21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 2


En Kanlı İki Gladyo 

İtalya’dan başlayan Gladyo temizliği Almanya’da henüz yapılamadı. Ergenekon süreci başladığında ve yeraltından gizli silahlar, çeşitli mekanlara saklanmış cephaneler bulunduğunda, ‘Dünya’da artık Gladyo’nun tarihte kaldığı, NATO’nun bu tip yapılanmalardan vazgeçtiği, bunların komplo olduğu’ savunması yapılmıştı. Ancak devam eden hukuk sürecinde toprak altı cephaneliklerin hiç de öyle eski zamanlardan kalma olmadığı ortaya çıkmıştı. Almanya’da ortaya çıkan durum ise, Gladyo’nun sadece Türkiye’de değil Avrupa’nın kalbinde bile hala var olduğunu ortaya koydu. Örgüt kendisini yok etmiyor, sadece şekil değiştiriyordu. Gladyo üzerine en ciddi çalışmayı yapan Danielle Ganser’in ‘NATO’nun Gizli 
Orduları’ adlı kitabında, ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın 28 Mart 1949’da genel stratejik konseptler isimli belgesinde Almanya’nın hem yeraltı hem de Secret Army Reserves (gizli ordu güçleri) Stay-Behinds Units (Cephe Arkası Güçleri) için mükemmel yetişmiş eleman potansiyeli olduğu belirtilmişti. Aynı kitapta 
Ganser, Türk Gladyosu için ise bütün yapılanmalar içinde en kanlı, tehlikeli ve halen çözülememiş olduğunu belirtiyordu. Alman Gladyosu’nun adı: BJD (Bund Deutscher Jugent- Alman Gençlik Birliği) idi. (14) Bu yapılar tasfiye edilmiş gibi görülse de tıpkı Türkiye’de olduğu gibi farklı biçimlerde kendilerini revize ederek varlıklarını sürdürüyorlardı. Kritik zamanlarda ortaya çıkarak derin yapılar adına cinayet-kundaklama-infial benzeri olayları kolaylıkla gerçekleştiriyorlardı. 

Yunanistan’ın mali krizini üstlenen ve zor günler geçiren Almanya’da oluşan istikrar sarsılması, BJD için oldukça uygun bir ortam olarak değerlendirilmişe benziyordu. Avrupa Parlamentosu 1990’da İtalya’daki gibi Gladyo benzeri  yapılanmaların ulusal meclislerce araştırılmasını ve hukuki sürecin işletilmesini istemişti. Ancak bu neredeyse hiçbir ülkede başarılamadı.Almanya’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde adı değişse de Gladyo olarak anılan bu yapılanmaların temelini Özel Harpçiler/Gayri Nizami Harpçiler oluşturuyordu. Bunlar genel olarak istihbarat ve askeri birimlerin güdümünde oluyor ve sivil güçlerle iç içe oluşturuluyordu. 

Türkiye’de ulusalcı reflekslerin uzun bir emek harcanarak harekete geçirildikten sonra, tam olarak ne yaptığının farkında bile olmayan bir çocuğa Rahip Santoro’nun kurşunlatılması neyse; Almanya’da dönerci cinayeti olarak adlandırılan olaylarda Türklere yapılan oydu. Türkiye’de ulusalcılık denilen refleksle bu yaptırılırken Almanya’da etnik reflekslerle gerçekleştiriliyordu. Fark sadece buydu. İki ülke arasındaki diğer benzerlik de bu yapıların yok edildiğine yönelik yaygın hale getirilen kanaatin tuzağına düşmeydi. Türkiye’de önce Susurluk sonrası şimdi Ergenekon sonrası bu kanaat pompalanıyordu. Ama Gladyo’nun kalbine girilmediği müddetçe, eski yapılar tasfiye edilirken, yerine hemen yenileri gelecekti. Türkiye’de Özel Harbe bağlı yapının toplamda beş bini yönetici yüz otuz bin kişiden oluştuğu belirtiliyordu. Ülkemizde Ergenekon bitirildi havası oluşturulurken, derin yapı Göktürk adlı yeni yapıyı kurmuştu. 

Ergenekon’un yeni adı Göktürk’tü. Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin devlet, yapısı içine artık muhafazakarları ve Kürtleri de alıyordu. Çerkezler yine işbaşındaydı! Dinle, azınlık ve etnik yapıyla barışık yeni sistem, Ergenekon tutuklularının bulunduğu Silivri’de oluşturulan terhis ve 
tahliye konusunda bir süredir hükümetle pazarlık yürütüyordu ve pazarlık gereği özel yetkili savcılar ve mahkemeler kaldırıldı. Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi onaylanan Milli Birlik Komitesi’ydi. 

Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Şu yüzden: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk defa kullanan milli devletimiz di. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen ardından kurulan Hun İmparatorluğu mirası üzerinde şekillenmişti. Çinlilerin Çin setti yapmasına sebep olan Hunlar da Türk töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak Türk töresini uygulamayan Kara Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engelleyemedi. Kara Han, kendi kılıcı ile kendini öldürerek ihanetine son verdi. Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘ Özümüzü Kesen Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır. 

Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve bağımsızlığın da bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim adamı 
Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söylemini de kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet yönetiminde temel öğe olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu belgelemiştir. Daha sonra ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve millet olma özelliği açık olarak biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; millet olma bilincini ana ilke olarak almışlardır. 

Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin ettim. Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım”"Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda gökyüzü 
çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir.

 Ey Türk milleti kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a ait Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır. 

Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina (Asena) boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu Türkler, tarihte Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan korunmak için başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi. Bulundukları noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca ünlü Sovyet tarihçisi Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu demirci Açinalar; Asya’nın teknolojik üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok değerli savaş aletleri yapıyorlardı. 

Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçili ği yapmalarının nedenleri vardı. 

Emevilerin Arap milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türkler de Türk milliyetçiliği yapmışlar ve İslam’a geç girmişlerdi. Ömer Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi meşhurdur. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin 
ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları İslam’ın altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde, müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı öğretecek kıvama geldiler. 

Kürşad Ve 39 Yiğidi 

Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk milliyetçilerini kullanmayı hedefliyordu. Kullandıkları her sembol, her örgütlenme biçimi Göktürk devletini model olarak aldıklarını gösteriyordu. Mesela, Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan 
Kürşat ve 39 yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin 40 kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yeğenleri İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan medeniyeti kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip Göktürkler, çoğu Budist, Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken dönem Türk kültürü Şamanist 
nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük şehirlerimizde bugün bile var olan babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir. 

Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay Tanrı temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu ruhlar bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır. Şaman 
toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü etkisini yok etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları kovmak ve iyi ruhları memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim yaratırlar. Sonunda insan ile doğa ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler. 

İlk kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidir. İkinci kırılma, Müslüman Arap ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır. Göktürk, müslüman değildi, Türk derin devleti bu nedenle Göktürk’ü seviyorlardı. 

