olağanüstü hal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olağanüstü hal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 8

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 8


11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan saldırılar uluslararası sistemin dönüşmesinde yeni bir kırılma noktasını oluşturdu. Batı medeniyetinin değerlerine karşı topyekûn bir saldırı olarak algılanan bu terörist eylem sonrasında eylemi düzenleyen El Kaide’ye karşı Batı değerlerini savunan tüm ülkeler terörizmle mücadeleye çağrıldı. Soğuk Savaş dönemindeki Batı’nın ötekisini oluşturan Sovyetlerin yerini “İslami terör” aldı. Uluslararası düzeni tehdit eden Batı kökenli bir ideoloji değildi. Batı’ya ait tüm değerleri tehdit eden, Batı medeniyetinin ötekisini oluşturan “İslam” kaynaklı bir tehdit söz konusuydu. Dolayısıyla 
aslında daha 90’lı yılların başında NATO’ya yeni bir rol arayan çevrelerce “terörizm aşırı İslamcılar, silah ve uyuşturucu madde kaçakçılığı ve petrol gibi stratejik hammadde kaynaklarının korunması” gibi yeni görev alanları tahsis edilmişti.140 

   2001 saldırılarından  sonra ABD’de Başkan Bush tarafından ilan edilen yeni “Ulusal Stratejik Doktrin” uyarınca dünya çapında fakat özellikle Rimland kuşağı üzerindeki ülkelerde terörist avına başladı. 141 

ABD yeni ulusal strateji ile terörizme ve kimyasal imha silahların haydut devletlerin ellerine geçmesini önlemeye yönelik olarak “önleyici saldırı” (Prävention) hakkını iddia ederek terörizme destek verdikleri iddia edilen “haydut devletler” karşı savaş ilan edildi. Haydut devletler kategorisine giren Afganistan’ın Taliban rejimi ABD tarafından yıkıldı. Aynı kategoride değerlendirilen ve 1990 yılından bu tarafa uygulanan ekonomik ambargo ile 
“pençeleri” sökülen Saddam Hüseyin 2003 yılında başlayan işgal sonrası ABD ve Koalisyon güçleri tarafından devrildi. 1991 yılında Türkiye’nin baskıları sonrası Suriye’den çıkartıldı. Terörist başı Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra Suriye’den desteğini kaybeden PKK ABD 1991 tarihinden itibaren ABD kontrolündeki Kuzey Irak’a yerleşti. Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini tehdit eden en büyük sorunlardan olan PKK’nın Kuzey Irak’tan Türkiye sınırını geçerek büyük çapta eylem yapma kabiliyetini kazanması, 1997’den itibaren görece azalan PKK tehlikesini yeniden ortaya çıkardı. Türkiye’nin Ortadoğu’da çok yönlü ve çok 
taraflı bir bataklığın içine çekilme stratejisini güden PKK, Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir askeri operasyonda bu eylemin tüm Kuzey Irak’ı kapsayacak şekilde yayılmasını ve bu şekilde doğrudan hedef olmaktan kurtularak PKK’nın terör eylemlerini bir Kürt-Türk çatışmasına dönüştürmek istemektedir. Makovski’nin 1997’deki öngörüleri doğrultusunda Türkiye’nin doğusunda ABD destekli İsrail-Kürt ittifakının siyasal gerekçeleri hazırlanırken, dikkat çekmeyen bir şekilde Afganistan’ın güneyindeki Pakistan istikrarsızlık ve politik belirsizlik uçurumuna doğru hıza yuvarlan(dırıl)maktadır. 

Uluslararası sistemin hızlı bir şekilde değişmesi sadece var olan bilinen güvenlik 
stratejilerinin değiştirilme ihtiyacını beraberinde getirdi. ABD’nin Irak’ı işgal etmesi ile birlikte Türkiye’ye komşu olması yeni güvenlik sorunlarını beraberinde getirdi. Bunlardan birisi Türkiye’yi dolaysız olarak ilgilendiren Kuzey Irak’ta giderek konsolide olan bölgesel Kürt hükümetidir. Diğer tehdit dolaysız iç tehdit unsuru ise Kuzey Irak’daki Kürt bölgesel hükümetinin bağımsız olması durumunda Güney Doğu Anadolu’daki Türkiye’nin Kürt vatandaşları için bir cazibe merkezi haline gelme ihtimalidir. Irak’ta ABD’nin çekilmesinden 
sonra mezhep çatışmalarının yeniden şiddetlenme eğilimi göstermesi ve Irak hükümetinin Sünni Cumhurbaşkanı yardımcısı Haşimi’yi tutuklama kararı çıkartması, Suriye’de Esad rejimine karşı silahlı direnmenin başlaması, Ortadoğu’da bir Sünni-Şii çatışmasına zemin hazırlayacak olaylardır. 

Tüm bu sorunlar karşısında yapılması gereken stratejisiyi, Dışişleri Bakanı 
Davutoğlu’nun Medeniyetler çatışması bağlamında yaptığı bir değerlendirme açık bir şekilde ifade etmektedir: “Medeniyetler Çatışması tezinde Türkiye’ye ait olduğu medeniyet çevresinden çıkmak isteyen ancak girmek istediği medeniyet çevresince reddedilen bir torn conutry (parçalanmış/yırtık ülke) olarak tanımlayan Huntington’un bu ülke için biçtiği konumun aksine, benimsenecek kuşatıcı ve kapsayıcı bir medeniyet aidiyeti, Türkiye’yi hem kendi içinde farklılaşmakla birlikte bütünlüğünü koruyabilen bir ülke, hem de bölgesindeki 
jeo kültürel kutuplaşma temayülünü aşabilen önemli bir güç haline getirecektir.” 142 Bu bağlamda yapılması gereken şey Türkiye’nin kendi medeniyet havzasında biriktirdiği tarihsel tecrübelerden hareket ederek, 21 yüzyılda evrensel kültüre yapacağı en önemli katkılardan birisi bu jeopolitik, jeokültürel dışlama/dışlanma tuzağını bozarak, tüm farklılıkları kucaklayıcı, çok kültürlü tarihsel tecrübesini demokratik ve evrensel değerlerle birleştirerek yeni bir medeniyet açılımına girebilme yeteneğini göstermesidir. 

DİPNOTLAR.:

