahsettiğimiz Çataltepe Halit ve Rızatepe denilen yerde kanlı bir muharebe oluyor.
- O tepeye niçin Halit ve Rızatepe denmiş?
Orada Rıza Efendi isminde ve Halit Efendi isminde gayet kahramanca bir hücum icra eden iki zabit şehit olduğu için!...
Bu muharebeden sonra bir aralık benim Arıburnu'na karşı muhafazasını deruhte ettiğim cepheye ilâveten Anafartalar mıntıkası dahilindeki Azmak'a kadar olan parça da tahtı mes'uliyetime verildi. Fakat daha sonra bütün Anafartalar mıntıkası doğrudan doğruya Esat Pş. Hazretlerine merbut olmak üzere Almanyalı Vilmer Bey'in tahtı kumanda ve mes'uliyetine tevdi edildi.
On sekiz de hep o muharebe ile geçiyor.
22'nci günü verilen malûmata göre düşman, cenup grubunda yani Seddülbahir civarında Kirte mıntıkasına şiddetle taarruz etmekte idi. Binaenaleyh cephemizde de ciddi veyahut nümayiş tarzında bir düşman taarruzuna intizar etmek ihtiyata muvafıktı. Hakikatte o gün öğleden evvel bütün fırka cephesi düşmanın top, tüfek, mitralyozları ile şiddetli ateş altına alındı. Düşman taarruzu vaki oldu. Gerçi umum cephede düşman ademi muvaffakiyete duçar edildi. Fakat Bombasırtı'nda iki siperimiz zabt ve işgal etti. 23 mayıs günü biz siperleri istirdat ile geçirdik. Düşman tedbirler sayesinde ve bilhassa 27.nci ve 57.nci kuvvetinin sabaha kadar teksif etmiş ve aleyhimize istimal edecek bir hale getirmişti. Fakat ittihaz olunan tedbirler sayesinde ve bilhassa 27.nci ve 57.nci alayların kumandanlarının, zabitlerinin ve efradının kahramanlıkları sayesinde o siperler içinde bulunan düşman kâmilen itlâf edildi. Bombalarla parça parça berhava oldular. Siperler elimize geçtiği zaman içerleri düşman cesetleriyle ağız ağıza dolu idi. O, müthiş bir şeydi. İngilizlerden bir fert bile kurtulmamıştı.
Bu muharebe cereyan ettiği sırada Kemalyeri'ni teşrif etmiş bulunan Talat Pş. Hazretleriyle İsmail Canbulat ve Doktor Nazım Beyler o gün İngilizlerden iğtinam ettiğimiz maddi muharebe hatıralarına da maliktirler. Kiminde kurşun parçalamış bir İngiliz altını, kiminde ufak tefek nişanlar, dürbün parçaları filân vardır.
-O gün zatiâliniz de Kemalyeri'nde mi bulunuyordunuz?
-Hayır, ben muharebe mahallinde idim. Kendileriyle telefonla görüştük. Bahsettiğim hediyeleri oradan gönderdim.
Düşmanın yalnız bu ufak muharebedeki zayiatı 3000'den fazla tahmin olunmuştu.
24 mayısta düşman yine fırka cephesine taarruz etti. Hattâ ufak bir siperimize de girdi. Fakat neticede kâmilen telef edildi. Yine dışarı atıldılar, mahvoldular.
26 ile 27'de yine bir şey yok 28'de öyle.
29'da düşman 31, 33, 34 numara verdiğimiz siperlere taarruz etti. Fakat çok zayiat vererek koğuldu. Bombasırtı'nda boyun noktasına mücavir olarak 14 nisan günü taarruzdan sonra vücude getirilen bu siperler Arıburnu cephesinde 7-8 metreden 10 ilâ 12 metreye kadar düşmana yakın olan siperlerdi. Bu kurbiyet ve sonra bu siperler üzerindeki hâdiseler diyebiliriz ki, kedilerine bir mevkii mahsus ve bir şöhreti tarihiye temin etmiştir. Bu siperlerin karşısında bulunan düşman siperleri, gerileri Korkuderesi'ne inen bir yarın kenarında inşa edilmiş olmak itibarıyla bir mahiyeti mahsuseyi haizdir. Mezkûr siperlerdeki düşman daima ürkek bir halde idi. Bunun işte numaralarını söylediğimiz siperlerimize karşı faaliyetleri, tecavüzleri, hemen hiçbir gece eksik olmazdı. Üstünden bombalar atılmak, tahtezzemin lağımlar infilâkı ile bu siperlerimiz âdeta bir cehenneme çevrilmekte idi. Tabii karşımızdaki düşman siperleri de hemen aynı halde idi. Düşmanın bombalarından vukua gelecek telefatı tenkis edebilmek maksadıyla bu siperler üzerine kalaslar örttürmüştük. 