Diğer yandan Türkler gibi Almanlar da benzer biçimde aşırı milliyetçilik tuzağına düştü. Neo-Nazilerin tamamen bitirildiği düşünülürken, ülkedeki bütün istihbarat ve askeri yapılanma ABD-İngiltere ve NATO tarafından sil baştan kuruldu. Irkçı akım istenildiği an istenildiği biçimde yükseltilebilir ve Almanya’nın üzerine çökmek için kullanılabilirdi. Türkiye, Ergenekon davasıyla konuyu hiç olmazsa “hukuki” çerçeveye çekerek önemli bir adım attı. Almanya, henüz bu noktadan oldukça uzaktaydı. Alman yargısı bu adımı atamadı. Türkiye ise Ergenekon davasının ötesine geçerek, Gladyo benzeri yapılanmaların temelini/yaşam 
alanlarını yok edecek Anayasa sürecini tamamlamalıydı. Aksi takdirde kendisini yeraltında ve örtülü biçimde revize edecek Türk Gladyosu, ilk uygun konjonktürde daha çetrefilli ve mücadele edilmesi zor yöntemlerle geri dönecekti. Almanya'daki 8 Türk'ün öldürülmesi Neo-nazilerin basit bir ırkçılık cinayeti değildi. Soğuk savaş sonrası bitmeyen ve kendini revize ederek hayatta kalan Derin Gladyo'nun işiydi. 

Diğer yandan AK Parti hükümeti, 12 Haziran 2011 seçimindeki zaferin ardından hızla ANAP’laşmaya başlıyordu. Ergenekon ve Balyoz davaları savsaklanıyor ve süratle ‘Yeşil’leşen ve form değiştiren Ergenekon’un uzlaşma girişimlerine kayıtsız kalınamıyordu. Turgut Özal dönemi hastalığı olan kısa zamanda anormal zenginleşmek, hak etmediği halde yüksek görevlere gelmek, ihale takipçiliği, adam kayırmacılık ve Lale devrini anımsatan sefahat yaşamı zirveye çıkı yordu. Bu durum ise halen beş bin operasyonel elemanı sahada olan, beş binde elit yöneticisi masa başında olan Ergenekon’un işine geliyordu. 
Gücünü illegal olandan alan Ergenekon bu siyasi yozlaşmayı bir avantaj olarak görüyor bir yandan iktidar partisiyle uzlaşma ama asıl olarak en küçük bir fırsatta Türkiye’yi tekrar arka plandan yönetme fırsatını arıyordu. 

Ergenekon temizlenmiş veya çökmüş değil. Ergenekon’da temizlenenler, içeriye tıkılanlar sadece derin örgütün, kripto yapının bazı orta boy icracılarıdır; operasyonel elemanlarıdır. Ama bu derin, sinsi yapının beyni hala ayaktadır. Stratejistlerinden, teorisyenlerinden, ‘esas oğlanlarından’ kimse tutuklanıp içeriye tıkılamamıştır. Masanın etrafında olduğundan şüphelenilen bazıları yurt dışına kaçmış ise de, asıl masanın başını tutanlar hala ülkededir; taktik hareketlere devam etmektedirler. Ancak stratejilerinde bir kısım temel 
değişiklikler olmuştur. Bundan sonra daha uzun soluklu planlarla, daha sinsi, örtülü, sureti haktan görünen, daha sofistike taktik ve stratejilerle ilerleyeceklerdir. Bu yapıya hükmeden yönetici ekip, artık Türkiye’de 
pek çok dengenin değiştiğinin, Kemalist formlarla, katı laik yönetim paradigmalarıyla oyun kuramayacaklarının, alan kazanamayacaklarının farkındadırlar. 

Artık derin yapıların temel taktiklerinde, stratejilerinde, jargonlarında büyük değişiklikler olmuştur. Bundan sonra cepheden değil, yandan vurma, dışarıdan değil, içeriden çökertme, uzlaşır gibi görünüp ilk fırsatta kullanılacak mevziler kazanma, dostlarla vuruşturarak enerjisini tüketme, bol nifak üreterek iç 
dengelerle oynama, ahlaki, mali zaafları kullanarak teslim alma gibi yeni taktikler denenecek ve uygulanacaktır. Bütün bunlar gayet muhafazakar, hatta dindar tavırlar içine girilerek yapılacaktır. Ergenekon’un icracıları ve uygulayıcı ları farklı isimlerdir. Ergenekon’un ve derin yapının beyni, özellikle taktikler geliştiren, Ergenekoncu askerlere emirler veren sivil beyinleri neredeyse tam kadro dışarıdalar. Şu anda onlar yeni Türkiye’ye, mevcut şarlara uyum sağlamakla meşguller. Kabuk değiştiriyorlar. Yeni dönemde hangi zarfın ve kabuğun uygun olacağı, hangi renklerin makbul olacağı noktasında fikir 
jimnastikleri yapıyorlar. Yeni stratejilerini daha kurmadılar ve devreye sokmadılar. “Kara Kuvvetler” sanılan birkaç yüz kişiyi Silivri’de toplamak aldatıcı olabilir. Esas oyuncu ise “Beyaz Kuvvetler” denilen başka bir kesim, gerekmedik çe silah kullanmayan, daha çok toplum içinde etkin olan ve toplumu, toplumsal 
kesimleri manipüle eden kesim. Bunlar toplumda meslek sahibi, etkin, itibarlı; ama derin yapı hesabına organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler; yani gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim görevlisi, din adamı, avukat… Ergenekon denilen yapının sadece bir kısmı içeriye alındı. Bu tür yapıların 
en tepesinde olan ve Ergenekon’a da hükmeden gayrı milli, kriptolar kontrolündeki derin yapı ise hepten duruyor. 

 Avrupa’da artan ırkçılığın yeniden merkezi olan Almanya derin devleti Kılıç, 2000’li yıllarla birlikte yabancı düşmanlığıyla oynamaya başladı. Çok kültürlülüğe inanmıyor. NATO ülkelerinde kurulmuş Gladyo’ların hemen hepsi dağıtıldığı halde Almanya’nın Ergenekon’u olan Kılıç’a nedense kimse dokunamadı. Son Gladyo olarak kalan Kılıç, Ergenekon’dan daha derindir. İş dünyası, istihbarat, bürokrasi, medya ve yargı ayakları vardır. Türk Ergenekon’u ile ilişkileri, Kılıç’ı ortaya çıkardı. Hatta Türk bir numaranın Alman kökenli olduğu sanılıyor. 

Asıl Soru şu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve GSG9 acaba Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor? Daha doğrusu yer alıyor mu? 

İkinci Temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin bazı amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu? 

Üçüncü Soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı ve tasfiye edildiği halde neden Alman derin devleti Kılıç’a kimse dokunamıyor? 

Dördüncü Soru. Alman derin devleti Kılıç, Gezi parkı olaylarını neden organize etti ve neden ülkemize, halkımıza kılıç çekti? 

Alman Vakıf ve Dernekleri ve derin devleti Kılıç, Gezi Parkı bahanesiyle Türkiye’de gerçekleşen kalkınma hareketlerini sabote etmeye çalıştı. Alman derin devletinin en önemli öğesi Kılıç, Gezi’de Türkiye’ye kılıç çekti ve baronların meydan savaşı başladı. Avrupa’da ekonomik olarak ayakta durabilen 
ve Türkiye’yi kendine rakip olarak gören sadece Almanya kaldı. Amerika ve İngiltere de Almanya ile birlikte. Belki de Amerika’nın sözcülüğünü Almanya yapıyor. Almanya ekolünü biz Bergama’dan da tanıyoruz. Almanya’nın bu kadar sert tepki göstermesinin birkaç sebebi var. Hatta Alman Dernekleri tarafından Gezi Parkı eylemcileri ekonomik olarak da desteklendi. 