1 Elit kavramını ilk olarak kullanan Pareto, elit sınıfı, yönetimde ve siyasal yaşamda doğrudan veya dolayısıyla rol oynayan kişilerden oluşan grup olarak tanımlamaktadır. Mosca, elit ifadesini kullanmadan tüm toplumlarda var olan 
az sayıdaki yöneten ve çok sayıdaki yönetilen sınıf olduğunu, bunlardan az sayıdaki yöneten sınıfın tüm siyasal işlemleri yerine getiren sınıf olduğunu ifade etmektedir. Wright Mills ise endüstri toplumlarında askeri siyasi ve ticari 
üç egemen sınıftan bahsetmekte ve bu üst kesim gruplara “iktidar eliti” adını vermektedir. Mehmet Turhan, Siyasal Elitler, 2. Baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara, 2000, s. 32-35. Günümüzde ki modern ulus devletinde genel anlamda 
elit sınıfına, „bürokratlar, medya sahipleri ve çalışanları, yargı organları üyeleri, üniversite mensupları, sanatkarlar ve bunları finanse edenler ile ülkenin zenginleri“ dahildir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde „silahlı kuvvetlerin“ de eklenmesi gerektiğini söylemektedir. Yaman Törüner, Ülkeyi kim yönetecek?, Milliyet, 10.07.2007. Kabul etmek gerekir ki Türkiye’de silahı kuvvetlerin hem iç politikada hem de dış politikadaki etkinliği Törüner’in „gelişmekte olan 
ülkelerde, bu sınıfa „silahlı kuvvetler“i de eklemek gerekir“ ifadesinden çok fazla bir etkiye sahiptir. 
2 Daniel Frei, Was ist unter Frieden und Freiheit zu verstehen?, Wolfgang Heisenbert/Dieter S. Lutz (Ed.) 
„Sicherheitspolitik kontrovers“, Schriftenreihe Band 291/I, Bundeszentral für politische Bildung, Bonn, 1990, s.45 
3 Frei, a.g.e. 1990, s.46 
4 Fatih Demirci, Klasik Toplum sözleşmesi Kuramlarında Birey-Devlet İlişkisi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi 2005, Doktora, s. 182 
5 Demirci, a.e,. s.183 
6 Demirci, a.e., s.185 
7 Frei, a.e. s.46 
8 Werner Fuchs-Heinritz vd: Lexikon zur Soziologie, Westdeutscher Verlag, 3. Auflage, Opladen ,1994, s.600 
9 Mehmet Ali Bal, Modern Devlet ve Güvenlik, IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003, s.20 
10 Frei, a.g.e. 1990, s.49 
11 Dieter Senghaas, Wohin driftet die Welt?, Edition shurkamp, erste Auflage, Frankfurt am Main, 1994, s.121 
12 Halis Çetin, İktidar ve Meşruiyet, „Siyaset“, (Editör: Mümtaz’er Türköne), Lotus Yay., Ankara 2. Baskı, 2005, s.39 
13 Mehmet Ali Bal, a.g.e s. 53 
14 Bernhard Zangl/Michael Zürn, Frieden und Krieg, Edetion suhrkamp, Neue Sozialwissenschaftliche Bibliothek, 1. 
     Auflage, Frankfurt am Main, 2003, 172. 
15 Zangl/Zürn, a.g.e., s.174 
16 Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, İstanbul, 2003, s.30 
17 Dieter Senghaas, a.g.e, s.17 
18 Ernst-Otto Czempiel, Eröffnungsvortrag vom zehntes Forum Globale Fragen. Kein Frieden ohne Entwicklung, keine 
     Entwicklung ohne Frieden, Sicherheitspolitik zwischen Militäreinsatz und Entwicklungshilfe, Bonn, 24.-24. Juni 2004, 
    Wasserwerk; Auswärtiges Amt, Arbeitsstab globale Fragen, Berlin, http://www.auswaertiges.amt.de 
19 Thomas P.M. Barnett, Pentagon’un Yeni Haritası –Harekat Planı- 2, Yaratmaya Değer Bir Gelecek , Çev: Volkan 
     Yalçıntoklu, 1001 Kitap Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 33 ve devamı 
20 Grennspan, (ABD eski Merkez Bankası Başkanı), “Irak’a petrol için girdik”, Yeni Şafak, 17 Eylül 2007 
21 Mim Kemal Öke, Derviş ve Komutan , Özgürlük- Güvenlik Sarkasında Türkiye’nin Kimlik Sorunsalı, Alfa, 
     İstanbul, 2004, s. 3 ve devamı 
22 Mim Kemal Öke, a.g.e., s. 15 
23 Mim Kemal Öke, a.g.e., s. 12 
24 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul, Küre Yayınları, 2001, s. 29 
25 Davutoğlu, a.g.e, s. 309 
26 Dieter Dettke, Militärpolitik/Sicherheitspolitik, (Editör: Wichard Woyke) „Handwörterbuch Internationale Politik“, 
    Bundeszentrale für politische Bildung, Bonn, 5. Auflage, 1993, s.294 
27 D. Dettke, a.g.e, 294 
28 Şaban İba, Milli Güvenlik Devleti: Dünyada ve Türkiye’de Belgeleriyle Milli Güvenlik İdeolojisi ve Kurumlaşma, 
     İstanbul, Çiviyazıları, 1. Basım, 1998, s. 14 
29 www.mgk.gov.tr 09.08.2007. 
30 Meyers Konversations-Lexikon, Kriegskunst, 1885-1892 S. 10.213, 
     http://peter-hug.ch/lexikon/sitemap/10_0213 (15.10.2007) 
31 Aristotales: Sparta Anayasası Üzerine: Sparta’da Mükemmel Toplum Kikurgos Yasaları, Derleyen ve Çeviren: 
     Sadık Usta, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2005, 52-53 
32 Bernhard Russel, Batı Felsefesi Tarihi: İlkçağ, Say Yayınları, İstanbul, 4. Basım, 1994, s. 206 
33 Aristotales, a.g.e., s. 106 
34 Hasan Ünder, „Goltz, Milleti Müsellaha ve Kemalizmdeki Spartan Öğeler“, Tarih ve Toplum Dergisi, c. XXV 
     Ankara, Şubat 2001, Sayı, 206, s.46.110 
35 Şefik Oktay, Osmanlı’dan Cumhuriyte Padişah Yaveri İki Sadrazam Oğlu Anlatıyor, İstanbul, Kitap Baskı Sama 
    Matbaaçılık, İlke/Özgür/ Bilge Dağıtım, 1988, s. 51-60 
36 Hasan Ünder, a.g.e., s. 46.110 
37 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Hasan Ünder, a.g.e,. 
38 Dr. H. Klee (Verant. Hrsg.), Neueste Mitteilungen, II. Jahrgang. No. 39, Dr. H Klee. Berlin, Freitag, den 6. April 
    1883, http://amtpresse.staatsbibliothet-berlin.de/ausgabe.pfp?file=11614109/1883/1883-04 (17.10.2007) 
39 Şükrü Hanioğlu, Yeniçeriler, hür basın ve Millet-i Müsellaha, Zaman, 03.01.2003 
40 Dr. H. Klee, a.g.e. 
41 Janko Sakasow, Die türkische Revolution, sozialistische Monatshefte, 2. Band, Heft, 17, 1908, s.1038-1040 
42 Büyük Nutuk, aktaran, Mehmet Gönlübol/Cem Sar, 1919-1939 dönemi, Editör: Mehmet Gönlübol, vd,. “Olaylarla 
    Türk Dış Politikası 1919-1993”, 9. Bs., Ankara, Siyasal Kitabevi, 1996, s. 56. 
43 Nejat Doğan, Türk Siyasal Partilerinin Uluslararası İlişkilere Yaklaşımı: 1923-1980: Partilerin Benimsedikleri 
     Dışişleri, Güvenlik ve Savunma Politikaları, Editör: Nejat Doğan/Mahir Nakip, “Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal 
     Partileri”, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2006, s. 121 
44 Salih Özbaran, Filistin Tapusu, Radikal2, 26/2/2006. 
     www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5579&tarih=24/10/2007 
45 Samuel P. Hungtinton, Kampf der Kulturen: Die Neugestaltung der Weltpolitik im 21. Jahrhundert , Europaverlag, 
     München, Wien, 5. Auflage, 1997, s. 226 ve devamı 
46 Bora 1997:58-60, aktaran, Öke, a.g.e., 2004, s.65 
47 Hüsamettin İnaç, Türkiye’nin Kimlik Problemleri, Ankara, Adres Yayınları, 2005, s. 43 
48 Hasan Cemal gazetedeki köşesinde Kürtlerle ilgili İsmet İnönü ile ilgili sözlerini şu şekilde aktarmaktadır: 
    „Rahmetli meslek büyüğüm Metin Toker'den yıllar önce dinlemiştim. İsmet İnönü bir keresinde demiş ki: ”Daha 
    Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte düşünmeye başladık bu Kürtler ile ne yapacağız diye...” MİT'ten emekli 
    üst düzeyde bir istihbaratçıyla bu yakınlarda sohbet ederken şöyle dedi: ”Teşkilatta tam 41 yıl görev 
    yaptım. Kafamızdan Kürt sorunu hiç eksik olmadı. Ve bugün Türkiye yine aynı sorun nedeniyle tarihinin en karmaşık 
    dönemlerinden birini yaşıyor.“ Hasan Cemal, Yüzeysel, gülünç ve hazin, Milliyet, 26.10.2007 
49 Muhittin Demiray, Die regionale Aussen-und Sicherheitspolitik der Türkei in der Ära Özal (1983-1993) vor dem 
     Hintergrund der innenpolitischen Entwicklungen, Dissertation, im Fachbereich Politikwissenschaften der Universität 
     Hamburg, 2001. 
50 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2 Aralık 2004, A/55/55 
51 www.mgk.gov.tr 09.08.2007 
52 “Dünyada ve Türkiye’de güvenlik ve milli güvenlik kavramları nasıl algılanmaktadır?” sıkça sorulan sorular, 
     www.mgk.gov.tr. 09.08.2007 
53 www.mkg.gov.tr/Türkce/kanun/html (20.02.2012) 
54 “Milli güvenlik kamu düzeni ve emniyeti olarak algılanabilir mi?, sıkça sorulan sorular, www.mgk.gov.tr. 09.08.2007 
55 Yılmaz Tezkan, Siyaset Strateji ve Milli Güvenlik, İstanbul, Ülke Kitapları, 2000, s. 23 
56 1924 Anayasası’nın (Teşkilat-ı Esasiye Kanununun 40. Maddesine) bunu şu şekilde ifade etmektedir: “Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yüce varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Harb kuvvetlerinin komutası barışta özel kanuna göre Genelkurmay Başkanlığına ve seferde Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tayin edilecek kimseye verilir” Ramazan Cengiz Derdiman, Karşılaştırmalı Türk Anayasaları ve TBMM İçtüzüğü, Alfa Aktüel, Bursa, İstanbul, 2006,s.391 
57 Tezkan, a.g.e., s. 24 
58 Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Ek: 1982 Anayasasının Tam Metni, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 8. Baskı 1990, s. 66 
59 1961 Anayasası mad. 111, 20.9.1971-1488 karar. Ramazan Cengiz Derdiman, a.g.e s. 314 
60 Beyaz Kitap, Savunma, Milli Savunma Bakanlığı, Ankara, 1998, s.11-12 
61 2001 yılında yapılan anayasal değişikliğinde MGK’nın sivil hükümet ile ilişkili ifadeleri yumuşatılmıştır. Bu çerçevede “Devletin Milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan kararların uygulanması yerine “ilgili alınan tavsiye kararları” ibaresi konulmuş; aynı şekilde 3. Fıkradaki son cümlede ifade edilen “ ...tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca “ öncelikle dikkate alınır” ibaresi kaldırılarak, “değerlendirilir” ifadesiyle MGK’nın kararlarının Bakanlar Kurulu’nca uygulanmasının öncelik derecesi düşürülmüştür. Ramazan Cengiz 
Derdiman, a.g.e., s. 96 
62 Gencer Öczan, Milli Güvenlik Kurulu, (Editör: Ümit Cizre) “Almanak Türkiye 2005 Genel Güvenlik Sektörü ve 
Demokratik Gözetim”, DCAF-TESEV Güvenlik Sektörü Çalışmaları Dizisi Özel Yayın, İstanbul, 1. Baskı, 2006, s. 41 
63 MGK’da uzun dönem başmüşavir ve danışman olarak görev yapan Mustafa Ağaoğlu, TİB’in nasıl kurulduğunu anlatırken, “MGK’nın Bakanlar Kurulu’na karşı dört görevi vardır, bunlardan birisi de psikolojik harekattır” düşüncesinden hareketle oluşturulduğunu ifade ederek psikolojik harekatı MGK açısından şu şekilde tanımlamaktadır: “Psikolojik Harekat; iç ve dış kamuoyunun bazı konularda Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda aydınlatılması ve 
yönlendirilmesidir.” 28 Şubat Kararlarını BÇG Hazırladı, yazarsız, Demokratik Düşünce, 8.08.200, 
http://demokratikplatform.blogspot.com/2007/08/bat-alma-grubu.html 15.08.2007 
64 Gencer Özcan, a.g.e., s. 41 
65 Resmi Gazete, 08.01.2004 Sayı: 25340; Karar Sayısı 2003/6688, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yönetmeliği 
66 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu 18 Haziran 1949 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlandı ve 31 Temmuz 1949 tarihinde yürürlüğe girdi. Komisyon görüşmelerinde tasarıda yer almayan ancak Meclis’teki görüşmeler sırasında eklenen ve kabul edilen ilk hali ile İl İdaresi Kanunu’nun 11/D maddesi şu şekildedir: “Vali, il içindeki kolluk kuvvetleri ile bastırılamayacak olağanüstü ve ani hadiselerin cereyanı karşısında kalırsa en yakın askeri (kara, deniz, hava) kuvvetleri komutanların mümkün olan en seri vasıtalarla müracaat ederek yardım ister ve bunu yazı ile de teyit eder. Bu talepler derhal yerine getirilir.” 28 Şubat sürecinin hemen öncesinde 4 Eylül 1996 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kanunla 11/D maddesi tekrar değişikliğe uğramıştır. Buna göre kanunun kapsamı genişletilmiştir. Bu yeni düzenlemede 11/D maddesi şu şekilde yer almaktadır: “Birden fazla ili içine alan olaylarla ilgili valilerin isteği üzerine aynı veya farklı askeri birlik komutanlarından kuvvet tahsis edilmesi durumunda iller veya kuvvetler arasında işbirliği, koordinasyon, kuvvet kaydırması, emir komuta ilişkileri ve gerekli görülen diğer hususlar yukarda belirtilen hükümler çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri tarafından belirlenecek esaslara göre yürütülür”. Abdullah Oğuz, “İl İdaresi kanunu ve EMASYA Planları”, http://www.hukuveyasam.org. /turkce/konu_detay.aspx? id=84, 10.08.2007 
67 Abdullah Oğuz, a.g.y. 
68 1995-98 yılları arasında görev yaptığı Güneydoğu Anadolu bölgesinde bizzat kendisinin yaptırdığı ve sivil memurları  ve yeni gelen hakimlere “işin ciddiyetini anlatmak için” ve eğitim amacına yönelik olarak bombalama eylemlerini itiraf 
eden Emekli Korgeneral Altay Tokat, EMASYA protokolünün o bölge için değil, Batı’daki olaylar için geçerli olduğunu söyleyerek, Güneydoğu’da başka ciddi planların olduğunu ifade etmektedir. Adnan Keskin, Bir iki bomba 
attırmak meğer ne kolaymış, Radikal, 28.07.2006 
69 Ferhat Sarıkaya, Van Cumhuriyet Başsavcısı, “Şemdinli İddianamesi”, 03.03.2006, 
    www.sabah.com.tr/özel/indir/php?=semdinli_iddianame.pdf. 10.08.2007. 
70 Hakan Çağrı “Askeri Taksim’e Çekme Planı”, Aksiyon Dergisi, 640/12.03.2007 
    www.aksiyon.com.tr/yazdir.php?id=26932 10.08.2007 
71 Radikal 11. Ocak 1997, AA, 10 Ocak 1997 
72 Neşe Düzel, “Bayramoğlu İzleniyoruz”, Ali Bayramoğlu ile söyleşi, Radikal 12.04.2004 
73 Neşe Düzel, “Bayramoğlu İzleniyoruz”, Ali Bağramoğlu ile söyleşi, Radikal, 12.04.2004 
74 Bu konu ile ilgili geniş bilgi için bkz: Veli Özdemir (Yayına hazırlayan ) “İfade Tutanakları, Susurluk Belgeleri 1”, TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu, Scala Yayıncılık, İstanbul, 1997 
75 Bülent Orakoğlu, “darbeyi rapor ettim...”, İstanbul, Timaş yay., 2003, ve Ferhat Sarıkaya, a.g.e. 
 www.sabah.com.tr/özel/indir/php?=semdinli_iddianame.pdf. 10.08.2007 
76 Ali Bayramoğlu, 80 yılda bir arpa boyu yol...., Yeni Şafak, 26.05.2007 
77 Mehmet Ali Birand, Artık karşımızda farklı bir TSK var, Posta, 23 Mayıs 2007 
78 : http://www.internethaber.com/mit--402366h.htm#ixzz1mvjYU5xk 20.02.2012 
79 http://www.mgk.gov.tr 
80 http://www.mgk.gov.tr 
81 http://www.mgk.gov.tr 
82 Tezkan, a.g.e,. s. 20 
83 Hürriyet, 30 Haziran 1998 
84 Gencer Öczan, Milli Güvenlik Kurulu, Editör: Ümit Cizre, “Almanak Türkiye 2005 Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim”, ACAF-TESEV Güvenlik Sektörü Çalışmalar Dizisi Özel Yayın, 1. Baskı, İstanbul, 2006, s. 38 
85 MGSB’nin içeriği ile ilgili bilgiler, MGSB’nin tümüne ulaştığını yazan 14.11.2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden  alınmıştır. 
86 Gencer Özcan, (2005) a.g.e, s. 39 
87 Peter Stegmaier, KrimiLex, Innere Sicherheit, (2006) 
88 www.mevzuat.adalet.gov.tr 
89 http://tr.wikipedia.org/wiki/Jandarma_Genel_Komutanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1 
90 http://www.kdgm.gov.tr/?wslt=90DD79FB-170C-4464-A51F-4405BBC21972 
91 kdgm.gov.tr (vizyon) 
92 www. wikipedia. org 
93 Erdal İlker “Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi – Milli Emniyet Riyaseti (M.E.H/MAH) 1927/1965, MİT Basım Evi, Ankara 2002, E-Kitap, mit.gov.tr 
94 http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/02/20/mite-akademik-vizyon 
95 Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla... a.g.e., s. 59 
96 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul, Filiz Kitabevi, 4. Baskı, 1995, s. 564 
97 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, c. I: 1919-1980, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 9. Baskı, 1993, s. 335 
98 Aktaran: Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla...a.g.e., s. 94 
99 Friedrich-Wilhelm Fernau, “Grundzüge türkischer Außenpolitik“, Orient, 10. Jahrgang, Nr. 1, Opladen Februar  1969,, s. 4 
100 Baskın Oran, 1923-1939: Göreli Özerklik, (Editör: Baskın Oran),”Türk dış Politikası”, İstanbul, İletişim Yayınları 1. Cilt (1919-1980), 7. Baskı, 2003, s. 253. 
101 Olaylarla...a.g.e., s. 103 
102 Uçarol, a.g.e. , s. 580 ve Armaoğlu, a.g.e., 1993, s. 343 
103 Uçarol, a.g.e. 1995, s. 585 
104 Mustafa Aydın, İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye 1939-1945, (Editör Baskın Oran), a.g.e., s. 423 
105 İlker Turan/Dilek Barlas, Batı İttifakına Üye Olmanın Türk Dış Politikasına Etkileri, (Edidör:Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu), “Türk Dış Politikasının Analizi”, İstanbul, Der yayınları, 2. Basım, 1998, s. 649 
106 Selim Deringil, Denge Oyunu: İkinci Dünya Savaşında Türkiye’nin Dış Politikası, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s. 5 
107 Aydemir’den naklen: İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1938 yılında Samsun’dan İstanbul’a gelen yerli pirinç ulaşım zorlukları nedeniyle, Çin’den gelen ithal pirinçten daha pahalı satılmaktaydı. Deringil, a.g.e., s.20 
108 Selim Deringil, a.g.e. s. 30-31 
109 Selim Deringil, a.e., s. 261 
110 Selim Deringil, a..e., s. 252 
111 Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 427 
112 Erel Tellal, SSCB’yle İlişkiler, (Editör Baskın Oran), a.g.e., s. 503 
113 Erel Tellal, a.g.e,. s. 503, 
114 Fahir Armaoğlu, a.g.e., s. 429 
115 Ahmet Şükrü Esmer/Oral Sander, 1939-1945, Mehmet Gönlübol vd. „Olaylarla Türk Dış Politikası: 
     1919- 1995”, Ankara, Siyasal Kitabevi, 9. Baskı, 1996, s. 184 
116 Mehmet Gönlübol vd., “Olaylarla....” a.g.e. 217 
117 Fahir Armaoğlu, a.g.e. s.518 
118 Mehmet Gönlübol vd., Olaylarla...” a.g.e. s.227 
119 Çağrı Erhan, Demokrat Parti Dönemi- I (1950-1955), (Editör Baskın Oran) , a.g.e., 548 
120 Çağrı Erhan, a.g.e., s. 555 
121 Türkiye ile ABD arasında yapılan anlaşmalarla ilgili kesin bir sayı vermek maalesef zordur. 1970 yılında kadar yapılan ikili anlaşmaların sayısını Türk yetkililer 91 olarak vermişlerdir. ABD ile Türkiye arasındaki Türkiye’nin iç ve 
dış politikasının geleneksel çizgisi üzerinde etkili olan bu anlaşmaların çoğu bakanlar kurulu kararı alınmıştır. Çağrı Erhan, a.g.e. s.556 
122 Çağrı Erhan, a.g.e., 558 
123 Çağrı Erhan, a.g.e., s. 570 
124 Hüseyin Bağcı, Demokrat Parti’nin Ortadoğu Politikası, (Editör: Faruk Sönmezoğlu), “Türk Dış Politikasının Analizi”, İstanbul, Der Yayınları, 1998, s. 102 
125 Emel Baştürk Akca, Türk Dış Politikasında İdealizmden Realizme: Demokrat Parti’den Adalet ve Kalkınma Partisi’ne Türk-Amerikan İlişkileri, (Editör:N. Doğan/M. Nakip), “Uluslararası İlişkiler ve Türk Siyasal Partileri”, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2006, s. 260 
126 Hüseyin Bağcı, a.g.e., s. 103-104 
127 Hüseyin Bağcı, a.g.e., s. 113133; Oran, a.g.e, 561-568 
128 Melek Fırat- Ömer Kürkçüoğlu, Orta Doğu’yla İlişkiler, (Editör: Baskın Oran), a.g.e., s. 629 
129 Baskın Oran, 1960-1980 Göreli Özerklik-3, (Editör: Baskın Oran ), a.g.e, s. 674 
130 Baskın Oran, a.g.e., s. 674 
131 Kemal Kirişçi/Gaerth M. Winrow, Kürt Sorunu Kökeni ve Gelişimi, (çev.: Ahmet Fethi), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayıları. 2. Baskı, 1997, s. 134 
132 Şaban. H. Çalış, Ulus, Devlet ve Kimlik Labirentinde Türk Dış Politikası, Editör: Şaban H. Çalış/Ihsan D. Dağı/Ramazan Gözen), “Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, Kimlik Demokrasi, Güvenlik”, Ankara, Liberte, Birinci Basım, 2001, s. 8 
133 İsmet Özel, Cuma Mektupları, Gerçek Hayat, 6-12 Temmuz 2001 
134 Yeni Şafak, 14 Eylül 2001 
135 Ramazan Gözen, Türk-Amerikan İlişkileri ve Türk Demokrasisi: ‘Realist’ Bağlantısı, (Editör: Şaban/Dağı/Gözen), a.g.e., s. 79 
136 Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 117 
137 Joachim Krause/Christiane Magiera-Krause (Hrsg), „Dokumnetation zur Abrüstung und Sicherheit“, Band 
       XXV:1989/1992, NATO-Gipfel in Rom beschließt neues strategisches Konzept, Academia Verlag, Sankt Augustin, 
       1997, s- 236 ve devamı 
138 Gencer Özcan, Doksanlı Yıllarda Türkiye’nin Değişen Güvenlik Ortamı, (Editör, Gencer Özcan/ Sule Kut) “En Uzun 
      On Yıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar”, İstanbul, Büke Yayınları, 
      2. Basım, İstanbul, 2000, s. 21 
139 Hürriyet, 11.07.1997 
140 NATO “yeni rol peşinde”, Milliyet, 8.11.1990 
141 Klaus-Dieter Schwarz, Amerikas Mission, SWP-Aktuel- 38, Oktober, 2002 
142 Davutoğlu, a.g.e., s. 137 