Onlar bu kalaslara ikide bir "mayii muhrik şişeler"i atıyorlar, siperlerde yangın tevlit ediyorlardı. Kesif alevler ve dumanlar o siperlerin üstünden hiç ayrılmazdı. Tabii biz oralarda pek çok telefat vermekte idik. Fakat buna rağmen şeci, mütevekkil askerlerimiz bütün bu yangın, lağım, bomba infilâklarına göğüs geriyorlar, şayanı gıpta bir metîn azimle yerlerini muhafaza ediyorlar, düşmana mukabelede bulunuyorlardı. 30, 31'den ve 1 hazirandan 16 hazirana kadar mühim hadiseler yok.
Fakat Mustafa Kemal Paşa 16 haziranda fırkasının sağ cenahında cidden kanlı bir muharebe yapmış. Ve o günden itibaren 24 temmuza kadar fırka cephesinde mühim hâdise olmamış. Yalnız 29 haziranda yine düşman bir kısım cephemize taarruz etmiş ve tartedilmiş. 24 temmuz günü, fırkasının cephesine topçu ateşi başlamış. Bu ateş evvelce mutat dahilindeki derecede imiş. Ancak öğleden sonra şiddetini peyderpey arttırmış. Düşman... inci fırka cephesinde ve Mustafa Kemal Bey'in fırkasının sol cenahında bir taarruz hazırlığı ima eder surette, şiddetli topçu ateşi istimal etmekte imiş. Filhakika hemen arkasından Kanlısırt'ta taarruza geçmiş. Ve teşebbüsünde sühuletle muvaffak olmuş. Muharebe bütün cephe üzerinde, hem de pek şiddetli olmak şartıyla gece dahi devam ediyormuş. Paşanın cephesinin gerisinde, Anafarta mıntıkası dahilinde bulunan Ağıldere civarında sürekli ateşleri işitiliyormuş.
Düşman gece yarısından yarım saat sonra Paşanın fırkasına taarruz eder. Ve tekmil siperlerimizde, hattâ gerilerimizdeki havalilerde vesaitinin azamî derecesini istimal eder: Yağlı paçavralar, tahtezzemin lağım infilâkları, muhtelif nevide bombalar! Kara ve deniz topçuları fırkanın cephesini mütemadiyen sarsmakta imiş.

Saat dakika 1 10 evvelde Mustafa Kemal Bey kıt'alarının nazarı dikkatini şu suretle celbetmiş!

 "Vaziyeti umumiye pek mühimdir. Kumandanlardan, zabitlerden her vakitkinden ziyade fevkalâde intibah ve mesaii fedakârane isterim."
Sonra saat 3.30 evvelde de diğer bir emirle düşmanın bütün teşebbüslerini kıracak teyakkuz lüzumunu tekrar etmiş.
25 temmuz günü saat 4 evvelden itibaren düşman topçusu azamî faaliyetle ateş ediyormuş. Siperlerimizle rahı mesturlarımız da ehemmiyetli bir surette yıkılmaya devam ediyormuş. Saat 4.45 evvelde düşman fırka cephesine hücuma kalkmış. Fakat bütün hücumları askerimizin metaneti sayesinde az bir zaman içinde kâmilen mahvedilmiştir. Düşmanlarımız dehşetli zayiata uğramışlar, hattâ bazı siperlerimize girmeye muvaffak olan kısımları da orada siperler içinde itlâf edilivermişler.
Aynı günde saat beşe doğru düşman sağ cenahımız aleyhine ikinci bir hücum tevcih etmişse de bu da püskürtülmüş. Düşman, hücumlarını pek musırrane bir surette icra etmekte imiş. Paşa gülümseyerek dedi ki: Hattâ zabitlerinin sopalarla efradı sıkıştırarak müteaddit defalar siperlerden çıkarmaya çalıştığı görülüyordu.
-Pek iyi Paşa Hazretleri, düşmanın fırkanız istikametinde bu derece uğraşmaktaki maksadı ne idi?
-Vallahi, diyemeyiz ki düşmanın 19'uncu fırka cephesine yaptığı bu hücumlardan maksadı bir nümayişten yahut da bu cihetteki kuvvetlerimizi tesbit etmek vayahut da Ağıldere cihetinden sevk ve istihdamdan menetmekten ibarettir. Hayır! Bence düşmanın asıl maksadı harekâtı umumiyesinde hedefi kat'î ittihaz ettiği Kocaçimen silsilesine, aynı zamanda 19'uncu fırkayı da geri atmak suretiyle vâsıl olmaktan ibaretti. Fırka cephesinin vaziyeti umumiyeye nazaran haiz olduğu ehemmiyet, "Arıburnu-Kocaçimen", istikametini seddetmesi itibarıyla haiz olduğu ehemmiyet benim tahminimi muhik gösterebilir. Düşman fırkaya yaptığı hücumlara üç dört livadan aşağı kuvvet tahsis etmemişti. İlk hücumda verdiği azîm zayiata rağmen hücumu tecdit etmesi fırka cephesinde takip ettiği gayenin ciddiyetine gayet açık bir delildir. Düşmanın fırka cephesinde ademi muvaffakiyete uğramasının sebebi, sahra obüs bataryalarıyla iki harp gemisinden icra edilen 14, 15 saatlik mütemadî bir bombardıman altında kıt'alarımızın metanetlerini, mevkilerini muhafaza etmelerinden ileri gelmişti. Bunda günlerden beri tahkim ve tarsin edilen siperlerimizin bahşeylediği istifadeyi de unutmayın.

