Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2018 Çarşamba

Militan Demokrasi

Militan Demokrasi,



Ali Özsoy*

Militan Demokrasi


* İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan eseri "Militan Demokrasi", son yıllarda Türkiye'yi meşgul eden siyasi tartışmaların bir tarafı olarak önemli bir belge niteliğinde. Kitap Vural Savaş'ın çeşitli konuşmaları, makaleleri, Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatma davaları, Tayyip Erdoğan davasıyla ilgili iddianameleri ve Vural Savaş'ın seçtiği bazı makaleleri içeriyor.

Her kitap tarihe atılmış bir imza olarak algılanabilir. Özellikle 28 Şubat'tan beri Türkiye'ye hakim olmuş belli başlı polemik konularının ilk defa gazete köşelerinden çıkıp, taraflardan birinin düzenli ve açık bir fikir manifestosuna dönüşmesinin örneği bu kitap.

Nedir bu taraflar? İlk başta Refah-Yol hükümeti ve ona karşı olmak olarak adlandırılan kutuplaşma daha sonra pek çok bulanık ve yer yer yanlış sıfatlarla nitelendirildi. Tartışma ve siyasi çekişmeler "Askerler mi, siviller mi? Demokrasi mi, laiklik mi? Demokrasi mi, Cumhuriyet mi? Laiklik mi, vicdan özgürlüğü mü?" gibi gerçekliğin yalnızca bir tarafını, çoğunlukla da en yüzeysel yanını yansıtan ayrımlarla ifade edildi. Aslında birbirinden çok farklı olmayan ve çoğunlukla da birbirinin olmazsa olmaz tamamlayıcıları olan kavramlar, son yıllarda birbirinin zıttı ve yok edicileri gibi çeşitli siyasi odaklarca silahlaştırıldı lar.

Vural Savaş, başından itibaren bu tartışma ve çekişmelerin tam ortasında bulunan biri. 28 Şubat'la başlayan süreçte Genelkurmay Başkanı kadar tarihi rollere imza attı. Ve kendisinin de kitabında belirttiği gibi Türkiye'deki laiklik ve cumhuriyet mücadelelerinde "tarafsız" bir hukuk adamı olarak değil, Atatürk'ün belirttiği anlamda Cumhuriyet'ten yana "taraflı" bir hukuk adamı olarak yer aldı.

Kitap, gericiliğe karşı bir hukuk mücadelesinin ürünü. Bu mücadelenin içinden Vural Savaş, Türkiye'de bugün varolan iki esas ideolojik kutuplaşmanın birinin sözcüsü olarak çıkıyor. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, vicdan özgürlüğü gibi tüm kavramların, bütünlüklü bir kavrayışla sentezini oluşturmak için ortaya çıkarılmış bir eser diyebiliriz kitap için. Tüm bu kavramları tamamen farklı bir bakış açısıyla kaynaştırıp, Vural Savaş'ın durduğu noktanın tam zıddına ulaşanlar ve Türkiye'deki ikinci esas ideolojik kutuplaşmayı oluşturanlar da var. Bu kutup neo-liberal, ikinci cumhuriyeçi olarak adlandırılabilir. Sonuçta, adeta kavramlar üzerine bir savaş veriliyor. Kimse kavramları karşı tarafa bırakmak istemiyor.

Elbette bu savaş, bilimsellikten ve düşünsel tutarlılıktan sık sık sapabiliyor. Ancak Vural Savaş'ın kitabı bilimsel ve hukuksal açıdan önemli bir düzeyi ve tutarlılığı yakalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Uluşılan nokta ise: "Militan Demokrasi" kavramı. Bu kavram Vural Savaş'ın kendi buluşu olmadığı gibi Türkiye'de siyaset ve yönetimde önemli bir çevrenin gittikçe rejim tarifi olarak daha sık kullandıkları bir adlandırma. Sonuç: laiklik, ulusal bütünlük, cumhuriyetten asla ödün vermeyen, ulusal bağımsızlık konusunda daha duyarlı ve tüm bu hassasiyetler üzerinde kurulu bir demokrasi anlayışı. Şüphesiz bu anlayış kendi kendine birden ortaya çıkmadı. Türkiye'nin karşılaştığı gericilik, bölünme ve sömürgeleşme gibi tehlikeler son yıllarda bu kadar yoğunlaşmasıydı böyle bir rejim tarifine de gerek kalmayacaktı. Türkiye'ye ve halkımıza yönelik tüm bu tehlikeler sonuçta, kendi içinden çıktığı rejim için dahi önemli birer tehlikeye dönüştü. Cumhuriyet'in devrimci yıllarından bu yana uzun süredir belki de ilk defa rejimin savunulması adına ilerici bir tavır ortaya çıktı. 

Vural Savaş bu ilerici ve Cumhuriyetçi tavrın en keskin örneği. Düşüncelerini bu yüzden enine boyuna ele almamız ve tartışmamız gerekli. 

Militan Demokrasi Terimi

"Militan demokrasi" terimi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkıyor. Almanya'da Nazi partisinin, İtalya'da Faşist partinin demokrasiyi kullanarak güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri Avrupa ülkelerinde ve özellikle Almanya'da mücadeleci, kavgacı, militan olarak adlandırılabilecek bir demokrasi anlayışının yerleşmesine sebep oluyor. Almanya'nın Bonn Anayasası 21. maddede "Streitbare Demokratie" terimiyle bu anlayışı vurguluyor. 

"Militan demokrasi", demokrasinin kendini sürekli olarak düşmanlarına karşı aktif olarak koruması anlamına geliyor. Demokrasiyi tehlikeye atabilecek her türlü düşünce, eylem, örgütlenme veya partinin gerekirse daha tehlikeli hale geçmeden hatta eyleme dahi geçmeden engellenmesi, cezalandırılması demokratik rejimin hakkı olarak görülüyor.

"Ateşe ateşle mukabele" militan demokrasinin rejim düşmanlarıyla mücadele tarzı. Kavramın kendisinin ve uygulamalarının 2. Dünya Savaşı'nda tek parti diktatörlüğü ve faşist rejim deneyimi geçirmiş ülkelerde daha anlamlı olduğu kuşkusuz. Vural Savaş özellikle son 50 yılda militan demokrasi anlayışının klasik liberalizmin gittikçe daha çok yerini aldığını iddia ediyor.

"Demokrasilerde parti kapatılır mı?" tartışmalarına Vural Savaş, Avrupa ve Amerika'da süren militan demokrasi tartışmalarıyla katılıyor. Savaş'ın, pek çok örnek ile gösterdiği gibi ister "militan" olsun ister olmasın kendini demokrasi olarak nitelendiren ve çok partili parlamenter hayata sahip pek çok ülkenin partileri kapatabildiği veya yasal yollarla faaliyetlerini kısıtlayabildiğini, bir düşüncenin veya düşünce akımının cezalandırılabildiğini görebiliyoruz.

Aslında demokrasilerde parti kapatılmaz fikri her zaman boş bir polemik olarak kaldı. Belli ülkelerde şu anda parti yasaklarının olmaması bunun geçmişte hiç olmadığı veya gelecekte hiç olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu tür sorunlar toplumsal, siyasi ve ekonomik çelişmelerin derinleştiği ülkelerde her zaman ortaya çıkabiliyor. O ülkenin kendini demokratik olarak adlandırıp adlandırmaması bu gerçeği değiştirmiyor. Kitap verdiği onlarca örnekle bunu kanıtlıyor. Almanya'da Komünist Parti'nin (KPD) ve aşırı sağcı SRP partisinin 1950'lerde kapatılması, ABD'de Amerikan Komünist Partisi'nin kapatılması ve üyelerinin uğradığı baskılar, İngiltere'de IRA yanlısı Sinn Fein partisine yönelik halen devam eden kısıtlamalar, İtalya'da faşist parti yasakları... 

Son yıllarda ülkemizde yaratılan liberal batı demokrasileri fetişizmini ve bu fetişizmin hayat bulduğu hayaller dünyasını yıkmak aslında gerçek hayata biraz olsun bakınca çok kolay. Demokrasi, diğer bütün rejimler gibi sonuçta bir devlet yönetim biçimi ve tamamen tarihsel ve ekonomik şartlara dayalı sürekli değişebilen, gerektiğinde devletin bütün otoriterliğini hem iç hem de dış "düşmanlara" karşı gösterebilen bir rejim. 

Demokrasiyi herkesin baştan belirlenmiş belli, çok adil kurallara uyarak oynadığı şirin bir oyun zannedenler ya hiç bir tarih ve toplumbilim bilgisine sahip olmayan kişilerdir ya da basbayağı iki yüzlü bir tavırla demokrasiyi herkesi uyutmak için sihirli bir tılsım gibi kullanmak isteyenlerdir. Demokrasiler yalnızca Türkiye gibi azgelişmiş ve toplumsal dengeleri hassas ülkelerde değil, en eski demokrasi deneyimine sahip ülkelerde dahi büyük çalkantılara uğrayabilir. Hatta çağımızın en antidemokratik deneyimlerinin günümüzün "demokratik Batısında" yaşandığı yakın geçmişin gösterdiği açık bir gerçek.

Aslında Vural Savaş ne Refah ne de Fazilet Partisi kapatma davaları iddanemelerinde bu polemiklere girmek zorunda değil. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yasaları hem başsavcılara hem de mahkemelere zaten parti kapatmak için gerekli yetkileri vermiş durumda. Ancak Vural Savaş bu davaların güncel ve siyasi değerinin farkında. Bu davalar sadece iç politika değil, bir dış politika meselesi haline bile gelmiş durumda. Dolayısıyla kanunları ve anayasayı savunurken başsavcı, meşru zeminini güçlendirebilmek için güncel ve tarihi polemiklere girmekten hiç sakınmamış. 

Şekilci demokrasi anlayışının sık sık demokrasinin özünden uzaklaşıp "Demokrasilerde parti mi kapatılırmış?", "Demokrasilerde düşünceye sınır mı olurmuş?", "Demokrasilerde vicdan özgürlüğü nasıl sınırlanabilir?" gibi itirazlarının çürütülmesi, Vural Savaş'ın verdiği gerçekçi örneklerle kitabın başından itibaren başlıyor. Savaş'a göre demokrasi bir "hoşgörü" rejimi ve bu hoşgörü ortamını zedeleyebilecek her olgu demokrasiye aykırı olduğu için yasaklara tabi tutulabilir.