***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 7

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 7



Menderes Hükümetleri çok yönlü dış politika sloganıyla her ne kadar dış politika da çok yönlülüğü savunsalar da, bu çerçevede Ortadoğu ülkeleri ile kurulmak istenen ilişkiler, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik güvenlik politikasından farklı değildi. Zira Menderes Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da belirleyici bir aktör olmasını engellemek istiyordu. Menderes’in hedefi Ortadoğu ülkeleri ile gerçekleştireceği ortak güvenlik zinciri ile Ortadoğu’da Sovyet tehlikesinin yayılmasını önlemeye çalışmaktı.124 Bu bağlamda Türkiye tarihsel mirasın verdiği çıkarlara ters bir şekilde hareket ederek. BM’de Cezayir’in bağımsızlığı konusunda Fransa’dan yana tavır aldı.125 Türkiye, sadece Cezayir konusunda 
değil, dış politikasını NATO’nun hedefleri ile uyumlu hale getirmek adına Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinde Batı eksenli politikalar yürüttü. Menderes döneminde Türkiye’nin güvenlik politikalarının üç temel hedefi vardır. 

1. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki siyasi oluşumlarda belirleyici konumda olmasının önüne geçmek istiyordu. 

2. Kendi etrafındaki komşu ülkelerin Sovyetleri Birliği yanlısı rejimlerin kurulmasını önlemek ve bu şekilde Türkiye’nin Sovyetler tarafından kuşatılmasını engellemek. 

3. Aktif Doğu Politikası çerçevesinde Sovyetlerin ilgi alanında fakat NATO’nun direk savunma alanının dışında olan Ortadoğu’da ve Akdeniz bölgesinde askeri ittifaklar zinciri oluşturarak, Türkiye’nin güvenliğinin sağlamak.126 


Menderes, hedeflerinin gerçekleşmesi için Ortadoğu ülkeleriyle güvenlik temelinde anlaşmalar yapmak için bir dizi girişimde bulundu. Mısır Lideri Cemal Abdulnasır’ın muhalefeti, istenilen düzeyde bölgesel bir birliğin oluşmasını engelledi. Fakat Menderes Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1954 tarihinde Bağdat’ta imzalandığı için Bağdat Paktı olarak anılan “Karşılıklı İşbirliği ve Savunma Antlaşması” imzalandı. Bu Antlaşmanın 1. Maddesi’ne göre akit taraflar, “güvenlik ve savunmaları için BM yasasının 51’ci maddesine 
uygun biçimde işbirliği yapacaklar”larını ifade ettiler. 1955’te İngiltere; Başbakan İran Başbakanı Musaddık’ın bir darbe ile ABD tarafından düşürülmesinden sonra tekrar tahta geçen İran Şahı’da aynı yıl Bağdat Paktına katıldı. 1958’de Irak’ta gerçekleştirilen bir darbe sonrası Irak’ın 1959’da Paktan ayrıldığını açıklaması ile anlamını yitirdi. Bağdat Patkı yerine 1959 yılında İngitere, Türkiye, İran ve Pakistan’ın üyesi olduğu “Merkezi Antlaşma 
Teşkilatı” (CENTO), kuruldu. CENTO, 1961 yılından itibaren ABD’nin öncülüğündeki Batı Blokunun Sovyetler Birliği’ni Jeopolitik teoriler temelinde şekillenen Çevreleme Politikası çerçevesinde Rimland kuşağının içine hapsetme politikasının kurumsal yapıları olan NATO ve SAETO savunma Paktlarının ortasında merkezi bir halkasını oluşturdu.127 

Menderes Hükümetinin Dışişleri Bakanı Faut Köprülü, Ankara’da Amerikan 
Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı B.E. Kuniholm ile yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’ya, özellikle Türkiye’nin komşularına yönelik politikalarını açıklarken, “Dışişleri Bakanı’nın görevleri arasında esaslı bir hususun da yakın komşularına dostluk garantisi vermesinin gerektiğinin ifade ederken “Dürüstlüğün” tek başına yeterli olmayacağını ve “şüpheye sebep olmayacak kadar” da dost olmak gerektiğini vurgular. Fakat Türkiye ne Cezayir’in Fransa’ya karşı bağımsızlık savasında, ne Filistin sorununda ne de 1956’daki Fransa ve İngiltere’nin 
İsrail ile anlaşmalı çıkardığı Süveyş Savaşı’nda ve 1958 Lübnan ve Ürdün savaşlarında, Köprülü’nin ifade ettiği gibi Ortadoğu ülkelerine karşı dostane davranışta bulundu. Aksine Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine karşı uyguladığı politikalar, Arap Dünyasındaki prestijinin sarsılmasına128 neden oldu ve “Emperyalizmin Ortadoğu’da bir uzantısı” gibi algılandı. 

Türkiye, Ulusal güvenliği ve çıkarları ile NATO çıkarları arasında bir farklılığın 
olabileceğini, yani kendi ulusal çıkarları ile NATO’nun çıkarlarının örtüşmeyebileceğini ancak 1964 yılında Kıbrıs’ta gerçekleşen olaylar esnasında öğrendi. 1963 Noel’inde Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’un Türkleri hükümetten atma ve adada tecrit etme girişimleri karşısında adaya askeri çıkarma yapmaya karar veren Türkiye, ABD’nin müdahalesi ile karşılaştı. Ancak 1966 yılında kamuoyuna açıklanan ve 4 Haziran 1964’de Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye ABD Başkanı Johnson tarafından gönderilen mektup, Türkiye ile ABD ilişkilerini gelecekte sarsacak sonuçlar doğurdu. Johnson, İsmet İnönü’ye gönderdiği 
mektupta, Türkiye tarafından Ada’ya yapılacak bir askeri müdahaleyi bahane ederek SSCB’nin soruna doğrudan müdahil olarak Türkiye’ye saldırması durumunda NATO’ya üye ülkelerin Türkiye’yi Sovyetlere karşı savunma yükümlülüğü altına girmeyecekleri yönünde uyarması, Türkiye’nin hayal kırıklığına uğramasına ve NATO’ya olan güveninin sarsılmasına neden oldu. 

Bu bağlamda Türkiye dış politikada ve kendi güvenliğinin sağlanmasında kaderini NATO’nun ellerine teslim edemeyeceğini anladı. Bunun bir sonucu 
olarak çok yönlü bir politika izlemeye başladı. Sovyetlerle ve üçüncü dünya ülkeleri ile alt seviyede olan ilişkilerini geliştirmenin yollarını aradı. BM’de, Batı’nın Ortadoğu’daki “doğal” müttefiki olan İsrail’in tezleri karşısında Filistin tezlerini desteklemeye başladı. 

Türkiye kendi güvenliğinin sağlanması konusunda tek taraflı olarak NATO ve ABD’ye bağlı hareket etmesinin olumsuz etkisini en bariz bir şekilde yine Kıbrıs sorununda yaşadı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında ABD 1975 yılında Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Parasını ödemesine rağmen Türkiye bazı silahları alamadı ve gerekli olan yedek parçaları da sağlayamadı. Bunun üzerine 1978 yılında Ecevit iktidarı döneminde yeni bir “Ulusal Savunma ve Dış Politika Stratejisi”129 oluşturuldu. Bu Strateji Türkiye’nin savunma ve ordunun ihtiyacı olan gerekli silahları temin etme konusunda tek kaynaktan faydalanma  anlayışının terk edilmesini öngörmekteydi. Yeni Savunma Doktrini’nde Türkiye’nin komşuları ile kuracağı ilişkilerdeki yöntem farklılığı dikkat çekmektedir. Buna göre aşırı silahlanma yerine komşularla geliştirilecek ilişkilerle güvenliğin maliyetinin düşürülmesine çalışıldı.130 Ecevit’in Üçüncü Dünyacı anlayışının dış politikaya yansıması şeklinde algılanan bu politikanın 1980 sonrası iktidara gelen Özal tarafından uluslararası konjunkture uygun bir 
politik anlayışla ekonomik merkezli geliştirilmesi dikkat çekicidir. 

D- ÖZAL Dönemi Güvenlik Anlayışı: Yeni Arayışlar 

1980’li yıllar Türkiye’nin iç ve dış güvenliği açısından son derece hızlı değişimlerin gerçekleştiği yıllardır. 12 Eylül 1980 Askeri ihtilalından sonra Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki ilişkiler donduruldu. 1979 yılında İran’da gerçekleşen devrimle Amerika’nın Ortadoğu’daki önemli bir müttefiki olan İran Şahı’nın devrilmesi ve ABD’yi şeytan olarak tanımlayan Humeyni’nin dine dayalı yeni bir rejim kurması, bölgedeki güvenlikle ilgili strateji ve politikaların gözden geçirilmesine neden oldu. Aynı yıl Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi, Soğuk Savaş döneminde iki kutup arasındaki gerilim 
politikasının tırmanmasına neden oldu. 1982-1988 yılları arasında süren İran-Irak Savaşı esnasında sınırların güvenliğinin Irak ve Iran tarafından tam olarak sağlanamaması ve PKK’nın özellikle Kuzey Irak’tan Türkiye’yi sızarak terörist eylemlere girişmesi Türkiye üzerindeki güvenlik kaygılarını artırdı. İç politikada ise 1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile ilk defa adını duyuran PKK, giderek Türkiye’nin üniter yapısını tehdit eden ve sadece Türkiye’nin sorunu olmaktan çıkarak bölgesel bir sorun haline gelen bir terör örgütü 131 
olarak hala Türkiye’nin bir numaralı ve en öncelikli sorunu durumundadır. 

1983 yılında iktidara gelmesinden sonra Başbakan ve 1989-1993 yılları arasında 
Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’nin iç ve dış politikasının belirlenmesinde ve 
uygulanmasında tartışmasız bir rol oynayan Özal döneminde Türkiye’nin güvenlik politikasını algılayış biçiminin değiştiğini söylemek mümkündür. Her ne kadar Türkiye’nin dış politikasında ve güvenlik yapılanmasında Batı endeksli politikalarında uluslararası ve bölgesel değişikliklere rağmen dış politikasının temel ilkelerinde bir istikrardan ve süreklilikten bahsedilse de,132 Özal iktidarı döneminden itibaren Türkiye’nin Batı endeksli dış politika ve güvenlik algılamalarında bir erozyon yaşandığı da bir gerçektir. İsmet Özel’ göre Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri iki devreye ayırmak gerekmektedir. Cumhuriyet’in kurulmasından Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesine kadar olan devrede Türkiye’nin Batı ile olan ilişkileri dünya “sistemine çomak sokmamak” karşılığında Türkiye’nin iç işlerin batılıların söz sahibi olmaması anlaşmasına tarafların uyması ile geçen evredir. 133 Özal ile başlayan ikinci evrede ise taraflar arasında yeni bir anlaşma statüsü belirlemeye çalıştıkları Soğuk Savaş sonrası evredir. 