Burada Mühim bir satır başına geçeceğiz.

-Buyrun efendim.
-Fırka cephesine tevcih olunan hücumları size izah ettiğim gibi, gerçi tardedilmişti; fakat fırka için, bütün Arıburnu vaziyeti için daha büyük bir tehlike başgöstermiş oluyordu.
-Bu tehlike ne idi?
-Bu tehlike Ağıldere mıntıkasından Şahinsırt'la Conkbayırı'na ilerlemekte olan düşmandı!
Bu tehditkâr hareket tekmil Arıburnu cephesinin sükutunu intaç edebilecek bir mahiyette idi. Bu istikamete karşı fırka kendi vüs'ü salâhiyeti dairesinde icap eden tedbirleri almıştır. Fakat asıl tedabirle yani umumî noktai nazardan icraat ve tertibatla şimal grubu kumandanlığı ciddî bir surette iştigal etmekte idi.
Paşa bu esnada çıngırağı çaldı. Kapının önündeki mahmuz şıkırtısına yeniden kahveler ısmarladı. Birer sigara daha yaktık.
-Filhakika dedi, mühimce kuvvetlerin zevalden sonra Conkbayırı cephesine tevcih edildiği öğrenilmişti. 26 temmuz günü düşman pek erkenden tasviri pek mümkün olmayan bir şiddetle ilerledi. Gerek Arıburnu cephesindeki obüs ve sahra toplarıyla gerekse denizdeki harp gemileriyle Conkbayırı'nı ateş altına aldı. Bu sırada bazı raporlar aldım ki Conkbayırı vaziyetini pek şayanı memnuniyet olarak tasvir etmiyordu. Bu raporlardan başka erkânı harbiye reisini ve yaveri bizzat Conkbayırı ve şahinsırt civarına gönderdim. Vaziyeti tetkik ettirdim. Vaziyette vahamet muhakkaktı. Düşman Kocaçimen'i ve Şahinsırt'ı işgal etmişti. Kendim de bizzat bulunduğum fırka tarassut mahallinden Conkbayırı'ndaki hücum dalgalarını görüyordum. O istikametten gelen düşman mermileriyle karargâhımdaki zabitlerden yaralananlar vardı. Düşman diğer taraftan Suvla limanında da, onun cenubundaki sahillerden de asker ihraç etmişti. Bir taraftan da taarruz ediyordu.
Bugüne kadar Anafartalar mıntakası, şimal grubu kumandalığına merbuttu. Ve şimal grubu kumandanlığı tarafından idare edilmekte idi. O gün emir ve kumandada bir değişiklik icra edildi. Saros grubu kumandanı Miralay Feyzi Bey'in Conkbayırı ve Kocaçimen'deki kıtaatı da tahtı kumandasına alarak "Anafartalar grubu" namıyla bir grup teşkil olunduğu resmen tebliğ edilmişti. Conkbayırı'ndaki büyük tehlikeyi yakından görüyor ve çok müteessir oluyordum. Onun için şimal grubu kumandanlığına şu tarzda maruzatta bulundum:
Conkbayırı'ndaki vaziyetin henüz şayanı dikkat ve nazik olduğu anlaşılıyor. Bu hususta ordu kumandanının nazarı dikkatlerini ciddi suretle celbe delâlet buyurmanızı selâmeti memleket namına istirham ederim.
Bu anda umum büyük kumandanlarla bir asabiyet mevcuttu. Ordu kumandanı Liman Pş. Hazretleri tarafından Kâzım Bey (eski Samsun Valisi Kâzım Paşa) telefonda benimle görüştü. Mütaleatımı sordu. Vaziyetin nezaketini söyledim, dedim ki: "Daha bir an mevcuttur. Bu anı da ziyaa uğratacak olursak bir felâketi umumîye karşısında kalmaklığımız pek muhtemeldir." Vaziyetin umumîleşmiş olduğunu, Anafartalar'da çıkmış ve çıkmakta olan düşman kuvvetlerini nazarı dikkate almak, ona göre umumî tedbirler ittihaz etmek lâzım geldiğini, sevk ve idareyi tevhit ve temin için bütün kuvvetlerin bir kumanda altında, bilâvasıta bir kumanda altında bulunmasından başka çare kalmadığını söyledim.
