17 Ocak 2018 Çarşamba

DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI EĞİTİMİNDE TARİHSEL DENEYİMLER ( Azerbaycan Örneği )

DEMOKRASİ VE İNSAN HAKLARI EĞİTİMİNDE TARİHSEL DENEYİMLERE BAŞVURMANIN ÖNEMİ 

(Azerbaycan Örneğinde) 

Arzu Memmedova*
* Dr.,Bakü Devlet Üniversitesi, Azerbaycan 

ÖZET 

1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan ve Azerbaycan bağımsızlığını yeniden kazandıktansonra, politik ve ekonomik alanda başlayandeğişimler, eğitimi de 
içine aldı. Yeni politik ortam, söz konusu döneme kadar Azerbaycan eğitim sisteminde, yer almayan demokrasi ve insan hakları gibi konuların eğitimini zorunlu hale getirdi. Günümüzde Azerbaycan’ın birçok üniversitesinde “Demokrasi Nazariyesi”, “Demokrasi ve İnsan Hakları” başlıklı dersler verilmektedir. 

Demokrasi ve İnsan Haklarının eğitiminde örnek, çağdaş ABD ve Batı demokrasisi olduğundan, bu demokrasilerin kökeninde duran tarihi deneyime, yani klasik Yunan demokrasisi, Batı’da parlamenter yönetim sisteminin yaranması, seçme ve seçilme gibi insan haklarının kazanılması vs. gibi konulara geniş yer ayrılmaktadır. 

Eğitimin bu şekilde yapılması, öğrencilerde demokrasi anlayışının tarihten günümüze kadar, yalnız Batı ve ABD ile bağlantılı olduğu izleniminin uyanmasına ve kendilerini bir topluluk, halk ve millet olarak küçümsemelerine neden olmaktadır. 

Günümüzün küreselleşen dünyasında standartlaşma, bir çok alanını kuşatsa da, halklar, milletler arasındaki dini, etnik ve kültürel farklılıkları görmemek imkansızdır. 

Söz konusu farklılıklar, bir toplum için ideal olan demokratik çerçevenin, diğeri için olduğu gibi çizilmesini imkansız hale getirmektedir. Bu yüzdende demokrasi ve insan hakları eğitiminde belirlenen temel hedef, söz konusu toplum için ideal demokrasi çerçevesinin bulunmasıdır. Bunun içinse ABD ve Batı örnekleriyle birlikte o toplumun kendi tarihsel deneyimine de başvurulmalıdır. Bu aslında çözümü bulunmayan birçok problemlerin çözümünde iyi bir deneyim olabilir. 

Azerbaycan tarihinde, bununla ilgili örnekler az değildir. Bu makalede bunlardan örnek olarak üç tanesi ele alınmıştır. 

Anahtar kelimeler: Demokrasi, İnsanhakları, Azerbaycan, eğitim, 

GİRİŞ 

XX. yüzyılın sonlarında dağılan Sovyetler Birliği ve onun etki alanında olan sosyalist ülkelerde Batı Avrupa’dan farklı, kendine has özellikleri olan eğitim sistemi mevcuttu. Azerbaycan’ın da içinde olduğu sosyalist sistemin yayıldığı ülkelerde genel eğitim formu bu sisteme göre şekillenmişti. 

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile bu eğitim sistemi de çöktü. Bir zamanlar bu Birliğin üyesi olmuş ve artık bağımsız olan Cumhuriyetlerde onların siyasi, ekonomik ve ideolojik taleplerini karşılayabilecek eğitim sistemleri kuruldu. 

Lakin milli önceliklerin üstün tutularak şekillen diril diyi eğitim sistemlerinin genel eğitim formatına katılması zorunluydu. İşte bu dönemden başlayarak, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin Avrupa eğitim mekanına katılması süreci başlandı. Azerbaycan’da bu süreç mevcut eğitim sisteminin aşama aşama Batı eğitim sistemi ile uyumlu hale getirilmesi şeklinde gerçekleştirilmektedir. 

Daha önce Azerbaycan eğitim sisteminde yer almayan, zamanın ve dönemin taleplerine uygun yeni derslerin öğretimine de bu dönemden itibaren başlanmıştır. 
Günümüzde Azerbaycan ’ın birçok üniversitesinde öğretilen “Demokrasi Nazariyesi”, “Demokrasi ve İnsan Hakları” dersleri bu kabildendir.Bu derslerin öğretimine  başlanırken iki önemli amac vardı: 

1. Demokrasi, insan hakları gibi kavramlara alışmış genç nesil, siyasi eğitimli vatandaş yetiştirmek, 

2. Batı'nın demokrasi deneyimini öğrenerek devlet kuruculuğu sürecinde mükemmelyönetimsisteminin yaratılmasıiçin kullanmak. 

Bu derslerin önemi zamanla açıkça göründü. İşte bu tür derslerin sayesinde gelecek nesil demokrasi, insan hakları gibi kavramları ayırt etmeye, kendisinin toplum  karşısında rolünü,görevini daha iyi kavramaya başladı. “Demokrasi Nazariyesi”, “Demokrasi ve İnsan Hakları”derslerinde örnek, çağdaş ABD ve Batı demokrasisi  olduğundan, sadece bu demokrasilerin kökeninde duran tarihi deneyime, yani klasik yunan demokrasisi, Batı’da parlamenter yönetim sisteminin yaranması, seçme ve seçilme gibi insan haklarının kazanılması vs. gibi konulara yer ayrılmaktadır.

“Demokrasi Nazariyesi”, “Demokrasi ve İnsan Hakları”derslerinde örnek, çağdaş ABD ve Batı demokrasisi olduğundan, sadece bu demokrasilerin kökeninde 
duran tarihi deneyime, yani klasik yunan demokrasisi, Batı’da parlamenter yönetim sisteminin yaranması, seçme ve seçilme gibi insan haklarının kazanılması vs.  gibi konulara yer ayrılmaktadır. 

Eğitimin bu şekilde yapılması, öğrencilerde demokrasi anlayışının tarihten günümüze kadar, yalnız Batı ve ABD ile bağlantılı olduğu izleniminin uyanmasına  ve kendilerini bir topluluk, halk ve millet olarak küçümsemelerine neden olmaktadır. 

Azerbaycan toplumunda milli değerlerin hızla kaybı ve aşırı batılılaşma eğiliminin
oluşması nedenlerinden biri eyitimin işte bu şekilde uygulanması ile ilgilidir. Öte yandan devlet kuruculuğunda, eğitimde batı tecrübesinin milli değerler ve yerel özellikler dikkate alınmadan uygulaması da ciddi sorunların ortaya çıkmasına ve birçok reformların yarım kalmasına neden oldu.

Günümüzün küreselleşen dünyasında standartlaşma, hayatımızın birçok alanlarını kuşatsa da, halklar, milletler arasındaki dini, etnik ve kültürel farklılıkları görmemek mümkün değildir. Aslında Samuel Hantington’un “Medeniyetlerin Çatışması” eserinde kaydettiği gibi felsefi bakışlar, temel değerler, sosyal ilişkiler, gelenekler ve yaşama genel bakışlar, çeşitli
uygarlıklarda çok farklıdır2.

Söz konusu farklılıklar, bir toplum için ideal olan demokratik çerçevenin diğeri için olduğu gibi çizilmesini imkansız kılmaktadır. Bu yüzden de demokrasi ve insan hakları eğitiminde belirlenen asıl hedef, söz konusu toplum için ideal demokrasi çerçevesinin bulunmasıdır.

Bunun için ise ABD ve Avrupa örneklerini araştırmak yanında her toplumun kendi tarihi deneyimlerine de başvurmak gereklidir.

Azerbaycan'ın yerleştiği coğrafya batı ve doğunun kesiştiği noktadır. Bu, bölgenin insanın kültürüne, düşüncesine, yaşam tarzına bile yansımış dır. Azerbaycan insanı ne doğulu ne de batılı değil, o batı ve doğunun ortak kültürünün taşıyıcısıdır. Bu nedenle onun yaşadığı toplumda demokrasi anlayışı temel değerleri, sosyal ilişkileri, gelenekleri ve yaşama genel bakışlarını inkar etmemeli, aynı zamanda da gerçek bir insan ve vatandaş özgürlüğünü içermeli dir.

Demokrasi ve insan hakları egitiminde her toplumun kendi tarihi deneyimlerine
başvurmak bu yüzden önemıi ve gereklidir.
Burada konu ile ilgili Azerbaycan tarihindeki örneklerden üç tanesini takdim etmek isterdik.

1 Dr., Bakü Devlet Üniversitesi, Azerbaycan 

1. Azerbaycanda XIII. yüzyıl Mahkeme Reformu.

Azerbaycan’da ilk mahkeme reformu XIII. yüzyılın sonlarında gerçekleştirilmiş ve mevcut olumsuz durumları ortadan kaldırmak için ilk defa seçimli sistem uygulanmıştır.
Bahsettiğimiz dönemde Azerbaycan topraklarında Hülâgular Devleti (1256-1357)
mevcuttu. Ülke XIII. yüzyılın sonlarında çöküş dönemine girmişti. Ülkenin çöküşünü engellemek amacıyla 1295 yılında hakimiyete gelen Hulakü hükümdarı Gazan - Mahmut Han, ülkede yönetimin tüm katmanlarını kapsayan reformlar gerçekleştirir 3. Bu reformlar arasında mahkeme reformu belirlenen amaçlar açısından önem taşıyordu. Gazan Hanın baş veziri F. Reşiduddin, bu ıslahatın devlet için önemini açıklayarak şunları kaydetmekteydi:
“Her bir saltanatın temeli adalettir. Çünkü… devleti ordu kazanır,-devletin ordudan başka gelir ağacı yoktur, orduyu ise vergi (mal) hesabına tutmak mümkündür, -vergisiz ordu yoktur, vergi ise reayadan alınır,-reayadan başka vergi veren yoktur, reayaya ise adalet sayesinde bakmak mümkündür, (öyleyse) adalet olmazsa reaya da olmaz”4. Aslında mahkeme reformu ile devlette adaletin ihya edilmesi hedeflenmişti. İnsanın hak ve adalete amelini
 en önemli görevi kabul eden Gazan Han, “Kadı görevinin verilmesi”, “Otuz yıllık
davalara hitam verilmesi”, “Satıcının satışa kadarki mülkiyet hakkının belirlenmesi” gibi konularla ilgili fermanlar yayınlayarak ülkede adaletin bekçiliğini yapacak mahkeme sistemi kurmaya çalışmaktaydı. Fermana göre kadılar adaletin teminatçısı olmalıydılar. Bu yüzden de söz konusu göreve Kanunu mükemmel bilenler talip olabilirlerdi. Kadı görevine tayin işi,
adaletli olacağı ve yasaları hiçbir zaman çiğnemeyeceği konusunda adaydan yazılı bir taahhüt alındıktan sonra gerçekleşmekteydi. Her bir vilayetin baş kadısı, kendisine bağlı olan kadıların görevlerini her ay denetlemeli, onların yasaları mükemmel bildikleri, şeriata ve hakikate riayet ettiklerinden emin olmalıydı. Ağır mahkeme işlerine ve büyük davalara şehir kadısı bakmaktaydı. Devletin en yüksek görevli memurlarına bile kadıların işlerine müdahale
etmek ve alacağı kararları etkilemek, kesin olarak yasaklanmıştı5.

Kararlar ve bu kararların verildiği tarih, özel defterlerde kayıt altına alınıyordu. Söz konusu defterdeki kayıt işleminin doğru yapılıp yapılmadığından sorumlu olan şahsın, bilerek veya bilmeyerek tahriflere yol vermesi, cinayet kabul edilir ve ölümle cezalandırılırdı.

Tüm bu kararları açıklayan Gazan Han fermanlarının birinde şunları kaydetmek teydi: “Vilayet kadıları bilsinler ki bizim bütün dikkatimiz, insanlar arasında adaletsizliğe, tecavüze, zulme ve temelsiz dava ve üç kâğıtçılık la kazanmaya karşı yönelmiştir. Bırakın dünya ve dünyeviler ruhen rahat yaşasınlar, adaletin nişaneleri tüm seçilmiş insanlara ve sade halka, uzaklara ve yakınlara ulaşsın ve onları aguşuna alsın, insan toplumunda memnuniyetsizlikler ve tartışmalar ortadan kalksın, hak, sahibine ait olsun, yalanın, tecavüzün ve hilenin kapısı ebediyen kapansın”6

2. Car-Balaken Cemaatliği’nin yönetim sistemi.


XVII-XIX. yüzyıllarda Azerbaycan’ın kuzeybatısında yer alan Car-Balaken
Cemaatliği’nin tarihine müracaat ise küreselleşen dünyamızı rahatsız eden en ciddi sorunlardan biri olan barış içinde birlikte yaşama sorununun çözüm yollarının bulunmasın yardımcı olacak önemli tarihi deneyimdir.

