21 Ocak 2018 Pazar

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 1

PANZER VE KÜRT İSYANI, GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN 


28 Şubat dönemi arkasında pek çok şey bırakarak geçti. Sincan’da yürüyen tanklar, Çevik Bir, gergin MGK toplantıları, aşağıda ayrıntılarını anlatacağımız çok gizli bir toplantı… Bunların hepsi bu dönemin hatırlattıkları. Peki ya bu kritik dönemde bir gecede zengin olanlar? Bu kişiler esas fonda bir ayrıntıymış 
gibi verildi. Kimsenin aklına o dönemde şu soru gelmedi: Ya bu darbenin asıl amacı zaten ülkenin ekonomisine darbe vurmaktıysa ve önemli gibi görülen olaylar detaydıysa? 28 Şubat’ta batan ve batırılan bankalarla ilgili en çarpıcı makaleleri benim yazdığımı takip edenler hatırlayacaktır. Gerçektende ‘21. 
yüzyılda, yeni bir 28 Şubat ve batık bankalarda batan paşalar görmek istemiyoruz’ başlıklı yazım yapılanlara kimsenin ses çıkaramadığı dönemde fenomen haline gelmişti. Bu gün sanki bir deja vu yaşanmakta. Gezi olayları neticesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarını devirmek isteyenlerin 
global sermaye ve medya olduğu ayrıca masonik oluşumların bu ikiliye destek verdiği bir kez daha tecrübe ediliyordu. Şimdi sadece o dönem için anlamlı olabilen bir soru soralım: Emekli askerlerle bankalar arasında ne türden bir mesleki ilişki olabilirdi? Cevap o dönemde her şeyin olabilmesinde, normalleşme nin çok uzakta olmasında gizliydi. 28 Şubat döneminde, batan bankaların önemli bir kısmında yönetim kurullarında emekli generaller vardı. Banka yöneticileri yargılanırken, askerler davadan muaf tutuldular. Bu dokunulmazlık zırhı ister istemez akıllara şu soruyu getirdi: 28 Şubat gerçekten demokratik sistemin 
kurtarılması adına mı yoksa yeşil sermaye karşısında her geçen gün mevzi kaybeden özel şirketlerin çıkarı adına mı yapılmıştı? 21 bankanın bir anda batması bu soruyu meşru kılıyordu. Şimdi bu bankaların batış hikâyesine biraz daha yakından bakalım. 

Bankalar, Zengindi Daha Çok Zengin Oldu 

Hatırlanacaktır, Şubat 2001'de Türkiye’yi mali iflasa götüren süreçte Merkez Bankası’ndan 5 milyar dolar hortumlayan bankaların listesi bir türlü çıkarılamamıştı. Halbuki bilindiği gibi Şubat 2001 krizi, Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biriydi… Birçok banka yapılacak devalüasyonu hissedip Merkez Bankası’nı hortumlayınca, Türkiye, çok büyük bir mali iflas yaşamış, hatta hükümet bu nedenle erken seçime gitmişti. O dönemde, Merkez Bankası kasalarına saldıran ve milyarlarca dolar tutarında döviz çeken bankaları soruşturan bilirkişi Servet Taşdelen tarafından adları verilmeden (1 nolu banka, 2 nolu banka, 3 nolu banka… şeklinde) olaya adları karışan bankalar listelenmişti. Bu listedeki açık adlar için bugüne kadar birçok soru önergesi verildi, ancak bu bankalar “ Bankacılık Sırrı ” denilerek açıklanmadı. 

Halbuki bunlar hepimizin bildiği belki birçok kez kapısından girdiği bankalardı: İşte hortumcu 21 bankanın adları… 

YETKİLİ KATILIMCI 

ÜÇ GÜNLÜK NET ALIŞ (USD): 

1 NO’LU BANKA (CİTİBANK) 

1.063.800.000 

2 NO’LU BANKA (DEUTSCHE BANK) 

764.000.000 

3 NO’LU BANKA KOÇBANK) 

426.000.000 

4 NO’LU BANKA (TEB) 

411.000.000 

5 NO’LU BANKA (YAPI KREDİ) 

383.700.000 

6 NO’LU BANKA (CHASE&MANHATTAN) 

332.600.000 

7 NO’LU BANKA (OSMANLI BANKASI) 

269.000.000 

8 NO’LU BANKA (DIŞBANK) 

258.700.000 

9 NO’LU BANKA (HSBC) 

254.900.000 

10 NO’LU BANKA (WLB) 

227.200.000 

11 NO’LU BANKA (GARANTİ BANKASI) 

199.000.000 

12 NO’LU BANKA (ABN AMBRO) 

135.000.000 

13 NO’LU BANKA (FİNANSBANK) 

121.000.000 

14 NO’LU BANKA (İŞ BANKASI) 

95.000.000 

15 NO’LU BANKA (TÜRKBANK) 

90.900.000 

16 NO’LU BANKA (İKTİSAT BANKASI) 

67.700.000 

17 NO’LU BANKA (TEKSTİLBANK) 

58.300.000 

18 NO’LU BANKA (CSFB) 

50.000.000 

19 NO’LU BANKA (INTERBANK) 

42.300.000 

20 NO’LU BANKA (AKBANK) 

27.000.000 

21 NO’LU BANKA (TAIB BANK) 

25.000.000 

DURUM SANILDIĞINDAN DA VAHİM 

Yukaıda görüldüğü gibi Türkiye postmodern darbe sürecinde tam anlamıyla mali bir iflasa sürüklenmişti. Postmodern darbe Türkiye’nin sadece demokrasisini değil ekonomisini de vurmuştu. 
Başbakan Erdoğan tarafından 2003 yılında hazırlatılan BDDK raporu vurgunları şöyle açıklıyordu: 