26-27 gecesi saat 9.50 sonrada idi ki şimal grubu kumandanı, ordu kumandanı Liman fon Sanders Pş. Hazretleri tarafından Anafartalar grubu kumandanlığına tayin edildiğime dair olan emri tebliğ etti. Aynı emirde, hemen hareket ederek 27 temmuzda icrası emredilmiş olan taarruzu icra etmekliğim de mevcuttu. Bu emir üzerine 27'inci alay kumandanı Şefik Bey'i 19'uncu fırka kumandanlığına tevkil ettim. Yanıma fırka sertabibi Hüseyin Bey'i aldım.
-Niçin?
-Hasta idim çünkü... Yaverim Kâzım Efendi o gün şehit olmuştu. Rasim Efendi isminde diğer bir süvari zabitini de aldım. Dört aydır o yerde, yani ateş hattından 300 metre geride eçsat taaffünatı ile bozulmuş bir hava teneffüs etmekte idim. O gece saat on birde, zindan gibi zifirî karanlıklar içinde oradan çıkınca ilk defa temiz bir hava karşısında bulundum. Fakat bu güzel havayı zulmet ve müphemiyet içinde teneffüs etmek nasip oluyordu.
Hiç ardı arası kesilmeyen hücumların karşısında azmine ufak bir sarsıntı bile gelmeksizin bu zatın uykusuz, havasız yerlerde burnuna kan ve barut kokuları, leş ve ceset kokuları çarpa çarpa, kulağında muhtelif çatırdılar, gümbürtüler yer ede ede nasıl çalıştığına şaşıyordum. Dedim ki:
-Paşa Hazretleri, benim anladığıma göre siz henüz ne düşmanın derecei kuvvetini, ne de başına yeni tayin edildiğiniz bizim kuvvetlerimizi bilmiyorsunuz. Fazla olarak da, dediğiniz gibi, bu zulmet ve müphemiyet içinde meçhullere doğru gidiyorsunuz. Bu kadar ağır bir mes'uliyeti nasıl bir düşünce ile kabul ediyordunuz?
Çünkü ben bu harekette tarife sığmaz, alelâde, hattâ fevkalâde kelimelerle anlatmaya çalıştığımız ruhî haletlerin pek üstünde olan bir şey görüyordum!
-Vakıâ böyle bir mes'uliyeti deruhde etmek, takdir buyurduğunuz gibi, basit bir keyfiyet değildir. Fakat ben, vatanım mahvolduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için kemali iftiharla bu mes'uliyeti deruhde ettim. Ve hemen saatlerce mesafe uzakta bulunan Çamlıtekke karargâhına hayvanla hareket ettim. İşte bu suretle benim Arıburnu ile olan kumanda münasebetim nihayete ermiş oluyor.
Bu ifadelerin ruhunuza verdiği temiz ve ulvî tesiri anlamak için o mert, pervasız sesi kulaklarınız benim gibi duymalı idi. Gözleriniz, onun mavi gözlerindeki kuvvetli parıltıyı görmeli, azimkâr asker çehresindeki mânayı okumalı idi. İçinde, dram sahnelerindeki kahramanlarına müelliflerinin iare ettiği büyük, gürültülü kemiler olmayan o kuvvetli cümleler! Ben onları günlerce hatıramda sakladım. Bu genç adama karşı bir meclûbiyet hissettim.
Bu memuriyetinden ayrılırken orada bulunan silâh arkadaşlarına karşı ne türlü hisler perverde ettiğini sordum. Mukadderatımızla sıkı sıkıya alâkadar olan bu muharebeler esnasında bütün ordunun, küçük neferden, büyük kumandana kadar vazifesini ne suretle telâkki, ne suretle ifa ettiğini bilmek istiyordum.
İşte Mustafa Kemal Paşa'nın cevapları:
-İngilizler, Arıburnu ihracında, bu cephedeki muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti, metaneti, cengâverane meziyetleri fevkalâde bir lisanı takdirle yâd ve ilan etmektedirler. Fakat düşünün ki bütün muharebe vesaitiyle mükemmel surette mücehhez olarak büyük bir inat ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız yine o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyatı vatanperverane ve dinîyeleriyle, şecaati mahsusai milliyeleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı payitaht kapılarını muhafaza etmekle cidden şayanı iftihar bir mevki kazanmışlardır. Kumanda eğitim bilûmum kıt'aların zabitanını ve efradını birer birer takdir ederim. Bu ulvî maksat uğrunda canlarını kahramanca feda eden mukaddes şehitlerimizi derin ve ebedî bir hürmetle yâdederim.

http://www.kultur.gov.tr/TR,96521/ikinci-safha.html

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***