Çağdaş Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Zagatala, Balaken illerinin ve kısmen Gah ilinin, Rusya Federasyonu’nun bu illerle sınır bölgeleri ile birlikte, Gürcistan’ın Lagodehi ve Sığnag illerinin topraklarını içine alan Car-Balaken Cemaatliği 1501-1736 yıllarında Azerbaycan topraklarında mevcut olmuş Safevi devletinin sözkonusu topraklarda yürüttüğü politika sonucunda ortaya çıkmıştır7.
Car-Balaken Cemaatliği’nin mevcut yönetim sistemi, özellikleri ve demokratik
karakterine göre ortaçağ klasik feodal devletlerinden tamamen farklıydı. 1802 yılında Rusya İmparatoru I Aleksandr tarafından Gürcistan’ın baş reisi olarak atanmış Knyaz P.D. Sisianov mektuplarının birinde burayı “Car Cumhuriyeti” olarak nitelemişdir 8.

XIX. yüzyıl Rus tarih bilimcilerinden D. Zubaryev ise, Car-Balaken vilayetinin 1830 yılına kadar kendi yasaları ve hükümeti ile yönetilen bir cumhuriyet olduğunu kaydetmektey di 9.
Car, Balaken, Kateh, Tala, Cınıh ve Muhah gibi bağımsız topluluklara bölünmüş Car- Balaken Cemaatliği’nde Avar, Sahur, Muğal Türkleri ve İngiloylar birlikte yaşamaktaydı.
Yukarıda isimleri verilen her bir bağımsız topluluk da Avar, Sahur, Muğal ve İngiloy köylerinden oluşmuştu10. Cemaatin gerçek olarak mevcut olduğu yaklaşık 135 yıl süresince bu halklar arasında milli zeminde hiçbir çatışma görülmemiştir. Araştırmalar, onların barış içinde birlikte yaşamalarında aşağıdaki faktörlerin önemli role sahip olduğunu göstermektedir: görev taksimi, seçimli yönetim sistemi, yasanın aliliği ve adaletin üstünlüğü prensipleri.

a. Yerli halkın görev taksimi. Dağlık bölgelerde yaşayan Avar, Sahur ve Muğal
halkı Cemaatliğin toprak ve sınırlarının güvenliğinden sorumluydu. Onlar Cemaatliğin denetimi altında olan toprakları yabancı müdahaleden koruyorlardı. Dağ eteği ve düzlük bölgede yaşayan İngiloy ve Muğal halkı ise Cemaatliği ekmekle temin ediyordu.
XIX. yüzyıl Rus tarih bilimcileri bu taksimi “ağa-bağımlı ilişkileri” gibi takdim etmekte ve Car-Balaken bağımsız topluluklarına dahil olan İngiloy ve Muğal köylerinin Avar ve Sahurlara bağımlı olduğunu kaydetmektedirler11.

Aslında Car-Balaken Cemaatliği’nde mevcut olan sosyo-ekonomik ilişkiler, Rus
tarihçilerin takdim ettikleri “ağa-bağımlı ilişkilerinden” farklıydı ve bu ilişkilerin şekillenmesi Cemaatlik meydana gelene kadar bu bölgede süren siyasi süreçlerle direkt bağlantılıydı. Şöyle ki XVI.-XVII. yüzyıllarda Büyük Kafkas dağlarının kuzey eteklerinden güney eteklerine (Büyük Kafkas dağlarının kuzey ve güney etekleri Azerbaycan topraklarında bir zamanlar yer alan Albanya devletinin toprakları olmuştur) göç eden Avarlar, Car ve Tala ovalarına yerleştikten sonra burada yaşayan ve Kahet Gürcü çarlarının saldırılarına maruz kalan yerli
halkı-Muğal ve İngiloyları kendi himayeleri altına aldılar. Fakat onların iç işlerine karışmıyor yani, Muğal ve İngiloy köylerindeki iç yönetim sistemine dokunmuyorlardı. Halklar arasındaki “bağımlılı” gibi takdim edilen ilişkiler, himaye altına alınanların himaye altına alanlara keçkel (geç gel veya göç gel) olarak isimlendirilen vergi ödemesinden ibaretti12.

b) Cemaatlikte barış içinde birlikte yaşama prensibinin muhafazasında rol oynayan önemli faktörlerden biri de burada seçimli yönetim sisteminin mevcut olmasıydı. 

Şöyle ki,

Cemaatlikte en yüksek kurum halk toplantısıydı. Yılda bir veya iki kez Ağdam köyünde toplanan ve Cemaatliğe dahil olan altı topluluğun vekillerinin katıldığı bu toplantıda tüm Cemaatlik için önemli olan sorunlar tartışılıyordu: Cemaatliğin komşu devletlerle ilişkileri, savaş ve barış meseleleri ile birlikte topluluklar arası ilişkilerle bağlantılı kararlar alınıyordu.13

Car, Balaken, Kateh, Tala, Cınıh ve Muhah topluluklarını, sözkonusu toplulukların halkı tarafından seçilmiş ali kurum yönetiyordu. Bu kuruma kovhalar, aksakallar ve gaziler dahildi.

Yüksek kurumun görevi Şeriat kurallarının ve geleneklerin yerine getirilmesini denetlemek, toplumun güvenliğini sağlamak, topluluk üyelerini (Avar, Muğal, Sahur, İngiloy olmasından asılı olmayarak) diğer toplulukların üyelerinin davalarına karşı himaye etmek ve savunmak, köy mahkemelerinin kararlarından memnun kalmayan topluluk üyelerinin tartışma, şikayet ve iddialarını yeniden ve sonuncu kez inceleyen Yüksek Mahkeme rolünü oynamaktan ibaretti.

Dağlık bölgelerde sınırların muhafazası amacıyla nöbetlerin belirlenmesi, farklı toplumsal görevlerin tayini, fakir, yetim ve yaşlıların himaye edilmesi, görevlerinden su-i istifade eden kendhudaların ve kovhaların işine bakılması, olağanüstü durumlarda topluluğa üye olan köylerin temsilcilerinin katılımı ile toplantı yapılması gibi sorunlar da onların görevleri arasınday dı 14. Car-Balaken Cemaatliği’nde köyler, topluluğun ali kurumuna bağlı olan köy mahkemeleri tarafından yönetilmekteydi. Köy mahkemeleri sözkonusu köyün kovhası veya
kendhudası,sülale veya nesillerin her birinden bir aksakal veya kadı ya da imamlardan oluşmaktaydı. Yürütme organı olan köy mahkemeleri halk toplantılarının ve içinde bulundukları topluluğun ali kurumunun kararlarının sözkonusu köyde doğru bir şekilde yerine yetirilmesi konusunda sorumluluğa sahipti ve güvenliğin temin edicisi rolünü oynamaktaydı15.

Köy mahkemeleri, aynı şekilde köy topluluk üyeleri arasındaki tartışmalı sorunları yerinde çözen bir organdı. Bu açıdan köy mahkemeleri fonksiyonlarını aşağıdaki gibi yerine yetirmektey di: mahkeme süreci davacının, imamın ve mensubu olduğu sülalenin aksakalı nın şahitliği ile şikayetini bildirmesiyle başlıyordu. Bundan sonra sorumlu taraf mahkemeye davet edilirdi. O şikayetleri yalnız aksini ispatlamak için deliller veya şahitler göstermek şartıyla
reddedebilirdi. Bu şahitlere davalı tarafların katılımıyla yemin ettiriliyordu. Bundan sonra şahitler teklikte, yani davalı tarafların katılımı olmadan konuşturuluyor du. Sağlam deliller taraflardan birinin haklı olduğunu ortaya çıkardıktan sonra, son karar alınıyor du 16. Bazen ise deliller son kararın kabulü için yeterli olmuyordu. Bu takdirde duruma bağlı olarak davalı taraflardan birine yalan söylemediği konusunda yemin ettiriliyordu. Sonra imam bu sorunla
ilgili uygun yasaları arayıp buluyor ve bunları mahkemede tartışan taraflara okuyordu.

Mahkeme sözkonusu yasalara dayanarak karar verirdi. Karar uygulanması için yazılı şekilde kovhaya takdim edilirdi. Taraflardan her hangi biri mahkemenin kararından memnun kalmazsa, bu durumda daha yüksek kuruma şikayette bulunurdu ve sonraki kararı verecek mahkeme üyelerini evine davet ederek, durumu açıklamaya çalışıyordu.

Yüksek mahkemede şikayetlere, davalı tarafların vekillerinin katılımı ile bakıyorlardı. Hakimler arasında düşünce farklılığı ortaya çıktığında, davalı tarafların mensup olmadıkları nesillerin aksakalları mahkemeye davet edilirdi. Yüksek mahkemenin verdiği karar itiraza neden olsa bu durumda kararın icrası yılda bir veya iki kez Ağdam köyünde toplananbir sonraki Halk toplantısınakadar ertelenirdi 17.

Car-Balaken Cemaatli ği’nde kovha, aksakal, tabun başı, çavuş ve yasavul farklı yetkilere ve sorumluluklara sahip görevlilerdi. Kovha veya kend huda köyün yönetiminde asıl role sahipti. Topluluğun ali kurumunun kararlarını uygulamak, az önemli şikayetlere bakmak, güvenliği sağlamak, sakinlerin davranışlarını denetlemek, suçluları mahkemeye takdim etmek, insanları aramak ve sürgün etmek, köy ve topluluğun mükellefiyetlerini yerine getirmesi konusunda serencam vermek, çavuş ve yasavulları seçmek onun görevleri arasında idi 18.

Köy aksakalları kendi kabileleri tarafından seçilmekte ve bütün konularda tüm halkın çıkarlarını savunan vekilleri konumundaydılar. Aynı zamanda kov hanın görevlerini doğru şekilde yerine yetirmesi ni de denetliyorlardı. Aksakallar kov hanın görevlerini doğru yapmadığı durumlarda, bu sorunu temsil ettikleri kabilelerin dikkatine sunuyorlardı.
Kabilelerbu durumda sonraki kovha seçimlerini beklemeden, onları görevlerinden
uzaklaştırma yetkisine sahiptiler 19

Tabun başı kov hanın yardımcısı idi ve onun emirlerini yerine yetiriyordu. Onlar genellikle bağlara, bahçelere, pirinç tarlalarına suyun verilmesini, görevlerin sakinler tarafından sırayla yerine yetirilmesi ni denetliyorlardı.

Köy halkını toplantılara davet etmek, hangi görevleri yerine yetirecek leri konusunda sakinleri uyarmak, çavuşun görevleri arasında idi. Yasavul ise kovha tarafından farklı hizmetlere gönderiliyordu.

Tüm bu görevlere atamalar halk seçimi yolu ile çözülüyordu. Seçim işlemine 15 yaşın üstünde olan tüm erkekler katılıyordu. Kadı üç yıllığına, imam iki yıllığına, kov ha ve tabun başı ise bir yıllığına seçiliyordu. Bunların yetki süresi gorevlerini doğru yerine yetir meleri ne bağlı idi. Görevi kötüye kullandıklarında yetki süresi bitmemiş görevlerinden uzaklaştırılıyorlardı. Görevlerini sorumlu bir şekilde yerine yetiren ve bu yüzden de halkın güvenini kazanan şahısların ise görev süreleri uzatılıyor du20.

XIX. yüzyıl Rus tarih bilimcisi N. Dubrovin, seçim sürecini aşağıdaki gibi tasvir etmiştir:
Köy halkı caminin yanında toplanıyor ve önceden hazırlanmış oturaklara oturuyorlardı.
Oturaklar köydeki kabilelerin sayısına göre sıralanıyordu. Herkes kendi kabilesinin temsilcileri ile aynı sırada oturuyordu. Halk toplandıktan sonra toplantı başlıyordu. Her kabile aralarından kendilerini temsil edecek vekilini aksakalını (vekilini) seçerek söz konusu şahsın adaylığını köy halkının genel onayına takdim ediyordu. Köy halkı seçilenleri onayladıktan sonra, herkesin saygı duyduğu nüfuzlu bir köy sakini ayağa kalkarak meclisin ortasından
halka şu sözlerle hitap ediyordu:

-Dostlar! Siz bu şahısları aksakal seçerek sizi yönetme görevini onlara devretmişsiniz.