Buraya kadar herşey doğru. Gerçekten de demokrasilerde yasak da olur parti de kapatılır. Hatta demokrasiler soylulara ve ruhban sınıflarına yasak hatta şiddet uygulayarak ortaya çıkmıştır. Ancak "rejimi ve demokrasiyi" korumak pahasına konan her yasak ve her parti kapatma olayı gerçekten "demokratik" ve haklı mıdır? İşte bu nokta tartışılabilir. Vural Savaş, demokrasiye şekilsel bakış açısını eleştirebilmek için hukuka, hukuk devleti kavramına ve tarihe sarılıyor, ama tarihteki her yasak ve parti kapatma olayını kendi görüşlerine dayanak olarak aldığı için başka bir şekilselliğin, hukuki şekilciliğin tehlikeli alanlarına giriyor, tarihsel bakış açısından uzaklaşabiliyor

Demokrasi ve Laiklik

Ülkemizde son yıllarda en çok yürütülen demagojilerden biri demokrasi ve laikliği birbiri ile çelişen kavramlar olarak sunmak. Demokrasi geliştikçe laikliğe gerek kalmayacığını ileri sürmek. Bu yalnızca şeriatçı çevrelerin ucuz bir siyasi söylemi olarak kalmıyor, liberallerce allanıp pullanıp çok ciddi akademik bir tezmişcesine ortaya konuluyor. Laikliğin ileri Batı ülkelerinde vicdan özgürlüğünden ibaret olduğu, zaten tersinin de olamayacağı çünkü demokrasinin özgürlükler rejimi olduğu bu tezin temel dayanağı.

Burada hem demokrasi hem de laiklik kavramlarının anlamı ve tarihsel gelişimleri üzerine bir aldatmaca söz konusu. Demokrasi, tek başına özgürlükler rejimi olarak adlandırılamaz. Hatta demokrasi aynı zamanda özgürlüklerin kısıtlanması ve dengelenmesi rejimidir. Zaten demokrasi önce kiliselerin sonra da kralların özgürlüklerinin kısıtlanması, sık sık da tamamen ortadan kaldrılmasıyla ortaya çıktı. 

Kapitalizm üzerine gelişen demokrasi, kendi içinde de pek çok kısıtlamalar ve dengelere sahiptir. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge aynı zamanda her birinin yetkilerinin kısıtlanmasına dayanır. Bireyin vicdan ve fikir özgürlüğü dahil her türlü özgürlüğü de ancak onu ifade edebileceği demokratik bir kamu alanında anlam kazanabileceğine göre, kamusal alanda kanunlar ve uyguluyacıları aracılığıyla sınırlanır. Bu sınırlamalar bireylerle de sınırlı kalmaz bireylerin oluşturduğu parti, dernek gibi örgütler için de geçerlidir.

Demokrasinin gerçekleştiği ülkenin tarihi gelişimi, toplumsal-ekonomik sistemi, sınıfların ve siyasi partiler arasındaki güç dengeleri elbetteki özgürlükler üzerindeki sınırlamaların niteliği ve niceliğini değiştirir. Fakat bu o ülke de demokrasinin varlığını ortadan kaldırmaz. 

Ancak tabi ki demokrasinin olmazsa olmazları da vardır. Laiklik bunlardan biridir. Laiklik düşünüldüğü gibi yalnızca vicdan özgürlüğünün sağlanması, düzenlenmesi (ve bir yandan da kısıtlanması) olarak ortaya çıkmamıştır. Hatta laiklik bireysel vicdani tartışmalardan çok, siyasi toplumsal mücadelelerden ortaya çıkmış bir kavramdır. Vural Savaş, laikliğin tarihsel gelişimini ve demokrasinin gelişiminde oynadığı önemli rölü Lord Acton'dan yaptığı alıntılarla vurguluyor. Devletin kiliseye ve onun egemenliğine karşı vermiş olduğu mücadelenin ürünü olan laiklik, dolaysız olarak milletin egemenliği haricindeki her türlü kişisel ve tanrısal egemenliğe karşı savaşmanın kurumsal ve fikirsel birikimini yaratmıştır. Bu da krallıkların devrilmesine, cumhuriyetlerin ve parlamenter rejimlerin kurulmasına yol açmıştır.

Laiklik, aslında ilahi egemenliğe ve dine karşı halkın örgütlenebilme ve iktidar sahibi olabilme hakkıdır. Dolayısıyla laiklik demokrasinin ne karşıtı ne de tamamlayıcısı. Tersine demokrasinin en temelinde yatan taşlarından biri. Demokrasinin varolabilmek için yarattığı ilk kurumsal ve kavramsal mevzilerden biri. Vural Savaş bu nokta üzerinde duruyor. Laikliğin demokrasinin teminatı olduğu sık sık vurgulanıyor. Ülkemizdeki demokratik gelişmelerin sık sık laiklik karşıtı gerici hareketlerle sekteye uğratıldığı belirtiliyor.

Laiklik ile demokrasi doğru ve bilimsel bir temelde birleştiriliyor.

"Ülkemizde, tam ve mükemmel olmasa dahi demokrasiyi getiren rejim laik cumhuriyet rejimi olmuştur. Laik cumhuriyet yokedildiği takdirde demokrasi de, belki de bir daha gelmemek üzere gidecektir."

Laikliğin ve cumhuriyetin demokrasi için anlamı yerli yerine oturtuluyor ama Vural Savaş'ın sözlerindeki bir ifade de gözden kaçmıyor. "Tam ve mükemmel olmasa dahi..." Bu sözlerde bir gerçek olmasının yanında demokrasinin geleceğine ilişkin değil daha çok geçmişte elde edilmiş değerlerinin korunmasına (şüphesi geleceğimiz için bu da çok önemli ama yeterli değil) ilişkin oldukları da şimdilik not etmemiz gereken başka bir gerçek.

Gericiliğe Demokrasi Yok!

Vural Savaş'ın mücadelesinde güç aldığı gerçek nedir? Bunun Avrupa'da yürüyen "klasik liberal demokrasi mi yoksa militan demokrasi mi" tartışmalarında bir tarafı tutumaktan çok farklı olduğu açık.

Türkiye'nin demokrasi tarihindeki en önemli atılım 1923'te kurulan Cumhuriyet'in, peşi sıra gelen devrimlerin ve yaratmaya çalışılan çağdaş toplum için oluşturulan laik ve demokratik yapının ürünü olduğu açık. 

Vural Savaş bu konuda kendini açıkça ve korkusuzca taraf ilan ediyor. Çünkü demokrasinin ve Cumhuriyet'in gericiliğe karşı tarafsız kalmak gibi bir durumu olamaz. Halkın aydınlanması, örgütlenmesi, kendi egemenliğini pekiştirmesi irticayla çatışan bir sürecin ürünü.

Vural Savaş, Atatürk'ün demokrasisini "militan demokrasi" olarak nitelendiriyor. Burada kavramsal bir tartışmaya girmenin ve Alman Anyasası'nın 21. maddesiyle Atatürk dönemi anayasaları karşılaştırmanın pek bir anlamı olacağını sanmıyoruz. Atatürk'ün dönemindeki devrimci iktidar, doğru yanlış pek çok tamlamaya layık görüldü. Bir yenisini de Vural Savaş eklemiş oluyor. Ama buradaki gerçek anlam şudur: Türkiye yargısının ve hukuk adamının yıllar sonra yeniden Cumhuriyet ve demokrasi düşmanlarına, gericiliğe, karşıdevrime ve irticaya karşı bir savaş başlattığı görülüyor. 

Vural Savaş M. Kemal Atatürk'ten yaptığı alıntıyla (9 Ekim 1925) "gericiliğe özgürlük yok" diyen bu yeni anlayışı şöyle özetliyor:

"Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüklerinden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.

Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcıların kendilerini herhangi bir taraf sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir.

Kamu hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyet Savcısı için övünülecek bir konu olamıyacağını hatırlatmak isterim."

Şeriat Demokratik Midir?

Vural Savaş, hem Refah Partisi hem de Fazilet Partisi kapatma davalarında din ve çağdaş cumhuriyet ilişkisini detaylı olarak inceliyor.

Özellikle şeriatçı çevrelerin kendi yorumları Kuran'dan ayetler ve açıklamaları ve İslam hukukuna dayanılarak, şeriatın demokrasiyle çeliştiği, çağdaş ve laik bir ülkenin hukuk sisteminin dine ne dayalı olabileceği ne de oradan destek alabileceği vurgulanıyor.

İslam'ın cihad, düşünce, inanç ve vicdan özgürlüğü, kadın hakları gibi konulardaki düşüncelerinin laik, demokratik, hukuk devletiyle asla bağdaşamayacağı vurgulanıyor. İddianame, Refah Partisi ve Fazilet Partisi'ne yönelik kuru bir "dininimizi kullanıyorlar" eleştirisinden sıyrılıyor, dine ve şeriata tarihsel, aydınlanmacı bir bakış açısıyla gerici ideolojinin mahkum edilmesi üzerine kuruluyor.

Parti kapatma davalarındaki iddanamelerin hukuki yönünün yanında siyasi ve ideolojik boyutu açıkça yer alıyor. Bu olumsuz değil tersine olumlu bir yan. Şeriatçı partiye karşı tavır prosedürlere uymamalarından değil, Cumhuriyet ve laiklikten yana tavizsiz tavırdan kaynaklanmalı. 

Batı ve Türkiye

Kitabın içerdiği geniş örnekler dizisi Amerika tipi laiklik, Avrupa tipi laiklik, Faransa tipi laiklik, Türkiye tipi laiklik gibi bir yığın gereksiz tartışmayı da boşa çıkarıyor.