Aynı şekilde Bergama’da da bu olayların benzeri görüldü. Altın çıkarma konusunda yine Alman Vakıfları ve Dernekleri gelip çevre örgütü adı altında örgütleniyorlar. İstedikleri şey ise ‘Altını siz çıkarmayın, biz çıkaralım, biz kazanalım. Türkiye kendi ayakları üzerinde durmasın’. 3. Havaalanı ve 3. 
köprünün yapılması, İstanbul Kanal Projesi’nin yapılması ve son olarak kamu da kıyafet serbestliği bu olayların büyümesinde ve uluslararası boyut kazanmasında asıl sebeplerdir. 

Artık tüm yorumlar içerdeki embedded (iliştirilmiş) gazetecilerin, bu darbe girişimini planladığı yönünde yoğunlaşıyor. Bu durum Türkiye koşullarında çok doğal. Çünkü Türkiye’de basının yüzde 65’i Alman sermayesidir. Olayları yönlendirenler de büyük oranda bu sermayedir. 200 yıldır siyasete gerek 
direk gerek dolaylı olarak müdahalede bulunan istenen kişinin atanmasını istenmeyen kişinin azledilmesini sağlayan bir güç söz konusu. Dolayısıyla Gezi olaylarını en başından beri kışkırtarak veren ve olayların büyümesinden en etkin rol oynayan Aydın Doğan ve medyası, bu kez de ismi açıklanmayan ekonomi 
uzmanlarını devreye soktu. Tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi... 2011’den sonra Erdoğan Havuz medyası kurup Ergenekoncuları ve Balyozcuları Silivri’den çıkartıp Alman Gladyo’sunun yeni adı Türk Göktürk’ü ile işbirliği yaptı. Ortadoğu’da büyük bir enerji savaşı yaşanıyordu. 

Avrupa'nın enerji güvenliğini Rusya'dan kurtarmak için içinde İsrail, Katar, Suriye, Britanya, silah ve petrol endüstrisi bir Almanya ve ABD oyunu devreye sokulmuştu. Katar, Gazze, Irak, Suriye ve Kıbrıs'ta bulunan yeni gaz yatakları Kuzey Suriye'den geçecek boru hattı ile AB'ye taşınacaktı. Bütün meseleleri 
budur. Gezi’de talep ettiği tavizleri alan Derin devlet, AKP’yi ele geçirmişti, artık yeni bir Gezi protestosuna ihtiyaçları kalmamıştı. Solcu gruplar Gezi’de kullanıldıklarını ancak 2015’de fark etti. 

27 Eylül'de, Alberta Üniversitesinin düzenlediği "Bitmemiş Arap Baharı Davası" uluslararası konferansında Edmonton'da "IŞİD ve Gençleri Aldatma Taktikleri ve Stratejileri" başlıklı sunumumla ilgili panelde konuşmacı olarak katıldım. 4 yıllık akademik araştırmalarımın sonuçlarını açıkladım. Yyaınlanan iki kitabımda ise, bunları daha geniş biçimde belgeleriyle 300 kaynak kullanarak anlattım. 
Akademisyenlere "IŞİD'in Sosyolojisi- İhanet Çemberi" ve düz okuyucu için "Global Süfyanın Mehdi Ordusu" başlıklı kitaplarımla kamuoyunu bilgilendirme görevimi yapmaya çalıştım... 

Mantıksızlık olurdu ama bu kadar ihanet olmazdı. Erdoğan ve AKP'nin Vehhabi lere satılması enerji projesindendir. Kanada’da Kitchener’da Hollandalı komşuma IŞİD, Nusra ve AŞİH'i Erdoğan'ın neden desteklediğini bir gece uzun uzun anlattım. "Erdoğan rejmi de tıpkı IŞİD gibi kullanılıp bir paçavra gibi atılacak kuklalar" dedim. Zayıf Kürdistan'ı kurup petrol ve gaz işletim hakkı ve boru hattının iletim kontrolnde imtiyazlar alacaklar. Hollandalı komşuma kitaplarımda detaylı incelediğim konunun özetini anlattım. "Hitler'in ayrımcı, kinci ve nefret diline bizler engel olamadık, 50 milyon insan öldü, umarım Türkler bunu başarır, çünkü dünyanın kaderi sizin elinizde" dedi. 

"PKK'nın Oslo'da başkanlık yolu için tek muhatap yapılması planı nasıl çöktüyse, Hitler'e dönen Erdoğan'ı da halkımız çöpe atmayı bilecektir" dedim. Hollandalı komşuma Osmanlı tarihinden Yavuz ve İdrisi Bitlisi'yi de anlattım: Kürtler ve Türkleri kimse ayıramaz, en Büyük Süfyan bile! Eğer TSK devreye girerse, 
Suriye'de 2017'de çıkacak 3. Dünya savaşı öncesi, Kürdistan ve petrol, gaz boru hattı mücadelesi değişebilir. "Enerji eksenli vahim global plana ortak olan Erdoğan'ı 1 Kasım'da siyasi mevta yapacak ve yargılatacak süreç başlarsa, dünya savaşı çıkmaması için bir ihtimal daha var" dedim. 

Hollandalı komşum, "2017'de ABD'de Cumhuriyetçiler iktidara gelene kadar IŞİD temizlenmeyecekse, daha çok insan mağdur olur demek ki!" dedi. Erdoğan'ın halen İslam dünyası lideri olduğunu sananlara şaşıyorum. El Kaida bağlantılı Tahşiyecileri bile savunan bir dengesizlik sergiliyor. IŞİD ile tüm dünyada 
İslamfobiyi yayıp Batı'da Sünni Müslümanlığın yayılmasını engelleme de ayrı bir kuş Global Zındıka Komitesi için. IŞİD ve selefi militanların temizleneceği aşikar. Enerji hattı için halkı temizletip demografiyi değiştirdiler, petrolü hiç IŞİD’e ve Erdoğan’a yar ederler mi? 

Hollandalı komşuma Erdoğan'ın bir Hitlere, AKP'nin bir Nazi partisine neden döndüğünü yolsuzluk ve medya düzeni ile anlatınca şaşakaldı. Global kumpas cılar yerli işbirlikçilerle herşeyi hesap etmişler, ancak Hizmet cemaatının bu kadar direnişli çıkacağını öngörememişler. Erdoğan'ın ulusal güvenlik sorunu 
haline geldiğini anlamak için gazeteci veya akademisyen olmanıza gerek yok, bunu yaşayarak öğrendiniz. 

Erdoğan ve AKP'nin Usame Bin Ladin’i ‘Mehdi’nin Komutanı’, El Kaideyi ‘Mehdi’nin askerleri’ olarak sunan Tahşiyecileri savunması resmen teröristliktir, teröre destek vermektir. Tahşiyeciler’i masum, Fethullah Gülen’i ise kumpasçı "terör örgütü lideri" olarak takdim eden bu saçma sapan iddianame sunulmuş ve kabul edilmişti. Hukukun kalmadığını gösteren gelişmeler 2010’dam beri olağan hale gelmişti. Alman Gladyosu ülkemizden ne istiyordu? 

Global kumpascılar global enerji projesini yapmadan önce ülkemizin kahraman polis, savcı, hakim ve gazetecilerini Erdoğan ile susturuyorlardı. Erdoğan, PKK ve Suriye konusunda Hizmet cemaatının uyarılarını dinlemedi, ayrışma kaçınılmazdı, böyle ihanetlere göz yummak ihanettir. Kürtler ile Türkleri 
keskin biçimde birbirinden ayırmadan Ortadoğu petrol, gaz, su rezervlerine konamayacağını anlamıştı global kumpascılar. "Selefi terör gruplarına destek vererek Kürdistana engel oluyoruz" diye milletimizi uyutan Erdoğan, barış süreciyle 2.5 yıldır PKK'yı güçlendiriyordu. Ülkemizin güvenlik sistemini 
Erdoğan’a sıfırlattılar. Erdoğan'ın boğazına kadar battığı Suriye bataklığında Kürt sorununu büyütmesi, global proje eline teslim etmesi af edilecek bir ihanet değildir. 