* Türk Ticaret Bankası: 777 milyon dolar zararla battı. Hortumcular, 56 milyon dolar götürdü. 
* Bank Ekspres: 435 milyon dolar zararda. Korkmaz Yiğit bankadan 311 milyon dolar götürdü. 
* Interbank: 1.2 milyar zarar. Sahiplerinin kullandığı para, 1.1 milyar dolar. 
* Yaşarbank: 1 milyar 149 milyon dolar zarar. 103 milyon dolar ortada yok. 
* Demirbank: Zararı 648 milyon dolar. Bankanın batmasına ekonomi bürokrasinin sebep olduğu anlaşılmaktadır. 
* Sitebank: Devir zararı 53 milyon dolar. Şirket sahibi 7 milyon dolar kullandı. 
* Egebank: 1 milyar 220 milyon zararla battı. 
* Yurtbank: Zararı 656 milyon dolar. Balkanerler'in kullandığı kaynak 1 milyar dolar. 
* Esbank: Zararı 1 milyar 113 milyon dolar. Sahipleri 478 milyon dolar kullandı. 
* Sümerbank: 470 milyon dolar zarar. Sahipleri 293 milyon dolar kullandı. 
* Etibank: Devir zararı 698 milyon dolar. Patronu 588 milyon dolar kullandı. 
* Bank Kapital: Devir zararı 393 milyon dolar. 
* İktisat Bankası: 1 milyar 954 milyon dolar zararla battı. Patronu Erol Aksoy'un kullandığı para 879 milyon dolar. 
* Bayındırbank: Zararı 116 milyon dolar. Çörtük 95 milyon dolar kullandı. 
* Egsbank: Zararı 545 milyon dolar. Hakim gruplar 299 milyon dolar kullandı. 
* Kentbank: 681 milyon dolar zararla kapattı. Bürokrasinin yanlış kararlarıyla battı. 
* Toprakbank: Zararı 880 milyon dolar. Halis Toprak 485 milyon dolar kullandı. 
* Pamukbank: Devir zararı 3 milyar 618 milyon dolar. Patronunu 2 milyar 627 milyon dolar kullandı. 

İLGİNÇ BİR MEKAN, GİZLİ BİR TOPLANTI VE BİR KASET! 

İşin bu ksmında ilginç bir kasedin varlığından bahsetmek istiyorum. Kaset 28 şubatta hortumlanan bankalarla ilgili son derece önemli bir kaset. Öyle bir kaset ki Hürriyet gazetesi muhabiri kasedin bende olduğunu düşünmüş bu sebeple beni manşete çekmekle tehdit etmiş ama kasedin bende olmadığını anlayınca vazgeçmek zorunda kalmıştı. Fakat 28 Şubatta yaşanan ekonomik hortumlarla gezi parkı olayları sırasında hükümet tarafından bahsedilen parasal manipülas yonlar arasında bağ olduğunu düşündüğümden dolayı bu kasetten bahsetmenin şimdi tam sırası olduğunu düşünüyorum. 

Bilindiği gibi Erdoğan’ın bir süre önce gizli kalmış parasal manipülasyonların tek tek ortaya çıkarılacağını söylemesi ve olası TBMM hortum komisyonu tehditi, faiz lobisi ve yurt dışı işbirlikçilerini harekete geçirmişti. Baronları korkutan kasedin içeriğini biliyorum ve kopyasının en az dört yerde bulunduğundan da haber darım. Kasedin Başbakan Erdoğan’ın eline de geçtiğini bir dostum söylemişti. 2001 yılında yurt dışına çıkarılan bir kopyası New York’ta bir posta kutusunda uzun süre kaldı. Daha sonra Mardinli bir Ermeni tarafından korumaya alındı. Ancak kasedin bu şahıs tarafından Evangelist neoconlara bizzat teslim 
edildiğini sanıyorum. Bir kopyası polis istihbaratta olduğu için önemi yok bunun. Bir nüshası halen okyanus ötesinde olabilir. Bahsettiğim kasedin kahramanı 28 şubat döneminin merkez bankası başkanı olan Gazi Erçel. Hatırlanacaktır Erçel’in o dönemde bu soyguna nasıl seyirci kaldığı sorgulanmamış bu durum kuşkuyla karşılanmıştı. Bir çok kişi onun birileri tarafından korunduğunu düşünüyordu. Bahsettiğimiz kaset ise bu nun sebebini açıklar mahiyette. 2000 yılında Bilderberg toplantısına Türkiye’yi temsilen Rahmi Koç ile birlikte katılan Erçel’in küresel patronların Türk ekonomisini batırmasındaki rolü kasette tüm çıplaklığı ile gözüküyor. 

Şimdi bu son derece önemli kasedin çekildiği dönem ve mekana gidelim ve dönemin sır perdelerinden birisinin nasıl oluştuğuna bakalım. Kasedin çekildiği mekan, Gezi Parkı olaylarına maddi ve manevi destek veren İstanbul baronlarından Koç ‘baronu’nun yönetim kurulu odası. Kimin hangi sebeple kasede aldığı meçhul toplantıda üç dünya lideri bankanın temsilcisi masada ‘baronla’ pazarlık yapıyor. Gazi Erçel, ‘baronun’ sağ yanında, ‘baronun’ sol  yanında ise kartel medyasının Türkiye medya imparatoru oturuyor. (Kızları New York’ta okurken babalarını böyle tarif edermiş). Toplantı son derece hararetli geçiyor. Toplantıda Deutchebank, Bank of America ve City Bank yetkilileri, Türkiye’den bir gecede beş milyar dolar çekeceklerini ve ülkenin devaülasyona gideceğini, Türk parasının ve ekonomisinin çökeceğini anlatıyor. Paraları kimlerin çekeceği ise çoktan belli. Erçel ve medya imparatorunun elinde birer liste var, listede 38 adet İstanbul baronunun adı, bankaları ve aynı gece Merkez bankasından çekecekleri meblağ gözüküyor. En büyük vurgunu en büyük 
baron yapacak, holdingin büyüklüğüne göre hortumun miktarını ‘baron efendi’ belirlemiş. Pazarlık kızışıyor, son kararı medya imparatoru ile Ergenekon sanığı Veli Küçük’ün biraraya gelerek birarada netleştirmesi kararlaştırılıyor. Kasedi çeken sanırım Sarı Levent’in ekibi… 