E- Türkiye’nin Jeopolitik Konumu ve Yeni Stratejiler 

Batı perspektifinden bakıldığında Türkiye’nin NATO üyeliğinin önemi Jeopolitik 
konumundan kaynaklanıyordu. NATO Savunmasının güney kanadında güçlü bir ordu besleyen Türkiye, Sovyetlerin Ortadoğu Petrol yataklarını işgale yeltenmesi durumunda ilk müdahale edebilecek konumda olan ülke durumundaydı. Aynı şekilde Sovyetler Birliği’nin istihbarat ve askeri hareketliliklerinin tespit edilmesi amacıyla Sovyet Rusya’yı gözetlemek için coğrafi açıdan en uygun konumdaydı. NATO’nun Türkiye’de 32 adet değişik büyüklükte ve değişik amaçlar için tasarlanmış kara, deniz ve hava üssü bulunmaktadır.134 

Mackinder’in Kara Hakimiyet tezinde Sovyetler Birliği’nin bulunduğu kara parçası pivot bölge (kalbgah) olarak ifade edilmektedir. Amerikan Jeopolitikçi Spykman, gerçek potansiyel hakimiyet gücünün Batı-Avrupa’dan başlayarak Balkanlar üzerinden Türkiye, Irak, Pakistan, Hindistan, Çin ve Kore’ye kadar uzanan ve Sovyetler Birliğini çevreleyen Kenar Kuşak (Rimland) üzerinde olacağını tezini savundu. Soğuk Savaş döneminde Mackinder’in ifade ettiği merkez kara kütlesini çevreleyen kenar kuşak üzerinde oluşturulan savunma hattına dayalı Amerikan jeostratejisi NATO-CENTO ve SEATO güvenlik 
paktlarının kurulmasına neden oldu. Bu bağlamda Türkiye jeopolitik açıdan kara hâkimiyet teorisi temelinde güney-batı hattı üzerinde, rimland teorisi temelinde ise kenar kuşağın güney-doğu ve kuzey-batı istikametlerini birbirine bağlayan önemli bir noktada bulunmaktadır. Bu haliyle Türkiye’nin jeopolitik konumu onun güvenlik ve savunma stratejilerinin ana eksenini oluşturmaktadır. ABD’nin Türkiye’ye gösterdiği yakınlık ve Türkiye’nin NATO’ya alınma gerekçesinin altında bu jeopolitik anlayış yatmaktadır135 Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde Avrupa başkentlerinde Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği açısından jeopolitik öneminin erozyona uğradığı kanaati, Ankara’da endişeye dönüşmüştür. Fakat 1990 Ağustos’unda Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonrasında Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılması ve Ortadoğu’daki petrol yataklarının güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin jeopolitik öneminin Soğuk Savaş dönemine göre arttığı görülmüştür. Çünkü Soğuk Savaş sonrası ilan edilen Yeni Dünya Düzeninde “Jeopolitik konum artık sınırları müdafaa dürtüsünün 
yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. 
Aksine bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir. 
Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı jeopolitiğin uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve kullanılmasına bağlıdır.” 136 

Türkiye Özal döneminde 80’li yıllardan itibaren uluslararası sistemde başlayan 
küreselleşme trendine ayak uydurmaya çalıştı. Bu çerçevede bölgesel alanda ekonomik işbirliğine dayalı bir yakınlaşmayı sağlamaya çalıştı. Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkilerde ekonomik işbirliğinin karşılıklı bağımlılık anlayışı çerçevesinde giderek siyasi işbirliğinin gelişmesine neden olacağı düşüncesinden hareket edildi. Bu tür işbirliğinin ülkelerin birbirlerine karşı güven duymalarını, siyasi sorunların çözümünde gerekli mekanizmaların oluşturulmasını ve karşılıklı gelişen ekonomik ve siyasi ilişkilerin güvenlik alanında karşılaşılan sorunları azaltacağı anlayışına dayanan bir strateji geliştirildi.. 

Bu stratejinin üçayağı vardı. Amerika ile güvenlik bağlamında gelişen geleneksel 
ilişkileri ekonomik ilişkileri ekleyerek, Amerika’nın Türkiye’nin küresel dünya ile entegre olma sürecinde siyasi desteği yanında ekonomik desteğini de sağlamak. Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1987’de yapılan tam üyelik müracaatı ile Türkiye’nin modernleşme yolunda uygulayacağı politikaların aksamasını bu bağlamda demokrasinin sekteye uğratılmasını önlemek ve ekonomik açıdan AET’nin nimetlerinden faydalanmak. Atatürk’ün en temel hedefi olan ve ulus devletin temel felsefesini oluşturan ve “muasır medeniyet seviyesine erişmek” olarak belirtilen Batı uygarlığının bir parçası olma hedefinin bizzat Batılı 
devletlerce tescilini sağlamak. Üçüncü ve son ayağını ise Ortadoğu ülkeleri ve komşuları ile gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi ilişkiler oluşturdu. 

Özal döneminde Türkiye’nin komşuları ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine özel bir önem atfedildi. Komşu ülkelerle ekonomik temele dayalı kar amacı güden pragmatik bir yaklaşım tarzı ortaya koyarak, ekonomik ilişkileri Türkiye’nin komşuları ile olan siyasi sorunların çözülmesinde ve güvenlikle ilgili kaygıların giderilmesine bir manivela, bir araç olarak kullanma stratejisini uyguladı. Özal’ın Türkiye’nin dış politikası ve güvenliği ile ilgili gerçekleştirmeye çalıştığı politikaları uyguladığı stratejiler açısından geleneksel Türk dış 
politikasının sınırlarını zorlayan bir yol izlemeye çalıştı. Bu çerçevede Türkiye’nin tarihsel ve kültürel havzasına dış politik yapılanmalarda dikkate alınmasının gereğine vurgu yapılırken, bölgede komşularla ilişkilerin düzeltilmesi ve sorunların çözülmesinde evrensel değerlerin, bölgesel sorunların aşılmasında temel olarak alınmasına çaba sarf edildi. Soğuk Savaş sonrasının ilk yıllarını da kapsayan Özal döneminde değişen uluslararası yeni şartlara yeni bir strateji arayışı şeklinde algılanan ve Türkiye’nin dış politikasının yanında güvenlik 
stratejisinin temel anlayışını da oluşturan yaklaşımları dış politikada tarihsel alan ve kimlik arayışının bir ifadesi olarak görmek gerekir ki bu da Neo-Osmanlıcılık olarak tanımlanmaktadır. 

F- 2000’li Yıllarda Türkiye 

Soğuk Savaşın bittiği 90’lı yılların başından itibaren Türkiye’nin etrafındaki 
bölgelerdeki dramatik gelişmeler, Türkiye’nin güvenlik konusunda daha hassas dengeler üzerinde seyreden bir strateji izlemesini gerektirdi. Soğuk Savaş döneminde belli ve keskin olan güvenlik savunma hatları Soğuk savaş sonrası süreçte Balkanlar’dan Trans Kafkasya Orta Asya ve Ortadoğu’daki çatışmalar, belirsizlikler ve yeni kurulan istikrarsız devletler dolayısıyla belirsizleşti. 1991 yılında Roma’da toplanan NATO zirvesinde kararlaştırılan yeni stratejik konsept çerçevesinde137 de ifade edilen güvenlik alanındaki bu yeni riskler 
Türkiye’nin hinterlandını oluşturan kuşak üzerinde yoğunlaştı. Bu dönemde Türkiye’nin dış politikadaki ufkuna atfen ifade edilen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” stratejisi beklentileri karşılamaktan uzaktı. 1993 yılından Rusya Federasyonun Yeni Dış Politika Doktrini bağlamında yayınladığı Yakın Çevre stratejisi138 Sovyetler Birliği’nin birer parçası olan Urallar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir kuşakta oluşan yeni bağımsız ülkelerin Rusya’nın yaşamsal çıkarları açısından öncelikli bölgeler olarak tanımlanması Türkiye’nin bu bölgeler üzerinde siyasi, kültürel ve ekonomik ağırlıklı ilişkilerin geliştirilmesini zorlaştırdı. Büyük 
bir heyecanla başlayan Kafkasya ve Orta Asya’daki bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile geliştirilmeye çalışılan ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler, Türkiye içindeki ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar dolayısıyla yerini mütevazı işbirliğine bıraktı. 

ABD’nin Washington Enstitüsü Türkiye uzmanlarından Alan Makowsky ve Ian 
Lesser, Türkiye’de İç Değişimler ve Bölge Politikaları’ konularında 1997’de yaptıkları değerlendirmelerinde, Türkiye’nin bölge güvenliği bağlamında NATO ittifakı içinde tehlikelere en açık ülkenin Türkiye olduğunu belirtmekteydiler. Aynı şekilde Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgedeki olası değişikliklere dikkat çekerek, 10 yıl içinde Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede yeni ittifakların kurulacağı öngörülmekteydi. 139 

8. Ci BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 6

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 6



G- Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı 

İç güvenliğin sağlanmasına yönelik olarak devlet kurumları arasında meydana gelen uyumsuzluğu gidermek ve özellikle terör konusunda daha kapsamlı ve etkin bir mücadele gerçekleştirmek amacıyla 17.02.2010 tarih ve 5952 yasa ile Kamu Düzeni ve Güvenlik Müsteşarlığı kuruldu. Başlangıçta İçişlerine bağlı olarak kurulan Müsteşarlık, 08.07.2011 tarihinde yapılan bir değişiklikle Başbakanlığa bağlandı. Müsteşarlık Web sayfasında kuruluş gerekçesini “Terörle mücadele alanında verimlilik ve etkinliğin sağlanması aynı zamanda sorunun çok yönlü ve kurumlar arasında koordine halinde ve alandaki ihtiyaçları tespit ve 
karşılamak” şeklinde tanımlamaktadır. Güvenlikle ilgili operasyonel faaliyeti olmayan Müsteşarlık, Türkiye’nin değişen toplumsal yapısının ve gelişen bireysel bilinç düzeyinin terörle mücadele konusunda daha seçici, kapsamlı ve dikkatli insan hak ve özgürlüklerini temel alan bir anlayışla kurulmuştur. Müsteşarlık yine kendi Web sayfasında bu anlayışını şu şekilde ifade etmektedir: “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, Terörle mücadeleyi, toplumsal değer ve dinamikleri de esas alarak çok boyutlu ve bütüncül bir yaklaşımla planlayan ve etkin bir şekilde koordine eden, ürettiği politika ve stratejilerle terörün en aza indirilmesinde öncü rol oynayan, hukukun üstünlüğü ve temel hak ve özgürlükler e saygıyı ilke edinen bir kurum olarak yapılandırılmıştır. 

Müsteşarlık; çözüm odaklı, doğru ve etkin iletişimi ön planda tutan, iş birliğine açık ve sosyal sorumluluk sahibi projeler üretmek üzere proaktif bir yaklaşım içerisinde çalışmalarına başlamıştır.”90 Kamu Güvenliği ve Düzeni Müsteşarlığını etkin kılan Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu ve kuruluş aşamasında olan İstihbarat Değerlendirme Merkezidir. 
Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu, Güvenlik Kuruluşları ve ilgili kurumlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak ve bu alandaki politikaları ve uygulamaları değerlendirmek amacıyla oluşturulmuştur. Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulunda İç ve dış güvenliğin ilgili tüm birimleri temsil edilmektedir. Müsteşarlığın 4/2 Maddesine göre Genelkurmay İkinci Başkanı, Jandarma Genel Komutanı, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı, Adalet 
Bakanlığı Müsteşarı, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı, Emniyet Genel Müdürü ve Sahil Güvenlik Komutanından oluşmaktadır. Müsteşarlığın Web sayfasındaki teşkilat yapısından kurumsal hiyerarşinin en üstünde Başbakan Yardımcı bulunmaktadır. İkinci Sırada Terörle Mücadele Koordinasyon Kurulu üçüncü sırada Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, dördüncü sırada ise İstihbarat Değerlendirme Merkezi bulunmaktadır. 

Güvenlik Müsteşarlığının oluşturulmasının nedenlerinden biri kurumlar arasında 
güvenlikle ilgili koordinasyonun sağlanmasını ve özellikle terörle mücadelenin etkin bir şekilde yapılmasını sağlamak olarak ifade etmek mümkündür. Fakat Güvenlik müsteşarlığının asli görevlerinin başında Türkiye’nin güvenlikle ilgili stratejilerinin yeniden yapılandırılmasının ipuçlarını vermektedir. Bu itibarla salt güvenlik anlamında askeri ve istihbarı önlemlerin alınmasının yanında Müsteşarlık vizyonunu; “Terörle mücadeleyi, toplumsal değer ve dinamikleri de esas alarak çok boyutlu ve bütüncül bir yaklaşımla planlayan ve etkin bir şekilde koordine eden, ürettiği politika ve stratejilerle terörün en aza indirilmesinde öncü rol oynayan, kullandığı araç ve yöntemlerle, ulusal ve uluslararası alanda söz sahibi saygın bir kurum olmaktır”91 şeklinde tanımlamaktadır. 

Bu anlayış ise Türkiye’nin güvenlik algılamasının, güvenlikle ilgili stratejilerinin ve güvenlik politikasının kapsadığı alanın Türkiye’nin sınırları ile son bulmadığını ve bölgesel güç olma yolunda proaktif bir dış politika uygulayan bir ülke olarak sınır dışındaki olayları da içine alacak şekilde güvenlik algılamasının genişletildiğini ortaya koymaktadır. 

D- Milli İstihbarat Teşkilatı 

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra istihbarat hizmetlerini yerine getirme amacına yönelik olarak 5 Ocak 1927’de kurulan ilk Teşkilat “Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti” (M:E:H/MAH) oldu. Şeklen İçişlerine bağlı olarak kurulan MAH, devletin milli güvenlik politikasının hazırlanmasına yönelik çalışmalar doğrultusundan 1965 tarihinde TBMM’de kabul edilen 644 sayılı kanunla Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) kurulmuştur. 92 İngilizce İntelligence kavramından gelen ve Türkçe anlamı “akıl”, zeka” olan istihbaratın Türkçe sözlükteki karşılığı “haber alma, bilgi toplama” olarak verilmektedir. Teknik, konu ile ilgili olarak istihbarat kavramı toplanan bilgilerin tasnifini, işlenmesini ve bir veri/bilgi olarak elde edilen ürünlerin doğru bir şekilde kullanılması anlamına gelmektedir. Bu itibarla istihbarat değişik kaynak ve yollardan farklı yöntemlerle elde edilen bilgilerin, delillerin belli bir program dâhilinde değerlendirilmesi analiz edilmesi ve anlamlandırılmasını ifade etmektedir. 