Rusya, İran ve Çin, Suriye'de Esad rejmini savunduğu için Erdoğan'ın devirme takıntısı anlamsızdı. Zaten Batılılar da devirmek istemedi. Suriye'de 12 milyon insanın dramı, 37 bin kadına tecavüz, 250 bin ölü, 200 bin yaralıda eline kan bulaşan Erdoğan, birde bunun üstüne silah ve militan ticareti ile Karun kadar servet edindi. Erdoğan'ın selefi terörü için Katar ve Suudilerden aldığı hibeler AKP'nin kapatılması için yeterli gerekçedir. Ergenekon bu zafiyetleri ve girdapta boğulan AKP fırsatını kaçırmadı. Cemaat ve tarikatleri, sivil toplumu, özgür medyayı, temiz Müslümanları yok edecek zındıka planını 28 Şubat sürecinden 10 kat daha ağır biçimde AKP’ye uygulatıyordu. 

Erdoğan ve Fidan, MİT ile selefi terörü ihraç ederek ülkemizin itibarını dünyada beş paralık etti. Silah satışlarından ve selefilere militan toplanmasından ciddi rantlar sağladılar. Bu kara para ile herkesi satın alıp bir diktatörlük kurmaya yeltendiler. Oysa Selefi terör örgütleri militanlarının üçte biri Irak ve Suriye’de 10 hapishaneden toplandı, üçte biri eski Baas ordusu mensubudur, üçte biri 80 ülkeden uluslararası selefi network ile geldi. 20 bin kişi AKP yardımıyla sınırımızdan geçti, bunları tesbit edememek diye bir şey olamaz. 

Erdoğan Suriye'de avcunu yalayacak, başarısızlığa mahkum bir selefi terörünü kurgulayanların oyuncağı oldu, istikbali için herkesi sattı. İsrail, Suriye'deki kaostan en fazla yararlanan devlet. Bölgede tehdit olacak bir ülke kalmadı, bölgenin enerji ve su kaynaklarını da sömürecekler. Suudiler Vehhabi rejimlerine tehdit olan İhvanı Müslim'i çok güvendikleri Erdoğan'a infaz ettirdiler. İsrail ile 
Sisi'yi desteklediler. Ülkemizde ise İslam dinini dünyaya yüz akı ile sunan Hizmet hareketini yok etmeye çalışıyorlar. 

Bu arada 12 milyon Suriyeli mülteciden soruna sebep olan Katar, Suudiler, Kuveyt ve Bahreyn bir kişi bile almadı. Petrol krallıklarını koruyorlar. Suudiler petrol fiyatlarını yüzde 30 indirdi, Rusya'nın zayıflamasını bekliyorlar ve böylece çıkacak bir savaşta Esad'a destek olacak mecali kalmasın istiyorlar. 

Almanya, Yunanistan'ı resmen satın aldı, Kıbrıs'tan Ruslar kaçtı, zira bu boru hattında Almanya AB içinde dağıtım ve finans sorumlusudur. Müslümanı müslümana kırdırma taktiği izleyenlere destek veren Erdoğan, Katar ve Suudilerin iki dünyada da yatacak yeri yoktur. 

Zulüm Büyüktür. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN 
TANITIM 



Avrupa’da Artan ırkçılığın merkezi olan Almanya’da, Gladyo’nun Derin Devleti Kılıç, Alman Gençliği Birliği (BJD) ile yabancı düşmanlığını körüklüyor. Son Gladyo olarak tasfiye edilmeden kalan Kılıç, Ergenekon’ı da yöneten derin güç. Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan bağırsakları dökülecektir. Gezi olaylarında ortaya çıkan Kılıç, İstanbul’u ve ülkemizi global ve yerli baronlarla elbirliği halinde Neron’ gibi yakmak istedi. Acaba neden? Gurbetçilerimize yönelik işledikleri cinayetler deşifre olan Kılıç’ın 
Almanya’da BND’nin BKA, GSG9 gibi birimleri ve Neo Nazi Partisi NPD’nin 64 bin üyesi var. Bu nedenle gurbetçi cinayetlerinin delilleri resmen yok edildi. Şimdi NPD’nin kapatılması tartışılıyor. Alman Anayasa Mahkemesi, NPD’nin kapatılma sına karşı çıkıyor, çünkü alman Anayasa Koruma Örgütü’nün bunların içinde çok sayıda ajanı var, onların açığa çıkmasından korkuluyor. Ajanların tasfiye edildiğine kimse inanmıyor. 

Derin Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türk ulusunun uyduruk ve yapay olduğunu empoze 
ediyorlar. Ayrıca Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif sistemi Türkiye`de tanıtmak ve yerleştirmek, ülkemizde yerli köprübaşları oluşturmak için, çaba sarf ediyorlar. Almanya’da 2000’li yıllardan beri derin ve organize işler konuşuluyor. Bu kitapda şu dört soruya yanıt veriliyor: 

Asıl soru: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve GSG9 acaba Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturma sının neresinde yer alıyor? Yoksa yer alamıyor mu? 

İkinci temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin İslamfobisiyi kullanarak gurbetçilerimizi kovmak için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu?... 

Üçüncü ana soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı ve tasfiye edildiği halde Alman derin devleti Kılıç’a neden kimse dokunamıyor? Alman Gladyosu ile Türk Gladyosu Ergenekon arasındaki ilişkinin boyutu nedir? 

Dördüncü soru. Kılıç neden Gezi olaylarıyla İstanbul isyanı çıkardı, hedefi nedir? 
Alman Gladyousu ortaya çıktığında Alman ekonomisi krize girecek, politik ortamı allak bullak olacak ve sonuçta Avrupa Birliği en geç 2020 yılında çökecektir… 

İÇİNDEKİLER 
ÖNSÖZ:ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! 
 Birinci Bölüm: GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ 
İkinci Bölüm: ALMAN KILIÇ OTPOR’U KULLANIYOR 
Üçüncü Bölüm: KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU 
Dördüncü Bölüm:ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK-ALEVİLİK 
Beşinci Bölüm: ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI? 
Altıncı Bölüm: KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI 
Yedinci Bölüm: KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI 
Sekizinci Bölüm: OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ 
Dokuzuncu Bölüm: Alman Derin Devletinin Baronu: RUDOLF VON SEBOTTENDORFF 
Onuncu Bölüm: KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ 
On Birinci Bölüm: GEHLEN’IN KILIÇ’I 
Onikinci Bölüm: GEHLEN SONRASI KILIÇ 


ÖNSÖZ 

ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! 