Sonrasında ne olduğu ise herkesin malumu. Bu 38 İstanbul baronu aynı gece Merkez Bankası’ndan beş milyar dolar çekti. Üç yabancı banka da aynı miktarda parasını çekti ve 10 milyar dolarlık gedik nedeniyle ülke ekonomisi battı. Bu yıkımdan sonra siyasete olan güvenin tamamen çökmesi ve AK Parti’nin tek başına iktidara yürümesine pek de şaşırmamak gerek her halde. Diğer yandan bu durumu 28 şubat darbe koşullarına bağlamak gerekiyor. Bu gün ise ekonominin büyüklüğü ve sermayenin belli ellerde toplanmaması sayesinde bu türden manipülasyonların yapılabilmesi çok kolay değil. Bu da İstanbul 
baronlarının kaygılarının en büyük sebebi olsa gerek. Başbakan Erdoğan, söz konusu gizli kasedin hesabını bugüne kadar sormadı ama 2011’de yaptığı seçim konuşmalarından birinde dile getirdi ve ne dolaplar döndüğünü bildiğini ima etti. Bu sene içinde hem grup toplantısında, hemde bir açılışta hortum komisyonu kurup 28 Şubat’ta ülkeyi kasten batıranlardan hesap soracaklarını dile getirdi. Başbakan muhtemelen bunun yapılmaması durumunda gezi parkı eylemleri türünden eylemlerin önünün alınamayacağını düşünmüş olmalı. Dolayısıyla başbakanın müdahale zamanlamasının yerinde olduğu çok aşikar. 

Aslına Bakılacak olursa ‘ Baronları Korkutan Kaset ’ adlı makalemde yukarıda anlattığım bilgileri vermiştim. Bu makale sosyal medyada büyük yankı uyandırmıştı. Merkez Bankası Eski Başkanı Gazi Erçel’in öncülüğünde 2001 krizinde çok sayıda banka döviz kuru üzerinden vurgun yapmıştı. Döviz kuru eski parayla 630 bin lirayken 5,3 milyar doları satın alıp 1 gün sonra 1 milyon 100 bin liradan satan bankaların tam listesi ve vurgunun boyutları şöyle: 

CİTİBANK: 1 milyar 63 milyon dolar 

DEUTSCHE BANK: 764 milyon dolar 

TEB BANKASI: 411 milyon dolar 

YAPIKREDİ: 385,7 milyon dolar 

CHASE MANHATTAN: 332.6 milyon dolar 

OSMANLI BANKASI: 269 milyon dolar 

DIŞBANK: 258 milyon dolar 

HSBC: 254 milyon dolar 

WESTD DEUTSCHE LANDESBANK: 227,2 milyon dolar 

GARANTİ BANKASI: 199 milyon dolar 

ABN AMRO BANKASI: 135 milyon dolar 

FİNANSBANK: 121 milyon dolar 

TÜRKİYE İŞ BANKASI: 95 milyon dolar 

TÜRK BANKASI: 30,9 milyon dolar 

İKTİSAT BANKASI: 58,3 milyon dolar 

TEKSTİLBANK: 51,7 milyon dolar 

CREDİTSUİSSE FİRST BOSTON: 50 milyon dolar 

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar 

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar 

TAİB BANK: 25 milyon dolar 

ve diğer bankalar ile beraber vurgun'un toplam rakamı 5,338 milyar dolar.. 28 Şubat'ın ülke ekonomisine toplam maliyeti ise 231 milyar dolar. Peki Gazi Erçel nasıl olmuştu da Merkez bankası başkanı olabilmişti? Bu sorunun cevabı yine 28 şubatın aktörlerinden Süleyman Demirel’e uzanıyor. Demirel Erçel’i Yaşarbank’ta keşfetmiş ve merkez bankasının başına geçirmişti. Erçel bu aşamadan sonra devamlı olarak tartışmalı ekonomik eylemlere imza attı. 

Örneğin Türkbank skandalında Korkmaz Yiğit’e bankayı satın almasını salık veren de daha sonra aynı bankaya el koyduran da Gazi Erçel’di. Bu işlem sayesinde Erçel ve Alaaddin Çakıcı Korkamaz Yiğit’in 300 milyon dolarını aldılar. Bakanlar Eyüp Aşık ve Güneş Taner’de bu iş de suç ortağı olarak yer aldı. Bu banka, Mesut Yılmaz, Güneş Taner, Kamuran Çörtük,  Alaaddin Çakıcı, Korkmaz Yiğit'in isimlerinin içinde yer aldığı ilginç bir çarka da konu oldu. Mesut Yılmaz iktidara emin adımlarla yürüyordu. PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakalayacak, enflasyonu düşürecekti ama Türkbank gensorusu ile düştü.  Korkmaz Yiğit, ANAP'ın aracılığı ve mafya marifetiyle Türkbank'ı aldı ama herşeyini kaybetti.

Alaaddin Çakıcı, Türkbank ihalesinde komisyon almak için ihaleye girenlere telefon açtı fakat sonrasında işleri yolunda gitmedi. Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu,28 Şubat darbe sürecinde Türkbank'a (1997-2000 yılları arasında) 1 milyar dolara yakın kaynak artırımı yapıldığı anlaşıldı. Bunda yine Gazi Erçel’in parmağı bulunuyordu. 

Geri dönmeyen kredi dağıtma işlemi 1995'ten 1997'ye kadar sürdü. 2001’de yapılan devalüasyondan önce de banka baronlarına dövizler bozdurularak Hazine bonosu aldırıldı. Devalüasyonla birlikte bütün bankaların içi böylece boşaltıldı. Bu ‘yağma ekonomisinin’ ortasında, banka soygunları için en ilginç açıklamayı kendine has üslubuyla yine Sakıp Sabancı yapmıştı: " Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!" 