Tıpkı demokrasi ve cumhuriyet gibi laiklik de varolduğu ülkenin öznel koşullarına ve tarihi gelişimine göre kurumları ve uygulamalarıyla çok çeşitli şekiller alabiliyor. Ancak özde değişmeyen bir ilke her zaman için mevcut. Laikliğin değişmeyen şartı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, yani dünyaya aklın ve bilimin hükmetmesi, inanç ve dinin ise bireysel vicdanla sınırlandırılması. Bu aynı zamanda dinin, hukuk, bilim ve aklın egemenliği altına alınması demek oluyor.

Bu bağlamda din özgürlüğünün uğradığı sayısız kısıtlama laikliğin olağan bir yönü olarak her ülkede görülebiliyor. Amerika'dan İsviçre'ye, Fransa'dan İngiltere'ye sayısız uygulamalar anayasal ilkelerin ve laikliğin pek çok dinin inanç, ibadet, davranışı sınırlandırabileceğini gösteriyor. Hukuk devleti ve anayasanın korunması gerektiği durumlarda parlamentoların aldığı kararlar bile anayasaya ve laikliğe aykırılıktan iptal edilebiliyor. 

Türkiye'nin buradaki tek ayrıcalıklı konumu, irticanın ve laikliğin çok daha güncel meseleler olması, siyasi partilerin ve parlamentonun çok daha sık anayasayı ihlale kalkışmaları, dolayısıyla yargıyla, yasama ve yürütmenin çok daha sık çatışması. 

Vural Savaş, Batı’daki uygulamaları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) verdiği kararları ortaya koyarken Avrupa ve Amerika'nın sık sık çifte standart uygulayarak Türkiye'ye bu konularda baskı yapmasını da eleştiriyor. Kitaptaki dava iddianamesi veya mütalası gibi resmi yazılarda laiklik uygulamalarına Batı’dan sık sık örnekler verilirken, panel konuşmaları, makaleler gibi bölümlerde ise Avrupa Birliği ve Amerika'ya karşı tepkisel ve bağımsızlıkçı bir yaklaşımın hakim olduğu görülüyor.

Vural Savaş, yaptığı çağdaşlık tanımıyla da Avrupa'yla ilgili Kemalist kesimlere genel olarak hakim olan görüşlere benzer görüşleri dile getiriyor. Çağdaşlık eşittir demokrasi, cumhuriyet, laiklik olarak görülüyor. Bu değerlerin beşiği ve bugün de geçerli oldukları yer olarak Batı bir örnek olarak alınıyor. Ancak Batı'nın ve Avrupa'nın dayatmalarının çağdaşlıktan gittikçe uzaklaştırıp bağımsızlığımızı yıpratacağı vurgulanıyor. Dolayısıyla bugün AB'nin istekleri doğrultusunda girilen sürece karşı çıkılıyor. Batı’ya rağmen çağdaşlaşıp, sonra kendi şartlarımızla AB'ye girmeye çalışalım fikri ön plana çıkartılıyor. 

Demokrasiye Şekilci Bakış Açısı

Nasıl bir demokrasi istiyoruz? Ya da demokrasi nedir?

Türkiye'ye yaklaşık yarım asırdır hakim olan egemen güçlerin çok işine gelen şekilci bir demokrasi anlayışı demokrasiye en çok zarar veren siyasi çizgi.

Bu anlayış Türkiye'de güç dengeleri ve konumlanışların kendi lehine olduğunu ama bunun değişebileceğinin farkında. Dolayısıyla bugün varolan mevzilerini koruyabilmek için sahte bir demokrasi şiarının yükseltildiğini görüyoruz.

Türkiye'de bugünkü konumlarını tamamen ordunun siyasete karışması ve darbeleri sayesinde edinmiş olan bazı egemen ekonomik ve siyasi güçler, yine bu konumlarını pekiştirmek pahasına "sivilliğin" demokrasinin en önemli şartı olduğunu savunuyor. Gericilerin cirit attığı parlamento demokrasinin kalesi olarak ilan ediliyor...

Bunların hepsi siyasi gerçekler. Ama bir de genel bir gerçek var. O da şu: Demokrasiyi varolduğu ekonomik, soysal sistemden ve tarihi koşullardan soyutlayarak, özünden koparmak, onu yalnızca parlamentarizm, sivillik, gibi kavramların varlığına indirgemek demokrasinin gerçek hizmet etmesi gereken amaçtan, yani halkın örgütlenmesi, bilinçlenmesi ve kendi kendini yönetmesinden tamamen koparır. 

Zaten demokrasi kendi başına egemenlikleri, baskıyı, ayrıcalıkları ortadan kaldıramaz. Çünkü demokrasi adil bir ekonomik ve sosyal sistemle varolacak diye bir şart yoktur. Özellikle Türkiye gibi ağır sömürünün, gelir dağılımı dengesizliğinin varolduğu bir ülkede herşeyin şekilci bazı demokratik kurumların işleyişiyle düzeleceğini iddia etmek, aslında egemenlerin daha egemen olarak köşe başlarında ve iktidarda kalabilmelerinin sağlanabilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla toplum gittikçe daha çok yoksulluğun, gericiliğin ve antidemokrasinin kucağına "demokrasi" yoluyla gittikçe itilir. 

Şekilci demokratların sık sık yineledikleri bireysel özgürlükler ve demokratik haklar somutta karşımıza rantçı ve tekelci işadamlarının sınırsız özgürlüğü, gerici yobazların lakiklik pahasına genişleyen özgürlüğü olarak çıkıyor.

Hukukun Siyasiliği ve Şekilciliği

Vural Savaş bu şekilci demokrasi anlayışına laiklik ve demokrasinin ayrılmazlığından yola çıkarak karşı çıkıyor. "Herşey bireyin özgürlüğü ve demokratik hakları için" diyen ve aslında bir azınlığın gittikçe artan diktatörlüğüne karşı şöyle bir formül ile karşı çıkıyor:

Kamu çıkarı ile bireyin çıkarı çakıştığı anda kamu, bireyin özgürlüklerini kısıtlar. Bu militan demokrasi anlayışının bir nevi özeti. 

Kuşkusuz bu anlayış ülkemizde cumhuriyeti ve devrimleri yıkıma uğratan birinci anlayışın karşıdevrimciliğine karşı önemli bir güç odağı oluşturuyor. Ama içinde zaaflar da barındırıyor. 

Kamunun çıkarı nedir? Bireysel çıkarla nerede ayrışır? Nasıl ona üstün gelir? Bunlar muğlak kalabilir. Kamu çıkarını belirleyecek olan nedir? Vural Savaş açısından bu, hukuk, anayasa, ulusal ve uluslararası kanunlar gibi gözüküyor. Dolayısıyla laiklik ve cumhuriyetin demokrasiyle çelişir gibi gözüktüğü yerde devreye militan demokrasi anlayışı giriyor ve problemi çözüyor. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki, "demokrasi demokrasiyi koruyan rejimdir" gibi durağan ve kendini yenileyemeyen bir demokrasi tanımı gerçekleşiyor. 

Burada hukukun siyasiliği ve hatta siyasete tabi olduğu gözden kaçırılıyor. Vural Savaş, pek çok ülkede parti kapatmalarını örnek verirken bunların önemli bir kısmının tamamen haksız bir zeminde ve anti demokratik güçlerce gerçekleştirildiğini gözden kaçırıyor. 

1939-1940'larda Fransa ve İsviçre'de KP'lerin yasaklanmasının faşizmin ve Hitler saldırganlığının yükseldiği bir dönemde gerçekleşmesi nasıl gözden kaçırılabilir. 1950'ler Amerikası'nda McCarthycilik ve Komünist Parti'ye uygulanan baskılar, yüzbinlerce Amerikan vatandaşının anayasal haklarının tamamen hukuk dışı bir şekilde ellerinden alınması ne militan ne de militan olmayan demokrasiyle açıklanamaz. Soğuk Savaş'ın ve dünya çapında Amerikan müdaheleciliğinin gerçekliği bütün hukuki terimleri ezip geçiyor. Almanya'da uygulanan antiterör yöntemlerinin acaba Türkiye'ye örnek mi olması gerekir? Yoksa bu "demokratik" ülkelerin demokrasi konusunda iki yüzlülüğünün bir ibret belgesi mi? İtalya'da Gladio'ya karşı hukukun mücadelesini öven Vural Savaş, yine hukukun ve demokrasinin teröre karşı üstünlüğü adına Galdio'nun temelinde yatan kontrgerilla teorisinin üretici ve uygulayıcılarından J.F. Kennedy'nin terörle nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair sözlerine göndermelerde bulunabiliyor.

Tüm bu örnekleri kendi tarihsel şartlarından kopararak bugün gerici partinin kapatılmasıyla karşılaştırmak ve tarihsel dayanak olarak görmek demokrasi anlayışında başka bir şekilciliğin kapılarını açıyor.

Hukukun tarafsızlığı ve üstünlüğüne bu körü körüne inanç uluslararası hukuk ve self-determinasyon konusunda en uç ve yanlış noktaya ulaşıyor. En haklı ulusal mücadelelerin hatta işgal altındaki bir ülkenin halkının bile ulusal kurtuluş için şiddet kullanılması uluslarası hukuk açısından, dolasıyla Vural Savaş için “terör” sınıflandırmasına giriyor. Bu anlayışa göre “uluslararası hukuk” ve antlaşmalara karşı ayaklanıp bunları yırtıp atan dünyanın ilk ulusal bağımsızlık savaşı olan Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı bile terörist olarak nitelendirilebilir. Hukuğun en adaletsiz durumların ve en meşru terörizmin aracı olabileceğinin en güncel örneği olarak ise, onbinlerce Filistinli’nin kanı üzerinde yükselen İsrail işgalciliği gösterilebilir. Bir çocuğun attığı taş arkasına hukuki dayanak bulamadığı için terör aracı olurken, İsrail’in sivillerin üstüne attığı bombalar yasal sayılabilir. 