Giriş, önsöz kısmını biraz uzun yazdım, ünlü Alman düşünür Goethe’nin dediği gibi; “Uzun yazdığım için hakkınızı helâl edin, kısa yazacak vaktim yoktu.” Şahsen, Alman istihbaratı ile ilk tanışmam Şermin adında gazeteci olarak çalışan bir ajanları vasıtasıyla Ankara’da 1998’de olmuştu. Şermin Yeni Şafak 
gazetesinde diplomasi muhabiri olarak çalışıyordu. Milli Gazete’den bir Türk genci ile Mersin’in Mut ilçesinde daha yeni evlenmişti. Asıl adı Sonja idi. Alman kraliyet ailesi Habsburg’un Bosna Hersek kolundan geliyordu. Anneannesi Habsburg hanedanına gelin olarak gitmişti. Babasının Almanya’da halen bir şatosu, üzüm bahçeleri ve şarap fabrikası vardı. 8 dil biliyordu ve bunlardan 6 tanesini anadili gibi konuşuyordu. Almanca, Türkçe, Boşnakça, İngilizce, Hırvatça ve Sırpçası mükemmeldi. Yahudi Hebrew dilini ve Fransızcayı anlıyordu. Böylesine donanımlı bir muhabire Yeni Şafak’ın verdiği asgari ücret o zaman ilgimi çekmişti. Şermin 1999 yılı başında birden en iyi gazeteci arkadaşım oluvermişti. Almanca bilmem nedeniyle bana her geçen gün daha da yakınlaştı. Şermin artık bana‘dokturcum’ diye hitap ediyordu. 

Şermin sayesinde Alman istihbaratının Ankara’daki tüm merkezlerine, büyük yatırım alanlarına, vakıflarına, enstütülerine ve büyükelçiliğine serbestçe girdim, çıktım. Almanların Türkiye’deki yatırımlarını tanıtan haftalık bir geziye katıldım. Gezinin özellikle Bursa, Eskişehir ve Kocaeli ayakları çok etkileyiciydi. Bosh’un fabrikasını gezerken, Alman derin devletinin ülkemizde ne kadar derinlemesine nüfuz ettiğini ve emin adımlarla ilerlediğini fark ettim. Dört bin Alman şirketi ülkemizde faaliyet gösteriyordu ve ortak ticaret hacminde Almanya aleyhimize ilk sıradaydı. Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği tarafından 2000 yılının Eylül ayının son haftası ve Ekim ayı başında bir grup gazeteci ile birlikte Almanya’ya davet edildim. Tüm bu faaliyetleri ayarlayan, beni bilgi almak için kullandığını düşünen Şermin idi. Ben ise bu durumu fark ettirmeyerek bilgi topluyordum. Başka bir deyimle ilişkide ‘safı’ oynama rolü bana düşmüştü. ‘Rolüm’ gereği bir süre zokayı yutmuş bir balık görüntüsü verdim. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim ‘Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezisi beni Almanların gücü ve oyunları konusunda aydınlattı. Diğer süper güçler karşısında küçümsediğim Almanların daha derin çalıştığını gözlemledim. Geziden sonra Almanya hakkındaki fikirlerim hiçbir zaman eskisi gibi olmadı. Kısacası ben de ‘değişmiştim’. 

1 Ekim 2000 senesinde, Almanya’nın Berlin kentinde Cem evini ve PKK’nın açtığı anaokulunu ziyaret ettikten sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu. Almanya gezisi sırasında, Alman BND, Adalet ve İçişleri bakanlığının üst düzey bürokrat ları, politikacıları ve sivil toplum örgütleri ile direk görüşmeler  ayarlanmıştı. Bu arada Yeşillerin liderleri Cladio Roth ve Cem Özdemir’den ‘derin’ bilgiler aldım. 
Almanya’nın PKK’yı yönettiğini ise Hamburg’da Doğu Enstütüsü Müdürü Udo Steinbach’ı ziyaretten sonra kesinlikle anladım. Bu eser, aslında 12 yıl gecikmiş bir kitapdır. Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun Alman istihbaratı tarafından öldürülmesi nedeniyle yazımını sürekli erteledim. 

Yukarıda Alman derin devletinin Türkiye’de ne kadar derinlere kök saldığından bahsetmiştim. Bu ilginin tabi ki bir sebebi var. Aslında Almanya’nın Türkiye ilgisinin nedenleri bir değil oldukça çeşitli. Bazı Almanlar, atalarının Anadolu’dan göç ettiğine inanıyor, Cermen ırkının bir zamanlar Fırat ve Dicle nehirleri 
arasında yaşadığını ileri sürüyorlar. Bu tespiti, ‘Türkiye Kürtleriyle yakından ilgileniyorsunuz da neden İran, Irak ve Suriye Kürtleri ile ilgilenmiyorsunuz?’ sorum üzerine Udo Steinbach yapmış ve eklemişti: ‘AB’ye girmek isteyen sizsiniz, sizi değiştirip, dönüştürmeden, Kemalizm’in diktatörlüğünü sona 
erdirmeden Türkiye’yi içimize alacağımızı mı sanıyordunuz?’ Steinbach şaşırtıcı derecede açık sözlü konuşuyordu. Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Schmith’in odasında neden Türkiye’nin etnik haritasının bulunduğunu bile sordum. Almanya gezide bizimle birlikte olan DSP’nin eski lideri 
MasumTürker’in kardeşi, o dönemde Nokta Dergisi Ankara temsilcisi olan Turgay Türker şunu söyledi: 

‘Bundan sonra kendine dikkat et, bu adamlar peşini bırakmaz. Bizi verdikleri çok gizli ve derin bilgilerin esiri haline getiriyorlar. Alman derin devletine dersini verecek güçte değiliz, bize tepeden bakıyorlar.’ 

Hatırlanacaktır bir dönem Alman ve Türk kamuoyu Almanya’da yaşanan ‘dönerci cinayetleri’ ni konuşuyordu. Bu ülkede Türkler ardı ardına öldürülüyor ve Alman hükümeti yasak savma kabilinden açıklamalar dışında hiçbir şey yapmıyordu. Türklere yönelik Ekim 2011 de işlenen bu 8 Nazi cinayeti deşifre olunca Alman istihbaratı BND’nin gizli hücre orduları sayılan BJD, BKA ve GSG9, nihayet 
tartışılmaya başlandı. Hessen Anayasayı Koruma Örgütü’nün (Bunun Türkiye’ deki karşılığı olarak MİT’teki bölge şubesi düşünülebilir) bir elemanın 6 cinayet sırasında olay yerinde olduğu ortaya çıktı. Aramada 88 kişilik ölüm listesi ortaya çıktı. Ölüm listesinde Türkiye Bonn Başkonsolosu, çoğu dindar Müslüman olan birçok sivil toplum örgüt lideri, Türk diasporasının beyin takımı yer alıyordu. Alman devleti bir yandan resmi kanallarla özür dilerken bir yandan da cinayetlerin arkasındaki derin eli ortaya çıkaracak delilleri kararttı ve resmen devlet arşivinde yok etti. 

Bu durum çok dikkat çekmişti. Prof. Faruk Şen, 2008 yılında Türkiye’deki Referans gazetesinde yayınlanan “Avrupa’nın yeni Yahudileri -Türkler” yazısı nedeniyle Alman hükümeti tarafından Türk Araştırmaları Merkezi’ndeki görevinden alınmış ve daha sonra Türkiye’ye dönmüştü. Şen halen Türkiye’de 
bir Alman Üniversitesi kurmak için çalışan TAVAK Vakfı’nın başkanı. Şen konuyla ilgili şu ilginç şeyleri söylüyordu: ‘Türkiye’nin Almanya’daki Türklere karşı yıllardır sürdürdüğü “vurdumduymazlığın” da payı var. Almanya’da yıllardır çok sayıda, 80 kadar MİT mensubu var. Bunların da Türklere yönelik bu cinayetlerin peşine düşüp, sorumluları bulması gerekirdi.’ 