Bu bağlamda Milli İstihbarat: “Devletin Milli Güvenlik Politikasını yürütmek için yurt içinde ve yurt dışında sekiz ana konunun, yani askeri, siyasi, ekonomik, sosyal, coğrafi, biyografik, ulaştırma ve muhabere, ilmi ve teknik istihbarat ile Kont terör ve Kont Espiyonaj çalışmalarının bütünlüğü ve merkezi istihbarat üretimi”93 demektir. MİT’in tanıtım sayfasında görevleri şu şekilde ifade edilmektedir: Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milleti ile bütünlüğüne; varlığına, bağımsızlığına ve güvenliğine; anayasal düzenine ve milli gücü 
meydana getiren bütün unsurlarına karşı içten ve dıştan yöneltilen mevcut ve muhtemel faaliyetler hakkında milli güvenlik istihbaratını devlet çapında oluşturmaktır.” MİT elde ettiği bu bilgileri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakan, Genelkurmay Başakanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri ve gerekli kuruluşlara iletmektedir. Yine MİT’in tanıtım sayfasında “isthbaratta doğru haber almak ve devleti bir sürprizle karşı karşıya bırakmamak” şeklinde tanımlanan MİT’in ilkesi, milli güvenliğin sağlanmasında bir kurumsal yapı olarak İstihbarat örgütünün dışa yönelik istihbarat imkânlarının artırılması, buna karşın devlete karşı yürütülen istihbarı eylemleri en aza indirgemek gibi önemli bir 
sorumluluğu yerine getirmekle yükümlüdür. 2937 sayılı kanunun 13. Maddesi gereğince MGK’da görüşüldükten sonra Başbakanın önerisi ve Cumhurbaşkanının onayı ile göreve atanan MİT Müsteşarı yalnızca Başbakan’a karşı sorumludur. 

Milli İstihbarat Teşkilatının yasa ve mevzuatlarla belirlenmiş görev ve yetkilerinin uygulanış biçimi ile ilgili olarak tartışmaları uzun dönemdir devam etmektedir. 1983’ten itibaren Başbakanlığa bağlı olmasına rağmen özellikle ülkede sivil iktidar ile sivil-asker bürokrasi arasında meydan gelen gerginlikler ve askeri müdahalelerin öncesinde MİT’in siyasi iktidar ile bilgileri paylaşmadığı çok tartışılan konu olmuştur. Bu tartışmalara, MİT müsteşarlarının çoğunluğunun asker kökenli olması da katkı sağlamıştır. İlk defa 1992 yılında Sönmez Köksal’ın MİT Müsteşarlığına atanması ile birlikte dışişleri bakanlığında bir diplomat olan bir sivil bürokrat MİT’in başına atandı. 

MİT’in kuruluşunun 85 yıldönümü tanıtım filminde “Büyük Türk Milletinin geleceği için çalışıyoruz. Çünkü istihbarat geleceği doğru öngörmektir” sloganı ile çalışan MİT, bu çerçevede 2011 yılında İstihbarat Teşkilatı Eğitim Merkezi (MİTEM) içinde Türkiye’nin dış politikasındaki yeni vizyonu ve bölgedeki stratejik çıkarları dikkate alınarak dış istihbarata yönelik İSAMER adıyla MİT akademisi kuruldu. Kriz bölgelerinin öncelendiği İSAMER çalışma alanında Ortadoğu bölgesi “kritik alan” olarak tanımlanırken, PKK, küresel terör ve enerji güvenliği İSAMER’in öncelikli konuları arasına yer almaktadır. 94 Bu da göstermektedir ki MİT daha önce klasik görevi olarak gördüğü iç politikaya dönük güvenlik 
ve ishitbari görev alanını olması gerektiği gibi dış politikaya yönelik çalışmalar yoğunluk kazanmaktadır. Türkiye’nin iç güvenliğinin sağlanması, Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal olarak istikrarlı bir ülke konumunu devam ettirmesi, merkezinde bulunduğu bölgenin siyasi ve ekonomik açıdan gerçekleştireceği güvenlik ortamının derecesi ile yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu itibarla Türkiye’nin geleceğini garanti altına almanın yolu, bölgesel çerçevede stratejiler üretmek ve bu stratejileri orta ve uzun vade de uygulamaya koymaktır. 
MİT ve ortaya koyduğu yeni vizyon bu bağlamda anlam kazanmaktadır. 

Türkiye’nin geleceğini garanti altına alacak ve kaçınılmaz olarak bölge ülkelerinin kapsayan yeni stratejilerin üretilmesinde öncü rolü oynaması ve bu stratejilerin uygulanması esnasında lojistik destek sağlaması açısından MİT’in dikkatini PKK dahil bölge ülkelerindeki siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik gelişmelere vermesi öncelikli hedefleri arasında olmalıdır. 

IV- Türkiye’nin Güvenlik Politikalarının Kırılma Dönemleri 

Türkiye, Osmanlı Devletinin toprak büyüklüğüne sahip olmamasına rağmen kurtuluş savaşından zaferle çıkmanın vermiş olduğu bir avantajla barış masasına oturmuştur. 
Türkiye’nin o dönem güvenliğinin garanti edilmesi iki faktörün birbirine bağlı bir şekilde dengede tutulmasına bağlıydı. Bunlar dış dünyada özellikle Batı’da yeni bir devlet olarak kendini ispat etme, çağdaş ve modern devletler dünyasına kabul edilme ve bu şekilde onlarla eşit bir ilişkileri geliştirme hedefine yönelik politikalardır. İçerde ise ulus devlet olma yolunda devletin varlığını ve bekasını tehlikeye düşüren potansiyel tehlikeleri ortadan kaldırmak öncelikli hedef olarak belirlendi. Türkiye, Luasanne Antlaşmasından sonra 20. yüzyılın ilk yarısının güçlü devletleri ile komşu durumundaydı. İngiltere Irak’a mandası olarak hükmediyordu. Ayrıca Kıbrıs İngiltere”nin hâkimiyeti altındaydı. Fransa, Suriye 
mandasıyla Türkiye’nin komşusuydu. İtalya ise Ege’deki 12 adayı ve Meis adasını işgal altında tuttuğu için Türkiye ile sınır komşusu olmuşlardı.95 

A- Atatürk Dönemi 

Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik politikalarının temel taşları Kurtuluş Savaşı 
esnasında belirginleşmeye başlamıştır. 16 Mart 1921 tarihinde Sovyetler Birliği ile yapılan Türk-Sovyet dostluk anlaşması ile doğu sınırları güvenlik altına alınırken, Batılı ülkelere karşı da pazarlık payı artırılmıştır. Bu anlaşmanın 8. maddesindeki hüküm daha sonra Türkiye’nin komşuları ile yürüttüğü ilişkilerde dış politikasının temel prensiplerinden birini oluşturdu. Bu maddeye göre “Akid taraflar kendi ülkeleri üzerinde, diğer devlerin hükümetini devirmek amacını gücen teşekküllerin kurulmasına ve çalışmasına müsaade etmeyecektir.” 
Dış politik literatürde “komşuların karşılıklı olarak iç işlerine karışmama prensibi” olarak bilinen bu temel prensibi Türkiye’de tüm iktidarlar dış politikanın temel araçlarından bir olarak görmüşlerdir. Sovyetler Birliği ile1921 yılında başlayan ilişkiler, 1925 yılında imzalanan “Dostluk ve Tarafsızlık Andlaşması” ile yeni bir aşamaya geldi. Bu bağlamda Türkiye uluslararası işbirliği ve ilişkilerinde 1925 Andlaşmasının 2. Maddesi çerçevesinde Sovyetler Birliği’nin tutumunu önceden öğrenmeden kesin adım atmamaya özen gösterdi. 

Yine bu dönemde Türkiye’nin uluslararası barış ve güvenlik konularındaki faaliyetlerde Sovyetler Birliği’nin katkısı yadsınamaz96. Denebilir ki Türkiye 1936 yılına kadar kendi güvenliğinin sağlanması ve uluslararası düzenin korunması ile ilgili yapılan görüşmelerde, Sovyetler Birliği’nin bu yöndeki politikalarını (Milletler Cemiyetine girmede olduğu gibi) göz önünde bulundurmuştur. 

Atatürk, 1923 Lozan anlaşması ile ulaşılan sonuçlara (Musul hariç) ve Türkiye’nin uluslararası hukuk anlamında varlığının kabulünü ve sınırlarını tatmin edici ve gerçekçi sonuçlar olarak gördü. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu Almanya ve İtalya gibi revizyonist bir yaklaşım ortaya koymadı. Türkiye 1928 yılında uluslararası silahsızlanma Komisyonu’na katılarak uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanabilmesi için devletlerin silahlanma yarışmasından vazgeçmeleri yönünde bir politika izlemekteydi. Sovyetler 
Birliğini’nin dışişleri bakanı Litvinov, 1928 Uluslararası Silahsızlanma Komisyonu’na Türkiye’nin de davet edilmesini talep ederken, Türkiye’nin dünya siyasetinde oynamakta olduğu önemli role ve jeopolitik konumuna vurgu yapmaktaydı.97 

Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının temelini Atatürk’ün ifade ettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” kavramı, oluşturdu/oluşturmaktadır. Atatürk 1931 yılında yaptığı bir konuşmada Türkiye’nin uygulayacağı barışçı dış ve güvenlik politika sını şu şekilde ifade ediyordu: “Türkiye’nin emniyetini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhine olmıyan, bir sulh istikameti bizim daima düsturumuz olacaktır” 98. 

Atatürk’ün güvenlik algılamasında barışın korunmasının temel hedefi olarak görülen “yurtta sulh cihanda sulh” kavramı pasifist bir perspektifi savunmamaktaydı. Tersine Osmanlı devletinin nerdeyse hiç sonu gelmeyen 
savaş ve darbe-karşı darbelerden oluşan acı tecrübelerinden ders çıkararak dış politikada Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek bir maceraya atılmamaktı. Aynı şekilde Lousanne’de belirlenen sınırları (Musul ve Hatay dışında) kabul etmiş ve komşularına karşı toprak talebinde bulunmamıştır.99 

Bu bağlamda Türkiye, Lousanne anlaşmasından sonra Birinci Dünya Savaşı ile birlikte elde edilen uluslararası Status Quo’nun devamı yönündeki politikaları desteklemiştir. Bunu yaparken Mustafa Kemal bu dönemde Staus Quo taraftarları ile aralarındaki sorunları gidererek ilişkileri düzeltme; revizyonistlere karşı mesafeli durmaya ve özellikle de Musolli’nin tehditlerine karşı koymaya100 çalışmıştır. Türkiye, Wilson ilkeleri çerçevesinde Uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanması için bir platform olması düşünülen Milletler Cemiyeti’ne Musul konusunda verdiği aleyhte karara rağmen 1932’de üye oldu. 

Aynı şekilde Avrupa’da giderek belirgin hale gelen Status Quo (İngiltere ve Fransa) taraftarları ile revizyonist (Almanya ve İtalya) ülkelerin arasındaki gerilimin giderek arttığı bir dönemde, Balkanlar’da güvenliğin sağlanması ve olası bir savaş durumunda Balkan ülkelerinin dış saldırılara karşı kendilerini koruyabilmeleri hedefine yönelik olarak Türkiye’nin çabaları ile 1934 yılında Balkan Antantı imzalandı. Atatürk, Balkan Antantı ile Türkiye’nin Balkanlar’daki komşuları ile olan sınırlarını güven altına alınmasının ötesinde bir strateji  belirlemeye çalıştı. Türkiye, Balkan Antantı’na kendi aralarındaki sınırları garanti eden bir anlaşma değil, akit taraflarının sınırlarını diğer devletlere karşı koruyabilecek bölgesel bir savunma örgütünün ön aşaması olarak görmekteydi. Türkiye, Balkan devletleri arasında eşitlik esasına dayanan kurumsal bir işbirliğinin Avrupa politikasında önemli bir yere sahip olacağını düşünüyordu.101 

Atatürk döneminde Türkiye’nin güvenliğini zaafa uğramasına neden teşkil eden 
sorunlardan bir de Türkiye’nin savunmasında jeostratejik açıdan önemli bir konuma sahip olan Boğazlar sorunu gelmekteydi. Lousanne Andlaşmasında (24 Temmuz 1923) ek bir protokolle imzalanan “Boğazlar Sözleşmesi” Türkiye’yi tatmin etmekten uzaktı. Zira her iki boğazın iki yakasında da (Çanakkale’nin doğu ve batısında 20’şer, İstanbul Boğazı’nda 15 km.) askerden arındırılmış bölge bulunacak; Marmara Denizi’ndeki adalara asker konuşlandırılmayacaktı. Boğazların güvenliği ise Milletler Cemiyeti’nin garantisi altında bulunmakta ve Boğazlar MC tarafından oluşturulan bir “Boğazlar Komisyonu” tarafından 
yönetilmekteydi.102 Bu haliyle Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenliğinden bahsetmek söz konusu değildi. Türkiye’nin güvenliği için stratejik öneme sahip olan Çanakkale ve İstanbul boğazlarını savunma tedbirlerini alması mümkün gözükmüyordu. Avrupa’da Almanya’nın başını çektiği revizyonistler ile İngiltere ve Fransa’nın öncülük ettikleri Status Quo taraftarlı arasında giderek tırmanan gerilim, Türkiye’nin Boğazların statüsünü kendi lehine yeniden düzenlenmesini sağladı. Türkiye, akid taraflara gönderdiği notada uluslararası mevcut ortamda “kendi güvenliği, savunması ve egemenlik haklarının karunması” için Lozan’da belirlenen statünün değiştirilmesi yönündeki talebi 20 Temmuz 1936 yılında 
Montreux’de yapılan yeni bir sözleşme ile kabul edildi. Bu sözleşme ile Türkiye Boğazlar’da kendi güvenliğinin sağlanması ve egemenlik haklarını sınırlayan Boğazlar statüsünü kendi lehine değiştirdi.103 