Vural Savaş, tarihselliğe yaklaştığı noktada bu yanılgılardan uzaklaşıyor. Nitekim 1950'lerde Almanya'da yasaklanan KPD'nin bugün aynı program ve ideolojiyle varolabilmesi, Almanya'da radikallerin somut bir tehlike oluşturmamasına bağlanabilmekte. Demek ki herşey hukukun işleyişi ve demokrasinin kendini otomatikman korumasıyla ilgili değil. Siyasi konjonktür, pek çok yanlı hukuki süreci de beraberinde getiriyor. Almanya'ya gitmeye gerek yok. 10 yıl önce aynı yasalarla, aynı gerici partileri kapatacak gücü Türk yargısı kendinde bulamazken, siyasi dengelerdeki değişiklik bunu bugün mümkün kılıyor.

Militan demokrasinin Türkiye'de uygulanabilmesi için ise Vural Savaş şu önlemleri öneriyor: Terörle mücadelede İngiltere ve Almanya'da olduğu gibi medyaya sansür uygulamaları, cumhuriyet karşıtı eylemleri ve örgütlenmeleri engelleyebilmek için telefonların dinlenebilmesi için hukuki düzenlemeler, cezaevlerinin yeniden düzenlenmesi, seçim siteminin değiştirilmesi, 163. maddenin geri getirilmesi... 

Acaba tüm bunların ve benzeri uygulamaların gerçekleşmesi Türkiye'de laiklik, cumhuriyet ve demokrasi üzerine tehlikeleri engeleyebilecek midir? Hiç sanmıyoruz. Sadece hukuki önlemlerle şeriatın, gericiliğin, göğüslenmesi mümkün olsaydı, Türkiye bu noktaya hiç gelmezdi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kanunları zaten laiklik için yeteri kadar güvenceyi içeriyor.

Aslına bakılırsa Türkiye'de gericiliğin bu kadar yaygınlaşmasının baş sorumlusu da militan demokrasinin sürekli yasaklayacağı veya baskı altında tutacağı radikal dinci parti de değil. Militan demokrasiye son derece hukuki gözükebilecek ANAP, DYP, AP, DP gibi merkez sağ partiler, hatta devletin kendi bürokrasisi gericiliğe bir takım ekonomik ve siyasi çıkarlar karşılığı büyüyeceği sıcak yuvayı sağladılar. 

Bugün militan demokrasi anlayışını ve laikliği savunan pek çok çevrenin bile Kanun Hükmünde Kararnameler tartışmasında KHK'lerin göründüğü gibi gericiliğe vurmayacağını, MHP gibi aşırı sağ ve merkez sağ partilerin çıkarlarına hizmet edebileceğini görebildiğini ve hukukun doğru ellerde ve doğru tarzda uygulanması gerektiğini teslim ettiğine tanık oluyoruz.

Türkiye'de gericiliğin kaynağının hukuki zaaflar ve aymazlıklar değil, derin ekonomik problemler ve sistem sorunları olduğu açık.

Türkiye'de Demokrasi Sorunu ve Halkın Örgütlenmesi

Vural Savaş'ın gericiliğe, bölünme tehlikesine ve sömürgeleşmeye karşı aldığı tavırlar son derece yerinde ve ileri tavırlar. Ama Türkiye'nin geleceğine dair her problemin çözümünü militan demokraside görebilir miyiz, bu kuşkulu.

Formulü kamunun çıkarının ve hukukun bireyin çıkarından üstün olması şeklinde değil, halkın çıkarlarının, ilericiliğin, halkın gerçek demokratik haklarının şekilci ve çarpık demokrasiye üstün olması şeklinde kurmaktan yanayız. 

Demokrasi, devrimci bir bakış açısıyla ele alındığında çok yönlü bir süreç olarak karşımıza çıkacaktır. Bunun bir yönü dine karşı halkın ve bilimin örgütlenebilme ve yönetebilme özgürlüğü olan laikliktir. Diğer bir yönü ekonomide feodal yapının tasfiyesi, köylünün ve ümmetin özgürleşmesidir. Geleceğimiz açısından en çok önem taşıyan yönü ise demokrasinin gerçek anlamda yaşanabileceği bir toplumsal yapıya kavuşabilmek için halkın kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenebilme, siyaset yapabilme, ekonomik ve sosyal çıkarlarını koruyabilme ve nihayet iktidar olabilme hakkıdır. 

Vural Savaş Türkiye’de demokrasinin eksikliği ve çarpıklığının sebebi olarak Batı’nın tersine feodal kalıntıların, cehaletin, geri kalmışlığın, fakirliğin ve radikalliklere eğilimin olduğunu vurgularken bir nokta da haklı. Ancak bu demokrasinin nasıl geleceğine ilişkin bir fikir değil, neden gelemediği ve militan demokrasiye ihtiyaç duyulduğuna ilişkin bir fikir. Sanıldığının tersine demokrasi yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada “sallantıda” olan bir rejimdir. Çünkü demokrasinin özgürlük, eşitlik, kendi kendine yönetme gibi idealleri içinde varolduğu kapitalist sistemin sömürü, egemenlik ve baskı ilişkileriyle hep çelişki içerisindedir. Bu demokrasinin kendi çelişkisidir de aynı zamanda. Sadece Türkiye gibi geri kalmış ülkeler de değil, Avrupa ve Batı ülkelerin de de radikalliklere ve şiddete sık sık rastlanır. Yeter ki sömürge ve yarı sömürgelerinden gelen refah kaynağı biraz kısılsın.

Dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin niçin tam anlamda var olamadığının açıklanmasından sonra, radikal uçlara gidişi engellemek, statükoyu en azından demokrasinin koşulları oluşana kadar (bunun da nasıl oluşacağı meçhul) korumanın demokrasi için yapılabilcek tek şey olduğuna katılmıyoruz. Tersine Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek yolunun feodal kalıntılar, fakirlik, dışa bağımlılığa karşı halkın “radikalliğinin” devrimci, ilerici ve demokrat örgütlenmesi ve mücadelesi için kullanılması olduğunu düşünüyoruz. 

Vural Savaş'ın Cumhuriyet ve laikliği korumak için bir hukuk adamı olarak geliştirdiği ilerici duyarlılık anlamında militan demokrasi, yani gericiliğe özgürlük tanımamak anlayışı, tam da bugünün Türkiye'sinin en demokratik ihtiyaçlarından biri. 

   Fakat bugün Türkiye'de militan demokrasi pek çok çevrece yalnızca ilerici ve hukuki bir duyarlılık olarak değil, rejim sorununa bir çözüm olarak algılanıyor. Açıkça belirtmek gerekir ki, bu tür bir rejim ve konumlanış Türkiye'yi geriye çekmek isteyen kollara bir noktaya kadar direnebilir ama bunu yaparken ileriye atılacak gücü kendinde bulamayabilir. 

İleriye ve ilericiliğe açılan kapıları kapatan bir anlayış bir noktadan sonra hem gericiliğe karşı militanlığını hem de demokratlığını yitirebilir. Sağlam bir statüko ve kendini çok iyi koruyabilen militan demokrasi ileriye açık olmazsa, bir gün gericilik karşısında kendini çok korunmasız bulabilir.


***

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 20


  28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 20


7.2. “Siyasi İslami Kesimin Kadrolaşma Faaliyetleri” Konulu Özel Brifing: 

 24 Temmuz 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel’e, “Siyasal İslami Kesimin Kadrolaşma Faaliyetleri” başlıklı bir başka brifing219 daha verildiği anlaşılmakta dır. Tamamı büyük harflerle kaleme alınan bu Brifing’te, Refah Partisi tarafından Bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yapılan atamalar kadrolaşma faaliyeti olarak değerlendirilerek ayrıntılı şekilde incelenmektedir. 

 Brifing’te özetle; 

 -“Refah Partisi’nin 1994 yılında yapılan yerel seçimlerden itibaren kazandığı belediyelerde, 1995 yılında yapılan genel seçimlerden itibaren ise kamu kurumlarında kadrolaştığı, 

 - Bu partinin meclisteki toplam 550 milletvekillinin 160’ını alarak iktidar konumuna geldiği, 550 milletvekilinden 72’sinin İmam Hatip okullarından mezun olduğu, bu durumun siyasal İslamcı kesimin kadrolaşma ortamını kolaylaştırdığı, 

 - Türkiye genelindeki 80 il valisinin 36’sının, 874 ilçe kaymakamı ile yargının ve emniyetin bir kısmının, yurt içi ve yurt dışında da 167 basın yayın kuruluşunun siyasal İslamcı olduğu, 

 - 2541 dernek, 166 vakıf, 268 şirket, 1657 kurs ve pansiyon, 626 dershane, 9 sendika, 52 özel okulun siyasal islam amaçları doğrultusunda kadrolaştığı, 

 - Milli Gençlik Vakfına bağlı yurt sayısının 40 ilde 60’a, öğrenci evinin 58’e, üye sayısının ise 150000’e çıktığı, ayrıca toplam 654 vakıf, dernek ve tarikatın siyasal islama destek sağladığı, 

 - Yerel yönetimlerin desteklediği 21 vakfın Türkiye genelinde yayılarak sayısının 213’e yükseldiği, 7 irticai derneğin ise 95 adede ulaştığı ifade edilmektedir. 