Almanya’da Enver Paşa Cinayeti 

Diğer yandan her şey ne kadar da Almanya’da işlenen Enver Paşa cinayetini andırıyordu! İttihat Terakki’nin kudretli paşası Almanya’da Ermeni tehcir mağduru bir genç tarafından tek kurşunla öldürülmüş Ermeni genç cezalandırılmak bir yana neredeyse ödüllendirilmişti. Okur Enver Paşa 
cinayetinin ayrıntılarını ve gencin derin Almanya tarafından nasıl korunduğunu aşağıdaki bölümlerde bulabileceğinden şimdi tekrar günümüze dönelim. 

Almanya’nın yoğun Türkiye ilgisi, Ergenekon ile bağlantılarından kaynaklanıyor. Derin Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türkiye’deki, yerel yönetimlere işlerlik kazand ırıp, federatif sistemi Türkiye’de tanıtmak ve yerleştirmek, için çaba sarf ediyorlar. 

“Alevi İslamı” adında müslümanlıktan soyutlanmış bir Alevi kimliği oluşturma projeleri de hızla devam ediyor. Militan Kürtleri siyasileştirip Türkiye’nin başını ağrıtma politikasını sabırla uyguluyorlar. 

Son Gladyo olarak tasfiye edilmeden kalan Alman Kılıç, aslında Ergenekon’u da yöneten paralel güçlerden biridir ve daha derindir. Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan ilişkileri dökülecektir. 

Diğer yandan, Almanya'da milliyetçi duygular ve eylemler genellikle nasyonel sosyalist geçmişin getirdiği bir tür utanma duygusu nedeniyle bastırılır ve hoş görülmez. Aşırı milliyetçilik ve özellikle ırkçılık çeşitli yasalarla sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır. Fakat derin devletin işleyiş mantığı devletlerin resmi 
söylemleri ve eylemleriyle her zaman uyuşmuyor. Almanya’da 2000’li yıllardan beri derin ve organize işler konuşuluyor. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri tarafından öldürüldü. Ama failler bulunamadı! Almanya’da işlenen cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri 
yakalanıyordu. Nedense dokuz göçmenin failleri yakalanamadı ve cinayetlerin arkasındaki sır perdesi açığa çıkarılamadı! Bu cinayetlerin ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen, soruşturma başka yöne kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin “ırkçı bir bağlantı“ ile işlendiği iddialarını kabul etmemişti. Kasım 2011’de bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi ateşe veren kundakçının yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ oldu âdeta. Dokuzu Türk on kişiyi öldüren cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Tüm bu olgular çete üyelerinin Alman Anayasa Koruma örgütü adı verilen 'derin devlet yapılanması' ile bağlantılı olduğu kuşkularını kuvvetlendiriyordu. Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buz dağının görünen kısmıydı. Soruşturmalarda Alman devletinin imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura kesilmesi veya suçun PKK’nın, Türk mafyasının üzerine atılması dahi planlandı. Her şey açıktı: Nazi çetelerinin açığa çıkarılmaması için Kılıç, mücadele ediyordu. Ancak Nazi terör hücresinin ortaya çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı. 

Göçmen örgütleri ve anti-faşist gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet
ilişkilerini teşhir ediyordu. 

Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek yanlış olmazdı. 

Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri artık sert bir şekilde eleştiriyordu. Tarihlerindeki en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri, Aşağı Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde suskunluğunu korudu. Tartışmaların merkezinde Anayasayı 
Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesinin olması vardı. İşin daha da ilginç yanı Amerikalıların yürüttüğü çalışmalar ve harcadığı milarlarca dolarlık bütçeler, çalıştırdığı elemanlar kamuoyundan hep gizlenmişti. (3) Ülke derin ABD’nin uydusu gibiydi. 

Başbakan Ve Dananın Kuyruğu 

Almanya’da işlenen dönerci cinayetleri Alman vakıfları derken Almanya artık başka yüzüyle Türkiye’ye gözükmeye başlamıştı. Dananın kuyruğu da bundan sonra koptu! Başbakan Tayyip Erdoğan, Makedonya gezisi dönüşünde 3 Ekim 2011’de, Avrupa başkentlerinde oldukça dikkat çekecek ve Türkiye ile Almanya arasında yepyeni bir tartışmaya sebep olacak bir iddia ortaya attı: 

“Alman vakıfları güneydoğu ve doğudaki projeler üzerinden PKK’ya yardım ediyor.” 
 Başbakan Erdoğan, uçakta gazetecilere şu dikkat çekici açıklamayı yapmıştı: 
“Dünyada, Türkiye'de de faaliyet gösteren öyle vakıflar var ki bunlardan çok rahatsızım. Özellikle bir Alman vakfının bölgedeki faaliyetleri çok dikkat çekici. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor. Onlarla kredi sözleşmesi yapıyor. Bu tabii vakıf adı altında aslında bir fon. Sözleşmeyi yaparken de şu müteahhit firmaya 
vereceksiniz diye şart koşuyor. Bu ilginç. Bu yolla resmen PKK'ya para gönderiyor o vakıflar. Ama tabii teknik takipte ortaya çıkan bazı noktalar var. Almanlara zaman zaman bu konudaki rahatsızlığımızı dile getirdik. Bir sonuç alamadık. Ama rahatsız olduğumu söyleyebilirim.”(4) Mesaj ve adres oldukça net ve açıktı. 

Alman vakıfları açıklamaya "öfkeli" ve "şaşkın" tepki verdiler. Erdoğan'ın neden bu açıklamayı yaptığı bana göre açıktı. Alman vakıfları, 9 yıl önce "casusluk" suçlamasıyla mahkeme önünde çıkmış, ancak söz konusu vakıflar mahkemede iddiaya göre Ergenekon tarafından zorla beraat ettirilmişti. Bu vakıflar PKK’yı 
siyasileştiriyor ve Ankara’nın üzerine sürüyorlardı. Üstelik bunların Türkiye’deki gizli yapıları polis ve askeri istihbarat tarafından 5 Haziran 2011’de Diyarbakır’da ele geçirilen bir ajandaki harddrive disk sayesinde öğrenilmişti. Devam eden KCK davası sürecinde polisin eline binlerce döküman ve itirafçı geçmişti. Artık mızrak çuvala sığmıyordu. 

Acaba Alman vakıflarına haksızlık veya yargısız infaz mı yapılıyordu? 

Hemen belirteyim ki, Alman vakıfları ile ilgili iddialardan hukuki bir sonuç çıkmayacaktır. Çünkü, bunlar illegal kuruluşlar değildir. Yaptıkları her şeyi hukuki kılıfa uydurma imkanına sahiptirler. Hukuk dışı eylemler ise zaten farklı yollardan yapılmaktadır. 

Ayrıca vurgulamakta yarar var; bazı vakıf ilgililerinin BDP'li belediyelere yaptıkları ziyaret delil olmaz. Çünkü, Avrupa'dan her sene yüzlerce parlamenter ya da yetkili gelip Güneydoğu'da bir dizi ziyaretlerde bulunuyor. Sanıyorum tüm bu ziyaretler ilgili birimlerin gözetimi altındadırlar. Bu sebeplerle, Başbakan’ın 
şikayetçi konumunda olması düşündürücüydü. Başbakanın amacı, muhtemelen Alman vakıflarının faaliyetlerini Türkiye’de yasaklamak ve Alman ajanlarını sınırdışı etmek değil, sadece aba altıntan sopa göstermek ve bazı odaklara mesaj veya gözdağı vermekti. Başbakanın delillerinin ne olduğunu bu kitabı 
okuduktan sonra daha iyi anlayacaksınız. 