Yine o günlerde hatırlanacaktır Demirel sonradan çoğunun adları bir çok yolsuzluk şaibesine karıştığı anlaşılan bazı işadamlarıyla bir fotoğraf çektirmiş ve fotoğraf karesine girenler için ‘ benim aile fotoğrafım’ demişti. Demirel’in aile fotosu içinde yer alan Çağlar, Çörtük, Uzan, Sabancı bugün aynı masada bile oturmuyor, zira aralarıdaki "güç" dağılımında Uzanlar hep sorun oldu. O günler gerçekten de bir ülkenin baştan aşağı hep aynı isimler tarafından soyulduğu günler olarak bu gün tarihe geçti. Yukarıda adı geçen çok etkili İstanbul 
baronlarının isimlerine gelmeden önce özel banka soygunlarının Mesut Yılmaz’ın imzaladığı kararnameyle özel bankaların kurulmasına izin verilmesi sonrası başladığını belirtelim. 

Aşağıdaki tabloda türk ekonomisine büyük darbe indiren bankaların son sahiplerini ve bankalar bu sahiplere devredildiğinde hangi ismin başbakan olduğu yer alıyor: 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 7

PANZER VE KÜRT İSYANI - ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ! BÖLÜM 7


28 Ocak 1978'de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980'de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987'de haftalık “2000'e Doğru” dergisini yayınlamaya başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu. 

Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu Anadolu bölgesinde muhalif aydınları “te’dib” etmeye yönelik çıkartılan “Sansür Sürgün Kararnamesi”nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın 
Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999'u gösteriyordu. On ay, on gün Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu. 19 Ekim 1999'da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen 
Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can Perinçek. Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan Olcaytu, 12 Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen Em. Tümg. Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. 

Yine Doğu Perinçek’in teyze oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi Tüfekçi’yi MİT mensubu olarak biliyordu. 

Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964'te mezun olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu. Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi, 
Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi  asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968'de devrimci gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı. 

Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek, Ergenekon Davası’nın en önemli mahkumları arasından ordu paşalarıyla beraber Silivri’den kahraman olarak çıkma planı yaptı. Başbakan Erdoğan’un egosu güçlüydü, parayı seviyordu. AKP içinde “masa, 
nisa, kasa” zafiyetlerini tesbit etti ve uzun soluklu bir plan yaptı. PKK ile müzakere cemaat ile savaş, “PKK sosyal aktivist”, “cemaat Haşhaşinci” iftiraları hep Perinçek’in fitneye, şeytanlığa çalışan kafasından çıkan komplolar. Başbakan’ın konuşma metinlerini artık Doğu Perinçek, Cem Küçük, Ergün Poyraz ve Yalçın Küçük yazdığı için Türkiye, 1980 öncesindeki kaos dönemine geri dönüş yaptı. 

Ve Göktürk Sivil Darbe Yaptı 

Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar. Bazen kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes ülkemizde olan bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar: “Darbe yakın mı?” Gülsem 
mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor acaba! 

Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler halime pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin kişi okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık taşımıyor. Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir fenomen oldun ama sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor. 

Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim tesbitim, bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor. 

Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda evet dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi halkla alay eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden değiştirilirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat operasyonlarını yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi. Bir darbe olsaydı, Ergenekon’un intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler sürgün edilir, yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı! 

Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir, çok sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar türer, devlete yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve çamur atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama kampanyası yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır, yasakları izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar dindar sanılırdı. Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü! 

Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst savcı ve polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır, fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus” gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı, hakkı söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından infaz edilir, topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin ayağını kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir darbe olsaydı, kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi, herkes birbirine küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı! 

Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim dedik çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe olsaydı, bu tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile karıştırmak için devlet gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü aydınlar, akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten atılma endişesi had safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder, sıranın kendisine ne zaman 
geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi! 

Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin devletin bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına ses çıkarılmazdı. Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına alındığına halk inandırılır, zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar, münafıklar çoğalır, doğruları söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu! 

Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve devlet tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edilirlerdi. Bir darbe olsaydı, ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir, karalanır, örgüt 
davası hazırlanırdı! 

Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal bir barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler, yalanlar, kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in kara koyunlarının ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sataşmak, 
küfür ve hakaret etmek caiz olurdu! 

Eğer bir darbe olsaydı, Genelkurmay Başkanlığı Başsavcılığı, 5 yılda 400 celsesi yapılan asrın en büyük derin devlet davası Ergenekon’dan mahkumiyet yiyenleri, Balyoz davasında kararı Yargıtay’da onananları kurtarmak için ‘kumpas’ diye suç duyurusunda bulunurdu. Bir darbe olsaydı, milyonlarca sayfa delile rağmen yargının kararları hiçe sayılır, 28 Şubat davasında sanık kalmaz, 12 Eylül 
davasının içi doldurulmaz, İzmir’de devam eden askeri casusluk davasında yargılananlar Yargıtay aşaması bypass edilerek serbest bırakılırdı! 

Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim! 

“Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle sivil bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi davrandı ve darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor. 

“Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel devleti” tam bir yalancı hayalet! 

Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan daha fazla ne olabilirdi? Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan hapishanelere alınır ve işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar” demeyin. 

Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne yapacaktır? Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma hazırlanmış kurgu bir yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı iki gazeteci ismi kullanılarak yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya hazır volkan hale getirilirdi! Ve casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır izlenen 4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri devreden çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi! Kimse sormazdı, 2000 ile 2008 arasında Gülen tam 8 yıl, örgüt davasından yargılanıp tam beraat etmedi mi? Hatta Yargıtay Genel Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin ve nefret ki, Hak dostlarını hedef alan fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar sokabiliyor ve saçmasapan iftiralarla göz boyayıp halka yutturabiliyor? 

Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz. Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi! 