 - REFAH-YOL koalisyon hükümetinin kurulmasını müteakip, 12 aylık süre zarfında, Başbakanlık merkez teşkilatına 1000’in üzerinde personel alındığı, bu kişilerin genellikle islami kesimi destekleyen belediyelerden geldiği, 

 - Başbakanlık Müsteşarı ve Yardımcılıkları, Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü, Ekonomik ve Mali İşler Başkanlığı, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü gibi hayati önemdeki bürokratik noktalar ile GAP İdaresi Başkanlığı, Ortadoğu Amme İdaresi Başkanlığı, Sosyal Yardımlaşma ve Teşvik Fonu, Dış 
Ticaret ve Gümrük Müsteşarlıkları, Devlet Planlama Teşkilatında Yüksek Planlama ve Para Kredi ve Koordinasyon Kurulu’nun İslam yanlısı kişilerin kontrolü altına girdiği, 

 - Başbakanlık bünyesinde oluşturulan “Özel Güvenlik Teşkilatı”na 85 Milli Görüşçü şahsın koruma görevlisi olarak alındığı, böylelikle diğer bakanlıklarda meydana gelen gelişmelerin Başbakanlığa aktartılması yönünde bilgi ağı oluşturulduğu, 

 - M.S.B.lığına bağlı yasal bir kuruluş olan Savunma Sanayi Müsteşarlığı teşkilatının bulunmasına rağmen Başbakanlık bünyesinmde savunma sanayini kendi amaçları doğrultusunda kontrol etmek ve yönlendirmek maksadıyla bir birim oluşturulduğu ve başına siyasal islama destek veren S.Ç. adlı bir 
şahıs getirildiği, 

 - Başbakanlık Müsteşarlığına Milli Görüş yanlısı O.K.K., Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurul Başkanlığına S.A., Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğüne A.G. ve Başbakanlık İdari ve Mali İşler Daire Başkanlığına G.Y.nın getirilmeleri ile yeni atamalarda ve personel alımlarında partizanca bir yaklaşım içinde oldukları, 
 - 36000 çalışanı ile tam bir personel devi olan Ziraat Bankasında büyük bir kadrolaşma hareketi başlatıldığı, sadece doğu ve güneydoğu illerinde 900 kişini işe alındığı, 

 - Vakıfbank yönetim kurulu, genel müdürü, dört genel müdür yardımcısı ve çok sayıda yöneticisinin re’sen emekli edilerek görevlerine son verildiği, bankanın kadro sayısının artırılarak bu kadrolara irtica yanlısı kesimden kişilerin atandığı, böylece kendi sermaye gruplarına finansman akışı sağlandığı, 

 - Ayrıca, TBMM Başkanlığına sunulan Denizcilik Bakanlığı kurulmasına ilişkin yasa tasarısı ile 954’ü merkezde olmak üzere toplam 2327 yeni kadro ihdas edilmesinin öngörüldüğü, bu bakanlığı ele geçirmek üzere milli görüş yanlıları için teşkilat şeması yapıldığı, irtica yanlısı N.K. adlı kişinin Müsteşar Yardımcısı yapıldığının belirlendiği, 

 - Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğüne 700 eleman alınması için sınav açıldığı, 1500 çocuk bakıcısı, sosyal hizmetler uzmanı ve hademe alımının planlandığı, Malatya İl Müdürlüğüne Fethullah yanlısı A.K., Kars İl Müdürlüğüne Milli Görüş yanlısı D.G. atandırılarak partizanca bir yaklaşım sergilendiği, 

 - Geleceğin siyasal islama yön veren kadrolarını oluşturmak amacıyla, öğrencilerin başta Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri ve Polis Okulları olmak üzere, idareci yetiştiren üniversitelere yönlendirildiği, 

 - Bugün itibarıyla kuran kurslarına devam edenlerin sayısının 1 milyon 685 bin olduğu, her beş yılda bir bu sayının iki katına çıktığı, buna göre 2005 yılında bu rakamın 7 milyona çıkacağı, bu sayıya izinsiz olarak faaliyet gösteren kuran kursları da eklendiğinde bu sayının büyüklüğünün takdirlerine maruz olduğu, 

 - İrticai kesimin islam devletinin kalesi olarak gördükleri İmam Hatip okullarında ise durumun daha da düşündürücü olduğu, 561 imam hatip lisesinde 492 bin 809 öğrenci bulunduğu ve yılda 53 bin 553 kişinin mezun olduğunun tespit edildiği, oysa yıllık imam ihtiyacının 2 bin 288 kişi olduğu, ihtiyaç fazlası 51 bin 345 kişinin özellikle hukuk, siyasal bilgiler ve polis akademilerine yönlendirildiği, amacın kısa ve orta vadede devlet kadrolarını işgal ederek siyasal islam olgusu içinde islami bir devlet yapısı oluşturmak olduğu, 

 - Adalet Bakanlığı bünyesinde 450 yeni hakim ve savcı için açılan sınavı kazanan 1756 adaydan en az yarısının imam hatip okulu mezunu ve irtica yanlısı olduğu, özellikle Adalet Bakanı Müşaviri olarak çalışan Refah partisi Rize Milletvekili Şevki YILMAZ’ın kardeşi A.Y.’nin yargıç ve savcı sınavlarında koordinatörlük yaparak yargı erki içinde kadrolaşma yaptığı, 

 - Adalet Bakanlığı Müsteşarı, Müsteşar Yardımcıları ile Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü’nün görevlerinden alınarak, yerlerine Milli Görüş yanlısı İ.A., H.T.F. ve Şevki YILMAZ’ın kardeşi A.Y.’nin getirildiği, 

 - DYP’nin yönetiminde olmasına rağmen, İçişleri Bakanlığı ana hizmet ve taşra birimleri ile bağlı kuruluşlarında da koalisyon hükümetinin verdiği referanslar doğrultusunda atamalar yapılarak kadrolaşıldığı, Bakanlık Araştırma ve Geliştirme Daire Başkanlığına Milli Görüş yanlısı H.K., Hukuk Müşavirliğine ise T.A.’nın atandırıldığı, 

 -Maliye Bakanlığı bünyesinde İstanbul teşkilatının tamamen değiştirildiği, Arsa Ofisi Genel Müdürü N.N.Ü’nün görevinden alındığı, Bakanlık Müşaviri kadrolarına Milli Görüş yanlısı M.Y., F.A., İ.S., M.A. gibi kişilerin atandığı, 

 -Ayrıca direkt TBMM’ye bağlı olmasına rağmen Sayıştay kadrolarına %70 oranında Milli Görüş yanlısı kişilerin yerleştirildiği, 

 -DYP’li bir bakanın yönetiminde olmasına rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı ana hizmet ve taşra birimleri bünyesinde Siyasal İslamcı yüzlerce atamanın yapıldığı, 12 aylık dönemde Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılan toplam 235 kişinin bu Bakanlığa atandığı, 

 - Kadrolaşmanın, Orman, Çevre, Sağlık Bakanlıklarında da sürdürüldüğü, 

 - Eski Kültür Bakanı İsmail Kahraman’ın üst düzey bürokratları istifaya zorladığı, bu amaçla personeli Doğu ve Güneydoğuya tayin ettirdiği, Milli Görüşçü şahıslardan A.K., Ş.G., H.C.’u Bakanlık Müsteşar ve Yardımcılıklarına getirildiği, Fethullah yanlısı C.U., F.C., M.A. gibi şahısların İl Kültür Müdürlüklerine atandığı, 
 - Sanayi ve Ticaret Bakanlığında Genel Müdür düzeyinde 5 kişinin görevinden alındığı, 
 - Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında Türkiye Taş Kömürü kurumunda çalışan siyasal islam yanlısı 146 kişinin üst düzey görevlere atandığı ve bu kuruma irtica yanlısı 1500 personel alındığı, eski Bakan Recai Kutan’ın göreve gelmesi ile birlikte Milli Görüşçü A.H., E.E., Z.K. gibi kişilerin Müsteşar ve Müsteşar Yardımcılıklarına getirildiği, TEDAŞ ve TEAŞ bünyesinde irticai kadrolaşma 
gerçekleştirildiği, bu kapsamda 641 personelin TEAŞ’tan, 163 personelin ise TEDAŞ’tan üçer ay geçici görevle yurtiçine dağıtıldığı, müessese müdürlerinden 53’ünün yerinin değiştirildiği, Ankara’daki Genel Müdürlükte görev yapan 50 Daire Başkanından 30’unun istifaya zorlanarak pasif görevlere getirildiği, eski Tatvan Meslek Yüksek Okulu Müdürü radikal islamcı Hizbullah örgütünün 
menzil kanadından F.T.yi TEAŞ İdari ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanı olarak atandığı, Milli Görüş yanlısı M.Ö.’nün TEDAŞ, A.D.’nin TEAŞ Genel Müdürlüğüne tayin edildiği, böylece başta sanayi ve enerji olmak üzere stratejik öneme haiz sektörlerin yönetiminin ele geçirildiği, 

 - Özelleştirme ihalelerinde irticai kesim yanlısı şirketlere öncelik verildiği, bu şirketlerin stratejik önemi haiz enerji sektöründe yapılan ihaleler için birleşerek güç oluşturmaya çalıştıkları, 

 -Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında kadrolaşmanın had safhaya ulaştığı, açılan sınav sonucu 5000 kişinin işe yerleştirildiği, 1500 sağlık personelinin sözleşmeli olarak işe alındığı, 750’ye yakın üst düzey personelin ise görevinden alındığı, 

 - Eski Bakan Necati ÇELİK’in Milli Görüş yanlısı E.Ö.’yü SSK Genel Müdürlüğüne, A.T.’yi Müsteşarlığa, R.Ö., C.A., İ.B. gibi şahısları is Müsteşar yardımcılıklarına atadığı, Sosyal Sigortalar, İş ve İşçi Bulma Kurumu ve BAĞKUR Genel Müdürlerini görevlerinden alarak yerleri İ.U. A.Y. ve F.A. gibi Milli Görüş yanlısı kişilerin getirildiği, SSK hastanelerinde Başhekim ve diğer idari personelin tamamının değiştirildiği, müfettiş kadrolarına irtica yanlısı kişiler getirildiği, bu 
Bakanlıkta türban uygulamasının serbest bırakıldığı, 

 -Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, YÖK ve KİT’lerde de aynı anlayış ile kadrolaşma yapıldığı, 

 -Özellikle Yüksek Öğretim Kurumları kapsamında 55 üniversiteden 8’inin irticai kesimin kontrolüne girdiği, 

 - Son olarak, hükümetin istifasını müteakip kadrolaşmaya hız vermek maksadıyla, 23 Haziran 1997 günü Başbakanlıktan izin alınmaksızın kurumlar arasında ve kurumlardan belediyelere naklen geçişleri düzenleyen bir genelge yayımlanarak naklen atamaların tümüyle serbest bırakıldığı, 

 - Siyasal islami kesim tarafından, fakir ve inançlı çocukların, Kur’an kursları, İmam Hatip okulları ve özel okullarda yatılı olarak ve hiçbir ücret almadan eğitilerek beyinlerinin yıkandığı; daha sonra üniversite hazırlık kurslarından geçirerek hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerinden mezun edip Atatürk 
ve laiklik düşmanı kişiler olarak devletin kritik kadrolarına planlı bir şekilde yerleştirdikleri, 

 - Mevcut haliyle, sorunun ülke bazında ciddi bir boyuta erişmesi nedeniyle, topyekün bir mücadele gerekliliğinin ortaya çıktığı, bu noktadan hareketle devlet kademelerinde siyasal islamın oluşumuna yönelik kadrolaşmanın, tasfiye edilmeden devam etmesi halinde, bu yöndeki tehdidin artarak devam 
edeceğinin değerlendirildiği” belirtilmektedir. 