2002’de faili bir meçhul suikasta kurban giden Doç. Dr Necip Hablemitoğlu, Alman vakıfları meselesini gündeme taşıyan ve bu konunun üzerine giden ilk isimdir. Hablemitoğlu, bugün en çok adı geçen Friedrich Ebert Vakfı başta olmak üzere belli başlı 6 Alman vakfının Türkiye'deki bazı siyasi kuruluşlara ve PKK'ya 
akıttığı paraların izini sürüyordu. Hablemitoğlu’nun ismi, öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihinden 6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda: 

 ”Hablemitoğlu'nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığı ve bu konuda çıkan kitabının da raflardan mut laka indirilmesi gerektiği” şeklinde geçiyordu. 

 Hablemitoğlu hem bu bilgiyi hem “sıcak takipte” olduğunu yakın çevresine aktarmıştı. Cinayetten sonra soruşturma bu yönde bir süre devam etmiş, daha sonra Alman vakıfları konusu soruşturma kapsamından çıkartılmıştı. Ergenekon soruşturmaları başlayınca Hablemitoğlu dosyası da yeniden önem kazandı. 

Hablemitoğlu, öldürülmeden bir yıl önce yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabında, “Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenlerdir” diyor ve 
Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü'nün Türkiye'deki faaliyetleri ve hibe politikalarının mutlaka izlenmesi gerektiğini vurguluyordu. 

Hablemitoğlu, CHP ile Ebert Vakfı arasındaki ilişkiden de ilk bahseden araştırmacılar içindeydi. Ayrıca bu vakıflarla CHP arasındaki ilişkileri de ortaya koyuyordu. Hablemitoğlu kitabında şu bilgileri veriyordu: 

“Bu vakfın bilinmeyen faaliyetleri bilinenlerin çok çok üzerindedir. Örneğin, 24 Haziran 2001'de, Türkiye'ye gelen Almanya Adalet Bakanı Herta Daubler-Gmelin ile ‘özel' Türk vatandaşı arasındaki ‘özel enformasyon' görüşmesini, Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye Temsilcisi Hans Schumacher organize etmiştir. TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe Örgütü üyesi Nilüfer Mete'nin de aralarında bulunduğu kişiler ile Alman Bakan'ın görüşmesi Alman Konsolosluğu'na ait Tarabya'daki Konukevi'nde gerçekleşmiştir.” (6) 

Özel Alman Timi Türkiye’de 

Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu vakıflar tarafından maaşa 
bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin bir takım sivil toplum kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Hablemitoğlu araştırmalarının takibini yapamadan öldürüldü. Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız infazların bir benzerinin yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cinayetinden 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi. (7) Ankara’nın eli Almanlara karşı hep zayıf oldu. 

Alman Vakıflarının faaliyetlerini dile getiren en yetkili ağızlardan biriside eski başbakanlardan Bülent Ecevit idi. Ecevit, 1991'de DSP Genel Başkanı olarak yaptığı bir açıklamada, CHP Genel Başkanı iken bu vakıfların kendisine de para teklifinde bulunduğunu ifşa ediyordu: ‘Bir yabancı Vakfın şube yöneticileri, 
ellerinde bir çanta dolusu parayla bana geldiler. O zaman yanımda başkaları da vardı. Bana uluslar arası Sosyal Demokrat hareketi adına yardım etmek istediklerini söylediler. Sonra da çantayı açıp parayı ortaya koydular. Ben hemen cevabını verdim. Böyle bir yardımın kanuna aykırı olduğunu söyledim ve teklifi 
reddettim.’ (8) 

Hablemitoğ’lu gerçekten de neden ve nasıl öldürülmüştü? 

Necip Hablemitoğlu’nun kitabında, belki de onu mezara götüren şu satırlar vardı: 
“Alman İstihbaratı Bundesnachrichtendienst (B.N.D, “arka bahçe” olarak nitelendirilen ve ekonomik açıdan “hayat alanı” kabul edilen Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Afganistan, İran, Türkiye ve Irak gibi ülkelerin yeraldığı geniş bir coğrafyada, Alman Devleti’nin çıkarlarını koruyup kollama görevini fonksiyonel biçimde yerine getirmektedir. Klasik istihbaratçıların yanısıra, ilgili tüm ülkeler hakkında “key-man’s” niteliğinde özel olarak hemen her alanda, örneğin filolog, tarihçi, araştırmacı-gazeteci, antropolog, sosyal antropolog, arkeolog, sosyolog, mühendis, çevreci, insan hakları uzmanı, sanatçı, sanat tarihçisi, ruhban, asker, demografi uzmanı, tıpçı, ziraatçı, siyaset bilimcisi, halkbilimci, jeolog gibi farklı meslek dallarına mensup elemanlar da istihdam edilmektedir. Alman Servisi BND’nin, A.B.D. ve İngiliz Servislerinin nitelikli profesyonel kadrosuna oranla daha fazla “gönüllü” elemana sahip olmasının temelinde, bu toplumun adeta genlerine işlemiş milliyetçilik duygularının ve de bilincinin yattığını kabul 
etmek gerekir. Aynı duruma İsrail’de de rastlamak mümkündür. İsrail’de de tüm Yahudilerin -ister A.B.D., ister Rusya Federasyonu ve isterse de dünyanın herhangi bir yerinde yaşasın- birer doğal Mossad elemanı olduğu kabul edilir. Nasıl Yahudiler için Mossad’a çalışmak ve görev verildiğinde sorumluluk üstlenmek ve yerine getirmek bir ulusal onur-dinsel vecibe olarak kabul ediliyorsa, aynı durum Almanya için de daha yumuşatılmış olarak böyledir. Ancak, Almanya, profesyonel istihbaratçıların yanısıra, yukarıda da belirtildiği gibi akademisyenlerden, gazetecilerden ve de avukatlardan fazlasıyla yararlanmaktadır. Alman Servisi, adeta küçük bir avukat ordusuna sahip bulunmaktadır. “Hayat Alanı” ya da “Arka Bahçe” olarak nitelendirilen hedef ülkelerdeki azınlıkların her türlü legal-illegal ve hatta terörist örgütlerinin 
temsilcilerine, militanlarına kendi ülkesinde yaşama hakkı tanımaktadır. Bu iş için Kiliselerden Mason localarına kadar pekçok kuruluşu ve özel olarak oluşturulan yardım (!) amaçlı sivil toplum örgütünü (NGO) kamuflaj olarak kullanan Alman Servisi, buralarda “ajan” olarak kullanabilecekleri işbirlikçileri saptama ve yetiştirme fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Keza, hedef ülkelerdeki yetenekli, gelecek vaad eden ve Almanya’ya karşı önyargısı bulunmadığı anlaşılan politikacıların, özellikle de etnik ve dinsel sorunu 
mevcut olan politikacıların yanısıra, genç akademisyenlere de akademik nitelikli burs dağıtan vakıflar yolu ile deyim yerinde ise “çengel” atılmaktadır. 