Onların her biri baba ve kendi neslinin başkanıdır. Siz, hem savaş hem de barış döneminde onların emirlerine uymalısınız. Aksi takdirde düşman, itaatsizlik sonucunda topluluğun dağılmasından yararlanarak sizi mağlup eder. Barış döneminde de uymak zorunludur. Çünkü bu olmadan her bir topluluk için zorunlu olan düzen olmaz. Allah sizi korusun ve her birinizi görevlilere itaatkar kılsın.

Daha sonra o, yüzünü yeni seçilmiş olanlara dönerek konuşmasını sürdürürdü:
- Siz ise yeni başkanlar, size güvenen topluluğu akılla yönetmeli, halkın iradesi olmadan önemli kararlar almamalısınız. Topluluğun her bir üyesini kendi kardeşiniz gibi görmelisiniz.

Onların her birinin refahı sizin nasıl yöneteceğinize bağlıdır. Gerektiğinde halkın faydasına siz neyinki kendi çıkarınızı, hatta hayatınızı da feda etmelisiniz. Bize Peygamberimiz bu şekilde öğretmiştir. Halkın refahı için yaşamak, zayıfları korumak, onların ihtiyaçlarını karşılamak, zulmün kökünü kazımak, halkın kalbinde hakikate meyli yaymak, düzeni sağlamak, bir sözle halkın refahı için tüm tedbirleri görmek-budur iyi baba, müdrik hakim ismini kazanmayı arzulayan her bir kimse için zorunlu olan keyfiyetler. Böylece, sizin idare niz Muhammed’in kanunları kadar müdrik olsun! 21

Konuşmanın metninde de görüldüğü gibi, Car-Balaken’liler adaletli yönetim sistemi kurmayı başarmışlardır. Onlar toplumun adaletle yönetilmesi için Cemaatliğin tüm üyelerinin kendi görevlerini vicdanla ve adaletle yerine getirmelerine, aynı şekilde toplulukları önünde sorumluluklarını alğılamalarına özel dikkat yetiriyorlardı.

c) Cemaatlikte barış içinde birlikte yaşamanın sağlanmasında önemli role sahip üçüncü faktör, Car-Balaken’de tüm halkın Kanun önünde eşitliyi idi.

Cemaatlik 1752 yılında Ağdam köyü yakınlarında topluluk vekillerinin oyçokluğu
prensibi ile kabul ettikleri ve 24 maddeden oluşan Kanunname ile yönetiliyor du 22. 

Bu kurallar topluluk üyeleri arasında ilişkileri düzenlemekle birlikte topluluğun düzen ve güvenini sağlamaktaydı. Çünkü her bir topluluk üyesi toplum içinde güvenliğin korunması hususunda sorumluluk taşımaktaydı. Aksi durumda o, yaptığı “yanlış”tan ötürü cezalandırılmaktaydı.

Kurallara göre topluluk üyeleri, cinayet, hırsızlık, başkasının mülküne kasten zarar verme, nikah, zina gibi konularda ciddi sorumluluğa sahiptiler.

Kurallar Cemaatliğin halkının etnik ve sosyal köken ayrımı gözetmeksizin tüm halkı için düşünülmüştü. Kanunnamede bu kurallara uyulmasını denetleyenlerin sorumluluğu da belirlenmişti. Onlar, kendileri yasaları çiğnediklerinde görevlerinden alınıyor veya farklı para cezası ile cezalandırılıyorlardı23.

Yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı gibi Car-Balaken Cemaatlik sisteminde yönetim; tarihi geleneklere, yerel adetlere, Şeriata dayanmış ve Cemaatlik topraklarında yaşayan halkların eşit haklara sahiplenmesinde, barış içinde birlikte yaşamasında önemli role sahip olmuştur.

3 . Azerbaycan Halk Cumhuriyeti.

1918 yılında demokratik kurallar üzerinde kurulmuş ve Doğu’da ilk cumhuriyetlerden olan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti (AHC), Azerbaycan demokrasi tarihine diğer bir katkıdır.

28 Mayıs 1918 yılında Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan eden ve 2 gün içinde tüm dünya ülkelerine ulaştıran 6 maddelik İstiklal Beyannamesi, yeni kurulan ve tam hukuka sahip bir devletin, geleceğini belirlemede önemli bir role sahiptir. İstiklal Beyannamesi’ne göre bu devletin siyasi kuruluş biçimi Halk Cumhuriyetidir. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, tüm milletler, özellikle komşu halklar ve devletlerle sıcak komşuluk ilişkileri kurmaya çalışır, sınırları dahilinde milliyetinden, dininden, sosyal durumu ve cinsinden asılı olmayarak, tüm
vatandaşların vatandaşlık ve siyasi haklarını temin edir; topraklarında yaşayan tüm milletlere bağımsız gelişim için fırsatlar tanır24.

programları olan partiler, teşkilatlar temsil edilmiştir. Toplam sayısı 97 olan parlamenterler arasında bağımsızlar bile vardı. Söz konusu dönemde Ermenilerin Müslüman Türk halkına karşı yaptıkları katliamdan sadece birkaç ay geçmesine ve ülke dahilinde yaşayan Ermenilerin devlet aleyhine kıyamlarının devam etmesine rağmen ermeniler de parlamentoda temsil (Türkleri düşman ilan etmiş Taşnaksütun Ermeni Partisi, 7 kişiyle) edilmişdiler25.

AHC, tüm vatandaşlarına vatandaşlık ve siyasi hakları sağlayabilmişti. 1918 yılında kadınlar seçim hakkı elde etmişlerdir. Karşılaştırmak için şunu kaydedelim ki, ABD ve birçok Avrupa devletlerinde kadınlara bu hak çok sonraları - ABD'de 1920, Türkiye'de 1934, İtalya'da 1948, Japonya'da 1950, Fransa'da 1951, İsviçre'de 1965 yılında verilmişti.

AHC’nin tarih karşısında büyük hizmeti Azerbaycan’da sadece devletçiliğin geri kazanımı ile bitmemiş, devlet kendi vatandaşlarına "özgürlük" ve "hukuk" kavramlarını öğretmeyi başarmıştı. 23 ay mevcut olan Cumhuriyet yıkıldıktan çok sonra bile halkın kendi demokratik devletini arzulaması bir rastlantı değildir. Buna örnek olarak 1926 yılında şimdi Ermeni işgali altında olan Şuşa'da dokunan halı üzerindeki yazı kayda değerdir. Sovyetlerin insanları özgürlük arzusuna göre bile yok ettiği bir zamanda Azerbaycan'da üzerinde aşağıdaki sözler yazılan halı ile işğalçı politikaya meydan okunuyordu: “Zikir eder cin, melek, hem insan,
yaşasın devleti Azerbaycan! Hür hep azade yaşatsın hamunu, həmhüquq olsun er ile nisvan (kadınlar ve erkekler arasında eşitlik olsun)! " Görüldüğü gibi, bu dönemde demokrasi kavramı bugünkü gibi yaygın bir kelime olmadığından Azerbaycan'da sıradan insanların onu duyması imkansız olsa da gerçekte, onlar demokrasinin ne olduğunu biliyorlardı.

SONUÇ

Bu gün dünyanın tüm noktalarında gerçek demokratik toplumun oluşturulması, farklı uygarlıkların her birinin kendine özgü özellikleri dikkate alınması durumunda mümkün olacaktır. Herhangi toplum için ideal demokrasi çerçevesinin bulunması demokrasi ve insan hakları eğitiminde belirlenen temel hedef olmalıdır. Bunun için ise Demokrasi ve İnsan haklarının eğitiminde Avrupa ve ABD deneyimi öğrenilmekle birlikte toplumların tarihsel deneyimlerine de başvurulmalı ve demokratikleştirme sürecinde dikkate alınmalıdır. 

Bu aslında çözümü bulunmayan birçok problemlerin çözümünde iyi bir deneyim olabilir. Azerbaycan tarihinde toplumun demokratikleştirilmesi tarihi ile ilgili bazı örneklerin incelenmesi gösteriyor ki, Azerbaycan toplumu bir tarihi birikime sahiptir. Onların yerel gelenek, milli mentalitet ve düşünceye dayandığını dikkate alırsak sonuçları toplum için önemli konuların çözümünde kullanılabilir. İşte yerel deneyimlerin temel alındığı ve Batı demokrasisinin başarılarından da kullanıldığı takdirde sağlam demokrasi ve siyasi düşünceli vatandaşların üyesi olduğu demokratik toplum kurmak mümkün olacaktır.

DİPNOTLAR;

1 Akademik Tarihve Düşünce Dergisi 
2 Hantinqton S., Stolknoveniye sivilizasiy,Moskva,2003, s.25
3 Azerbaycan tarihi: Uzaq keçmişden 1870-ci ile geder. Redaktör S.Aliyarlı “Azerbaycan”,Bakü,2009 s.287-292
4 A.g.e., s.288
5 Raşid-ad-din F., Sbornik letopisey, t.3,İzd. Akademiya Nauk SSSR, Moskva-Leninqrad,1946,s.223, 235-237.
6 Raşid-ad-din.,s. 235-237.
7 Arzu Eşref kızı. Car-Balaken Camaatlığı (XVII esrin sonu-XIX esrin 30’lu illeri), Uni Print,Bakü,2009,s.43,55
8 AKAK,v 12-ti t, t. 2, II c., Tipog. Glavnogo Upravleniya Namestnika Kavkaza,Tiflis,1868,s. 693
9 Zubaryev.D.E. Poyezdka v Kaxetiyu, Tuşetiyu, Pşaviyu, Hevsuriyu i Djaro-Belokanskuyu oblast. // Russkiy Vestnik, №6,SPb., 1841, s. 551-558
10 Arzu, s.74
11 Bakradze D. Zametki o Zakatalskom Okruge, Zapiski KOİPGO, vıp. 1., 14, Tiflis, 1890,s. 264; Dubrovin. N., İstoriya voynı i vladıçestva russkih na Kavkaze, v. 6-ti t-h, t.1 kn.1, s. 515-601, SPb.,1871,s. 595
12 Dagıstan Respublikası G. Tsadası adına TDEE-nin Elyazmalar Fondu. f.1,siy. 1, iş. 1353.s. 44
13 Hronika voyn Djara v XVII stoletii, Pod redaksiey V. Huluflu, Bakü,1931,s.61-71
14 Konstantinov O. İ. Djarı-Belokanı do XIX stoletiya, Sbornik gaz., “Kafkaz” na 1846 g., Sbornik gazetı “Kafkaz” na 1846 g., Tipografiya Kançel, Namestnika Kafkaza, №2-3, s. 376-401,Tiflis,1847, s. 379-380
15 Dubrovin,s. 592; Hronika voyn Djara., s. 63-71
16 Dubrovin, s. 594
17 A.g.e., s. 594
18 Dubrovin, s. 592;Konstantinov, s.379
19 Konstantinov, s.380
20 A.g.e., s. 380
21 Dubrovin, s. 593-594
22 Hronika voyn Djara, s. 63-71
23  Ay yaşayan AHC, bu 6 Maddelik İstiklal Beyannamesi’nin tüm maddelerine uygun bir Nyönetim sistemi kurmayı başarmıştı.  AHC, Parlamenter Cumhuriyet ti. 6 Aralık 1918 yılında seçimler sonucunda şekillenmiş ilk parlamentoda milli, sosyalist, Bolşevik vb gibi farklı
23 A.g.e., s.63-71
24 Hesenli C.,Azerbaycan Xalq Cümhuriyyetinin Harici Siyaseti (1918-1920), I cild, “GARİSMA” MMC,Bakü,2009,s.92; Nesibzade N. Azerbaycan Demokratik 
Respublikası (mekaleler ve senedler), Elm, Bakü, 1990, s. 43-44
25 Balayev A., Azerbaydjanskoye nasionalno-demokratiçeskoye dvijeniye (1917-1920 qq.), Elm, Bakü,1990, s.41; Nesibzade, s.71-83