Göktürk’ün Fesat Süfyanizm Oligarşisi 

 “Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet” adı verilen “17 Aralık Operasyon”u sonrası siyasi intiharı seçen AK Parti’yi seveni, sevmeyeni hayretle izliyor. “Bu bir dış güçlerin komplosu”dur teorisine inanan gittikce azalıyor. Hastalığa teşhis koyamayan doktor, psikiyatri uzmanı veya psikolog, asla hastayı tedavi edemez. Toplum doktorları, sosyoloğlardır. Sosyolog gazeteci, Sosyal Hizmetler ve Uluslararası 
Hukuk masterları olan yazar olarak teşhisi koydum: Bu bir fesat derin Süfyanizm oligarşisinin suikastıdır. Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin oligarşik fesat yapılanmasından toplam yüzbin kişi nemalanıyor. Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! AKP, oligarşiye teslim oldu; cemaatı “paralel devlet” diye tasfiye ettiren şebeke ile dindar askerimizi ordudan attıran, “bize değil hiyerarşiyi bozup Gülen’e itaat ediyorlar” diye yalan uydurarak kapı önüne koyan aynı ekiptir. Oyunun fitne cümlesi aynı, maşayı tutan el değişti: AKP ve Erdoğan. 

Türkiye’nin ayağına çelme takan oligarşik düzen, halkın bağrından koşup gelen AK Parti ve Fethullah Gülen grubunu asla sevmedi. Anadolu evladına “devlete sızıyor” yakıştırması yapanlar, “28 Şubat Post-Modern” darbesinde kim idi ise, bugün yaşanan “Yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinde de aynı fesat merkezi. Bir cemaatı sevmek, hatta mensubu olmak hangi 
demokratik ülkede suçtur veya devlet memuru olmaya engeldir? Vatan evladı sızmaz, liyakatıyla devlet bürokrasisine girer, hizmet eder. Kumpas, Ankara’nın kasvetli elit oligarşisinin en başarılı olduğu alan. “Bizans Entrikası”da denebilir. Cemaatın “paralel devlet” ilan edilip “örgüt suçu” kapsamına sokulması eski tezgah. AK Parti’ye daha dün “İslami Terör Örgütü” damgası vuran aynı 
şebeke değil mi? Tezgahın nasıl işlediğini, fesat oligarşinin kendi halkına nasıl suikast düzenlediğini ve AK Parti’nin nasıl tufeye getirildiğini yazmalıyım. 

“Yeni Fesat Komitesi”, oligarşik yapının maşasıdır. Emniyeti hallaç pamuğu gibi dağıtan, yargıya doğrudan müdahale eden, bürokraside cadı avına girişen hükümet, son olarak HSYK’yı kökten değiştirecek bir yasa teklifi hazırladı. Hakim ve savcıları, Adalet bakanı üzerinden dolaylı olarak başbakana bağlıyacak yeni sistem, 12 Eylül modelini hortlatıyor. Mesela bugünkü yolsuzluk soruşturmalarını yürüten savcılar bakan tarafından görevden alınabilecek. Yasa teklifi neresinden 
tutsanız sorunlu. 

28 Şubat sürecinde yaşadıklarımız aynen yaşanıyor. “12 Eylül diktatörlüğü” geri dönüyor. Bu ülke “150’lik”ler, “1402’lik”ler, “YAŞ’lık”lar utanç listeleri gördü, hepsi daha sonra çok ayıplandılar ve iptal edildiler. Pek çok bedeller ödeyerek bu ülke demokrasi yokuşunu tırmandı ve AKP’ye destek vererek 12 Eylül 2010 referandumunda oligarşik fesatçıları sandığa gömdü. Ancak, oligarşik çete 
teslim olmak istemiyor, fitne fesat tohumlarını yeşertip, AK Parti içinden kotardıkları zorlama grupla koalisyon kurdular. Keşke her şey sadece para ve devlet makamları olsaydı, ama maalesef “devlet besleme yeşil yandaş medya”, geçmişte düşman olduğu karanlık şebekelerle ortak çalışarak memlekete 
çok zarar veriyor. 

Bol maaşlı İslamcı yazar ve gazeteciler, hiç utanmadan yolsuzlukların üzerine gidilsin ama yolsuzlukları kovuşturan polis ve savcılar kovulsun, mahkemeleri biz yönetelim demek istiyorlar. Neredeyse “istiklal savaşı” veriyoruz, bin kişinin haksız yere yargısız infazla idam edildiği İstiklal Mahkemeleri kurulsun” diyecek ler. “Çakma İslamcı yazarlar”, cemaat yok olunca yeni bir asrı saadet devrinin başbakan tarafından getirileceğini bile yakında yazabilirler. Aklı başında sandığımız koskoca “İslamcı yazarlar”, hem her şeyimiz olan Başbakana bir söylesek o her şeyi halleder, kim yolsuzluk yapıyorsa ona çok kızar bile diyorlar. Ortada duran büyük yolsuzluk kokuşmuşluk ve çürümeyi İsrail (!) yüzünden görmeyen “İslamcı yazarlar”, yanlışları bir sosyolog titizliği ile mükemmel bir duruşla yazan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’yi linci sevap sanıyorlar! İsrail ve ABD ile ilişki içinde olan cemaatin tüm mensublarını devletin, yani Başbakanın bekası için yok etmek vaciptir fetvası nasıl olsa ceptedir. 

28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile, Mart 2003’de ise Balyoz planı ile Çetin Doğan Kemalizmin ayakta kalması için her şeyi yaptı, suçlu bulundu hapsedildi. Bazı ünlü “İslamcılarımız”, Başbakanın iktidarda kalması için tozuttu ve “Yeşil bir 28 Şubat” sürecini caiz, vacip hatta galiba farz görüyorlar. Meşrepleri meçhul, neye önem verdikleri ise malum. Aile efratları devlet makamlarında güzel yerlere gelen “İslamcılar” 10 ile 15 bin TL civarı maaşları cebe indirmekle İslama en büyük hizmeti yaptıklarına inanabilirler. Arpalık devlet postları, bankamatik danışmanlıklar, haybeden gelen ulufeler, kaynağı sorulmayan oşürler, humus kazançları hep helal oldu. Haram mefhumu müphemleşti, sanki müslüman için değil sadece münafıklar ve kafirler için Allah sınırları Kur’an’da ve Peygamberimiz yaşantısı ile hadisinde belirledi. Gulul, kamu hakkı Allah hakkı, yetim hakkıdır dediniz mi hemen “paralel devlet örgütü” içinde sayılıyorsunuz. Ülkede yanlış giden şeyler olduğunu iddia ederseniz “yeşil kartel medyası” tarafından hemen Amerika yada “İsrail ajanı” ilan ediliyorsunuz. 
Konjoktüre göre, kimi zaman “Gönüllüler Hareketi kötü”, kimi zaman “AK Parti kötü” taktiğiyle iki grubu birbirine düşürmeyi başardılar. AKP ve Gönüllüler Hareketi’nden intikam almaya çalışan Ergenekoncuları salarsa, derincilerin dümenine girmiş AK Parti’yi iyi günler beklemiyor. 