Saptanmış eleman adaylarına belli bir yönlendirme sürecinin sonunda gereksinim duydukları alanda her türlü destek sağlanmaktadır (tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de sözkonusu olduğu gibi). Almanya’da yaşayan yabancılardan sözkonusu standarda sahip olan, bir başka deyişle nitelikli gençlere aynı yolla “çengel” atılırken, kontrolünde güçlük çekilen ama işe yarayan militan-teröristler de avukatlar aracılığıyla sevk ve idare edilmektedir. Örneğin, kabul edilebilir eylem sınırlarını aşan, Alman Devletine ters düşen ya da dıştaki imaj açısından tutuklanması gerekenler, gözaltına alınmakta; sonra da bağlantılı avukatlar devreye sokulmaktadır. Gözetim süresinde pazarlık ve yönlendirme yapıldıktan sonra, tutuklananlar kontrollü olarak ama Alman Servisinin denetiminde serbest bırakılmaktadır. Hiç bir ülke Servisinde bulunmayan bu kadar çok avukat, Alman “Derin Devleti”nin karakteristiğini oluşturmaktadır.” (9) 

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay baskını arasındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: ‘Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon’un hedefi haline gelmiş olabilir... Hablemitoğlu Almanların ve Alman vakıflarının Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. Çünkü onu aşan bilgiler vardı ve yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu.’ (10) 

Derin Devlet Ekonomisi 

Peki Alman vakıfları bu kadar parayı nereden buluyordu? Bu soruya cevap vermek çok zor değil. Alman derin devletinin ekonomi ayağı çok güçlüdür. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikan sermayesiyle iç içe giren Alman tekelci sermayesinin bugün bir ayrılış sürecine girmiş olması 
Kılıç’ın sonunu getirebilir. Bu gelişmenin en medyatik olanı 2009’da Daimler-Craysler ayrılığı ile yeni gerçekleşen Opel-General Motor ayrılığıydı. Bu süreç ekonominin diğer alanlarında da yaşanıyor. Alman sermayesi artık Amerikan ekonomik altyapısını gerçekdışı sanal, hantal görüyor ve yeni dönemin yeni 
ihtiyaçlarına uygun bulmuyor. Bu gelişme, gelecekte Avrupa Birliği'nin özerk politikalar uygulaması durumunda, ortak şirketler üzerinden Amerika'nın Avrupa'ya müdahale etme şansını elinden alıyor. 

Burada, Bush yönetiminin Irak'a askeri müdahalesine Berlin hükümetinin açıktan muhalefeti sonrasında, General Motors'un Avrupa'daki bazı üretim merkezlerini kapatacağını açıklamasıyla yaşanan infiali hatırlamak gerekiyor. Almanya, ülkesindeki Amerikan askeri sayısını 2003’den beri inanılmaz oranda azalttı. Bir diğer dikkat çeken gelişme de, şimdiye kadar dünya ekonomisinin Suudi sermayesinin Amerika'ya gittiği yönündeki ezberin de bozulma eğilimine girmiş olmasıydı. Örneğin, Suudi Arabistan kraliyet ailesi 2.5 milyarlık bir başlangıç sermayesiyle Daimler'e ortak oldu. Almanya’ya 2001’den beri 250 milyar dolar Arap parasının aktığı, açıklanmayan bir gerçek. Alman basını, büyük şirketlerin, Arap petrol zenginleriyle ortaklık pazarlığı haberleriyle doluydu. Gerçekten de Alman Ekonomi Bakanlığı bu süreci koordine etmek amacıyla, bakanlık bünyesinde bir özel masa kurmuş bulunuyordu. Petro-Dolar'ın post 11 
Eylül döneminde Amerikan piyasasından çekilerek, yeni alanlar aramaya başladığı, burada da yüksek teknoloji ve altyapıya sahip Alman şirketlerinin cazip olduğunu söylemek mümkündü. Ortadoğu'da siyasi itibarı yüksek olan Almanya açısından bu gelişmenin Amerika ile rekabette önemli siyasi sonuçlar 
doğuracağı açıktı. (11) Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman-ABD derin devlet ilişkileri ortaya dökülebilirdi. Almanlar, Kılıç’tan kurtulma savaşı vermezse bağımsız devlet olmazlardı. Türkiye’nin Ergenekon’la mücadelesi onlar için en güzel modeldi. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

MHP’li Halaçoğlu’ndan Ayasofya ‘ Cami ’ Olsun Teklifi

MHP’li Halaçoğlu’ndan Ayasofya ‘ Cami ’ Olsun Teklifi


 Yusuf Halaçoğlu,
09 KASIM 2013




MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu, Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması için kanun teklifi verdi.

MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu tarafından TBMM Başkanlığı’na sunulan teklifin gerekçesinde, 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u almasıyla camiye dönüştürülen Ayasofya’nın 1 Şubat 1935 yılından bu yana müze olarak kullanıldığını anımsatıldı.

Ayasofya’nın ibadethane kısmına ve binanın diğer bölümlerine 19. yüzyıla kadar Türk mimari eserleri eklendiği ve binanın tamamen bir Türk sanat eseri olduğu öne sürülen gerekçede, bu süre zarfında Bizans’tan kalma mozaik tabloların korunduğu, depremlerden dolayı zarar gören kısımların onarıldığı ve Ayasofya’nın 481 yıl cami olarak hizmet verdiği anlatıldı.

Ayasofya’nın 24 Kasım 1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile müze haline getirildiği anımsatılan gerekçede, bu kararın, Resmi Gazete ve benzeri devletin hiçbir resmi yayınında yayımlanmadığı, bununla ilgili herhangi bir kayda da rastlanılmadığı iddia edildi. Gerekçede, Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü tarafından, 7 Haziran 1965 tarihinde, Ayasofya Kararnamesi’nin Resmi Gazete’de yayımlanıp yayımlanmadığına dair verilen bir dilekçeye, 14 Haziran 1995 tarihinde Genel Müdür Özgür Erkman imzası ile “… 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının Resmi Gazete’de yayımlanmadığı tespit edilmiştir” cevabı verildiği ifade edildi.

‘Ayasofya’nın müze olması yasadışı’

Gerekçede, 1924 Anayasası’na göre de bugünkü Anayasa’ya göre de tasarı, teklif ya da kararnamelerin, yasa ya da kanun hükmünde kararname olabilmeleri için Cumhurbaşkanı’nın onayından sonra Resmi Gazete’de yayımlanmaları gerektiğine işaret edilerek, “Ayasofya için böyle bir durum söz konusu değildir, burada açıkça bir hukuksuzluk mevzu bahistir” dendi.

Gerekçede, Ayasofya’nın 19 Şubat 1936 tarihli tapu senedine göre Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına ‘türbe, akaret, muvakkithane ve medrese-i müştemil Ayasofya’yı Cami-i Şerifi’ olarak tapulu olduğu, Vakıflar Genel Müdürlüğü Kütük Defterinde de cami olarak kayıtlı olduğu ifade edildi.

Ayasofya’nın şu an müze olarak kullanılmasının yasalara uygun olmadığı savunulan gerekçede, “Bugün, tüm selatin camilerimiz sabah ezanından yatsı ezanına kadar, haftanın her günü, hangi dinin mensubu olduğuna bakılmaksızın herkesin ziyaretine, ibadetine ücretsiz olarak açıkken, Ayasofya, yasalara, hukuka aykırı olarak, ancak müze olarak ziyaret edilebilmektedir. Bu Kanun teklifi, 481 yıl ezan sesinin yankıları ile ayakta kalan, İstanbul’un fethinin simgesi olan Ayasofya’nın, cami olarak yeniden ibadete açılması amacı ile hazırlanmıştır” dendi.

(AA)


***