KAYNAKLAR

1. AKTI SOBRANNIYE KAVKAZSKOY ARXEOQRAFİÇESKOY KOMİSSİEY
(AKAK); 1868, v 12-ti t, t. 2, Tipog. Glavnogo Upravleniya Namestnika Kavkaza,Tiflis.
2. ARZU EŞREFKIZI; 2009,Car-Balaken Camaatlığı (XVII esrin sonu-XIX esrin 30’luilleri), UniPrint, Bakü.
3. Azerbaycan tarixi: Uzaq keçmişden 1870-ci ile geder, redaktör Süleyman Aliyarlı,2009, “Azerbaycan”, Bakü.
4. BAKRADZE, D. ;1890,Zametki o Zakatalskom Okruge, Zapiski KOİPGO, vıp. 1., 14,Tiflis.
5. BALAYEV A.; 1990,Azerbaydjanskoye nasionalno-demokratiçeskoye dvijeniye(1917-1920 qq.), Elm, Bakü.
6. DUBROVİN, N.; 1871, İstoriya voynı i vladıçestva russkih na Kavkaze, v. 6-ti t-h, t.1,1 kn. s. 515-601, SPb.
7. HANTİNQTON, S.; 2003,Stolknoveniye sivilizasiy,Moskva.
8. HESENLİ, C.; 2009, Azerbaycan Xalq Cümhuriyyetinin Harici Siyaseti (1918-1920),Icild, “GARİSMA”MMC,Bakü.
9. Hronika voyn Djara v XVII stoletii; 1931, Pod redaksiey V. Huluflu, Bakü.
10. KONSTANTİNOV, O. İ.; 1847,Djarı-Belokanı do XIX stoletiya, Sbornik gaz.,“Kafkaz” na 1846 g., Sbornik gazetı “Kafkaz” na 1846 g., Tipografiya Kançel,
    Namestnika Kafkaza, №2-3, s. 376-401,Tiflis.Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi Academic Journal of History and Idea 
11. MOLLA MUHAMMEDEL-CARİ; 1997, Car salnamesi, Arapçada çeviri, giriş, açıklama ve notlar, S. Süleynamovanındır, Seda,Bakü.
12. NESİBZADE, N.; 1990,Azerbaycan Demokratik Respublikası (mekaleler ve senedler), Elm, Bakü.
13. RAŞİD-AD-DİN, F.; 1946, Sbornik letopisey,t.3, İzd. Akademiya Nauk SSSR, Mockva-Leninqrad.
14. Dagıstan Respublikası G. Tsadası adına TDEE-nin Elyazmalar Fondu. f.1,siy. 1, iş. 1353.
15. ZUBARYEV, D.E.;1841,Poyezdka v Kaxetiyu, Tuşetiyu, Pşaviyu, Hevsuriyu i Djaro- Belokanskuyu oblast. // Russkiy Vestnik, №6, с.539-558,SPb.


***

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 5

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 5



Medeni Dünyanın Kapısında Türkiye ve İnsan Hakları,




Bülent Peker, 
Tanıl Bora 

(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


İstanbul’daki AGİT Zirvesi, kamuoyu imalatçılarınca, Türkiye’nin “medenî dünyaya” dahlini kesinleştiren bir tören olarak kutlandı. Gerçekten de “dünya”, Türkiye’nin ‘kendine özgülüğüyle’ marûf demokrasisiyle bir hayli barışık görünüyor. Türkiye’yi yönetenlerin demokrasi ve insan haklarında evrensel standartlardan istifa etmeye hazır göründüğü bir yıl öncesinden bakıldığında şaşırtıcı olan bu gelişmede hükmünü yürüten, esas olarak jeopolitiktir. Türkiye, Soğuk Savaş sonrası kısa bir belirsizliğin ardından, ananevî ihraç ürünü olan jeopolitiğe yeniden kavuşmuş görünüyor. “ABD artı Avrupa Birliği” (artı işlemi zaman zaman eksiye veya bölmeye dönüşebilir) demek olan “medenî dünya”, hem göç dalgası ve sarî çatışmalardan kaçınma, hem de global iktisadî rekabet gereklerinden dolayı, Avrasya havzasında istikrar istiyor. Ki istikrar, medenî dünyada, bütün değerleri kendine biat ettiren en yüce değerdir. Artık Avrasya havzası olarak kodlanan Kafkasya ve Balkanlar’ın (hattâ Ortadoğu’nun da bu jeopolitik kodlamadan bir nasibi var) istikrarı uğruna, Türkiye salona kabul edilecek. Jeopolitiğin hükmüyle beraber, Avrupa’yı Türkiye’ye karşı “aptalca ve tahammülsüzce” davranmamaya çağıran ABD politikasının hükmü galebe çalıyor.[1] ABD yönetimi ve “akıl depoları” (think thank) bir süredir, sıkı ders ve disiplin düzenini takmayan, devamsız, imtihanlara gelmeyen ama okulun sosyal hayatında hep hazır ve nâzır, kantinden çıkmayan, okul takımında da oynayan haşarı talebe Türkiye’ye Avrupa kolejinde bir şans verilmesi için ikna etmeye çalışıyorlar. Katı öğretmenlere, Türkiye’nin zayıf derslerini ikmal edeceğini, matematiğini yaz kurslarında geliştireceğini, yabancı dilini de sonradan öğrenebileceğini, zaten gündelik hayatta o kadar iyi bir dilbilgisine de ihtiyaç olmadığını anlatıyorlar.[2] Türkiye’nin “demokratik ve modern olmasının AB’den dışlandığında değil, AB içinde kaldığında mümkün” olduğu mülahazası,[3] halihazırda Avrupa’nın siyasî koordinat sisteminde “merkez”i teşkil eden sosyal-demokrat camia tarafından da paylaşılmakta. Bir nevi Almanya Dışişleri İkinci Bakanı mevkiindeki Cem Özdemir’in, Öcalan’ın yakalanmasından sonra yaptığı açıklamalar, bu meâldeydi: Cem Özdemir, Avrupa’nın Lüksemburg’da Türkiye’yi terslemekle hata yaptığını, böylelikle -meâlen- Türkiye’nin iplerini elinden kaçırdığını söylemişti. Zira AB üyeliği ümidi verilmiş bir Türkiye, daha fazla kontrol altında tutulabilecek, insan hakları ve demokrasiyle ilgili iyileştirmelere daha müessir bir şekilde zorlanabilecektir. Bugün AB’de de bu mülahaza ağır basıyor ve Türkiye’ye, terbiyevî amaçlarla, umut veriliyor.

Avrupa’nın ve ABD’nin demokrat kamuoyu, hiç değilse bazı sektörleri, jeopolitik hesapların bahanesi olarak değil de, samimî olarak buna inanıyor. Sahiden de, TC devletini idare edenlerin, medenî dünyayı -bu kez öbür anlamda- “idare etme” ve salona kabul edilme uğruna, demokratik düzenlemeler ve temel insan haklarına riayetle ilgili bazı iyileştirmelere gitmeleri umulabilir. Bu konuların sarkastik tavırları kaldırmayacağı açıktır; böylesi iyileştirmeler insanlık nâmına iyidir ve bunlara sistemin muhaliflerinin de memnun olması gerekir. Ancak Türkiye devletinin “medenî dünya”yı misafir etme stili bile, hal ve gidişini değiştirmeye -niyetini bir kenara bırakalım- tabiatının elvermediğini göstermedi mi? Medeniyetin ağırlandığı adacığın delice bir güvenlik çemberiyle ve -deprem bölgesinde bile!- utanmazca bir tezyinat hâlesiyle tecrit edilmesi, şehir içi seyrü seferin blokajı, -mağduriyetleri otomobil sahibi yurttaşların hali kadar dramatik bulunmasa da- muhaliflerin salt protesto açıklaması yaptıkları için veya böyle bir açıklamaya niyet ettikleri için (tamamen bu nedenle!) gözaltına alınmaları, bu müstakbel AB üyeliği sinyaliyle sevindirik olmuş devletin nelere kâdir olduğunu “dünyaya” da göstermiş olmalıydı. Fakat “demokratikleşme ve insan haklarına önem verme” doğrultusunda bütün dünya tarafından gayrete getirilmeye çalışılan ve neticesinde (‘Türkiye’nin düzeni’ni teşkil eden bütün ‘değer’lerin duayeni) Demirel’in ağzından ‘ferdî ve tesadüfi’ mâhiyette bir işkencenin varlığını ikrar eden bir ifade koparılabilen Türkiye’nin özellikle insan haklarıyla ilgili iyileştirmelerdeki tutkulu gönülsüzlüğüne dair, AGİT protokolünün simgelediğinden çok daha güçlü veriler var.

İNSAN HAKLARI: BİR DURUM TESPİTİ

Türkiye’de yetkililer, insan hakları alanında önemli mesafeler aldıklarını savunuyorlar. Doğrudur. Bu yargıyı, yargısız infaz ve işkence sonucu ölüm olgularında artış görüldüğü bir dönemde, dahası 26 Eylülde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki katliamın ardından belirtiyoruz. Şu kaydı koymak koşuluyla: Onların insan hakları sorunu, uluslararası alandaki eleştirilerle sınırlı bir sorundur. Bu eleştirilerde, önemli bir yumuşama, hattâ geri çekilme sözkonusudur. Bugün Türkiye’de işkencenin ya da yargısız infazların sistematik olduğunu söylemek, neredeyse ayıptır.

İşkencenin sistematik olup olmadığı sorunundan başlayacak olursak: Gerek yetkililerin işkencenin sistematik olmadığını güvenle söylemelerini, gerekse bu konuda hükümeti eleştirenlerin sözkonusu eleştiriden geri çekilmeleri, epeyce anlaşılır bir nedene dayanıyor. İşkence ve kötü muamele suçları için öngörülen cezalar arttırılmış ve işkence yapanlara karşı cezai işlem yapılacağını bildiren bir genelge yayımlanmıştır. Dolayısıyla, işkence ve kötü muamele oldukça yaygındır, ama devlet politikası değildir, yani resmî açıklamalarla desteklenmiyor. Hattâ, TBMM işkence ve kötü muamele yapanların affedilmesi ve aleyhlerindeki davaların askıya alınmasını öngören bir Af Yasası çıkarmış olsa da, bu yasa veto edilmiş ve Adalet Bakanı, İçişleri Bakanlığı’nın işkencecilerin affına ilişkin isteğini geri çevirmiştir. Fakat, kötü muameleden suçlu bulunan kişilerin affı ve haklarındaki davaların düşürülmesi yönündeki bir hüküm korunmuştur. Yasadaki son düzenleme, işkencecilerin yargı önüne çıkarılmasını âmirinin iznine tâbi kılmış bulunuyor.

İşkencenin sistematik olduğunu gösteren belirtilerden biri, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın İskenderun’da iki kız çocuğunun cinsel işkence görmesiyle ilgili açıklamasıydı. Tantan, İzmir’deki bir işkence sonucu ölüm olgusu karşısında, olayı doğrudan kendisine bağlı müfettişlere soruşturtmuştu. Bu soruşturmanın sonuçlarını öğrenemedik, ama soruşturmanın kendisi, İçişleri Bakanlığının tutumu konusunda umut vermişti. Oysa İskenderun olgusunda Tantan, işkence konusundaki haberleri, her zamanki hamâsî dille inkâr etmekle yetindi. Tantan’ın sağlam görünen bir dayanağı vardı. İşkence gördükleri belirtilen çocuklara sağlam raporu verilmişti. Ama Türk Tabipler Birliği’nin saptamış olduğu gibi, sözkonusu sağlam raporları, Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen rapor hazırlama formatına uygun değildi ve geçersizdi. Yani sözkonusu raporları veren hekimler, başka yerlerdeki çok sayıdaki meslekdaşları gibi, mevzuata aykırı rapor düzenlemek zorundaydılar ve öyle de yaptılar. Tantan, mevzuata uygun olmayan raporlara dayanarak ve başka bir araştırma yapmaksızın sözkonusu işkence bilgilerini yayımlayan gazetecileri azarlamaktan kendini alamamıştı. Devletin başka birimleri de, çeşitli platformlarda sözkonusu işkence olgusunu yalanlayacaklardı. Dolayısıyla, işkenceyi sistematik yapan faktörlere, işkencecilerin (yalnızca yürütme tarafından değil, bağımsız Türk yargısı tarafından da) korunmasının yanı sıra, üst düzey devlet görevlilerinin (işkencecilerin amirlerinin) işkence olgularını inkâr etme eğilimini de eklemeliyiz. Aynı inkâr, bizzat işkence görenlerin tedavisiyle ilgili çalışmalar yapan bir hekimin, TİHV İzmir Tedavi Merkezi gönüllüsü Dr. Zeki Uzun’un durumunda da karşımıza çıktı. Zeki Uzun, örgüt üyesi olduğu iddia edilen bir kişiyi tedavi etme suçlamasıyla gözaltına alındığında marûz kaldığı işkenceyi ayrıntılarıyla anlattı. Oysa bazı meslekdaşları, meslek ilkelerine ve usûle uygun olmayan bir muayene sonucunda, yine şu ünlü sağlam raporlarından birini verdiler. Dolayısıyla yetkililer, Zeki Uzun’un işkence görmediğini güvenle söyleyebileceklerdi. Böylece diyebiliriz ki, işkencenin sistematik olmasının yanı sıra, işkencenin sistematik olmadığını söyleyebilmek için işletilen mekanizmalar ve baskılar da sistematiktir ve bizatihî insan haklarına aykırı, insan haysiyetini zedeleyici niteliktedir.