Ulusalcılar, ülkücüler, PKK ve KCK siyasetçilerinden sonra “siyasi islamcı hareketi” de kendi yanına çeken derinciler cemaata “örgüt” diyerek kaos çıkartıyorlar. 28 Şubat’da, “irtica bahane vurgun şahane” manşeti atmıştım bir defa, yerini cemaat kelimesi aldı. “Cemaat bahane yolsuzluk şahane” manşeti gazetelerde atılmalıydı. “Eski Türkiye”de Atatürk adını kullanarak bankaları hortumlayanlar, artık her olumsuz şeyde “cemaat yaptı propagandası” ile devlet içinde büyük bir soygun peşinde. 

Cemaat kelimesi sihirli bir öcü haline geldi, zina yapsalar cemaat yaptırdı diyecekler ve günahlarını yıkadıklarını sanacaklar. Bu oyunu erken fark eden cemaat, adını camia yapmak istedi, cemaat kelimesi oyunu bozuldu. İrtica tehdidi ülkede unutuldu, hatta MGK’da bile tehdit olmaktan güya çıkardı. Ancak yılmak bilmeyen “oligarşik derinciler”, artık irtica yerine “cemaat tehlikesi paralel devlet” diye bir fitne uydurdu. 

Halkı inandırmak için MİT bünyesinde Basın’dan sorumlu Nuh Yılmaz  başkanlığında “ Yeşil 28 Şubat’ın Medya Fesat Çetesi” kuruldu. 

Daha 2007’de “Abdullah Gül’ün eşi başını açmadan Çankaya’ya çıkamaz, 2013’de Emine Erdoğan başını açmazsa kocasının Çankaya’ya 
yolu tıkanır” diyen yazarlar, bugün başbakana “cemaatı yık gazı” veriyor ve “AKP hayranı” olarak el üstünde tutuluyor. 

Gazeteci yazar Nazlı Ilıcak yolsuzluk operasyonu sonrası AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilime dönüşen “paralel devlet” tartışmalarına ilişkin, “Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir operasyon yapıldı. Ama bunu yapan cemaat değil, MİT’in içinde karanlık bir odak! Ergenekon’la da, başka odaklarla da işbirliği yapmış olabilir. Dış mihrakları da bu paketin içine koyabiliriz” dedi. Ilıcak Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide, “şimdi bakın, 28 Şubat operasyonunun tüm enformasyon bölümünü MİT yürüttü. Ve o MİT hep aynı kaldı. Hiç temizlenmedi. MİT’in içinde böyle odaklar kalmış olabilir” ifadelerini kullandı. MİT-Medya ilişkilerinin hangi boyutlara ulaştığı, “MİT’in medyadaki yazar-gazetecileri nasıl denetlediği” hatta “çakma haberlerle yönettiği” artık 
deşifre olmalı. Ajanlık yapan gazeteci gazeteci değildir, dejenere devlet gazeteciliğine artık bir son verin, Sovyet ülkesinde yaşamıyoruz, sivil olun, derin oligarşi emrinde asker bir köle olmayın. 

Medya Analiz diye bir blogda çete ortaya çıkartıldı. Postmedya haber sitesi alıntı yaptı, okuyalım: 

“MİT’in yönlendirdiği medya ekibi doz açısından derecelendirilmiş düzeyde. Abdurrahman Şimşek, Ferhat Ünlü, Cem Küçük, Tutkun Akbaş, Ömer Adıyaman, Medyagündem, Sontv gibi isimler ve siteler, “çete” şeklinde hareket ediyor. Hiçbir kural tanımadan kara propaganda, yalan, iftira, suç isnadı, delil uydurma, karakter suikastı, masa başı habercilik, yasa dışı takip, izleme, dinleme dahil tüm imkanları kullanıyorlar. 

Bu ekibin direct olarak yazı yazdırdığı isimler ise Rasim Ozan Kütahyalı, 

Sevilay Yükselir, Abdülkadir Selvi, Cem Küçük, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Hasan Karakaya, Erdal Şimşek ve Turgay Güler gibi isimler. 

İkinci kategoride yer alanlar ise bir derece altta duruyorlar. Hüseyin Yayman, Hilal Kaplan, Celal Kazdağlı, Alper Tan, Mahmut Övür, Abdurrahman Dilipak, Nasuhi Güngör, Nagehan Alçı gibi isimler bir doz aşağıdan yayın yapıyorlar. Yıpratma, saldırı, kanaat yönlendirme faaliyetlerini mümkün 
olduğunca kriminal dozun bir alt seviyesinde sürdürüyorlar. Ancak tezleri ilk gruptaki “çetenin” tezlerini yüzde yüz oranında destekliyor. 

Üçüncü kategoride ise medya yöneticileri var. Serhat Albayrak, Mustafa Karaalioğlu gibi medya yöneticileriyle Nuh Yılmaz bizzat görüşüyor. Hükümet politikalarına destek veren bu gazeteler özellikle “cemaat konusunda” yapılacak yayınlar, izlenmesi gereken politikalar hakkında enforme ediliyor. Aynı zamanda da Çete’ye bağlı isimlerin önünün açılmasını sağlıyorlar. 