7.3. “İrtica Ne Durumdadır?” başlıklı 17 Mart 1998 tarihli brifing: 

 17 Mart 1998 tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı tarafından, MGK toplantısı dışında, Cumhurbaşkanı DEMİREL’e verilen “İRTİCA NE DURUMDADIR?” başlıklı 
Özel Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinden Komisyonumuza intikal etmiştir. Bu brifingte, DEMİREL’e, TSK’nın yasalardan kaynaklanan görevlerinin bir kez 
daha hatırlatıldığı görülmektedir.220 

 Cumhurbaşkanlığı Arşivinde de yer alan 60 sahifelik sözkonusu takdimde özetle;221 

 “- Kelime anlamı gericilik olan irticanın ulusal aydınlığımızın kaynağı olan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetinde var olan gericiliğin amacının devletin tüm sistemlerinde “İslam” hükümlerini egemen kılmayı amaçlayan teokratik bir “İslam Diktatörlüğü”ne dönüşü istediği, 

 - Teokratik diktatörlük rejiminin Türkiye Cumhuriyetini temel ilkelerine karşı olduğu, ümmetçi olduğu ve Cumhuriyeti ve milliyetçiliği reddettiği, Milli Nizam, Milli Selamet partilerinden sonra Refah Partisinin kurulmasıyla irtica tehdidinin ortaya çıktığı, Refah Partisinin yüzde 3’le başlayan oy oranını 1995’te yüzde 21.4’e yükselttiği, 

 - Refahyol hükümeti döneminde başta İçişleri, Adalet, Sağlık bakanlıklarıyla mahalli idarelerdeki kadrolaşmanın laik Cumhuriyet’i yıkmaya yöneldiği, irticanın rejime yönelik ciddi bir güvenlik sorunu ortaya çıkardığı, 

 - TCK’nın “Dine Dayalı Devlet Kurma” yönündeki propagandayı suç kabul eden 163 üncü maddesinin kaldırılmasıyla demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin meşru müdafaasız kaldığı, 

 - Cumhuriyet rejimine karşı gelişen bu hazin tablo karşısında Anayasanın 68 ve 69 uncu maddelerine istinaden Yargıtay Başsavcısı tarafından 21 Mayıs 1997 tarihinde laiklik ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Refah Partisi’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açıldığı, 

 - Siyasi tansiyonun da yükselmesine bağlı olarak REFAHYOL Hükümetinin iktidarı bırakmak zorunda kaldığı ve nihayet bu partinin 16 Ocak 1998 günü Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldığı ve gerekçeli kararın 21 Şubat 1998 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandığı, 

 - “Anayasanın temel ve değiştirilemez ilkelerine aykırı hareket eden bir partinin bu aşamaya kadar nasıl tırmanabildiği ve siyasi ve şahsi hırsların ağır basarak, siyasi ve ahlaki değerleri ayaklar altına alan bir diğer partinin desteği ile iktidara nasıl taşındığı ve desteklendiğinin sorulmaya değer bir soru olduğu”, misyonunu tamamladığı yorumu yapılarak kapatılan Refah Partisinin devamı olarak 
kurulan Fazilet Partisine, Refah Partili 147 milletvekilinin eski genel başkanları ERBAKAN’ın talimatıyla üye olmasının Anayasal düzenin istismar edildiğini gösterdiği, 

 - İrticanın yeni stratejisinin; “İslami kimliği ön plana çıkarmadan siyasi alanda teşkilatlanmayı muhafaza etmek ve TBMM’de çoğunluğu sağlayabilecek bir oy oranına ulaşmak”, “ülke genelinde siyasi, sosyal ve ekonomik bunalımlar yaratarak toplumun siyasal İslam’ı tek çözüm olarak görmesini sağlamak için propaganda yapmak”, “bu maksatla Radyo ve Televizyon Üst Kurulu frekans tahsis ihalelerinde irtica’ı destekleyen sermayeyi kullanarak, özellikle nüfus yoğunluğunun fazla olduğu yerlerde, ihaleleri kazanmak”, “yurtdışı gelirleri ve elde ettikleri yerel yönetimlerin imkânını kullanarak irticayı destekleyen sermayeyi geliştirmek, bu güçle halk iradesini satın alarak İslam diktatorya sına kayışı garantilemek”, “8 yıllık kesintisiz eğitim nedeniyle imam hatip liselerinin orta kısmının kapatılmasından doğan dini eğitim boşluğunu, özel okullar açarak telafi etmek”, “devlet kademelerinde elde ettikleri kadroları muhafaza edebilmek için iktidar partileri üzerinde toplum baskısı yaratmak”, “kamuoyunun kısmen de olsa irticaya karşı duyarlı hale gelmiş olması nedeniyle faaliyetlerini ve özellikle radikal unsurlarını yer altına kaydırarak, daha güçlü ve hacimli bir potansiyele ulaşarak, tekrar sahneye çıkmak” ve “siyasal iktidarı kaybetmelerinde başlıca faktör olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ni her türlü vasıtayı kullanarak yıpratmak, böylece, Türk Silahlı Kuvvetlerinin hem gücünü, hem de toplum üzerindeki tarihi etkisini zayıflatmak” olduğu, 

21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 19

28 ŞUBAT 1997 TARİHLİ MİLLİ GÜVENLİK KURULU TOPLANTISI, BÖLÜM 19


OYSAKİ BUGÜN; 

- MENSUPLARINA BARIŞ, SAYGI VE SEVGİ, KARŞILIKLI YARDIMLAŞMA VE İYİ 
AHLAKI ÖĞÜTLEYEN, TOPLUMU AYIRAN DEĞİL, KAYNAŞTIRAN, DİĞER 
DİNLERE DAHİ HOŞGÖRÜ İLE YAKLAŞAN DİNİMİZE AYKIRI OLARAK; "DİNİMİZE 
KÜFRETTİLER" SLOGANLARI İLE İNSAN BOĞAZLAYAN CANİLER, ABBASİ 
DÖNEMİNDEN BİLE GERİ BİR İLKELLİĞİ AÇIKÇA SERGİLEMEKTEDİR. 

- NİTEKİM, HAZIRLADIKLARI SÖZDE İSLAM ANAYASASINDA DA; 

+ DEVLET, İSLAMIN DIŞINDA DEĞİL, İÇİNDEDİR. 

İSLAM HUKUKUN BİR PARÇASIDIR. 

+ İSLAM DİNİ LAİK REJİMİ KABUL ETMEZ. 

+ İSLAMDA DİN VE DEVLET AYRILMAZ. 

+DEMOKRASİ, AVRUPA MENŞE’Lİ BİR REJİM OLDUĞUNA GÖRE, İSLAMIN 
KABUL ETMEDİĞİ BİR FELSEFEDEN DOĞMUŞTUR. 

+ KANUN KOYMAK DEMEK ALLAH’A KARŞI SAVAŞ AÇMAK DEMEKTİR. 

+ DEVLETİN İDARE ŞEKLİ İSLAMDIR. 

+ HAKİMİYET, KAYITSIZ ŞARTSIZ ALLAH’INDIR. DİYEREK, 

NİHAİ HEDEFLERİ OLAN, BİR DİN DEVLETİ KURMAK İÇİN, HALKI, SONU OLMAYAN BİR KARANLIĞIN İÇİNE ÇEKMEK ÜZERE, HER TÜRLÜ YOLA 
BAŞVURMAYI, MUBAH SAYMAKTADIRLAR. 

- İŞTE BU ANLAYIŞTIR Kİ; BUGÜN BU KESİM, BİLİNÇLİ BİR ŞEKİLDE TSK.'LERİNİ DİN DÜŞMANI OLARAK GÖSTERMEKTEDİR. 

- NETİCE OLARAK İRTİCAİ KESİMİN HALİHAZIR FAALİYETLERİ İTİBARİYLE; ATATÜRK'ÜN TEMELLERİNİ ATTIĞI VE ÇERÇEVESİ ANAYASA'MIZ İLE 
BELİRLENMİŞ OLAN DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ ANLAYIŞI DIŞINA ÇIKARAK, T.C. DEVLETİNİ YIKMAYI AMAÇLADIĞI AÇIKÇA 
GÖRÜLMEKTE VE ÜLKEMİZDE SİYASAL İSLAMİ GERÇEKLEŞTİRME YOLUNDA OLUŞAN İRTİCAİ TEHDİDİN ÇOK CİDDİ BOYUTLARA ULAŞTIĞI 
DEĞERLENDİRİLMEKTEDİR. 

- ANCAK, TÜRKİYE DEVLETİNİN ŞEKLİ CUMHURİYET, REJİMİ DEMOKRASİDİR. CUMHURİYET ÜMMET OLMAYAN BİR MİLLET KAVRAMINI VE ÜNİTER DEVLET 
YAPISINI ESAS ALMIŞTIR. 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN EN BARİZ KARAKTERİSTİĞİ, ATATÜRK İLKELERİNE, DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİNE, İNSAN 
HAKLARINA, HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN ÇAĞDAŞ BİR SİYASAL SİSTEMİ BENİMSEMİŞ OLMASIDIR. 

- NİTEKİM ANAYASANIN; 

+ BİRİNCİ MADDESİ; TÜRKİYE DEVLETİ BİR CUMHURİYETTİR. 

+ İKİNCİ MADDESİ; TÜRKİYE CUMHURİYETİ, ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE BAĞLI, DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİDİR. 

+ DÖRDÜNCÜ MADDESİ İSE; BİRİNCİ VE İKİNCİ MADDELERDEKİ HÜKÜMLERİN DEĞİŞTİRİLEMEYECEĞİ VE DEĞİŞTİRİLMESİNİN TEKLİF EDİLEMEYECEĞİ 
HÜKÜMLERİNE AMİRDİR. 