Aslında son bir yılda, insan hakları savunucularına yönelik olarak şiddet yoluyla ya da bağımsız Türk mahkemeleri yoluyla işletilen baskıların da, bu sistematik pratiğin parçası olduğunu görmek gerekiyor. Ankara DGM’de yargılanan Avukat Zeki Rüzgar ve Dr. Cumhur Akpınar’ın davası, neredeyse sözkonusu politikanın ilanı gibi ortaya çıkmıştı. Rüzgar ve Akpınar, DGM-”Terörle Mücadele” baskınlarına kadar tanışmıyorlardı. Ama bağımsız Türk yargısı, ağlarını örüyordu. Onların ortak yanları, işkence olguları karşısında mesleklerinin gerektirdiklerini biliyor ve uyguluyor olmalarıydı. DGM savcı ve yargıçları, işkence gören çok sayıda kişinin davasında, Avukat Rüzgar ile hasım olarak karşılaşmışlardı. Onlara kanıt üreten polisler, Av. Rüzgar’ın açtığı davalarda yargılanabiliyor, hattâ mahkûm olmaları tehlikesi bile (sözkonusu mahkûmiyetler ertelenen para cezalarından ibaret olsa bile) doğabiliyordu. Dr. Akpınar ise, işkence gördüğünden kuşkulandığı kişileri, mesleğinin ve mevzuatın gerektirdiği şekilde muayene ediyor ve devlet memuru olmasına karşın bunda ısrarlı olma cüretini gösteriyordu. Dolayısıyla, özellikle de bir bağlantıları olmaması nedeniyle, onlar DGM için uygun bir ikili oluşturdu. Mesaj açıktı: İnsan haklarını savunmak ve insan hakları normlarını uygulamak, “terörist” faaliyetlerdi.

İnsan hakları savunucularına dönük baskıları (ki burada “irticayla mücadele” programı çerçevesinde Mazlum-Der’e yöneltilen ve doğrudan doğruya bu derneğin insan haklarıyla ilgili angajmanlarını hedef alan keyfî baskıları mutlaka zikretmek gerekiyor), insan hakları örgütlerine belirli bir hüsnü kabul gösterme ve bu hüsnü kabulü “dünyanın” gözüne sokma politikası tamamlıyor. PKK’nın bir yığın eylemini kınamış olan İHD’nin bu açıklamalarını görmezden gelerek düzenli aralıklarla “insan hakları kavramı sadece PKK hakları mıdır? Terörizmden zarar gören insanların hakları ne olacak?” anonsunu yapan Ertuğrul Özkök bu politikada da “kamuoyu önderliğini” üstlendi: Devlet Bakanının insan haklarıyla ilgili sivil toplum örgütleriyle -tabiî ki AGİT icabı- yapılan toplantıya İHD’yi çağırmış olmasını, onu muhatap kabul etmiş olmasını, bir büyük kerem olarak insan hakları savunucularının kafasına kaktı.[4] İstenen, insan hakları kuruluşlarının bu lütfun kıymetini bilmeleri ve insan haklarının hâmisinin eninde sonunda devlet olacağını tanımalarıdır. Muhtemeldir ki, önümüzdeki dönemde, -elbette rasyonel ve hukuku tanımlanmış bir zeminde diyalogdan kazınmadan- devlete mesafesini korumak, yani insan hakları örgütlerinin evrensel prensibine uymak, bir insan hakları kuruluşunun “sözde insan hakları örgütü” olduğunu iddia etmenin temel kanıtı olarak iş görecek.




SIFIR TOPLAMLI BİR BAHANE OYUNU

Şimdi Türkiyeli bakanlar, güçlü devletleri ya da devletlerarası kuruluşları temsil eden muhataplarına, Türkiye’de insan hakları ihlâllerinin azaldığı iddialarını, “terörizmin” azalmasıyla açıklıyorlar. Terörizm denen faaliyetlerde azalma olduğu da doğrudur. Ama terörizm olarak, yani kişi, grup ya da toplumların yıldırılması amacıyla yapılan sistematik şiddet eylemleri olarak gördüğümüz uygulamaların azalması, terörizm ortadan kalkmadıkça göreli ve geçicidir. Görelidir, çünkü çocukları terörizmin mağduru olan bir aile için, terör artmış demektir. Geçicidir, çünkü terörist uygulamaların azalması ya da artması, içinde bulunulan koşullara, örneğin terörist faaliyetleri koordine eden kuruluşların belirli toplum kesimlerinin ya da toplumun yıldırılması amacına ulaşmış oldukları konusundaki subjektif tespitine bağlıdır.

12 Eylül’den beri, devleti gasp edenler, insan hakları ihlâllerini “yıkıcı/bölücü/terörist” faaliyetlerin varlığıyla açıklıyorlar ve haklı göstermeye çalışıyorlar. Hikmet Sami Türk de, insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı olduğu dönemde, Türkiye’nin (kendi anladıkları biçimiyle) insan hakları sorunlarını böyle çözümlüyordu. Mevcut Bakan Mehmet Ali İrtemçelik de, Clinton ile görüşmesinde, insan hakları ihlâllerinin azaldığı iddiasını, “terörist” faaliyetlerin azalmasıyla açıkladı. Yani demek istiyorlar ki, “(onları ‘terörist’ olarak nitelediğimiz sürece) muhalifler varoldukça insan haklarını ihlâl etmek zorundayız, yolumuza çıkmadıkları sürece de, insan haklarını ihlâl etmeyiz.”

Aslında “terörizm” teriminin bugünkü kullanımı da, onun insan haklarıyla bağlantısı da, Türk yetkilileri bunun reklamını ne kadar yaparsa yapsınlar, onların icadı değildir. ABD ile müttefik olan bütün baskıcı rejimlerin ortak dilini kullanıyorlar. İşte bu yüzden de, hükümetlerin “terörizm” olarak adlandırmayı başardığı faaliyetlerin “en büyük” insan hakları ihlâli olduğu savı kabul görebiliyor ve bu sav, insan haklarıyla ilgili uluslararası belgelerde de yerini buluyor. Bu da, “terörist” olduğu söylenen kişilerin insan haklarının olmadığı ya da hukuksal olarak onlar için insan hakları talepleri getirilemeyeceği anlamına geliyor. Böylece “terörist” sıfatı, “insan”dan başka bir türü nitelemiş oluyor. Türk iç ve dış politikasının başarısı, çok geniş insan gruplarını “terörist” olarak niteleyebilmesi ve bunu hedef grubuna kabul ettirebilmesindedir. Bu sıfatın altını çizmek gerekiyor. Çünkü MGK ve Genelkurmay, ceza ve tutukevlerinde bulunan siyasî tutuklu ve hükümlülerden “siyasal” diye söz edilmesi karşısındaki isyanlarını, boşuna ifade etmediler.

Cezaevleriyle ilgili bir parantez açalım. Adalet Bakanlığı, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin son Türkiye raporuna verdiği yanıtta, “cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin insan haklarının tehdit edilmediğini, insan haklarını tehdit edenin tutuklu ve hükümlüler olduğunu” iddia etmişti. Adalet Bakanlığı bürokratları bu yanıtı verirken, cezaevlerinde işkence sonucu onlarca insanın öldüğünü; TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun cezaevleriyle ilgili bir rapor hazırladığını ve bu raporun “devletin itibarını sarsmamak” için yayımlanmadığını; 1996 ölüm oruçları sonucundaki hastalıkları nedeniyle konuşma, hattâ düşünme yeteneklerini epeyce yitirmiş tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılmadığını ve cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin katledilmesiyle ilgili davaların da “itibarını” koruma adına sonuçlandırılmadığını biliyorlardı elbette. Bütün bunların aleni bilgi olması, ne Adalet Bakanlarını ne de onları idare eden bürokratları ve hür basını ilgilendirmez aslında: 12 Eylül 1980’den beri, cezaevlerinde yaygın işkence ve katliam, büyülü bir şifreyi kullanarak kapatılmış, kapatılmak ne kelime, haklı gösterilmiştir: “terörizmle mücadele”.

İnsan haklarının moda olmasıyla birlikte, cezaevleri katliamları ve işkence, Türkiye siyasileri ve bürokrasisi için de bir sorun olmaya başladı. Onlar, Türkiye’de sistematik işkence olmadığının, Türkiye’nin “insan haklarında iyiye gittiğinin” söylenmesini istiyorlar; hattâ Avrupalı dostlarını, tehdit ediyorlar. Elbet Türkiye’de ABD ve Avrupa “demokrasileri”, yani “hür dünya” için işkencenin ya da Kürt Sorununun silâh alışverişinde bir koz olması, bu tehdidin işe yaramasına yolaçıyor. Bugün Avrupalı ya da Amerikalı bir “insan hakları savunucusu” ya da diplomatına Türkiye’de sistematik işkence olduğunu söyleseniz, size bilmiş bilmiş ve paylarcasına bakacaktır.

Son cezaevi katliamında 10 kişi, kasıtlı ve planlı bir şekilde, emir-komuta zinciri içinde tezgâhlanmış bir plana uygun olarak öldürüldü. Daha önce ne Ankara Merkez Kapalı Cezaevinde, ne de Diyarbakır’da katledilenler, kontrolsüz bir barbarlık ya da vahşilik sonucu öldürüldü. Sistematik sadizmle renklendirilmiş terörist bir ideolojiye (hani şu resmî ideoloji dediğimiz) uygun olarak, insan onurundan yoksunluğu seçmiş salon siyasetçileri ve bürokratları tarafından, insan onurundan yoksun bıraktıkları zavallıları kullanarak öldürüldü. Onlar onursuzca ve kurnazca öldürüldü. Bizlere, depremin sarstığı “devlet otoritesi”ni hatırlatmak için, MGK’nın ve onun hükümetinin “duruma hâkim” olduğunu (bu Başbakanın sözüdür) göstermek için öldürüldüler. Bu, ne Türkiye’de ne de TC Hükümetinin dostları, hattâ onların majestelerinin insan hakları kuruluşları arasında onursuzluk değildir. Çünkü katliamcılar, insan hakları teknokrasisi için de etkili olan büyülü bir terimin arkasına saklanıyorlar: terörizmle mücadele.

AB YOLUNUN AÇILMASINI İSTEMEYENLER

26 Eylül günü Ankara Merkez Kapalı Cezaevi bir mezbaha haline getirilmişken, Viyana’nın bir sarayında, Türkiye Hükümetinin, insan haklarını korumak bakımından umut verdiğinden sözediliyordu. Çeşitli hükümetlerin temsilcileri ve yine onların insan hakları savunucuları, Türk Hükümetine haksızlık yapılmamasını istiyorlardı. Aynı sarayda, çeşitli Avrupa hükümetlerarası ve hükümetlerdışı kuruluşları, işkence gibi büyük belâları savuşturmuş olmanın rahatlığıyla, azınlık kültürlerinin ve dinlerinin korunmasından sözediyorlardı.

Cezaevi katliamının, Türkiyeli insan hakları savunucuları tarafından dayak yiyerek de olsa alenileştirilmesinin ardından, hükümeti mazûr göstermenin bir yolu bulundu. Türkiye Hükümeti AB’nin eşiğine yaklaştıkça, ona komplolar hazırlanıyor; insan hakları ihlâlleri artıyordu. Katliamın ardından, beceriksizce bir “yargısız infaz,” polisin foyasını ortaya çıkarıyor; Nuh Mete Yüksel, Merve Kavakçı’yı bir basın şovu yaparak gözaltına almak istiyor; Ahmet Taner Kışlalı, Ankara usulü bir “faili meçhul siyasal cinayet”te yaşamını yitiriyordu. Çok bilmiş köşe paşalarına göre, bütün bunlar, AB yolunun açılır gibi olmasına tepki olarak tezgâhlanmıştı.

Mart ayında, İstanbul’da işkencenin önlenmesi için yapılan bilimsel bir çalışmanın toplantıları sürdürülürken, sendikacı Süleyman Yeter, daha önce kendisine işkence yapmalarından dolayı davacı olduğu polis ekibi tarafından gözaltına alınarak öldürüldü. Süleyman Yeter ve arkadaşları, işkencecileri tespit etmiş, avukatları davanın açılmasını sağlamışlardı. Ama polisler, ne amirlerince görevden alındılar ne de yargı tarafından tutuklandılar. Bu da AB yolu açıldığı için mi olmuştu? Haziran ayında, Başbakan Bülent Ecevit, işkence iddialarının üzerine kararlılıkla gidileceğini ve yasal işlem yapılacağını açıkladıktan sonra, işkencede ölüm olaylarının yanı sıra polis ve jandarma tarafından düzenlenen “yargısız infaz” olaylarında öldürülen kişilerin sayısı da arttı. Bu da AB yolunun açılmasına tepki miydi?