Çetenin koç başlığını Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü yürütüyor. Beli silahlı bu iki kişi MİT üzerinden istedikleri kişinin iletişim bilgileri, adresi, görselleri, takip ettirilmesi, izlemeye alınması gibi imkanlara sahip. Hayli geniş özel bir bütçeyle donatılmış olan bu iki kişi, aynı zamanda “özel istihbarat” adı altında bir ekibi de yönetiyor. Hedef belirlendikten sonra bu ekiple ilk yıpratma faslı  başlıyor. Şimşek istihbaratçılığa kendisini o kadar kaptırmış ki, Sabah’ta başında olduğu Özel İstihbarat Servisi’ne, MİT’teki Kontrterör Dairesi’nin yerini alan Özel İstihbarat Dairesi’nin adını vermiş. Ünlü ve Şimşek, asıl bombayı daha patlatma dı. Askeriyede cemaat operasyonu yaptırmak isteyen çetenin patronları ellerine çakma bir yazı dizisi tutuşturdu. Kamuoyunun yeterince cemaat düşmanı haline geldiğine inandıkları anda Sabah gazetesinde vahim yazı dizisi başlatılacak,  Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, aynen 30 Ağustos 2000’de eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi vay be devletin altını oyuyorlarmış diye savcılara suç ihbarında bulunacak ve yeni bir Gülen davası, casusluk ve vatana ihanetten açılacaktır. Gülen haksız değil, değişen bir şey yok, dün aynı zulmü yapanlar, bugün sadece maşa değiştirdi. 

Sabah’ın özel istihbarat müdürü Abdurrahman Şimşek’e bağlı çalışan bu paralel grupta, Vakit-Sabah-Milat ve şimdi Akşam’da görev yapan Erdal Şimşek, Yeni Şafak’tan Cem Küçük, Medyagündem’den Tutkun Akbaş, Son TV’den Ömer Adıyaman, Haber TV’den Sinan Tavukçu (Enisteşi İ.H.M, MİT’te üst yönetici) gibi isimler bulunuyor. Çete’nin arka bahçesinde ise geniş bir internet yelpazesi 
bulunuyor. Haber10, Medyagundem, ve Sontv gibi internet siteleri bariz MİT savunmalarıyla dikkat çekiyorlar. MİT’e yönelik eleştiriler kurum tarafından cevaplanmadan bu siteler üzerinden cevaplandırılıyor. 

Tutkun Akbaş’ın uzun sure yönettiğini inkar ettiği ancak sonunda kabul ettiği finansmanınSerhat Albayrak tarafından sağlandığı bilinen Medyagundem, tüm ekibin istikametini belirlemede ana karargah olarak kullanılıyor. MİT’e bağlı ikinci ve üçüncü kategorideki medya yapılanmasının tamamı hedef alınacak kişi ya da grubu medyagundem üzerinden öğrenip harekete geçiyor. 

Hükümete ters düşen kişiler hedef alınmanın yanında Hükümeti yeterli derece savunmadığı düşünülen kişiler de aynı çark tarafından hedef alınıyor. Mesela bazı konularda“katılmıyorum” gibi naif bir cümle kuran Akif Beki bile eş zamanlı olarak Medyagundem ve Cem Küçük tarafından “cemaatin devşirmesi” olarak hedef tahtasına oturtuluyor. 

Finansman noktasında devletin imkanlarının devreye sokulduğu görülüyor. Anadolu Ajansı’nın taşeron şirketi Toprak Ajans burada devreye giriyor ve para muslukları sonuna kadar dolaylı yoldan bu sitelere açılıyor. Dışarıda “devlet memuru” titrini kullanarak MİT’teki Aydınlıkçıların tuzağına düşerek Türkiye’yi rezil etme yöntemini izlerken, içeride ise Şimşek Çetesi ve bağlı gruplarını 
kullanıyorlar. 90’yıllarda 28 Şubatçılara payandalık yapan Aydınlıkçı MİT’çiler, şimdi AKP’yi içerde ve dışarda yalnızlaştırmak için çift yönlü bir bitirme operasyonu yürütüyor. MİT’in gazeteci ajanlarının organizasyon yapısı ve bazı faaliyetleri böyle. Aydınlıkçılar, AKP’nin atadığı MİT’çileri parmağında oynatıyor. Onlar da devleti ele geçirdiklerini sanıp istihbaratçılık oynuyor.” 

Derin oligarşinin patron tanımını, “Ergenekon buzdağının tam resmi!” başlıklı yazımda 1 Haziran 2011 tarihli Canadatürk adlı Toronto’da aylık çıkan gazetemizde yazımda daha önce şöyle yapmıştım: 1960'da kurulan Milli Birlik Komitesi’nin tamamı eski generallerden oluşan 12 asker üyesi günümüze 
kadar güncellenerek gelmiştir. 18 İstanbul baronu Sebataycı ve Rum ailesine Türkiye peşkeş çekilmiştir. CFR’nın resmi Türkiye kolu olan Global İlişkiler Komitesi’nin iş dünyasındaki 12 ismi ve başındaki Rahmi Koç, askerlerle birlikte askeri vesayeti tepemize Demokles’in Kılıcı olarak koydurmuştur, asıl derin devlettir beyler! Ergenekon adını 1953'de kod isim olarak NATO eğitimi aldığı ABD’de ilk kullanan Alparslan Türkeş idi. Albay Ergenekon kod adını 1953 ile 1961 arasında kullanan Türkeş, Türk ordusunu tasfiye ederek yeni sistem kuran Amerikalılar ile ters düşünce Hindistan’a 1961'de askeri ataşe olarak gönderilir. Zira Amerikalıların zoruyla Türk ordusundan 7200 subay, toplamda 243 general zorla emekli edilir, tamamen ABD’ye göbekten bağlı olacak sistem aslında sömürgecilik, militer demokrasi veya Amerikan militarizmi tarzı mandacılıktır. 