B- Denge Politikası, Stalin’in Açık Tehdidi 

İkinci Dünya Savaşı esnasında Türkiye’nin temel stratejisi savaşa girmemek 
üzerineydi. Buna rağmen İtalyanların Akdeniz üzerinde hak iddia etmeleri ve Habeşistanı işgal etmesi, Türkiye’nin güvenliğini sağlanması konusunda ittifak arayışına itti. Savaşın başlamasından kısa bir süre önce Türkiye, 19 Ekim 1939’da İngiltere ve Fransa ile “Türkiye, İngiltere ve Fransa Arasındaki Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzaladı. Türkiye bu antlaşma ile Akdeniz’de kendisinin karışacağı bir savaş durumunda İngiltere ve Fransa’nın yardımını sağladı.104 Zira Türkiye olası bir savaş durumunda siyasi, askeri ve ekonomik sorunlarla tek başına başa çıkmayacağını biliyordu.105 İkinci Dünya Savaşı esnasında benimsenen dış politikanın temel esası, Türkiye’yi herhangi bir şekilde savaşa sokmamaktı. Zira Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun ifadesiyle Türkiye’nin savaş girmesinin “ büyük devletlere bir savaş alanı olmaktan başka” bir fayda sağlayamayacağıydı. Yine Menemencioğlu’nun ifadesiyle dönemin dış politikasının amacı, Türkiye’nin kendi başına karar verebilme yetkisinin sonuna kadar korunmasıydı. Aksi bir durumda, yani savaşa katılması halinde savaş 
alanı haline gelecek bir Türkiye’nin kendi başına karar verme yeteneğinin yitireceği idi.106 

Başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nı bizzat yaşamış olan yönetici sınıfın, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesinin bir oldubittiye getirilmesinin neye mal olduğuna yakından tanıklık etmiş olmalarının büyük bir payı vardı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı esnasında izlediği savaşa girmeme stratejisinin ekonomik, askeri ve siyasi nedenlerini de eklemek gerekmektedir. Ekonomik alanda 30’lu yıllarda uygulamaya konan devletçi politikalar istenilen sonucu vermemiş, hem tarım hem de sanayi alanından istenilen başarılar elde edilmemişti.107 İkinci önemli diğer bir sorun Türkiye’nin 
savunma sanayisinin ve TSK’nın araç, gereç ve eleman sayısının yetersiz oluşu idi. Türkiye’nin İkinci Dünya Savası esnasındaki askeri potansiyeli ve savunma konusundaki yetersizliği devlet adamlarının savaşa girme konusunda aşırı çekingenliğini açıklayıcı nedenler arasında sayılmalıdır. 108 

Türkiye’nin savaşa girme konusundaki çekinceli davranmasının son nedenini iç güvenlik kaygılarında aramak gerekir. Daha 1930 yılındaki Atatürk döneminde Serbest Fırka deneyiminde yeni rejimin henüz halk tarafından benimsenmediği bariz olarak anlaşılmıştı. Atatürk gibi karizmatik bir kişilikten yoksun olan İnönü'nün bir savaş esnasında Cumhuriyet’in temel niteliklerine yönelik olası eleştiriler veya bir ayaklanma ihtimali, devletin üniter yapısını ve iç güvenliğini sarsacak nitelikte alabilirdi. Sonuç itibarı ile bakıldığında Türkiye, İkinci Dünya Savaşı esnasında Balkanlar’dan güneye kadar İsmet İnönü’nün ifadesiyle “her tarafı Mihverle sarılmış olmasına” rağmen, “Denge Politikasını” ısrarla sürdürdü.109 

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra Sovyetler Birliği’nin Türkiye 
Büyükelçisi Selim Sarper’e Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un verdiği 7 Haziran 1945 tarihli nota, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını artıracak nitelikteydi. Zira Sovyetler Birliği Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere bırakılmasını, Boğazlarda da askeri üs istemekteydi. Sovyetlere göre Türkiye, Boğazları savaş zamanında tek başına savunmayacağını göstermişti. Bu bakımdan Sovyetler, Boğazları ortak savunmak için üs istemekte ve 1936 Montreux anlaşmasında Sovyetlerin Boğazlarda daha fazla söz sahibi olmasını sağlayacak şekilde yeni bir düzenlemeye gidilmesini istemekteydi.110 Sovyet istekleri üzerine Kurtuluş 
Savaşı’nın önemli komutanlarından TBMM Milletvekili Kazım Karabekir’in konu ile ilgili tesbitleri Boğazların Türkiye’nin güvenliği açısından ne kadar önemli olduğunu göstermek açısından ilginçtir. 

Karabekir yaptığı konuşmada, “Boğazlar milletimizin hakikaten boğazıdır. Oraya el saldırtmayız. Fakat şu da bilinmelidir ki Kars yaylası da milli belkemiğimizdir. Kırdırısak yine mahvoluruz”111 diyerek Türkiye’nin güvenliğinin korunması açısından Sovyetlerin istediği yerlerin jeopolitik önemine vurgu yapmıştır. İngiltere Başbakanı Churcill, 1945 Postdam Konferansı esnasında Stalin’in Boğazlarda üs isteğini kabul edemeyeceğini bildirince, Stalin’in tepkisi de kendi açısından Kazım Karabekir’in tepkisinden farklı değildir. Stalin “küçük bir devlet büyük bir devleti gırtlağından tutmakta ve ona çıkış vermemektedir”112 diyerek, Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nın Sovyetler Birliği açısından hayati önemini vurgulamaktadır. Bu aynı zamanda Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin Kurtuluş 
Savaşı’ndan bu tarafa yürüttükleri ve 1925 yılında anlaşma ile perçinlenen dostluğunda sonu anlamına gelmekteydi. Türkiye, Osmanlı’nın 19. Yüzyıl boyunca adeta kâbusu olmuş kuzeyindeki büyük düşman Ruslar tarafından tekrar tehdit edilmeye başladı. 

Postdam Konferansı (1945) sonunda Sovyetlerin dışında diğer iki büyük ülke ABD ve İngiltere’nin, görüş birliğine varamadıkları için, Montreux düzenlemesinin revizyona tabii tutulması konusunda ayrı ayrı Türkiye’ye bildirimde bulunmaları nın karara bağlanması 113 Türkiye’yi zor bir karar almaya itti. Türkiye Sovyetler Birliği’nin teklifinin “Türkiye’nin hiç bir bakımdan feraget edemeyeceği ve takyidinin kabul edemeyeceği egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı” olduğunu ve bunun “Türkiye’nin imhası” demek olduğunu ve Sovyetlerin 
şiddete başvurması durumundan aynı şekilde mukabelede bulunulacağı Sovyetlere verilen bir notada ifade edildi.114 

İkinci Dünya Savaşının bitmesinden sonra Yalta’da Savaş sonrası uluslararası sistem yeniden tanzim edildi. Yalta Konferansı’nda alınan karar çerçevesinde savaş sonrası uluslararası düzeni yeniden kuracak olan San Francisco toplantısına katılma şartını yerine getirmek için Türkiye, 23 Şubat 1945 tarihinde Almanya’ya karşı savaş ilan etti ve aynı gün 1 Ocak 1942 tarihli uluslararası düzeyde kolektif bir güvenlik sistemi öngören BM Beyannamesi’ni imzaladı. Türkiye’nin bundan sonra gideceği yönü ve dış ve güvenlik politikalarındaki tercihini Başbakan Rüştü Saraçoğlu şu şekilde ifade edecektir: “Türkiye 
Cumhuriyeti ilk tehlike dakikalarından itibaren sözünü, silahını ve kalbini demokrat milletlerin yanına koydu ve bugüne kadar meclis olarak ve hükümet olarak aldığı kararlarla aynı istikamette yol aldı.”115 


C- Yeni bir Döneme Doğru: Türkiye’nin ABD ile İlişkilerinin Gelişmesi ve NATO üyeliği 

Ekonomik alandaki ilişkileri 1942 yılına dayanan Türkiye, ABD ilişkilerine güvenlik boyutunun katılması, Truman Doktrini (22 Mayıs 1947) ile başlamıştır. ABD ile SSCB arasındaki Hitler Almanyası’na karşı oluşturulan ittifak, savaş sonrası dünyanın paylaşımı konusundan anlaşmazlığa dönüştü. ABD’nin Sovyet hegemonyasına karşı Batı Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve askeri bakımdan koruma altına almak istemesi, Dünya’nın iki bloka bölünmesini ve 40 yıl sürecek olan ideolojik temelde oluşan ve silahlanma yarışına dönüşen iki kutuplu bir dünya düzeninin temellerini atılmasına neden oldu. Truman doktrini bu 
bakımdan Soğuk Savaş döneminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’ye “Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonominin istikrarını muhafaza etmek amacıyla”116 yardım yapmaya başladı. Bu Türkiye ile ABD arasında günümüze kadar gelen sayısız güvenlik ve bir yıl sonra karara bağlanan Marshal planı çerçevesinden verilen ekonomik yardımların başlangıcını oluşturdu. 

Türkiye için ABD’nin Truman Doktrini ve Marshal Planı çerçevesinden alacağı 
yardımlar hala geçerliliğini koruyan ve komşuları üzerinde artan bir şekilde psikolojik baskı uygulayan Sovyetler Birliği karşısındaki endişelerini hafifletmedi. Sovyetler’in Komünist Entenasyonal’in (Komintern) yerine kurduğu Komünist Enformasyon Bürosu’nun (Kominform) amacının Batılı rejimlerle mücadele ve onları yok etmek olduğunun ifade edilmesi bu bağlamda giderek Batı ile kurumsal işbirliğini geliştirmeye çalışan Türkiye’yi de endişelendiriyorudu. 

4 Nisan 1949 tarihinde Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) kurulması ile Batı 
devletleri, Sovyetlerin özellikle Avrupa’da işgal ettiği ülkelerden çekilmemesi, 1948 Berlin ablukası, Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist partileri iktidara taşıyarak Sovyet peyki durumuna gelmeleri karşısında kollektif bir savunma ve güvenlik sistemi oluşturdular. Türkiye de Sovyetler Birliği karşısında güvenliğini sağlamanın yolunun NATO’ya girmek ile mümkün olacağını düşünmekteydi. NATO’nun kurulmasından itibaren Türkiye’nin çabaları ittifak içine girerek savunma sistemi dâhil olmak üzere Batı ile kurumsal işbirliğinin  gerçekleştirilme si yönünde politikalar geliştirmekti.117 Türkiye geleceğinin güvenliğini Batı  tarafından Batılı bir devlet olarak kabul edilmesinden geçtiğine inanmaktaydı. Nitekim Türkiye’nin Mayıs 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’ne üyeliğine davet edilmesi münasebetiyle Dış İşleri Bakanı Necmettin Sadak, “ Dış siyasetimizin ağırlık merkezi Batı dünyasıdır. (....) Avrupa Konseyi içinde bir Avrupa devleti olarak yer almamız, bu uzun ve devamlı siyasetimizindin zaruri bir neticesidir. (...) Anadolu’nun Avrupa siyasi ve iktisadi birlik hudutları içerisine girmesi bizim için belli- başlı bir hadisedir”118 ifadesiyle  memnuniyetini açıklayarak bu durumu teyit etmektedir. 

Türkiye’nin NATO’ya katılabilmesi, Türk askerinin savaş yeteneğini kaybetmediğini göstermesi ile ivme kazanacaktı. 1950’de başlayan Kore savaşına BM’de alınan karar çerçevesinde katılan Türk Tugayı’nın Amerikan askerlerinin güvenli bir şekilde geri çekilmesini sağlamakla görevlendirdiği Kunuri muharebesinde gösterdiği başarı sonrasında, Türkiye’nin NATO üyeliğine olan – Türkiye’nin güvenlik sağlamaktan çok NATO’ya ek yük getireceği yönündeki – itirazlar bertaraf edilmiş oldu. Ottowa’da yapılan NATO Bakanlar 
Konseyi toplantısında 21 Eylül 1951 tarihinde Yunanistan ve Türkiye’nin NATO’ya katılmaya davet etmeye karar verildiği açıklandı. 

ABD’nin 1950’de hazırlanan Ulusal Güvenlik Konseyi raporunda Sovyetler Birliği’nin atom bombası stokları ve bu bombaları atma kapasitelerinin ABD’ye saldırı düzenleyecek düzeye 1954 yılında ulaşacağı yolundaki raporu, ABD’nin tek nükleer güç olarak caydırıcı özelliğinin kaybolacağı anlamına gelmekteydi. ABD’nin muhtemel bir Sovyet saldırısına anında bir cevap verebilmesi için, Sovyetlere yakın olan ülkelerde askeri üs ve dinleme tesisleri kurması gerekiyordu. Türkiye’nin NATO üyesi olmadan önce 

ABD’nin üs isteğine olumsuz yanıt vermesi,119 ABD açısından Türkiye’nin jeopolitik konumundan dolayı NATO üyesine kabulünü kolaylaştıran faktörler arasındaydı. Türkiye NATO’ya üye olmadan önce 17 Ekim 1951 tarihinde ABD ile Ortak Güvenlik Anlaşması imzaladı. Bu anlaşma ile NATO üyesi olmadan Türkiye “ uluslararası anlayış ve iyi niyetin teşvikiyle dünya barışının sağlanmasına katılmak, uluslararası gerginlik nedenlerinin ortadan kaldırmak amacıyla karşılıklı olarak uzlaşılacak hareketlere kalkışmak, ABD’nin de dahil olduğu çok taraflı veya iki taraflı Anlaşma veya Antlaşmalarla yüklendiği askeri sorumluluklarını yerine getirmek (...) konularda yükümlülük alarak ABD’nin askeri eylemlerini desteklemek ve gerekirse yardım etme konusunda yükümlülük altına 
girmekteydi.120 Yani Türkiye bir taraftan NATO üyeliği ile Batı Savunma sistemi 
içerisinde Soğuk Savaş döneminde güvenliğini sağlamaya çalışırken, diğer taraftan da NATO’nun en büyük askeri gücü olan ABD ile ikili anlaşmalarla güvenlik politikalarını ABD eksenine yerleştirdi. Türkiye, NATO’ya üye olduktan sonra 23 Haziran 1954 yılında ABD ile Askeri Tesisler Anlaşması ile başlayan bir dizi Güvenlik, askeri üs ve tesis anlaşması gerçekleştirildi.121 Resmi Adı “Türkiye’de Bulunan Amerikan Askeri Yardım Kurulu Personeline NATO Kuvvetler Statüsü Antlaşmasının Tatbik Edileceğine Dair Anlaşma” uzun başlığı altında yapılan anlaşmaya dayanılarak iki ülke arasında çok sayıda teknik anlaşma 
yapıldı. Hava teknik, muharebe elektronik, harp başlığı desteği ve atom tesisleri anlaşmaları da yer almaktadır.122 

Türkiye NATO üyeliği ile birlikte güvenlik ve savunma ile ilgili politikalarını ve 
stratejilerini tamamen NATO’nun politikaları çerçevesinde şekillendirmeye başladı. NATO açısından Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesindeki öncelikli hedef Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması değildi. NATO 1952’de Lizbon zirvesinde “Sınırlı Savaş Stratejisi”ni benimsedi. Buna göre Hava kuvvetlerinin nükleer kabiliyet yeterli olmayan ABD’nin Sovyetlerin Ortadoğu’ya gerçekleştireceği muhtemel bir saldırı karşısında zamana ihtiyacı olacaktı. Büyük bir askeri güce sahip olan Türkiye’nin NATO içindeki rolü olası bir Sovyet saldırısını Toroslara kadar feda edilerek “sünger gibi emmesi” ve NATO kuvvetleri bölgeye intikal edene kadar Sovyet ordusunu oyalaması bekleniyordu.123 Bu strateji uyarınca 
Türkiye muhtemel bir Sovyet saldırısında cephe ülkesi konumda bulunmaktaydı. 