- BÖYLECE ANAYASANIN TEMEL NİTELİKLERİ KAPSAMINDA, TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN BAĞIMSIZLIĞINA, HALKIN EGEMENLİĞİNE, MİLLİ 
DEĞERLERİNE, LAİKLİĞE, DEVLETİN ÜLKESİ VE MİLLETİ İLE BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜNE VE ÜNİTER DEVLET YAPISINA BAĞLILIK, TÜRK DEVLET 
SİSTEMİNİN TEMEL TAŞLARIDIR. 

BU HUSUS, MİLLETİ İLE DEVLET ARASINDA BİR ANTLAŞMADIR. 

- BU ANTLAŞMAYA KURALLARI BİLEREK, UYGULAYARAK VE UYGULATARAK RİAYET EDEN HER VATANDAŞ TÜRK MİLLETİNİN ONURLU VE SAYGIDEĞER 
MENSUBUDUR. 

- BUGÜN İTİBARİYLE; ARTAN BOYUTTA DEVAM EDEN İRTİCAİ TEHDİDİN, TÜRKİYE CUMHURİYETİ'Nİ YIKMAYI HEDEF ALAN FEVKALADE CİDDİ BOYUTU; 
ATATÜRK'ÜN KURDUĞU CUMHURİYET İLKELERİ DOĞRULTUSUNDA MEMLEKETİNİ SEVEN DEMOKRATİK VE LAİK HER VATANDAŞIN DİKKATLE 
İZLEMESİ VE BU TEHDİDİ HER KESİME ANLATMASI, TARAFSIZ KALMAMASI VE İCRAATTA BULUNMASI ANA GÖREVİDİR. 

BU NOKTADAN HAREKETLE; ATATÜRK'ÜN KURDUĞU MODERN VE LAİK TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİNİN NİTELİKLERİ DEĞİŞMEYECEK, 
DEĞİŞTİRİLEMEYECEKTİR. 

- BUNLAR; 

+ TEK MİLLET, 

+ TEK VATAN, 

+ TEK DEVLET, 

+ TEK DİL, 

+ TEK BAYRAK, 

OLARAK İFADE EDİLMEKTEDİR.” 


 Genelkurmay karargahında üst düzey generaller tarafından bu brifingte, iktidardaki Refah Partisi’nin siyasi islamın temsilcisi olarak görülerek, bir iç tehdit unsuru olarak tanımlandığı görülmektedir. Doğrudan yargı mensuplarına verilen bu brifingin, bu haliyle, Anayasanın “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinlerde bulunamaz” şeklindeki 138/2 maddesine açıkça aykırı olduğu görülmektedir. 

Bu brifing, başta Adalet Bakanı Şevket KAZAN olmak üzere, RP’li milletvekilleri 
tarafından sert şekilde eleştirilmiş, Genelkurmayın yargıya açıkça müdahale ettiği, yargıya Anayasa hükümlerine aykırı olarak talimat vermek suretiyle suç işlendiği ifade edilmiştir. Keza, 28 Şubat döneminde Genelkurmay tarafından Adalet Bakanlığına ve cumhuriyet savcılarına çok sayıda suç duyurularında bulunulduğuna dikkat çekilerek,210 Genelkurmayın brifingler yoluyla yargının RP aleyhinde tavır almasına çalışıldığı ifade edilmiştir. 

Öte yandan, Genelkurmay tarafından verilen bu brifingte, bir general tarafından söylendiği bildirilen “Bizi hükümet boşluğunu doldurmaya mecbur etmeyiniz. Bütün iyi niyetli yetki ve görev sahipleri birleşiniz” şeklindeki sözlerinin 14 Haziran 1997 tarihli gazetelerde yer alması üzerine, DTP lideri CİNDORUK, 15 Haziran 1997 tarihli gazetelere şu açıklamayı yapmıştır: “REFAHYOL 
Hükümetinin yarattığı boşluğu bugün Genelkurmay doldurmaktadır. Genelkurmayın gerekçeleri haklıdır ama görev onun değildir. Çare yaratmak halkın görevidir. Silahla hak alınmaz, silahla hesap sorulmaz. Sevgili ordu, seninle gurur duyuyoruz. Sen iç ve dış tehlikelere karşı güvencemizsin. Ne olur orada kal Başka işe girişme…” 

 Genelkurmay karargahında üst düzey generaller tarafından bu brifingte, iktidardaki Refah Partisi’nin siyasi islamın temsilcisi olarak görülerek, bir iç tehdit unsuru olarak tanımlandığı görülmektedir. Doğrudan yargı mensuplarına verilen bu brifingin, bu haliyle, Anayasanın “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinlerde bulunamaz” şeklindeki 138/2 maddesine açıkça aykırı olduğu görülmektedir. 

MGK Genel Sekreterliğinde 30 yıl çalışan Birinci Hukuk Müşaviri Ağaoğlu, 
sözkonusu Brifingi hazırladığı öne sürülen BÇG hakkındaki sözleri şu şekildedir: "BÇG, Genelkurmay'ın kendi bünyesinde kurduğu kurmay subaylardan oluşan özel bir yapının adıdır. Genelkurmay İstihbarat Başkanı olan korgenerale (Çetin Saner) bağlı olan bu yapı, 28 Şubat'a kadarki dönemde önemli brifingler verdi. Raporlar hazırladı. Daha sonra olayı biz (MGK) devraldık; onlar da kendi hiyerarşik düzenleri içinde bu sürece katılmaya devam ettiler; ancak 
MGK kararlarından sonra olay fiilen bizim denetimimize bırakıldı."211 

Bu brifing, başta Adalet Bakanı Şevket KAZAN olmak üzere, RP’li milletvekilleri 
tarafından sert şekilde eleştirilmiş, Genelkurmayın yargıya açıkça müdahale ettiği, yargıya Anayasa hükümlerine aykırı olarak talimat vermek suretiyle suç işlendiği ifade edilmiştir. 28 Şubat döneminde Genelkurmay tarafından Adalet Bakanlığına ve cumhuriyet savcılarına çok sayıda suç duyurularında bulunulduğu na dikkat çekilerek,212 Genelkurmayın brifingler yoluyla yargının RP aleyhinde tavır almasına çalışıldığı ifade edilmiştir. 

Öte yandan, Genelkurmay tarafından verilen bu brifingte, bir general tarafından söylendiği bildirilen “Bizi hükümet boşluğunu doldurmaya mecbur etmeyiniz. Bütün iyi niyetli yetki ve görev sahipleri birleşiniz” şeklindeki sözlerinin 14 Haziran 1997 tarihli gazetelerde yer alması üzerine, DTP lideri CİNDORUK, 15 Haziran 1997 tarihli gazetelere şu açıklamayı yapmıştır: “REFAHYOL 
Hükümetinin yarattığı boşluğu bugün Genelkurmay doldurmaktadır. 

Genelkurmayın gerekçeleri haklıdır ama görev onun değildir. Çare yaratmak halkın görevidir. Silahla hak alınmaz, silahla hesap sorulmaz. Sevgili ordu, seninle gurur duyuyoruz. Sen iç ve dış tehlikelere karşı güvencemizsin. Ne olur orada kal Başka işe girişme…” 

5. Refah Partisi’nin kapatılması davası 

 21 Mayıs 1997 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural SAVAŞ, Refah Partisi'nin temelli kapatılması istemi ile Anayasa Mahkemesi'nde dava açmıştır. SAVAŞ, aynı gün yaptığı açıklamada, "RP'nin, Anayasamıza göre değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan laik cumhuriyet ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiğini ve giderek ülkemizi bir iç savaş ortamına sürüklediğini açıkça 
göstermektedir" şeklindeki açıklama yapmıştır. 

 Dava neticesinde Anayasa Mahkemesi tarafından 16 Ocak 1998 tarihinde alınan kararla laikliğe aykırı tutum ve davranışı nedeniyle Refah Partisi kapatılmıştır. 

 Vural SAVAŞ “Anılarım” adıyla yayımladığı kitabında, “19 Ocak 1998 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel tarafından Köşk’e davet edildiğinde geçen olayları şu şekilde ankatmaktadır: 

 “Sıcak bir karşılama…Refah Partisi kapatılmasaydı, askeri müdahale olabilirdi. Seni kutluyorum. Davayı sen açtın. Bu sonuçta %50’den fazala hakkın var. Hukuk düzeni iyi işlerse toplumda huzur olur. Yargıya çok iş düşüyor.”213 

6. Başbakan ERBAKAN’ın istifası ve ANASOL-D Hükümeti: 

 18 Haziran 1997’de Başbakan Necmettin ERBAKAN, ülkedeki gerginliğin giderilmesi için, Başbakanlıktan istifa etmiştir. Başbakan ERBAKAN, Cumhurbaşkanına istifasına sunarken, DYP ile aralarındaki protokolü gerekçe göstererek Başbakanlığın DYP Genel Başkanı Tansu ÇİLLER’e 
verilmesini istemiştir. 

 8 Kasım 2012 tarihinde Komisyonumuz tarafından görüşlerine başvurulan eski DYP Milletvekili Cavit ÇAĞLAR, “ERBAKAN’ın istifa etmeden önce “askerin REFAH-YOL’dan sonra kurulacak hükümet konusunda Genelkurmay’la görüşme yapmak için kendisini görevlendirildiğini ifade ederek, “ziyaretinde Genelkurmayın ‘gemi azıya aldığını’ gördüğünü” ifade etmiştir.214 

 İstifa üzerine, Cumhurbaşkanı DEMİREL, 19 Haziran 1997 tarihinde, ANAP, DSP, CHP ve DTP Genel Başkanları ile görüşmelere başlamış ve 20 Haziran 1997’de ANAP Genel Başkanı Mesut YILMAZ’ı yeni hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. 

 25 Haziran 1997’de RP, DYP ve BBP Genel Başkanları bir basın toplantısı düzenleyerek Başbakanlığın Tansu ÇİLLER’e verilmesini istediler ve üç partinin 282 milletvekilinin imzalarını ihtiva eden bir belgeyi RP Milletvekili Salih KAPUSUZ ve DYP Milletvekili Saffet Arıkan BEDÜK ile Cumhurbaşkanlığına göndermişlerdir. 