1961'de Albay Ergenekon kod ismi Turgut Sunalp’a geçer. 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesini Amerikalı ve İngiliz dostlarının emriyle yerine getiren Sunalp’ın Doğu Perinçek’i İngiliz istihbaratına eti senin kemiği benim diyerek teslim etmesinden yarım asır geçti. Bu dönek şahsiyetsizi cezalandırmak yüreğimizi soğutur mu bilemiyorum. Kanlı 1 Mayıs olaylarından Gazi olaylarına, 
Madımak’tan Gezi olaylarına kadar Perinçekgilleri her türlü fitne kazanının altında görüyoruz. Eksik olan onları yöneten, yönlendiren özel harp eleman larıydı. Sunalp, 1989'da vefat ettiğinde Garanti Bankası’nın başdanış  manıydı. Görevini 1986'da Veli Küçük’e devrettiği devrede PKK zaten MİT ve CIA işbirliğiyle ele geçirilmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve damadının emriyle İstanbul Emniyet Müdür yardımcısı Ümit Bavbek operasyonu ile Abdullah Öcalan, rakipleri temizlenerek plazlandırılacak örgüte lider yaptırılmıştı. Küçük’ün ekibine kurdurulan JİTEM’in zulümleriyle Kürtler zorla dağa postalandı, terörist yapıldı Kürt gençleri. 1986 ile 2001 arasında PKK’nın macerası, 17 bin faili meçhul cinayet, Sapanca, Kocaeli ve Gebze üçgenini ceset tarlasına çeviren Küçük’ün 
Ermenice uzmanı aşırı Türk milliyetçisi bir Ermeni olduğunu unutmayalım. 

Veli Küçük’ün görev süresi 2001’de sona erdi. Haziran 2009’da aslında dördüncü ‘Albay Ergenekon’un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010’da Gölcük Donanma’da ele geçirilen ‘Proje’ adlı belge Çiçek’in 2003’den beri illegal işler içinde olduğunu ve ‘millete komplo planı’nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli tanık Efe’de zaten Çiçek’in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in suçunu netleştirdi. 
İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç ‘bir numara’ gözüküyordu! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış, Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç’ın Milli Birlik Komitesi’nde olup olmadıkları 
araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya yargı önüne çıkartıldığı halde halen neden 12 Eylül davasının içi boşaltıldı veya doldurulmadı ayrı bir mevzu. 

Küçük’ten Çiçek’ten ‘Albay Ergenekon’ misyonunu ‘Paşa’ olarak devralanana kadar Engin Alan neler yapmıştı, nereden koşuyor? Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen ‘Paşa Ergenekon’ kodlu Engin Alan’ın durumu en şaibeli olanıdır. Alan ile 1993'de Bakü’de tanıştığımda askeri ataşe olarak yeni tayin edilmişti. Henüz tek general yıldızını bile almamıştı. Kısa boylu, sempatik bir komando izlenimi uyandırmıştı bende. Ebulfeyz Elçibey’in etrafına üç Türk asıllı bakan, başdanışman, özel korumalar ve Karabağ’da savaşması için özel harp birliği getirtmesini önceleri alkışlamış, onunla gurur bile duymuştum. Metin yüzbaşının Şamahı’daki Azeri komando yetiştirme kampını, talabelerime 
kamp yeri ararken dağda basmış ve Ermenilerin canına okuyan bu özel gücün ardında olan komutanlarımıza gereken saygıyı göstermiş, her yerde anlatmış ancak gizlilik nedeniyle bugüne kadar da hiç bir yerde bu konuyu yazmamıştım. Ne olduysa Elçibey’in Rus askerini Gence’den 28 Mayıs 1993'de zorlapostalaması ile başladı. Bu kararı Alan’ın aldırdığına emindim, sonuç olarak Elçibey’in Ruslar tarafından bir hafta içinde indirileceğine de emindim. Kendine çok güvenen Alan’ın ekibi, Elçibey’in Aliyev’i İngiliz ve Amerikan büyükelçilerinin zoruyla getirmesinden sonra morardı. Amerikalılarla dirsek teması bozuldu, dipçik yedik… Engin Alan’ın Amerikan karşıtı olduğunu sanmayın, Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi… CIA organizesi MİT’e ihale, başarısızlığa mahkum 1994 ve 1995 Aliyev darbeleri ve suikastlarından sonra kös kös Bakü’den kovuldu. Ülkemizin imajını yerin dibine batırdı. Ekibine Özel Harbin uyuyan “Çakma Ülkücü” hücrelerini alan ve Uyandıran Alan, ülkeye dönüşte görev aldığı 1995 Gazi olaylarını Organize etmekten henüz yargılanmadı. 1999'de Öcalan’ı  Kenya’dan getiren uçakta olmadığı halde, kahraman olmayı sevdiğinden “Ben getirdim” dedi. 

MOSSAD ve CIA’nın Öcalan’ı bize asmamız için değil, besleyip siyasi Kürt hareketinin başına koymamız ve “Büyük Kürdistan”a devlet başkanı yapmamız için verdiğini Alan’dan daha iyi bilecek ikinci bir isim yoktur. 

MHP başına kondurulan MHP Başdanışmanı ve milletvekili Alan, ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı Kürt milliyetçilerini 12 Eylül öncesinde olduğu gibi meydan kavgalarına, savaşlarına sürükledi. Türk ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Ergenekon ve Balyozcuları, PKK ve 
KCK’lıları genel afla serbest bıraktırmaktır. 12 Eylül ve 28 Şubat davalarının üstünü kapatmaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasadır, 2016’da değiştiğinde, derin oligarşinin sonu gelecektir. AKP’den bu dönem için umudumu kestim. 

 “Yeni Perinçek giller”i paralel devlet adlı fitne kazanının altında görüyoruz. Başbakan bunu göremiyorsa, kumpası kuranı yok edemiyor ve milletine suikast düzenleyenleri onaylıyorsa, artık benim başbakanım olamaz, olmayacaktır. Hikmeti hükümet teraneleri cahillere göredir, teknolojinin sınır tanımadığı bu bilgi asrında asla özür veya bahane değildir. Aydın namusu, vicdanı dik ve sağlam durmayı gerektirir, mert olalım lütfen! Madımakta Alevileri yaktıran Doğu Perinçek, Aziz Nesin’in oğlu Ahmet’in itifaıyla bugün tüm Türkiye’yi nifak ve fitne ateşi ile yakarken sessiz kalamayız. 

PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı. 
YAZI SERİSİ..,
'' GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ ''  İle Devam edecektir...


***