Şu AB senaryosuna kendini kaptıranlara bakacak olursak, Türkiye’de yaşama hakkının ve kişi güvenliğinin sağlanmasında epey yol katedilmiş de, ihlâller anormal bir biçimde tekrar ortaya çıkıvermiş sanırsınız. Kendileri de, bunca yıldır insan haklarının korunması için mücadele etmiş de, şimdi hayal kırıklığına uğramış gibidir. Belki bir komplo üretmek zorundalar ki, ülkeyi uzaktan izleyip hiçbir şey yapmamalarının, hiçbir şey yapmayı istemiyor, hattâ olan bitenden rahatsız olmuyor olmalarının mazereti olsun. Yargısız infaz ve işkencede onları üzen, Avrupa Birliği’nin, genel olarak “medenî dünyanın” onlar hakkında kötü bir imaja sahip olmasıdır. Onlar, yalnızca imajla ilgililer; sanal bir dünyada yaşıyorlar. Türkiye’nin “medeni dünya”nın bir parçası olduğunu sanabilseler, Avrupalı olduklarına inanabilseler, her şey hallolmuş olacak. Onlar için insan hakları, “Batılı dostları” tarafından gündeme getirildiği için sözetmeye değer bir konudur. Bu yüzden de, örneğin savundukları başka “Batılılaşma” yöntemlerinin (örneğin özelleştirme) insan haklarının gerçekleşmesine (örneğin sağlık hakkı) etkilerini görmek bile istemezler.

Adana’daki yargısız infaz, onlara göre normal dışı bir olay olmalıdır ki, bir komplonun parçası olsun. Oysa Adana infazı, yargısız infaz olaylarının 1993-94 düzeylerine çıktığı bir dönemin ardından gerçekleşmiştir.[5] Ama önemli olan sayılar değildir. Sayıların azalması eksilmesi, yalnızca bir göstergedir nihayetinde. Kaç kişinin yargısız infaz sonucu öldürüldüğü ise, bir ülkede “yargısız infaz” denen uygulamaların sistematik olup olmadığını göstermez. Adana katliamı, “yargısız infaz”ın sistematik bir idari pratik olduğu bir ülkede gerçekleşmiştir.

Türkiye’de yaşam hakkı ihlâllerinin sistematik olduğunu ve bu ihlâllerin sistematik olmasının ne demek olduğunu açıklığa kavuşturabilirsek, komplo teorileriyle vakit geçirmemize de gerek kalmaz. İnsan hakları ihlâllerinin sistematik olması, ihlâllerin yaygın olması ya da şu kadar sayıda insanın ihlâllere hedef olması demek değildir. İnsan hakları ihlâllerinin sistematik olması, hükümet aygıtlarını yönetenlerin ve bu arada onları yöneten zihniyetin, bizim insan hakları ihlâlleri dediğimizi hiç değilse belirli dönemlerde ve/veya belirli kişi ya da kişi gruplarına karşı gerekli görmeleri, bu yönde bir tercihi içselleştirmiş olmaları demektir. Bu tercihin yapılmış olması ise, ihlâllerin kendilerinden değil, faillerin hukuka uygun cezai işleme tâbi tutulup tutulmamalarından anlaşılabilir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve İHD, en son olarak, AGİT Taahhütlerini Gözden Geçirme Konferansı’nda verdikleri brifingde, işkencenin sistematik olup olmadığının, faillerin cezai ve idari yaptırımlar karşısında korunup korunmadıklarına bağlı olarak belirlenebileceğini açıkladılar. Yine sendikacı Süleyman Yeter örneğine dönersek; Süleyman Yeter, kendisine ve başkalarına işkence yapmaktan yargılanmakta olan bir polis timi tarafından öldürülmüştür. Yani o polis timi, haklarında dava açılması başarılmış olmasına karşın (çünkü failler hakkında cezai soruşturma ve yargılamanın başlatılması da zordur), halen aynı görevi sürdürebilmektedir. Benzer örneklere bakıldığında, haklarındaki cezai davalarından bazılarında mahkûm olmaları halinde de, cezaları “iyi hallerinden” dolayı ertelenecek, belki de para cezasına çevrilerek ertelenecektir. Bu ise, işkence suçunu işleyenlerin cezalandırılmasına yönelik yasa yokluğundan kaynaklanan bir durum değildir. İşkence yapan bir polis, işkence yapmasından dolayı görevinden alınmayacağını, hattâ cezaevine konmasının küçük bir olasılık olduğunu bilir. Hükümet bakımından, “yargı bağımsızdır, ne yapalım?” demek de, bu konudaki pürüzleri çözecektir. Yasayı doğru uygulamakta kararlılık gösterebilecek savcı ve yargıçlarla karşılaşması elbette bir olasılıktır. Ama bu kötü olasılık gerçekleşse bile, yasal olarak, davasının duruşmalarına katılmak zorunda değildir ve mahkûm olması halinde de, iş bulabileceği geniş bir sektör vardır ve polis arkadaşları ne yapıp edip onu bulamayacaktır: “The Eyes Wide Shut” - Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı!

Türkiye’de polis, son zamanlarda, özellikle akademisyen genel müdür Turan Genç’in açıklamalarına bakıldığında, kendi bünyesini insan haklarına riayetkâr davranma doğrultusunda terbiye etmek için bir şeyler yapıyor görünüyor. (Gerçi İçişleri Bakanı Tantan da halkın polise güvenmediğini teslim etme cesaretini göstermişti - ama o da eninde sonunda, yukarıda değinilen İskenderun olayındaki gibi, “teşkilât refleksleri”nden kendini alamıyor.) Bunun son örneği, 21-22 Kasım’da basına yansıyan Emniyet Genel Müdürlüğü genelgesidir: büyük bir yücegönüllülükle gösteri ve yürüyüşlerin “normal” ve “demokratik hak” olduğunu telkin ederek, futboldan bildiğimiz bir tabirle “orantısız güç kullanımı” ilkesine uyulmasını isteyen bu genelgenin kendisi, mevcut polislik pratiğinin sadece insan haklarına aykırılıkla kalmayıp standart polis deontolojisinin de sınırlarını zorladığını ikrar ediyor aslında. Bizzat Polis Akademisi öğretim üyeleri, Türkiye’de polis pratiğinin ‘usulsüzlüğüne’ dair tespitlerde bulunuyorlar.[6] Zaten kendini kamusal bir işlevle değil millî/yetçi bir misyonla meşrûlaştıran “Türk Polisi”, herhalde müeyyidesi olmadığı ve hiç yadırganmadığı için, çok açık konuşan, “dilini tutamayan” bir camiadır: insan haklarıyla ilgili iyileştirmeler yapma lüzumunu sineye çeker göründükleri ilk zamanlarda, 1990’ların ortalarında, muhtelif müdürlerinin ağzından, “insan hakları ihlâllerinin önüne geçilmesi” lâfı değil de “insan hakları ihlâlleriyle ilgili şikâyetlerin önüne geçilmesi” lâfı dökülmüştü. Son genelgede de “istenmeyen görüntülerin oluşması”ndan şikâyet ediliyor. Keza Tantan’ın polisin yapısal problemleriyle ilgili en şedit açıklamalarında günah, “birkaç çürük yumurta”nın sırtına yüklenmişti. Kendinden “teşkilât” diye bahsetmeyi seven Türk Polisi, idarî ve siyasî âmirleri tarafından, refleksleri ve eğilimleri kollanacak bir “kitle tabanı” gibi düşünülüyor. Bu fiilî statü, insan haklarını sistematik biçimde ihlâl eden ve birçok ihlâli ihlâl olarak algılanmaktan bile vareste tutan polis “alt-kültürünün”[7] yeniden üretimini sağlıyor. Bu alt-kültürün değiştirilmesi, yani bizzat “kitle tabanı”nın -formasyonunun, gerekirse personelinin- değiştirilmesi, en az siyasî-idarî düzenlemeler kadar önemlidir. Bu yönde bir irade görünürde yoktur.

DAHA DA SINIRLI, DAHA DA ‘GÜVENSİZ’...

“Dünya 1. ligine kabul edilme”nin Türkiye’ye yaptırım olarak göreli bir demokratikleşmeyi getireceğini varsaymak, makûldür. Yazının başında söylediğimiz gibi, ironik ve sarkastik bir tavırdan kaçınmak gerek; insan hakları sözkonusu olduğunda, varsın göreli olsun, ‘nereden ve nasıl gelirse gelsin’, iyileşmeler iyidir. Buna şüphe yok. Lâkin beklenebilecek iyileşmelerin hudutları hakkında fazla iyimser olmak mümkün görünmüyor.

Kıyas için, Latin Amerika, İspanya ve Yunanistan deneyimlerini hatırlamak yol gösterici olabilir. Buralarda demokratik toplumsal muhalefet otoriter-faşizan rejim güçlerine karşı büyük bir güç bloku oluşturmayı ve onu geriletmeyi başardı, ancak birincisi bu güç, -tıpkı Türkiye’deki gibi- olağanüstü semirmiş ve kendi bekasını koruma doğrultusunda örgütlenmiş gayrınizamî harp aygıtını altedecek bir düzeyde olamadı. İkincisi, buralarda da göreli demokratikleşmede, dış etkenlerin -Latin Amerika’da “dünya konjonktürü”, İspanya ve Yunanistan’da Avrupa bütünleşmesi- payı belirleyiciydi. Göreli demokratikleşmeler, aşağı yukarı şu iki seçeneğin ara yolu mahiyetindeki uzlaşmalarla bulundu: biraz ceza ve haddini bildirme, biraz bağışlama ya da görmezden gelme, unutma.[8] Bu ceza-ve-bağışlama pazarlığını yürütecek uzlaşma politikasının aktörleri olarak, ya bu işleve uygun yeni (“temiz”) ve kısmen politika-üstü veya yarı-politik figürler ortaya çıktılar, ya da demokratik muhalefetin saygın isimleri bağırlarına taş basarak bu rolü üstendiler. Genellikle sembolik kişilere -iyi ihtimalle, Yunanistan’daki gibi, ibret vermeye yeterli- sembolik cezalar verildi, ancak bunun karşılığında yeni döneme intibak ‘şansı’ tanınan baskı aygıtının bekası sağlandı.

Açık ki, Türkiye’de şartlar çok daha kötüdür. Birincisi, demokratik muhalefet, çok daha zayıftır. Buna bağlı olarak, ikincisi, dış etkenin umulabilecek bir göreli demokratikleşmeye etkisi çok daha fazladır - dedik ya, Türkiye için demokratikleşme ve insan haklarında iyileştirme bir uluslararası yaptırım mâhiyetindedir. Üçüncüsü, demokratik muhalefetin zaten ancak kıyısına ilişebildiği pazarlık masasında -tabiî böyle bir masa varsa!- göreli demokratikleşmenin dozunu arttıracak, “yeni dönemi” temsil eden yeni/uzlaşmacı veya eski/muhalif aktörler mevcut değildir; aktörler, “kimi kimi şikâyet ediyorsun?” sualiyle biten kadı fıkrasındaki aktörlerdir. Kısacası, Türkiye’de baskı ve konspirasyon aygıtını, belirli bir kılık değişimiyle bekasını sağlama karşılığında görece demokratik bir rejime gönülsüz “katlanmaya” zorlayacak bir pazarlık ortamı yoktur - halihazırda rejim güçleri açısından böyle bir dayatma yoktur.

On yıl kadar önce Özal devrinde yaşanan “Türkiye’ye hâcet kapıları açıldı” iyimserliği bugünlerde tekerrür ederken, “medenî dünya”nın şefaatini ummak da, mesuliyetsiz bir ironi ve sarkastizmle ezber tekrarlamak da kolay, rehavete sevkedici tutumlar. İnsan hakları sözkonusu olduğunda canlara ve ortak insan haysiyetimizin çiğnenmesine malolan bu rehavete kapılmaya hakkımız yok.

[1] İfade, ABD’de “güvenlik danışmanlığı” denen global siyasî polislik hizmetinin pîri olan Zbigniew Brzezinski’nin: “Avrupalılar pek çok zaman [Türkiye’ye] aptalca ve tahammülsüzce davrandılar.” (Foreign Policy, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını, Kış 1998/99, s.66)

[2] “Türk kamuoyu”nun bir velî ve vasî olarak eline sıkı sıkı yapıştığı ABD Başkanı Clinton’a gösterdiği perestişin utanç verici manzarasını Yıldırım Türker Radikal İki’de (21 Kasım 1999) çizdi. ABD’nin insan hakları ve demokrasi bahsinde mürebbiyelik yapmaya kalkmasındaki utanmazlığı da, “anti-Amerikan” şovenizmine düşmeden, vurgulayarak...