 30 Haziran 1997’de Sayın Cumhurbaşkanı, Mesut YILMAZ’ın kurduğu ve CHP’nin dışarıdan desteklediği, ANP, DSP ve DTP’nin katıldığı 55 nci hükümeti onaylamıştır. 

 12 Temmuz 1997’de 55’inci hükümet, 281 kabul, 256 red, 2 çekimser oyla güvenoyu almıştır. 

 REFAHYOL’un yıkılarak YILMAZ Hükümetinin kurulması dönemin gazete ve televizyonlarında sevinçle karşılanmıştır. Hürriyet Gazetesi, “Ülkeyi Silahsız Kuvvetler İrticadan kurtardı” şeklinde manşet atmıştır. 

 ANASOL-D döneminde EMASYA Protokolünün imzalanması, yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin kabulü, Başbakanlık Takip Kurulu’nun teşkili gibi irticayla mücadele konusunda önemli adımlar atılmıştır. 

 Ancak, zamanla, kamuoyunda giderek artan şekilde “MGK Hükümeti” eleştirilerine muhatap olan YILMAZ, bu eleştirilere cevap vermek için askere karşı daha mesafeli olmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, çeşitli kamuoyu araştırma şirketlerinden faydalanan YILMAZ, bu araştırmalarda ordunun irticaı abarttığı şeklindeki sonuçları gazetecilerle paylaşmıştır.215 

 Örneğin, Başbakan Mesut YILMAZ, Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik BİR’in tutum ve davranışlarından kendisinin de rahatsız olduğunu gazeteci Mehmet Ali BİRAND’a anlatmıştır. Ancak BİRAND, bu haberi yapınca YILMAZ’ın nasıl geri adım atarak, bu sözlerini inkar ettiğini Komisyonumuza ifade etmiştir.216 

 Bu dönemde Enerji Bakanlığı’ndaki üst düzey bürokratların enerji ihalelerinde rüşvet aldıkları iddiası ile tutuklamalar yapılmış ve dönemin Enerji Bakanı hakkındaki iddialar gündeme gelmiştir. Cumhur Ersümer’e sorulmuştur. Ersümer, o dönemde kendisi hakkında bir karalama kampanyası 
yürütüldüğü nü ifade etmiştir.217 


7. ANASOL- D Hükümeti döneminde Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL’e sunulan brifingler: 

7.1. “İslami Sermaye” Başlıklı Özel Brifing: 

 Genelkurmay Başkanlığı tarafından, ANASOL-D Hükümetinin ilk MGK toplantısı olan 25 Temmuz 1997 tarihli MGK toplantısından bir gün önce, 24 Temmuz 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e “İslami Sermaye” başlıklı bir brifing218 verildiği anlaşılmaktadır. Tamamı büyük harflerle kaleme alınan Brifingte, irtica yanlısı kişilerin sahip olduğu özel şirketler ile islami yöntem 
ve usulleri bir model olarak benimseyen vakıflar, dernekler, ticari kuruluşlar, holdingle, finans kuruluşları ve aracı bankalar ayrıntılı şekilde incelenmektedir. 

 Brifingte özetle; 

 “- İslami sermayeye verilen görevin din esaslarına dayalı bir yönetim sisteminin kurulabilmesi için belirlenen strateji doğrultusunda lüzumlu maddi kaynakların oluşturulması olduğu, 

 - İslami sermayeye Milli Görüş İslam Toplumu, yurtdışı kökenli finans kuruluşları, tarikatların yurtdışı organizasyonları ile dış ülkeler tarafından doğrudan sağlandığı, 

 - Milli Görüş İslam Toplumu’nun ticari işletmelerden, hac organizasyonlarından, kurban kesim kampanyalarından ve belediyelerden elde ettikleri yıllık gelirinin 1 milyar dolar olduğu, 

 - 1983 yılında 70 sayılı KHK ile kurulan yurtdışı kaynaklı finans teşkilatlarının siyasal islama maddi destek sağladığı, bu kuruluşların Faisal Finans Kurumu, Albaraka Türk özel Finans Kurumu ve Kuveyt Türk Evkaf Finans kurumu olduğu, 

 - Faisal Finans Kurumu hakkında 1995 yılında Hazine kontrolörleri tarafından düzenlenen rapora istinaden hayali ihracata aracılık yapmak, sahte evrak düzenlemek ve kara para aklama merkezlerine para transferi yapmak suçundan kanuni takibat yapıldığı, 

 - İkibuçuk trilyon sermayeye sahip olan bu üç finans kurumunun para piyasasında 1 milyar 600 milyon dolarlık mevduata sahip oldukları, bu kuruluşlara borsada işlem yapma yetkisini haiz aracı kurum kurma izni verilmesi yönünde gayret sarfedildiği, böylece kara para aklama imkanına 
kavuşulacağı, 

 - Süleymancıların Avrupa’daki İslam Kültür Merkezleri aracılığıyla yurt içindeki cami yapımı çalışmaları için para aktardıkları, 

 - Fethullah Gülen Grubunun eğitim kurumları açtığı ve çalıştırdığı, 

 - Başta İran olmak üzere, Libya, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi islam ülkelerinin, Türkiye’de islami devrim yapılması için doğrudan maddi yardım sağladıkları, tespit edilen paranın 100 milyon dolar civarında olduğu, 

 -İslami sermayeye mensup başlıca derneklerin; Milli Görüş yanlısı işadamları tarafından kurulan MÜSİAD ile Fethullah Gülen grubu tarafından yönlendirilen İş Hayatı Dayanışma Derneği olduğu, bahsekonu derneklerin 26 il merkezi ve 6 ilçede faaliyet gösterdiği, 

 - İslami sermayenin önemli bir bölümünün toplam sermayesi 500 trilyonu bulan 385 şirketten oluştuğu, ayrıca 4 bin şirketin de mevcut olduğunun istihbar edildiği, 

 - Başlıca İslami holdinglerin Kombassan Holding, Yimpaş Holding ve İhlas Holding olduğu, 

 - İslami sermayeye ihracat teşviği olarak 445 milyon dolar, iç yatırım teşvik uygulaması olarak 910 milyon dolar, yabancı sermaye izinleri ve teşvikleri olarak 650 milyon dolar olmak üzere, toplam devlet tarafından sağlanan destek toplamının 2 milyar dolar olduğu, 

 - 1997 yılı Bütçe Kanunu’na konan bir madde ile bu kurumlara süresiz teminat mektubu verilmek suretiyle etkinliklerinin daha da artırıldığı, 

 - Başlıca finans kuruluşlarının İhlas Finans Kurumu, Asya Finans Kurumu ve Anadolu Finans Kurumu olduğu, bu kuruluşların istenilen şekilde denetlenemediği, 

 - Refah Partili belediyeler tarafından islami sermayeye mali destek verildiği, Ankara Büyükşehir Belediyesinin bütün ihalelerinin Muradiye Vakfı paravanlığında kurulan 13 şirket vasıtasıyla yürütüldüğü, bütün ihalelerin genel olarak bu şirketlere verildiği, bu kapsamda Muradiye Vakfı tarafından toplam 78 ihalede 14 trilyonluk iş yapıldığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesinde de 17 
şirketten oluşan benzeri bir teşkilat bulunduğu, bu belediyenin her emlak satışından bağış aldığı duyumlarının alındığı, 

 - Hükümet tarafından bütçede belediyelere tahsis edilen 26 trilyon liralık kaynağa ilaveten, Ankara Büyükşehir Belediyesine 5 trilyon TL, İstanbul Büyükşehir Belediyesine de 10 trilyon TL olmak üzere toplam 15 trilyon TL’lik tahsisat ayrıldığı ve ödendiği, 

 - Belediyeler tarafından arsa rantı yoluyla gelir elde edildiği; belediyelerin cami altlarında işyerleri açılmasına imkan sağlamak suretiyle haksız kazanç sağlandığı, 

 - Vergi muafiyetine sahip vakıf ve dernekler tarafından yardım paralarının 690 milyarı bulduğu, 

 - Sosyal Yardım ve Dayanışma Teşvik Fonunda bulunan 30 trilyonluk kaynağın bütçe dışında tutularak önemli bir bölümünün Başbakan Erbakan’ın inisiyatifinde kullanıldığı, 

 - Genel ve katma bütçeli idarelerin dışında tutulan ve havuz tabir edilen fonda biriken 110 trilyonun 55 trilyonunun Refah Partili milletvekillerinin talepleri doğrultusunda siyasi mülahazalarla kullanıldığı, 

 - Maliye Bakanlığının giderayak siyasi mülahazalarla islami sermayenin merkezi olarak bilinen vergi potansiyeli yüksek Konya, Kayseri ve Sivas gibi illeri maliye denetim programı dışında bıraktığı, 

 - Ülkemizde her yıl kesilen 4 milyon kurbanın %17’sinin Türk Hava Kurumu tarafından, geri kalanının ise yetkisiz islami ağırlıklı kuruluş ve tarikatlar tarafından toplandığı, 1997 yılından bu kapsamda islami sermayeye aktarılan kurban derisi gelirinin 5 trilyon civarında olduğu, 

 - Siyasal İslamcıların Türkiye’de dini esaslara dayalı bir yönetim sistemi oluşturmak maksadıyla her yıl 15 milyar dolarlık bir parayı kullanmakta olduklarının tahmin edildiği, bu paranın Türkiye bütçesinin yaklaşık üçte biri olduğu, 

 - Bu paranın refah Partisi tarafından sempatizan kazanma, taban genişletme, propaganda, basın yayın, eğitim, kadrolaşma ve seçim hazırlıkları maksadıyla kullanıldığı, 

 - Bu nedenlerle islami kurallar ve inanç öne sürülerek oluşturulan bu ekonomik sistemin milli ekonomimize alternatif İslamcı bir ekonomik potansiyel oluşturmasının önlenmesinin hayati önemi haiz olduğu” ifade edilmektedir. 




***