Menderes İktidarının Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma politikası sadece ekonomik alanda değil, siyasi alanda ve Türkiye’nin güvenlik algılamasında ABD’ye endeksli güvenlik politikasını beraberinde getirdi. 1965 ABD Başkanı Johnson’un Kıbrıs’la ilgili mektubuna kadar Türkiye dış politikadaki çıkarları güvenliğinin sağlanması yönündeki stratejilerini ABD’nin bölgedeki çıkarları ve güvenliği çerçevesinde belirlemekteydi. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

14 Temmuz 2017 Cuma

28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET BÖLÜM 2


 28 ŞUBAT 1997 VE -27 NİSAN 2007 RAPORU ÖZET  BÖLÜM 2


 Söz konusu psikolojik harekat faaliyetleri yoluyla bu süreçte planlı bir şekilde “toplum mühendisliği” faaliyetleri yürütülmüş; Anayasa ve yasalara aykırı 
şekilde bazı kamu kurumları adeta birer fişleme merkezi olarak kullanılmış, devletin istihbarat toplamayla görevli teşkilatında mevcut olmayan istihbarat 
bilgileri “ Batı Çalışma Grubu ”nun talimatlarıyla toplanmış ve bu bilgiler hükümeti yıpratmak amacıyla propaganda icra etmek üzere seferber edilmiştir. 
MGK kararları doğrultusunda, MGK Genel Sekreterliği tarafından, kurumun Gizli Yönetmeliği’ne dayanılarak çeşitli psikolojik harekat faaliyetleri de icra edilmiştir. 

 Bu çerçevede, en başta koalisyon hükümetinin büyük ortağı konumundaki iktidar partisinin temsil ettiği siyasi görüşün (Milli Görüş), Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası ve yasalarına aykırı olduğu öne sürülmüş, buna istinaden hükümet mensupları ve bilinen tüm sempatizanları hakkında illegal yollardan istihbarat toplanmış, “irticacı” diye fişlenen birçok devlet memuru tacize uğramış, gerekçe gösterilmeksizin mesleklerinden atılmış, imam hatip liselerinin orta kısmı kapatılmış, imamlara, gazetecilere, yargı mensuplarına, üniversite rektörlerine irtica brifingleri verilmiş, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) tarafından çok sayıda kamu görevlisi ve vatandaş fişlenmiş; dini hayatın yeniden düzenlenmesi amacıyla çeşitli bürokratik girişimlerde bulunulmuştur. 

 Ayrıca üniversitelere “irticaya taviz vermeyecek” rektörler atanmış, bazı üniversitelerde “ Türban ” olarak tarif edilen başörtüsü takan kızları “ Türban ”dan vazgeçirmek için “ İkna odaları ” kurulmuş, yurt dışında resmi bursla öğrenim gören öğrenciler takip edilmiş, yurt içinde mevcut Kur’an kurslarına baskı uygulanmış, Kur’an öğrenme yaşı on beşe çıkarılmış, İmam-Hatip Liselerinin orta kısmı kapatılmış, bazı vakıflar ve dernekler baskı altına alınmış, kapatılmış ve mallarına el konulmuş, fişlenen kişiler ceza yasalarında yeri olmadığı halde “siyasal islamcı/irticacı” kategorisi altında işkenceye varan kötü muamele görmüşlerdir. Ayrıca, Hükümetin, Bakanlık, kurum ve kuruluşlarda yaptığı tüm atamalar yakından takip edilmiş, yapılan personel atamaları “ İrticacı Kadrolaşma” olarak nitelenerek, yerlerine irticaya taviz vermeyecek olanların atanması sağlanmıştır.24 

 Öte yandan, TSK’nın, iç siyaset, yolsuzluklar, terörle mücadele gibi konular ile Türkiye’nin, AB Kopenhag kriterlerine ne ölçüde uyum sağlayabileceği, Kıbrıs sorunu vd. konulardaki görüş ve önerileri de yine MGK vasıtasıyla hükümete bildirilmiştir. 

 28 Şubat’ın hemen öncesinde ve sonrasında, MİT ve Genelkurmay Başkanlığınca, hükümetin onayı alınmaksızın hazırlanan ve doğrudan hükümetin hedef alındığı ve islami kesimin baskı altında tutulması ve yönlendirilmesini öngören istihbarat raporları, dönemin MİT Müsteşarının öncelikle sunumda bulunması gereken Başbakanlık makamını baypas etmek suretiyle Cumhurbaşanlığı makamına bizzat sunulmuş, hükümetin öncesinde haberdar olması gereken bir kısım bilgi ve belgelerden MGK toplantıları esnasında haberdar olduğu görülmüştür. 

Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğinde oluşturulan bir çalışma grubunun, Milli İstihbarat Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığının üst düzey 
bürokratları ile birlikte yakın bir işbirliği ve eşgüdüm içinde hareket ederek, MGK kararlarının hazırlanmasında, takibinde ve uygulanmasında önemli bir rol 
oynadığı anlaşılmaktadır. Böylece, Milli Güvenlik Kurulu bir “danışma organı” olmaktan çıkartılıp, adeta hükümet üzerinde bir baskı aracına dönüştürülmüştür. 

 MGK kararlarını imzalamak ve uygulamak istemeyen hükümet, medya ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla oluşturulan kamuoyu baskısı ve yayınladıkları 
bildiriler yoluyla işlevsiz hale getirilmiş; hükümet ortağı partinin milletvekilleri üzerinde baskı kurulmak suretiyle, azınlık çoğunluğa dönüştürülmeye çalışılmış, 
hükümet protokolüne ve sayısal çoğunluğu bulunmasına rağmen koalisyon ortakları üzerindeki baskıların yoğunlaşması sonucunda Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin ERBAKAN, Cumhurbaşkanına istifasını sunmak zorunda kalmıştır. 

 Devamında, Türkiye’de teamüllere aykırı olarak, mecliste çoğunluğu bulunan siyasi parti genel başkanları dışında, parlamentoda çoğunluğu bulunmayan 
bir parti genel başkanına, sonrasında da bağımsız bir milletvekiline hükümet kurma görevi tevdi edilmiş, her ikisinin de başarısız olması sonrasında üye 
çoğunluğu itibarıyla dördüncü sırada olan bir parti genel başkanına hükümet olma imkanı sağlanmıştır. 

 Üçüncü farklılık, 1960, 1971 ve 1980 askeri darbesini yapanlar kendi hukuklarını yaratıp, uzun yıllar kendilerini yargı denetiminin dışında tutabilmişken, 28 Şubat süreci sonrasında, millet iradesinin meclise yansıdığı 3 Kasım 2002 genel seçimleri akabinde oluşan siyasi ve ekonomik istikrar, demokratikleşme noktasında atılan adımlar ve 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında oluşan demokratik bilinç, Türkiye’de bir daha demokrasiye müdahalelerinin kolaylıkla gerçekleşemeyeceğini ortaya çıkarmıştır. 

 27 Nisan 2007 tarihinde meydana gelen “ E-Bildiri ” olayı, hükümetin ve kamuoyunun bu olay karşısında gösterdiği demokratik tepki sonucu askerin bir daha böyle bir girişimde bulunamayacağını göstermiştir. 

 Dördüncü farklılık, bu dönemde, kardeş kavgası ve anarşi ortamı, ülke genelinde başgösteren bir huzursuzluk ve yönetilemeyen bir devlet algısının 
oluşturulamamasıdır. Bu süreçte, toplumda ve üniversitelerde herhangi bir çatışma ortamı doğmamıştır. 25 

 Beşinci farklılık, hükümetin yürüttüğü dış politikaya doğrudan müdahele edilmesidir. 406 sayılı Kararın 10 numaralı maddesi, toplantıya ilişkin olarak 
yapılan resmi Basın Açıklamasında “Bu maddenin tam metnini Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ilgilendirdiği için yayınlayamıyoruz.” şeklinde ifade edilmişse de, bu maddenin “Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır” şeklinde olduğunu tüm Türkiye basından öğrenilmiştir. Böylece, bu karar basına sızdırılmak suretiyle, o dönemde hükümetin yürüttüğü dış politikaya doğrudan müdahale edilmiş; Başbakan Necmettin ERBAKAN’in “Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği seyehatlardan” duyulan rahatsızlık ortaya konulmuştur. 

 28 Şubat ani ve keskin bir darbe değildir. Demokrasiye işaret edilerek, devletin tüm kurumlarına sirayet ettirilmiş, ekonomi ve siyaset inceden inceden 
dizayn edilmiştir. 

 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde icracılar makam ve mevki yönünden ödüllendirildiği halde, 28 Şubat sonrasında darbe iştirakçilerinden bir kısmı ekonomik yönden ödüllendirilmiş, diğer kısmına ise kurulan hükümetlerde yer verilerek siyaseten ikbal temin edilmiştir. 

 Bu itibarla, Türkiye’de örgütlü olarak hareket edemeyen ve haksızlıklara ses çıkartmayan kesimlerin de, en az “darbe” yapanlar kadar, sorumlu olduğu 
söylenebilir.26 
Türkiye’de hatırlılar ve gönüllüler, askerin silahlı gücünü yanlarına alarak darbeleri gerçekleştirmişlerdir.27 

 Sonuç olarak, “bütün darbeler halka karşı yapılır, sınıf ayırımı yapılmaz ve halk iradesi askıya alınır”. Bu itibarla, Türkiye’de sadece devlet kurumlarının veya 
darbelere destek verenlerin değil, aynı zamanda toplumun da kendisini bir eleştiri süzgecinden geçirmesinde sayısız faydalar görülmektedir. 
Bunun için işe eğitim sisteminden başlanması, okullarda okutulan ders kitaplarında darbeci zihniyetin izlerini taşıyan unsurların çıkarılması gerektiği aşikardır. 
Türkiye tarihinde darbelerin bu kadar sık yaşanmasında ordu-siyaset ilişkilerinin bir türlü rayına oturtulamamış olmasının payı büyüktür. 

 Raporun Birinci Bölümünde, darbelere zemin teşkil eden hukuki mevzuat ele alınacak; bu kapsamda, TSK ve Milli Güvenlik Kurulu’nun mevzuatı incelenecektir. 

 İkinci Bölümde, 28 Şubat sürecine giden yolda 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de meydana gelen önemli siyasi olaylar çerçevesinde “ÖZAL’lı Yıllar” 
olarak tanımlanan 1983-1993 dönemi ele alınacak, ardından Aralık 1995 genel seçimleri sonucunda ortaya çıkan ANA-YOL Hükümeti dönemi incelenecektir. 

 Üçüncü Bölümde, REFAH-YOL Hükümetinin kuruluşu, hükümetin icraatları ve bu dönemde hükümeti sarsan siyasi olaylar ele alınacak, bu dönemde medyanın 
oynadığı rol ve REFAH-YOL Hükümetinin dış politikası irdelenecektir. 

 Dördüncü Bölümde, medyanın 28 Şubat sürecindeki rolü ele alınacak; bu dönemde basın-yayın organlarının habercilik anlayışı ve dili örnekler temelinde 
incelenecektir. 

 Beşinci bölümde, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı öncesinde ve sonrasında meydana gelen gelişmeler; 406 sayılı MGK Kararı ve bu süreçte 
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği bünyesinde yürütülen çalışmalar incelenecektir. 

 Altıncı bölümde, REFAH-YOL, ANASOL-D ve DSP azınlık hükümeti dönemlerinde 28 Şubat MGK Kararının uygulanması amacıyla yapılan yasal ve idari 
çalışmalar, yayımlanan direktifler, alınan ilave MGK kararları ortaya konulacaktır. 

 Yedinci Bölümde, 28 Şubat sonrasında yargı bünyesinde yürüütlen çalışmalar, bu dönemde yargı organları ve mahkemeler tarafından alınan kararlar örnek 
olaylar çerçevesinde incelenecektir. 

 Sekizinci Bölümde, 28 Şubat sürecinin devlet ve toplum üzerindeki yansımaları; Bakanlıklar, kurum ve kuruluşlar çerçevesinde yürütülen çalışmalar incelenecektir. 

 Dokuzuncu Bölümde, 27 Nisan 2007 tarihinde meydana gelen “E-bildiri” olayı öncesi ve sonrası sürecinde yaşanan gelişmeler, 367 kararı ve akabinde 
yaşanan olaylar ele alınacaktır. 

 Onuncu Bölümde, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararı öncesi ve sonrasında ekonomide meydana gelişmeler incelenerek, darbelerin ekonomi üzerinde etkisinin olup, olmadığı irdelenecektir. 

YAZININ VE RAPORUN DETAYLARINI OKUMAK İÇİN PDF FORMATLI WEB ADRESİ AŞAGIDADIR..

(  https://www.academia.edu/12833207/T%C3%BCrkiyede_Post-Modern_Militarizm_28_%C5%9Eubat_S%C3%BCreci_ve_27_Nisan_E-Muht%C4%B1ras%C4%B1  )

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfi idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle, Ecevit hükümeti tarafından, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 
Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, 
terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 19 Temmuz 1987 tarihinde Özal hükümeti tarafından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri 
(Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 tarihinde tamamen sona erdirilmiştir. 

2 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare 
edilmiştir. 