[3] Brzezinski, a.g.y., s. 67.

[4] Hürriyet, 14 Ekim 1999.

[5] 1993/94, “terörizmle mücadele”nin aslî devlet faaliyeti ve bir millî savaş karakteri kazandığı bir dönemdi. Güvenlik kuvvetleri ilâve imkân, güç ve yetkiyle tahkim edildi; polisin Nazi rejimini andırır biçimde fiilen yargı gücünü devraldığına tanık olundu. 1993/94’teki bu süreç, Türkiye’de 12 Eylül rejiminin hayli teşeküllü bir restorasyonu ya da berkitilmesidir ve onu çevreleyen siyasal-toplumsal şartlarla beraber müstakil bir evrenin eşiği olarak yorumlanmalıdır.

[6] Örneğin: Halil İbrahim Bahar (Polis Akademisi öğretim görevlisi), Poliste Demokrasi ve İnsan Hakları, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara 1998.

[7] Terim Halil İbrahim Bahar’ın - a.g.e., s. 34.

[8] Bu sürecin Latin Amerika örneğindeki muhasebesini yapan derli toplu bir yazı: R. Laocs ve H. Muñoz, “Pinochet İkilemi”, Foreign Policy, Bilgi Üniversitesi Yay., Bahar 1999, s. 35-47.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5094/medeni-dunyanin-kapisinda-turkiye-ve-insan-haklari#.Wly34a5l8dU


***

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 4

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ STRATEJİSİ, BÖLÜM 4




3.2. Ders Kitapları

Ders kitapları öğrencinin zihninde oluşturmaya çalıştığı bilginin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Sağlıklı bir gelişim için dikkatlice hazırlanmalıdır. Sağlıklı bir demokrasi eğitimi için ders kitaplarının gerek görseller gerekse de yazılar açısından amaca dönük bir bütünlük oluşturması gerekmektedir. Ders kitaplarının devlet tarafından ücretsiz dağıtılması ve her öğrencide bulunması
bakımından önemli ders materyalleridir ve dikkatli hazırlanması gerekmektedir (Aslan vd., 2015: 691). Bu bakımdan ders kitaplarının bu yönde incelemesi yapılmıştır.

Ortaöğretim Tarih 9. Sınıf (2013) ders kitabına bakılacak olursa, “Tarih Bilimine Giriş” adlı konunun 5. Sayfasında yer alan meclisin tarih dersinin konusu içinde gösterildiği görsel demokrasi açısından önemli bir durumdur. “İlkçağ Uygarlıkları” adlı konunun 47. Sayfasında Mezopotamya’da hukukun gelişimi
Sümer-Babil şeklinde karşılaştırmalı olarak anlatılırken öğrencilere hukukun insanlar için neden önemli olduğuna; 56. sayfada yer alan Hititlerde kralın yanında Tavananna adı verilen kraliçenin bulunmasının insan hakları açısından önemine; 57. sayfada İyonların özgür düşüncenin ve pozitif bilimlerin öncüsü
olmalarının ne ifade ettiğine değinilmemiştir. 61. sayfada Yunan Uygarlığındaki hukukta yaşanan gelişmelerin ve sınıf farklılıklarının kaldırılmasının demokrasi anlayışının gelişmesine; 64 ve 65. sayfalarda Roma Uygarlığındaki hukukta ve yönetimde yaşanan gelişmelere (Krallık yönetimine son verilerek Cumhuriyet dönemine geçilmesi) değinilmiş; fakat günümüzde demokrasi ve cumhuriyet anlayışıyla karşılaştırmalar yapılmamıştır. Tarih derslerindeki değişim ve sürekliliği algılama becerisi ihmal edilmiştir.

Öğrencilerin soyut kavramların içini doldurabilmesi ve zihninde önemini anlamlandırabilmesi için geçmiş ile bugün arasında mutlaka ilişki kurulmalıdır. 89. Sayfadaki kadının toplumdaki rolünün anlatılması ve günümüzle karşılaştırılmasının istenmesi ve 105. Sayfadaki Cahiliye dönemi Arap toplumu hakkında çıkarımda bulunulmasının istenmesi insan hakları açısından olumlu görülmektedir. 109. Sayfadaki İslam Devleti’nin oluşumunda kardeşliğin rolü, 115. sayfadaki Veda Hutbesi’nin insan hakları ve evrensel hukukla olan ilişkisinin sorgulatılması, Hz. Ömer’in adalet ve hoşgörü anlayışı, 122. Sayfadaki dört halife döneminde yaşanan Demokratik gelişmelerin Emeviler dönemiyle karşılaştırılması, 159. Sayfadaki adalet ve sosyal hayat konuları demokrasi ve insan hakları eğitimi açısından önemli görülmektedir.

Ortaöğretim 10. Sınıf (2010) ders kitabının 27. Sayfasındaki “Osmanlı Devlet Teşkilatı” adlı konusunda Divanıhümayun toplantısını anlatan minyatür demokrasi mesajları açısından oldukça uygun bir konuma sahip iken aynı sayfa içerisinde hiçbir yerde yazı ile demokrasi vurgusu yapılmamıştır. 47. Sayfada
yapılan uygulama ile de yalnızca Divanıhümayun üyelerinin görevlerine değinilmiştir. Aynı kitabın 139. Sayfasındaki Meclisi meşveret, 152. sayfasındaki Senedi ittifak hakkında herhangi bir demokrasi vurgusu yapılmamıştır. Literatürde genel olarak demokrasi hareketlerinin başlangıç örnekleri olarak kabul edilen bu belgelerin demokratikleşme açısından değerlendirilmesi oldukça ilginçtir. En azından Magna Carta ile karşılaştırılıp o belgeyle benzer ve farklı yönleri öğrenciye tartıştırılabilirdi. 166. sayfadaki Tanzimat Fermanı
anayasal düzen, kanun üstünlüğü ve insan hakları açısından önemli olduğu 3 satırda anlatılmaya çalışılmıştır. Oysaki hangi maddelerin hangileri ile ilişkili olduğunu ve hangi maddelerin neden önemli olduğu öğrencilerle birlikte tartışılabilirdi. Literatürdeki demokrasi hareketlerinden Muhasıllık Meclisi
seçimlerinden ve Vilayet Nizamnamesi ile birlikte meydana gelen seçimlerden bahsedilmemiştir. 171. Sayfadaki Islahat Fermanı’nda ise din ve vicdan özgürlüğü ile Müslümanlarla Gayr-ı Müslimler arasındaki eşitliğe vurguda bulunulmuştur. İnsan hakları ve demokrasi vurgusu yetersiz kalmıştır. Kitabın altında I. Abdülmecid’in Tanzimat ve Islahat Fermanı’nda bastırdığı madalyadan ziyade iki belgenin dünya üzerinde diğer demokratik belgelerle karşılaştırması yapılabilirdi. Siz o dönemde yaşayan gayrimüslimsiniz veya Müslümansınız diye başlayıp İngilizlerden bu dönemde ne farkımız vardı gibi sorularla öğrencilerin
düşünceleri alınabilirdi. 175. sayfadaki Kanun-i Esasi’de önemli maddeler verilmiş ve demokratik olmayan maddeleri öğrencilere tespit ettirilmeye çalışılmıştır. Burada da etkili bir görsel konulmayarak öğrencinin tam olarak özümsemesi açısından yetersiz kalmıştır. 182. sayfada ise Osmanlıdan Cumhuriyet’in ilanına kadar demokratikleşme aşamaları bir tabloda gösterilmiş tir. Bu tablo olumlu olarak göze çarparken öncesi ve sonrasıyla öğrencide olumlu izlenimler bırakabilecek bir yere konulmamıştır. Tabloya dayalı olarak öğrenciye etkinlik yaptırılabilirdi.

Ortaöğretim 11. sınıf (2010) ders kitabında, genel olarak pek çok sosyal olay üzerinde durulurken demokrasi ve insan hakları vurgusu yapılmamıştı. Sayfa 18’deki kurultay görseli oldukça dikkat çekicidir.

Ardından gelen bilgilerle aslında tam bir demokrasi uygulaması örneğidir. Fakat bugünkü meclislerle veya Avrupa’daki ilk meclislerle karşılaştırılması yapılmamıştır. Sayfa 22’de Türklerde kadının yönetime katılımı anlatılmış karşılaştırma veya proje ödevi ile detaylı araştırması istenmemiştir. Yine Kök Türk yazıtlarında ki demokratik vurguya değinilmemiştir. Yine Divanıhümayun en önemli yasama ve yürütme organı olarak nitelendirilirken demokratik uygulamalarına yeterince vurgu yapılmamıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları
ise meclis ve seçim açısından oldukça önemli bir biçimde incelenmiştir. Yine Meşrutiyet döneminde yaşanan değişim ve gelişim oldukça iyi anlatılmıştır. Konu sonunda I. Ve II. Meşrutiyet’in karşılaştırılması demokratik değerlerin öğretilme si açısından oldukça önemli bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ardından Cumhuriyet dönemi de kadınlara haklar verilmesine kadar anlatılmıştır. Konunun ardından öğrencilere hazırlatılması düşünülen I. Ve II. Meşrutiyetlerde seçimlerle ilgili “Demokrasiye Doğru” adlı proje de önemlidir. Ancak tüm bunlara rağmen genel olarak üstünde durulan değer “seçim” olarak karşımıza çıkmakta dır. Özgürlük, eşitlik gibi diğer değerler de aynı şekilde önemsenmelidir.
Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi (2010) kitabında, “Türkiye’de Hayat” konusu alt başlığında Siyaset bölümünde çok partili hayata geçiş konusu anlatılmaya çalışılmıştır. Demokrasi ve insan hakları ile ilişkisi ise “halkın demokratik talepleri” şeklinde ifade edilebilecek kadar sınırlı olarak açıklanmıştır. Kitabın içeriği genel olarak bilgi aktarımı şeklinde oluşturulmuştur.

 Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük (2013) ders kitabı genel anlamda siyasi tarih içerikli olup demokrasiyle ilgili ilk vurgunun 68 ve 69. sayfalarda olduğu görülmektedir. “Türk İnkılabı” adlı ünitede Meclis ve Yaşasın Cumhuriyet görselleri demokrasi vurgusu içerdikleri görülmektedir. Görsellerin altındaki hazırlık çalışmalarında saltanatın niçin kaldırılmış olabileceği
konusunun araştırılması, 70 ve 71. sayfalardaki saltanatın kaldırılma gerekçeleri, 75, 76 ve 77. sayfalardaki Cumhuriyetin ilanıyla ilgili açıklamalar, 82, 83 ve 84. sayfalardaki Medeni Kanun ve Hukuk alanında yapılan inkılaplar, 99. sayfada Türk kadınına sağlanan haklar, 133-137. sayfalarda Cumhuriyetçilik ilkesi
çerçevesinde cumhuriyetin nitelikleri ve demokrasiyle olan ilişkisi, 145. sayfadaki Cumhuriyetçilik ilkesiyle ilgili kavram şeması, 149-152. sayfalar arasında milli birlik ve beraberliğin önemi, 155-163. sayfalar arası
Halkçılık ilkesinin önemi önemli demokratik vurgulardır. Ders kitabında dikkati çeken nokta demokrasi vurgusunun sadece sözel açıklamalarla sınırlı kalması, öğrencileri düşünmeye itecek etkinliklere yeterince yer vermemesidir. 189. sayfadaki siyasi güç konusunda Atatürk’ün ulusal egemenlik hakkındaki
düşünceleri ve demokrasi ve insan haklarıyla ilgili afiş çalışmalarına yer verilmiştir. Bu afiş çalışmalarının altındaki “İnsanların doğuştan gelen temel hakları nelerdir? ...” şeklindeki sorular, öğrencilerde ufuklar açması ve öğrendikleri bilgileri özümsemesi ve davranış haline getirmesinde önemli rol oynamaktadır.


3.3. Öğretmen

Okullarda demokratik eğitimin amacı, öğrencinin kendini tanıyıp birey olduğunu fark etmesi, ötekini tanıyıp birlikte hareket etme kabiliyeti geliştirme, hoşgörü, adalet, eşitlik, özgürlük gibi değerleri öğrencinin içselleştirmesini sağlamaktır (Koçoğlu, 2013: 415). 

Aileden sonra çocuğun gelişiminde en önemli ortamlardan biri okuldur. Okulda ise bu işin en önemli temsilcileri öğretmenlerdir. Öğretmen tutum ve davranışları ile öğrencilerin gözünde bir rolmodeldir ve öğrencilerin onu örnek alması kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden öğrencilere okul içerisinde demokratik davranışlar kazandırılacaksa öncelikle öğretmenlerin öğrencilerin önünde aynı davranışı sergilemesi beklenmektedir. Sınıf içerisinde değişik yöntemlerden faydalanarak öğrencilerin fikirlerini söylemelerine açık olmalı onların düşüncelerini geliştirecek ve demokrasi bilincine sahip olmalarını
sağlayacak ortamlar sağlamalıdırlar (Ektem ve Sümbül, 2011: 162-163).

Toplumsal bir sistemde demokrasi kurumunun tutunması ve ilerlemesi için iyi eğitilmiş bilinçli vatandaşlara ihtiyaç vardır. Öğretmen bu durumu gözeterek öğrencilerle sağlıklı bir iletişime girmeli, işbirliğine dayalı bir sınıf ortamı oluşturmalıdır. Öğretmen, öğrencinin fikirlerini soran ve onların fikirlerini
ifade etme sürecinde rahat bir ortam sunan konumda olmalıdır (Karatekin vd., 2012: 562). 

Öğretmen öğrencilerin ilgi ve yeteneklerini göz önünde bulundurarak demokratik ilkeler ve demokratik davranışları öğrencilerle birlikte hayata geçirmelidir 
(Oğuz, 2011: 142).

Öğretmen, sınıf içinde, öğrencilerin demokrasi bilincini geliştirmesi ve öğrencilere demokratik davranışlar kazandırması için öncelikle sınıf içerisindeki davranışlarına dikkat etmelidir. Bununla birlikte etkinliklerde ve grupların oluşturulmasında demokrasi bilinci ve davranışını kazandıracak şekilde
uygulamalar yaptırılmalıdır.

Öğrencilere demokratik davranışlar kazandırmanın yolu sadece demokrasi konuları ile sınırlı değildir. Öğretmenler bu noktada seçim, hoşgörü, ötekileştirmeme, adalet ve dayanışma davranışlarını aynı anda kazandırabilir. Mesela, herhangi bir konuda işbirliğine dayalı gruplar oluşturulurken öğrenciler
arasında sosyometri yapılarak öğrencilerin birbirlerine karşı arkadaşlık durumları tespit edilebilir. Gruplar oluşturulurken de en popüler öğrenciden en az sevilen öğrenciye bir sıralama yapılarak heterojen gruplar oluşturulabilir ve böylece farklı düzeyde sevilen öğrenciler aynı amaç etrafında birleşerek işbirliği havası
içerisinde çalışmış olurlar.

Demokrasi konuları da uygulamalı bir etkinlikle işlenebilir. Mesela, Divanı hümayun konusunda öğrencilerden bir grup oluşturularak divan toplantılarının canlandırılması istenebilir. Burada divan üyelerinin görevleri anlatıldıktan sonra görev alacak öğrenciler sınıftaki diğer öğrenciler tarafından seçilebilir, bununla da yetinilmeyerek öğrenciye padişahın istemeyeceği bir durumun öğrencinin bulduğu sağlam kanıtlarla divanda, karar olarak alınması sağlanabilir. Yine Tanzimat ve Islahat Fermanları o dönemin halkı olsaydınız şeklinde sorularla tartışma ortamı sağlanabilir. Hatta dönemin diğer belgeleri de göz önüne alınarak daha iyi nasıl hazırlanabilirdi şeklinde ders içi etkinlikler yaptırılabilir. Bunları yaptırmak tamamen öğretmenin inisiyatifindedir.

3.4. Sınıf İçi Ortam

Demokrasi ve insan hakları eğitiminin bir ayağı da sınıf içi ortamdır. Öğretim programının (müfredatın), ders kitaplarının, öğretmenin demokratik özelliklerle donatılması yeterli değildir. Sınıfın da demokrasi bilincini pekiştirici şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Bugün sınıflara bakıldığında arkadaki öğrencinin arkadaşının ensesini görecek şekilde düz şekilde sıralandığı görülmektedir. Sınıflarda demokrasi bilinci geliştirilmek isteniyorsa; sınıflar, her türlü etkileşime açık bir hale getirilmelidir. Öğrencilerin birbirleri ve öğretmenle; öğretmenin de öğrencilerle etkili bir iletişim kurması ve istediği düşünceleri söyleme fırsatı bulması demokratik yapıyı kuvvetlendirir. Bu bakımdan ülkemizde bir sınıfa düşen öğrenci sayıları azaltılarak sınıfların sıra düzenini değiştirmek önemli yol kat ettirecektir. Mesela otoritenin öğretmen, dinleyenin öğrenci olduğu; Öğrencilerin birbirlerinin yüzlerini görmedikleri geleneksel yerleşim düzeni yerine herkesin rahatlıkla iletişim kurabildiği “U” biçiminde yerleşim okullarda denenebilir (Otrar vd., 2005: 45-46). Etkili sınıf ortamı, demokratik tutum sergileyen öğretmen davranışlarıyla birleşince istenilen demokratik eğitim sağlanmış olur. 


4. SONUÇ VE TARTIŞMA

Demokrasi ve İnsan Hakları eğitimi Milli Eğitimin amaçları arasındadır ve tarih dersleri ilişki kurma açısından en müsait alanlardan birini oluşturmaktadır. Araştırmada tarih derslerinde demokrasi ve insan hakları eğitimi öğretim programı (müfredat), ders kitapları, öğretmen ve sınıf ortamı olarak dört boyut
dikkate alınarak incelenmiştir.

Tarih dersi öğretim programlarında demokrasi ve insan haklarıyla ilişkili konuların yeterli düzeyde kazanımla ve ders saatiyle temsil edilmediği görülmektedir. Bununla birlikte, demokrasi ve insan haklarıyla ilişki kurulabilecek bazı konuların da hiç hesaba katılmadığı görülmektedir.
Ders kitaplarında bazı demokratik davranışın sözel olarak açıklandığı öğrencilerin değişim ve sürekliliği algılamasıyla eleştirel düşünme temel becerileriyle tarihsel kavrama ve tarihsel sorgulamaya  dayalı araştırma gibi tarihsel düşünme becerilerinin geliştirilmesine dönük etkinliklerin yeterli olmadığı görülmektedir.
 Öğretim programıyla (müfredatla) ders kitaplarında yetersiz kalan demokrasi ve insan hakları vurgusunda en önemli görev öğretmenlere düşmektedir. Öğretmen, öğrencilerin gözünde rol model olup sınıf içi ve dışı tüm davranışları nın demokratik nitelik taşımasına dikkat etmelidir. En azından Milli Eğitim’in amaçları çerçevesinde elinden geleni yapmalıdır.

Öğrencilerin demokrasi bilincini geliştirmede sınıf içi ortamın ve sınıf düzeninin de önemi büyüktür.

Ülke genelinde sınıflara düşen öğrenci sayısı fazladır. Sınıfların mevcutlarının azaltılarak her türlüetkileşime açık hale getirilmesi gerekmektedir.

Sonuç doğrultusunda ilgililer aşağıdaki öneriler sunulmaktadır:

• Tarih derslerinde demokrasi ve insan hakları düşüncesini geliştirici alternatif etkinlik örnekleri geliştirilmelidir.
• Tarih dersi öğretim programlarının ve ders kitaplarının yenilenmeye ihtiyacı vardır. En azından bugüne kadar yazılan makale, tez vs. bilimsel yayınların dikkate alınması gerekmektedir.
• Öğretmenlerin sınıf içi uygulamalarda demokrasi ve insan haklarını geliştirici bir tutum izlemeleri konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.

• Eğitim fakültelerinde alınan teorik bilginin pratiğe aktarma fırsatı sunan uygulamalı derslere yoğunluk verilmelidir. (Mesela; yakınçağ tarihi konularının öğretimi dersi gibi) Bu şekilde öğretmen adaylarının tarihi konularla değerlerin ilişkilendirmesini farklı alternatiflerle görme imkânı olacaktır.

KAYNAKÇA

ASLAN, Betül & OKUMUŞ, Osman & KOÇOĞLU, Yasemin (2015). “Ortaöğretim Tarih Ders Kitaplarının Öğrencilerin Gelişim
Dönemlerine Uygunluğunun İncelenmesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 8 (37), s. 689-699.
BÜYÜKÖZTÜRK, Şener & ÇAKMAK-KILIÇ, Ebru & AKGÜN, Özcan Erkan & KARADENİZ, Şirin & DEMİREL, Funda (2012). Bilimsel
Araştırma Yöntemleri, 12. Baskı, Ankara: Pegem Akademi.
CRİCK, Bernard. (2012). Demokrasi, 1. Baskı, Ankara: Dost.
DUMAN, Tayyip & KARAKAYA, Necmettin & YAVUZ, Nuri. (2005). Vatandaşlık Bilgisi, 2. Baskı, Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık.
GÜVEN, Aydın (2009). “Tarih Öğretimi ve Demokrasi”, içinde Tarih Öğretim Yöntemleri. Ed. Muammer DEMİREL & İbrahim TURAN, 1.
Baskı, s.195-203, Ankara. Nobel Yayın Dağıtım.
KAHVECİ, Nihat Gürel (2013). “Eğitim”, içinde İnternet Destekli İnsan Hakları, Demokrasi ve Vatandaşlık Eğitimi. Ed. İsmail ACUN &
Bülent TARMAN & Erkan DİNÇ, 1. Baskı, s.16-32, Ankara: Pegem Akademi.
KARATEKİN, Kadir & MEREY, Zihni & KUŞ, Zafer (2012). “Öğretmen Adayları Ve Öğretmenlerin Demokratik Tutumlarının Çeşitli
Değişkenler Açısından İncelenmesi”, Kastamonu Education Journal, 21(2), s. 561-574.
KOÇOĞLU, Erol (2013). “Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının, Okul Yöneticilerinde Olması Gereken Demokratik Tutum Ve
Davranışlara İlişkin Görüşleri”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 8(6), s. 413-430.
OĞUZ, Aytunga (2011). “Öğretmen Adaylarının Demokratik Değerleri İle Öğretme ve Öğrenme Anlayışları”, Değerler Eğitimi Dergisi, 9(22), s. 139-160.
OTRAR, Mustafa & EKŞİ, Halil & DURMUŞ, Alpaslan. (2005). “Sınıfın Fiziksel Yapısı ve Organizasyonu”, içinde Sınıf Yönetimi. Ed. Musa
GÜRSEL & Hakan SARI & Bülent DİLMAÇ, 2. Baskı, s. 40-55. Ankara: Eğitim Kitabevi.
PAYKOÇ, Fersun (1991). Tarih Öğretimi, 1. Baskı, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.
SÖNMEZ Ektem Işıl & SÜNBÜL, Ali Murat (2011). “Öğretmen Adaylarının Demokratik Tutumları Üzerine Bir Araştırma”, Selçuk
Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, 31, s.159-168.
STRADLING, Robert (2003). 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi Nasıl Öğretilmeli?. 1. Baskı, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları.
TOURAINE, Alain (2011). Demokrasi Nedir?, 1. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Tarih Dersi Öğretim Programları

Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 9. Sınıf Tarih Dersi Programı, Ankara, 2007.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 10. Sınıf Tarih Dersi Programı ve 10. Sınıf Seçmeli Tarih Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2010.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim 11. Sınıf Tarih Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2011.
Milli Eğitim Bakanlığı, Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Öğretim Programı, Ankara, 2008.
Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2012.

Ortaöğretim Tarih Ders Kitapları

OKUR, Yasemin. & GENÇ, İhsan & ÖZCAN, Tuğrul & YURTBAY, Mevlüt & SEVER, Akın (2013). Ortaöğretim Tarih 9, 6. Baskı, Ankara: Saray Matbaacılık.
CAZGIR, Vicdan & GENÇ, İhsan & ÇELİK, Mehmet & GENÇ, Celal & TÜREDİ, Şenol (2010). Ortaöğretim Tarih 10, 2. Baskı, İstanbul: Bedirhan Matbaacılık.
OKUR, Yasemin & AKSOY, M.ehmet & KIZILTAN, Hakan & SEVER, Akın & ÖZTÜRK, Mehmet & KARAMAN, Mülver (2010).
Ortaöğretim Tarih 11, 1. Baskı, İstanbul: İhlas Gazetecilik A.Ş.
OKUR, Yasemin & SEVER, Akın & AYDIN, Ertan & KIZILTAN, H.akan & AKSOY, Mehmet & ÖZTÜRK, Mehmet (2010). 
Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi 12, 2. Baskı, Ankara: Özkan Matbaacılık.
KOMİSYON (2013). Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, 2. Baskı, Ankara: Saray Matbaacılık. 


http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt8/sayi39_pdf/5egitim/okumus_osman.pdf

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***