3 Türkiye'de Cumhuriyetin ilanından 19/07/1997 tarihine kadar geçen 63 yıl 8 ay 20 günlük sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 
25 yıl, 9 ay, 18 gündür. Diğer bir deyişle, bu dönemin yüzde 40’ında sıkıyönetim uygulanmıştır. Zafer ÜSKÜL, Siyaset ve Asker, Ankara, 1997, s.71. 

4 Osmanlı tarihinde Yeniçeri Ocağının Sultan Murad’a karşı isyanı, ordunun Saray’a yönelik ilk darbesi olarak kabul edilebilir. Harbiyeli subaylar ve İttihat ve 
Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdulaziz ve 1900’lerin başında Sultan Abdulhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe 
girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir. 

5 Komisyonumuzun görüşlerine başvurduğu gazetecilerden Mehmet BARLAS, Türkiye’de Osmanlı’dan kalma “ittihatçı” bir gelenek olduğunu ve “her subayın 
kendini halaskar görebildiğini” ifade etmiş; Rıdvan AKAR ise Atatürk’ün ölümünün ardından 1940’lı yıllardan itibaren çok sayıda subay tarafından çeşitli darbe teşebbüslerinde bulunmasına rağmen bu subaylardan hiçbirinin yargılanmadığını, 1960 askeri darbesinden sonra yeniden alevlenen darbeci geleneğin Baas’çı bir kimliğe bürünerek radikalleştiğini, sözkonusu radikalleşmenin önlenmesi için tek tip “Atatürkçülük” algısının oluşturulmaya çalışıldığını, 1990’lı yıllardan sonra Atatürkçülüğün darbelerin gerekçesi olarak kullanılabildiğini öne sürmüştür. 

6 İşkence Dosyası, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Ankara, 1996, s.19. 

7 2000’li yıllardan itibaren ortaya çıkan ve halen yargı süreçleri devam eden “Balyoz”/2003, “ Sarıkız ve Ayışığı ”/2003-2004 ve son olarak “İrtica Eylem Planı”/2009 gibi darbe planı iddiaları, Türkiye’nin, bugüne kadar, fiiliyata geçirilemeyen veya akamete uğrayan/uğratılan pek çok darbe/demokrasiye müdahale girişimleriyle burun buruna geldiğini göstermiştir. Keza, Genelkurmay Başkanlığının 27 Nisan 2007 tarihli “e-bildirisi” de, demokrasiye müdahale olarak algılanmıştır. 

8 Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı KARADAYI, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza şunları söylemiştir: “Postmodern darbe” ifadesini kullanan fevkalade aptalca bir ifade kullanmıştır. Hani bazı insanlar vardır, ileri çıkmak, önde görünmek şeyi… Bunu kim çıkarttı, nereden çıkarttılar hâlâ hayıflanırım ve üzülürüm….” 

9 Komisyonumuz tarafından 18 Ekim 2012 tarihinde görüşlerine başvurulan Prof.Doğu ERGİL’e göre, bu durumun başlıca sebebi, Türkiye’de, kökleri Osmanlı İmparatorluğuna kadar uzanan “asker millet” anlayışının varlığıdır. Bu anlayış, Türkiye’nin, devamlı suretle, darbelerle iç içe yaşayan bir ülke olmasından kaynaklanmaktadır. ERGİL’e göre; “Türkiye, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, “ulus-devlet” değil, bir “devlet-ulus”tur. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de önce devlet aygıtı kurulmuş, ardından bu aygıt kendisine uygun olan ulus modelini yaratmaya çalışmıştır.” ERGİL’e göre; toplumun orduyu sadece “korucu ve kollayıcı” olarak değil, aynı zamanda bir “kurtarıcı” olarak görmesinin sebebi de budur. ERGİL, bu nedenle, Türkiye’de toplumu darbeye hazırlamak için herhangi bir şey yapılmasına gerek olmadığını, zira toplumun, zaten, her zaman için, olası bir darbeye hazır olduğunu, ordunun yaptığının bu süreci 
tetiklemekten ibaret olduğunu öne sürmektedir. 

10 10 Haziran 1997 tarihinde Genelkurmay karargahında yüksek yargı mensuplarına sunulan brifingte ifade edilmiştir. 

11 28 Şubat 1997 tarihli MGK’da alınan 406 sayılı Kararın son cümlesidir. 

12 Geçmiş yıllarda sık şekilde gündeme getirilen bu iddiaların tarihsel bir arka planında, Osmanlı Devleti’nin “ölüm fermanı” olarak kabul edilen Sevr Anlaşması’na atıf yapıldığı bilinmektedir. 

13 Düşünce, inanç, ibadet ve ifade hürriyetlerini, devleti bölmeye veya yıkmaya yönelik suçlar kapsamında gören sözkonusu maddeler Turgut ÖZAL döneminde kaldırılmıştır. 

14 Cumhuriyetten itibaren toplam 35 siyasi parti kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarıyla toplam 24 parti kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin 
kuruluşundan önce ise 26 Ocak 1954'te Millet Partisi, 20 Haziran 1960'ta ise Demokrat Parti kapatılmıştı. Millet Partisi'ni Ankara Sulh Ceza Mahkemesi, 
DP'yi ise Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi kapatmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin kapattığı partiler ve tarihleri şöyledir: İşçi-Çiftçi Partisi (İÇP-1968), 
Milli Nizam Partisi (MNP-20 Mayıs 1971), Türkiye İleri Ülkü Partisi (TİÜP-24 Mayıs 1971), Türkiye İşçi Partisi (TİP-20 Temmuz 1971), 
Büyük Anadolu Partisi (BAP-19 Aralık 1972), Türkiye Emekçi Partisi (TEP-8 Mayıs 1980), Büyük Anadolu Partisi (24 Kasım 1992), Sosyalist Parti 
(10 Temmuz 1992), Yeşiller Partisi (10 Şubat 1994), Halk Partisi (25 Eylül 1991), Türkiye Birleşik Komünist Partisi (16 Temmuz 1991), 
Halkın Emek Partisi (14 Temmuz 1993), Özgürlük Demokrasi Partisi (30 Nisan 1993), Sosyalist Türkiye Partisi (30 Kasım 1993), Demokrasi Partisi 
(16 Haziran 1994), Demokrat Parti-2 (13 Eylül 1994), Demokrasi ve Değişim Partisi (19 Mart 1996), Diriliş Partisi (1996), Emek Partisi (1997), 
Sosyalist Birlik Partisi (7 Haziran 1994), Refah Partisi (16 Ocak 1998), Demokratik Kitle Partisi (26 Şubat 1999), Fazilet Partisi (22 Haziran 2001), 
Halkın Demokrasi Partisi (13 Mart 2003). 

15 Bu dönemde, tıpkı, 1960 darbesinde olduğu gibi, 1996-1998 yılları arasında, sayıları 1500-2000’i bulan subay ve astsubay, ordudan atılmıştır. 
Ancak bir farkla ki, 28 Şubat’ta atılan personel önce “irticacı” olarak fişlenmiş, kendileri ve aileleri birtakım fiili ve psikolojik tacizlere uğramış, ardından 
Yüksek Askeri Şura (YAŞ), müşterek kararname veya Milli Savunma Bakanı onayıyla, kiminin emekli maaşları dahi ödenmeksizin, TSK’dan ihraç edilmiştir. 
Bu personel, maddi ve manevi açıdan çöküntüye uğratılmıştır. Subay ve astsubayların yanı sıra, bazı uzman çavuş ve sivil memurların da benzeri şekilde 
ordudan atıldıkları görülmüştür. Bu operasyonlarda, bazı personelin işkence vb. kötü muameleye maruz kalması, fişleme süreçlerinde ast-üst askeri 
personelin ve de onların ailelerinin kullanılmış olması ise olayın bir başka dramatik yönünü oluşturmuştur. 28 Şubat sürecinde BÇG bünyesinde yer alan 
bazı astsubayların, irticacı diye komutanları konumundaki Albayları fişleyerek ordudan atılmalarını sağlaması, sözkonusu illegal darbe yapılanmasının temel 
karakteristiği olmuştur. 

16 İlk defa Milli Nizam Partisi’nin kurulmasından sonra, 1972 yılında, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesine eklenen “ İrtica ” tehdidi, 28 Şubat sürecinde Dz.K.K.Ora.Güven ERKAYA’nın teklifiyle, MGK’da gündeme getirildikten sonra, Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde, birinci öncelikli “iç tehdit” unsuru olarak kabul edilmiştir. 

17 Komisyonumuzda dinlenen Gazeteci Rıdvan AKAR, DYP milletvekillerine yönelik baskılar hakkında şunları söylemiştir: “Yine Sayın Erbakan’la yaptığımız 
söyleşinden yine bana göre son derece çarpıcı olan bir başka boyut da, Sayın Çiller’in Sayın Erbakan’a 50 Milletvekilim tehdit ediliyor, bu milletvekilleri, 
Meclis içerisinde adeta bir ikna odası oluşturuldu, bu ikna odasına çağırılarak tek tek konuşturuluyor ve kendilerini, ‘Yassıada’daki odanız hazır’ şeklinde 
tehditte bulunuluyor.” şeklindeki beyanıydı. Sayın Erbakan özellikle 28 Şubat sürecinin başarısının bu milletvekillerinin korkutulmasından kaynaklandığının 
altını çizmişti. Ben de tabii ki, gerçekten, bir gazeteci olarak bu milletvekilleriyle konuşan ve Yassıada’daki o odalarını gösteren komutanın kim olduğunu gerçekten çok merak ediyorum….”. 

18 Bu konuda İçişleri Bakanı Meral AKŞENER için bir general tarafından söylendiği ifade edilen “ Yağlı Kazığa Oturturum ” şeklindeki tehdit çarpıcıdır. 
Meral AKŞENER, 25 Haziran 2012 tarihinde Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir. “Yani o malum bir konu var. Onu İçişleri Bakanlığı Müsteşarı 
Sayın Teoman Ünüsan’la daha sonra ben öğrendim. Sayın Çetin Saner’in bir sofra esnasında konuştukları bir konu o, yani tekrarlamayı sevmediğim, istemediğim bir şey. O zaman ben İçişleri Bakanıydım. Yani ben onu bir ölüm tehdidi olarak algılamadım ama tabii, yani mesela hep merak etmişimdir: 
“Niye kurşun değil, niye asmak değil de niye öyle bir duygu ve düşünce?” 
Bu da ayrı bir psikolojik sistemi gösteriyor, yani bir kadına… Yani bir erkek olsaydım herhâlde öldürürüz yani bir kurşun sıkarız, işte bilmem ne olur denirken… çok çirkin bir hadiseydi o.” 

19 1998 yılında, Avrupa Komisyonu tarafından yayımlanan Türkiye İlerleme Raporunda, 28 Şubat süreci hakkında herhangi bir yorum yer almamıştır. 
AB, 16 Ocak 1998 tarihinde Refah Partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı odak” olma gerekçesiyle kapatılması konusunda bir değerlendirme bulunmamaktadır. 

20 Gazeteci Mehmet Ali BİRAND, 4 Ekim 2012 tarihinde Komisyonumuzda Türkiye’de polis-asker arasındaki algılama farklılığını şu şekilde anlatmıştır: 
“Şöyle bir bakın, 1970 olaylarına, 12 Eylül olaylarına. Hep ahlaksız polis durduramadı, asker geldi alkışlarla durdurdu olayı. 

Hep ona şey yapıldı. 
Askere bu verilirken bize de bu verildi. Yani bütün bu kuşaklar, biz böyle büyütüldük. Onun için ben hep diyorum, genlerimizde var. Bizim için asker başka bir şeydir, o namuslu, o dokunulmaz, o her şeyi çok iyi bilen, her olayın üstünde vatanını koruyan insandır. Bizler işte o arada şey yapıyoruz. 
Güç, geçit törenlerinde pırıl pırıl, toplar tüfekler. O toplar doğru mudur, değil midir kimse sorgulamaz zaten. Böyle bir havada şey yaptık. 

Şunu da söyleyeyim: 
Bugün bu şey değişti mi? Hayır, o da değişmedi. Bugün Genelkurmayı yöneten kişiler hiçbir şekilde daha öncekilerden de farklı değil, onu da bilin, yani hâlâ bu böyle yetişiyor. Benim işte en çok üstünde durduğum nokta o ve bu kesim, Türkiye’yi, sahibi olan kesim, iş çevreleri, medyası, üniversitelileri, sendikası, sivil toplum örgütleri, o kesim böyle kafasında “Asker yaparsa doğrudur…” 

21 Protokol Ek-1’dedir. 

22 Bu Kurul’un, Genelkurmay bünyesinde kurulan Batı Çalışma Grubu’nun asker görüntüsüne paravan teşkil edecek bir yapılandırma olarak faaliyet gösterdiği 
öne sürülmektedir. Ezgi GÜRSES, 28 Şubat Demokrasi Ters Şeritte, Şule Yayınları, Haziran-2012, s.145. 

23  7/11/2012 tarihli Tansu ÇİLLER tutanağı. 

24 Sözkonusu mektuplar 5. Bölümde yer almaktadır. 

25 9/11/2012 tarihli Mehmet AĞAR tutanağı. 

26 Mehmet Ali BİRAND, 4 Ekim 2012 tarihinde, Komisyonumuza bu konuda şunları söylemiştir: “…Biz bu darbeler sürecini siviliyle, iş çevresiyle, medyasıyla 
hepimiz hazırladık, askerin önünü açtık. Askere karşı bir direnme hiçbir zaman göstermedik. 
Peki, askere direnme göstermedik biz, laik kesimden söz ediyorum.  
Peki, muhafazakâr kesim ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı. Yani 28 Şubat döneminde, tamam, Erbakan rüyalarda yaşıyordu, bulutlarda yaşıyordu, hiç görmek istemedi. Çünkü Erbakan’ın amacı o kadar net ki. Askerle kavga etmek istemedi Erbakan hiçbir zaman, askerle uyuşmak istedi. Askerle uyuşayım, Başbakanlığım devam etsin, iktidar devam etsin. Ama asker o taraflı değildi, yani uyuşma taraflısı değildi….hata ettik, ne yapalım diyelim…” 

27 Gazeteci Mehmet ALTAN’ın 2 Ekim 2012 Tarihinde Komisyonumuzda yaptığı açıklama. 



***